İKİ KIZ BİR ERKEK
BİRİNCİ BÖLÜM
Gökyüzü binlerce yıldızla dolu, her gece çığlık atıyorlar. Onlara
sessizce bakmaya fırsat yok. Fırsat olsa da insanın içinde huzur yok. Yapılması
gerekenler bir türlü bitmiyor ve huzur denen şey çoktan uçup gitmiş hayatımda.
Eskiden işler iyiydi. Lise bitmeden önce, çok eskiden… Onu yap, bunu, yap,
sürekli bir şeyler, sürekli işler, pis ve çok zor işler, (gökkuşağı renginde
mücadeleci bir at olmam lazım sanırım) can sıkan şeyler, oturup sohbet
edebildiğin, gerçekten sohbet edebildiğin kimse yok. Bu ne biçim hayat; ama sürdürmek
zorundasın, her geçen gün daha bir sıkıntı, umutsuzluk ve yılgınlık. İnsanı
hayatta tutan umut, yeni heyecanlar, farklı şeylerdir. Ağır iş yükü beni ezip
ruhumu sömürüyor, bıktım.
Katlanmak zorundasın. Ama boğuluyorsun. Buralardan kaçıp gitmek istiyordum,
ama şehir dışına çıkmak korkutucuydu, hiç denememiştim, sevdiğim şeyler bu
kentteydi. Aslınca cesaretim olsa ipini kıran köpek gibi basıp giderdim
buralardan.
Temmuz sıcağıydı, sahil yolunun kenarında, villanın önünde, kaldırımda
çukur kazıyorduk, usta aşağıdaydı, kazma sırası ondaydı ve ben yukarda
bekliyordum, kaldırımdan iki şık kız geliyordu, süslü püslü kızlardı, hippi
kızları gibi tatlı giyinmişlerdi. yaklaşıyorlardı, beni bir rüya alemine
sürüklediler bir anda. Bu sıcakta ben ameleydim, onlar ise ellerinde dondurma
külahı gülerek konuşarak ilerliyorlardı,
kızlar tanıdık geldi gözüme,
daha dikkatli baktım, bunlar ortaokuldan arkadaşlarımdı.
Yaklaşıyorlardı.
“Sıra sende” dedi ustam.
Merve şöyle dedi: “Aaa! bak çukur kazıyorlar. Çekelim şunları, hatta
birlikte çekinelim, zavallılar bu sıcakta dağdaki keçi gibi kavruluyorlar.
Vallahi bravo!”
Nurgül şöyle cevap verdi: “Bırak şimdi. Uygun olmaz.”
“Şunlarla sohbet edip dondurma ısmarlasak. İçleri ferahlar. İçim acıdı.”
“Ay saçmalama be, yürü!”
“Yok; ben bunları çekmesem ölürüm, hatıra kalsın. Bu sıcakta yapılacak
iş değil bu.”
“Bu işi birileri yapmak zorunda. Hayattaki en asil insanlar. Bunda
ilginç bir şey yok ki.”
Merve, cep telefonu çıkardı: “Var canım. Bari uzaktan, onları rahatsız
etmeden çekeyim, sen öne geç, seni çekiyormuş gibi yapacağım. Abim olacak o
miskin eşeğe göstereceğim bunu, bu adamlar nasıl azimli çalışıyor. Örnek alır
belki, ibret alır belki.”
Bizi çekmeye geliyorlardı, panikledim:
Meraklıyızdır ya, dozer bir yeri eşer, cep telefonlarını çıkarıp
çekerler, yangın olur aynı, biri binanın tepesine çıkar intihar etmek için
aynı, bir kavga olur yine çekerler, bir yangın olur cep telefonlarını çıkarıp
aval aval çekerler.
Merve: “A İsa sen misin, demek kavuran sıcakta çukur kazıyorsun?”
Merve içinden: (okulda pek havalıydı, üç beş kuruşa asla köle gibi
çalışmam derdin)
“Eh, öyle. Başka bir iş bulamadım, boş durmaktan iyidir.
(Çevrede kafelerden yüksek müzik sesi geliyor, kızlar yüksek sesle
konuşuyor)
Nurgül: Tabi canım, adamsın, bu işi herkes beceremez.
Nurgül içinden: (bir kez tartışmıştık, yüksek profilli güzel bir kariyer
yapacağını söylemiştin, büyük şirketler peşinden koşacaktı, bu muydu? Kaldırım
mühendisi)
Tanış, dost ya da çok yakın olup da insanların birbirlerine, gözlerini
içine baka baka diyemediği milyon şey olur, onlar insanın içinde kalırlar hep.
Kızlar bize çok yaklaşmıştı, tanıdık biri onları fark etti ve ayak üstü
sohbete daldılar.
Bize doğru geliyorlardı.
Ben o diyalogun yaşanmasını istemediğim için harekete geçme hazırdım, ya
da onlara sırtımı dönüp görünmez adam olacaktım. Beni tanımalarından çok
korkuyordum, kaçmaya karar verdim.
Ali abi benden bu kadar, ben gidiyorum!” dedim korkarak, sinirli
biridir. Kafana bir şey fırlatabilirdi.
“Ne oldu koçum, neyin var?”
“Gitmem lazım.”
“Nereye ulan?!” dedi Ustam.
“İstifa ettim.”
Söyleniyordu, küfür ediyordu, gülümseyerek oradan sıvıştım.
Zaten bir haftadır para verdiği yoktu adinin. Verir umuduyla
çalışıyordum, vermeyecekti. Parasal sıkıntıları vardı, alacaklarını alamıyordu.
Villanın arkasında üstümü giyip kızların peşine düştüm, içime bir şenlik
bırakıp gitmişlerdi, ne yazık ki yoktular, çoktan gitmişlerdi. İlerledim; ama
onları bulamadım. Çok üzüldüm, o kızlarla aram çok iyiydi. Çok güzel günler
geçirmiştik onlarla.
Canım çok sıkıldı bir anda. Bir daha böyle pis bir iş yapmamaya karar
verdim. Açlıktan ölsem bile. Bu ülkede de açlıktan kimse ölmez.
Akşam eve gidince annem sordu soruşturdu, işten çıktığımı duyunca yüzü
asıldı, tabi bu durum sonra babama yansırdı, evde boş duranı abim de sevmez. Bulurum
başka bir iş, babam çok zengin değil, iş yerleri yok. Bakarım başımın çaresine,
evden kovarsa da giderim, ne yapayım. Bunu da yapmaz; ama yapacağı gün
gelecektir, onlarla kötü olmayı, ters duruma düşmeyi hiç istemem.
Annem kimi telkinlerde bulundu, yeni bir iş bakacağımı söyleyerek onu
tarafına çektim, onu avuttum.
Ertesi gün gidip ustamla görüştüm, neden işi aniden bırakıp gittiğimi
ona izah ettim, “insan işinden utanmaz, ekmek parası bu” dedi, çok sıcak
davrandı bana, işi bırakmayayım diye yalvardı, çalışacak adam bulamıyordu, ben
de ona yalvardım paramı versin diye, 7 gün çalışmama karşılık 50 lira alabildim
sadece. Parası yokmuş. Sonra verecekmiş
filan falan.
Her neyse, uzatmak istemedim. “İstediğin zaman gel” dedi, seni severim, iyi
çalışıyorsun.”
Tesisatçı dükkanından çıktım.
Sahile indim, kakaolu ve sütlü bir dondurma aldım, kara kara düşünecek
değildim, hep böyle olur ve yeni bir fırsat çıkar. Düşünerek canını sıkan biri olmamayı,
vurdumduymaz olmayı çok isterdim; ama böyle biri olamıyorum, bütün dert ve
sıkıntılarına rağmen rahat rahat takılan gençler vardır, sorunları kıyamet
gibidir, gülüp eğlenip dostlarıyla şakalaşıp gezip tozarak gününü gün ederler.
Aile sorunları, başka sorunları vardır; ama kafaya takmazlar, şu sorunu çözeyim,
mücadele edeyim diye yoğunlaşmazlar, sorumluluk duyguları yoktur çünkü, akışa
göre hareket ederler, ben böyle biri değildim. Ben sorunları ve yaşamayı fazla
ciddiye alıyordum. Çünkü ailem baskıcı ve disiplinliydi. Mesela birini
pataklayıp karakolluk olmadım, olsam felaketti. Duygusal, kendi halinde,
terbiyeli, kötülükten uzak durmaya çalışan, içe dönük, korkak, duygu ve
heyecanlarını, hayallerini hayata nakşedemeyen, yeni şeyleri merak eden basit
bir gençtim. En önemlisi her genç gibi en çok dostlarla vakit geçirmekten
hoşlanan biriydim. Ne yapacağını bilemeyen bir gençtim, hayallerim de yoktu,
bir iş yapmam lazımdı, benden eve para getirmem, bir sorumluluk sürdürmem
bekleniyordu.
Para herkesin çok sevdiği bir şeydi, onu kazanırsan değerliydin. O zaman
el üstünde tutulurdun, senle gurur duyarlardı; haklılar. Parayı kim sevmez. Ama
o baskı mahveder insanı, bir şey yap, para kazan, yolunu çiz. Peki, hayattaki
yolum ne? Bunu nasıl bilebilir ya da bulabilirim ki. Annem dindardır, “içindeki
güzellik ve iyilikleri koru der, arkadaşlarına dikkat et” der. Babam iyi biri;
ama sert, sinirli; ama siniri de çok çabuk geçer, verdiği hasarı hiç düşünmez.
Annem son derece yumuşak ve gül gibi candan, bu ülkede böyle milyonlarca aile
var. Yeşil gözlü babamı kendimi bildim bileli severdim, onun gibi yakışıklı,
onun gibi yeşil gözlü olsaydım keşke diye düşünürdüm. Bir gün arkadaşlarımdan
biri kapımıza gelmiş, babamı ilk kez görmüştü: “Ne kadar yakışıklı bir baban
var” demişti.
Kafamı dağıtmam gerektiği açıktı. Eh, elim, varlığım mahkum, yeni bir hamallık
işi bulacağım kesindi; ama bulmadan önce kendimi rahatlatmalıydım, kafama göre
takılmalıydım. Mahalledeki sap saman erkek arkadaşlarımla takılmaktansa…Her
biri ayrı dert. Ruhumu sıkarlardı. Yok başka birileri… (tabi iyi gelenleri de
var) Seher ve Pınar’la görüşsem iyi olacaktı.
Otobüse bindim. Otobüsten yarım saat sonra indim. Burası kırsal bir bölgeydi. Bir yol kıvrılarak tepeye
ilerliyor ve yokuş derecesi git git
artıyordu. Kan ter içinde kalmıştım. Durdum nefeslenmek için ve çevreme şöyle bir baktım. Sevdim buraları, insan yoktu. Doğaya karşı kendimi bildim bileli bir açlık, özlem vardı içimde.
Eve yaklaşmıştım. Basit bir köy evi, tek katlı. Bir
balkonu camekanlı.
Issızlıktaki yamacın düzlüğüne kurulu evin yoluna sapınca kapı önünde bağlı duran kangal cinsi köpek havlamaya başladı. Buraya ilk kez geliyordum. Seher’le muhabbet ettiğimiz bir gün gelirim diye adresi, buraları güzelce
tarif etmişti. Birkaç kez buraya
gelecektim hesapta; ama birtakım işler ve engeller çıkmış, gelememiştim. Seher, buraları çok güzel anlatırdı. Mesela kış günü bir gün küçük göle girdiğini, hasta olduğunu, kümesten bir tavuk kesip pişirip yediğini. Gece yarısı hasta ineğe ilaç vermek
için kalkmış…Babasıyla tavuk kümesini onarmış. Bahçeden salatalık toplamış.
İnek sağmış.
Onun böyle hikayeleri çok hoşuma giderdi. Köyde geçen basit ve günlük olaylar bana ilginç gelirdi. O
anlatırdı, zevkle dinler, sorular sorar ve sonra yalnız kaldığımda anlattıklarını
kafamda film gibi oynatmaya başlardım, bayılırdım buna. Onun köyüne, evine,
ailesine dair günlük olayları bu beni muazzam mutlu ederdi. Bu evi görür görmez
sevmiştim, içime bir ışıltı düşmüştü. Sonsuza dek burada kalabilirdim.
Ama burada insanın deli eden bir sakinlik var,
delirten sessizlik. Anlaşılan bana garip gelen bu şeye, (belki de dinginliğe
demeliyim) bu atmosfere alışmam lazım. Ama fazla kalacak değildim burada, eve
dönmem lazım, sorunlarımı çözmem lazım. Küçük bir kaçamak değişiklik, eski
dostlumu görmek bana iyi gelirdi. Uzayda geçen filmleri severdim, yeni bir
gezegene inen astronotlar gibiydim, Ay üstünde yürümek mesela, bu ilginç bir
duygu olsa gerek, bunun gibi, kırbaç gibi tatlı bir his vardı içimde. Eğilip
toprak yolun kenarındaki bir çiçeğe baktım, evet, büyüleyici şeyler sessizdir,
gürültü patırtı yapmazlar, bizim orada ise deli eden kent gürültüsü vardır, keşmekeş. Balkonda çay
içme keyfi bile gerçekleştirirseniz birilerinin çıkardığı gürültüleri dinlemek
zorundasınız. Yoldan toz kalkar, kireç gibi sizi kaplar, o yüzden balkonda takılacaksam
gecenin en geç saatlerini seçerim. Geç bir saatte bir bira içmiştim balkonda, yoldan
bir araç geçmişti, çöpün yanına kireç torbası atmışlar, kalkan kireç balona
doldu, üstümü başımı sardı, hiç umursamadım, adam biraz gülüp bunu tutup kusura
bakma türünden el etti, “teşekkür ederim dostum” dedim içimden. Kibar adammış.
İyice beyazlamıştım kireçle. Annem tuvalete kalkmıştı, bana bakmak için balkona
girecekti, hayalet gibi iki kolumu kaldırdım, geri bir ikildi korkarak…
Yaz gecesi camı açarım, yoldan geçen araç sesleri içeri dolar,
Şehrin merkezi sıkıntılıdır bu bakımdan. Neyse ki annemin apartmanların arasına sıkışmış olsa da küçük bir bahçesi var, stres attığı. Gayretle çalışır, bir bardak çay alıp
yanına, toprağa oturup onunla sohbet ederiz, iyi olur.
Buranın sakinliğini sevdim, “Seher demek bu evde
yaşıyor” diye düşündüm, hikayelerini dinlediğim evi görmek eski bir dostla
yeniden kavuşmak gibi güzeldi.
Bir anda çok sevdim burayı. Bir süre sonra yine
gelirim, umarım beni sever ailesi.
Annem evde daralınca komşu kadına sohbete, çay
içmeye gider, akraba ziyaretine. Benimkisi de bunun gibi bir şeydi işte. Benim
gidecek bir köyüm yoktu, beni severlerse yine gel derler umarım. Ortamı belki
de beğenmeyeceğim, ne bileyim. Belki de onlar beni sevmez, beğenmez, umarım iyi
şeyler yaşarım burada diye düşünürken çok heyecanlıydım, Seher beni görecek, ne
tepki verecek diye. Burada biraz kafa dağıtıp bir iki saat..sonra eve dönerdim.
Eve çok yaklaşmıştım. Kapıda zincirli köpek havlıyordu öfkeyle.
Evden kavga sesleri geliyordu. Anlaşılan burada da bir dram, anne kız kapışması
mevcuttu. Geri mi dönsem diye orada sıkıntıyla dikilirken cama Seher çıktı.
“Yolunu mu şaşırdın? İsa sen misin? Yanlış
görmüyorum, değil mi?” Güldü.
Benim.
Hızla yanına geldi. Gözlerinin içi parlıyordu.
El sıkışma, yanaktan öpüşme yok, Seher sevmez böyle
şeyler. Bunları cıvıklık olarak görür.
“Burayı nasıl buldun?”
“Yağmurlu bir gündü. Sahildeydik. Aynur da vardı. Apartmanın altına sığınmış çekirdek yiyorduk. Yağmur aniden başlamıştı ve gezintimiz başladığı sırada bitmişti. Hava çok soğuktu. Annene kızmıştın bir sebepten, onun
hakkında atıp tutuyordun.”
“Hiç hatırlamıyorum.” Güldü.
Evin önündeki asma altına geçtik, masaya kurulduk, burası gölgeydi.
“Evde bir sorun mu var? Baban seni evden mi attı?”
“Yok.”
“Öylesine uğradım. Yanlış zamanda geldim galiba;
gideyim.”
“Olmaz öyle. Yemek yeriz, çay içeriz, bir şeyler
yaparız, bu kadar yol gelmişsin.
“Kafayı dağıtırım diye düşündüm, dolaşmaya
çıkmıştım, evden uzaklaşmak istedim, her şeyden.”
“Sorun mu var?”
“Yok; normal şeyler. Ciddi bir sorun yok.”
“O zaman sevindim. Seni gördüğüme de çok sevindim.
Köy yeri işte burası dostum.
Renkli bir şeyler yok. Sıkılırsın. Kafayı burada
dağıtır mısın, sıkılır mısın bilemem.”
“Eviniz güzelmiş.”
“Eh, güzeldir. Her evin derdi vardır ama.”
“Akşamları, geceleri burada çay içmek güzel olur.”
“Akşama kalırsın, yaşarsın.”
“O kadar
kalamam. Sen nasılsın, hayat nasıl gidiyor?”
“Benim de kafayı dağıtmam lazım. Daraldım. Buranın dışına çıkmam lazım.”
Bu duyduklarım beni çok rahatlatmıştı. Güzel yeşil
havayı içime çektim, esintiyle sıcak hava dalgasını. Başımı şöyle bir çevirdim
etrafa
“Çok iyi, çok iyi. Cennet burası.”
Çocuk gibi güldü:
“Ben çay yapayım” dedi. Seher. İçeri gitti sevinçle, koşarak.
Hemen sonra annesi Sevim teyze göründü, korktum,
çekindim, ne diyecek acaba diye. Ters zamanda geldim ya, ya bana çatarsa, ne
bileyim. Kızı için eve gelen erkekten haz etmeyebilir, etmez zaten, bilirim ki
gelmişsem benden başkası da gelmez.
Seher, şehir içindeyken annesiyle geziyordu, erzak
alacaktı, ilk o gün gördüm annesini, zayıf, gözlüklü, yeşil gözlü bir kadındır.
Oradan 10 dakikalık bir sohbetimiz, samimiyetimiz ve benim ona büyük hürmetim
vardır. Çünkü Seher kaliteli, çok sevdiğim bir kızdır. Onu cisimleştiren kadın
da elbette çok değerlidir, hürmeti hak eder.
Sevim teyze yanıma oturdu. Annemle, ailemle, benle,
ne yapıp ettiğimle, gelecekteki hayallerimle, yapacaklarımla ilgili sorular
sordu. Sonra havadan sudan konuştuk. Sevim teyze güzel
karşıladı beni, sıcak ve samimiydi.
“Seher de bir antikalık var, farkında mısın?” dedi,
bu ara azdı?”
“Bilmem” dedim.
“Genç kızdır; olur, sende de vardır antikalık.
Yapma canım. Doğru söyle?”
Esprili bakıyordu, gözlerinin içinden sempati fışkırıyordu.
Kendimi tutamadım. Güldüm, ciddiyetimi bozdum: “Vardır.”
Sinirli; ama çaktırmıyordu bence.
“Peki” dedi, derin bir nefes aldı, “dengele şu
kızı, öğüt ver, sen onun dostusun, seni çok sever.”
Sohbetten beni imtihan ettiğini hissettim, bunu
çaktırmadan yaptı, akıllı kadın, tabi, eve geleni imtihan edecek, belki kızını
kandırıp kaçıracağım, dikkatliydi. Belki de paranoya yaptım. Sanırım. Kesinlikle
paranoya yaptım. Melek gibi biri o, nasıl böyle düşündüm!
Seher, bir bardak çay getirdi, ben onu ağır ağır
içerken; adeta bir transa girdim, düşüncelere, hayaller daldım, ikinci bardak
çayı içiyordum, patates kızartması kokusu duydum, sonra bir de baktım, masaya
geldi kızartma. Seher, masayı donatıyordu. Bir tabakta doğranmış biber, domates, salatalık, diğer tabakta peynir, zeytin, incir ve erik reçeli. Haşlanmış yumurta. Yoğurt kaymağı. Turşu (yeşil fasulyeden) kavurması. Çökelekli yumurta ve köy ekmeği. (elektrikli fırında pişmiş).
Evin önündeki çeşmede elimi yüzümü yıkayıp sofraya
oturdum.
Ekmeğinin tadı inanılmaz güzeldi. Yok böyle bir
ekmek!
Sevim teyze de masaya geldi, az yedi bir şeyler,
bir bardak çay alıp eve girdi. Anlaşıldı, bizi baş başa bırakmak istiyor, rahat
konuşalım diye, kendini fazlalık hissetti, çok haklı.
“İyi ki geldin. Gecem berbat geçiyordu, berat bir filme
takıldım can sıkıntısından. Sonra düşünüp durdum kötü kötü.
Daral geldi. Ve takma kafana, boş ver dedim, geceyi seyrettim odamın açık penceresinden, içime huzur geldi. Sonra pencereden ayaklarımı
sarkıtarak oturdum. Yıldızlara bakıp dalıp gittim, güzel şeyler hayal ettim,
hayatım çok değişecek, bunu göremedim; ama bunun böyle olması için büyük bir
gayret, yenilmez bir mücadele sergileyeceğim dedim kendime. Yıldız dolu gökyüzü
iyi hissettirdi, kendimi motive ettim. Yakında bir cırcır böceği ötüyordu, harikaydı!” Aniden deli gibi güldü.
“Geleceğim düşündüm. Bu aralar
evde çok sıkıntılıyım, her gün bir olay, sabahları geç kalkıyorum. Bu ev
delirtir insanı. Aslında evde her gün fındık kabuğunu doldurmayan sebeplerden
kavga çıkması da çok faydalı.” Yine güldü uyuşturucu almış gibi.
Bağıra bağıra söyledi, bir taşkınlık, bir coşku haline sürüklenerek
söyledi:
“Neden sence? Boşa mı konuşuyorum, ben boşa konuşmam. Evde kavga çıkması
çok faydalı dedim, neden sence?”
“Bilmem.”
“Neden sence?”
“Bilmem.”
“Ya bir sorsana! Beynin mi dondu, yoksa sen de mı donmuş gezegendensin,”
(güldü) “düşün?”
Az düşündüm: “Neden?
Çünkü monotonluğu bozar kavga, sürgit karanlık ruh halimi darmadağın
ediyor.”
Sevim teyze bağırdı mutfak penceresinden: “Tabi canım.”
“Annem bizi dinleme. Çok ayıp. İşine gücüne
baksana!”
Secim teyze bir elini sinek kışlar gibi sallayıp
içeri kaçtı.
Sevim teyzenin şu sözü içimde zıpladı: “Dengele şu
kızı, öğüt ver, sen onun dostusun, seni çok sever.”
Bana demediği neler var kim bilir?: İş yapmıyor,
hayattan umut kesmiş. Hep tv izliyor. Sabaha kadar. Evlenecek, bir hayatın
olacak diyorum, asla evlenmem diyor.”
“Çalışsan iyi olur.”
“İş güç yok; ne yapayım.”
Ona inanmıyorum, annesi tarafındayım.
“Tavukları bile yemlemiyorum, işin açıkçası.”
“Sebep ne?”
“Hayata bağlayacak hiçbir şey yok, aptal; ama iyi
yürekli bir sevgili bile yok.
Haliyle insan bunalıma giriyor. Olsa diye değil;
hayatımda bir hareket, renk yok.
Sonra hiç konuşmadı, ben de bir şey söylemedim,
üzgündü, ağlayacak gibi üzgündü.
Ağlamak istiyor; ama gözyaşı yok. Sıkıntı içine
hapsolmuş ve dışarı çıkacak kanal bulamıyordu sanki…biraz daha iç dökerse
ağlayacağından çekindiği için susmuştu.
Karnımız doydu.
“Sofrayı toplayım sen çayını iç.” Üzgün sesle dedi
bunu, baştaki sevecen, coşkulu hali yoktu.
Sofrayı toplamaya başladı. Kap kacağı içeri
götürüyordu.
İçerden kavga tartışma sesleri geldi. Seher
delirmiş gibi bağırıyordu annesine. Yırtıcı biçimde, çığlık gibi. Korktum. Annesi
de geri kalmıyordu. Kaçıp gitsem buradan diye düşündüm, bana yansımasından
korktum.
Tartışma; “reçel kavanozunu neden kapamadın?” da
çıkmıştı, reçel yere dökülmüştü. Reçel ölmedi ki, intihar girişiminde bulundu,
azcık döküldü, konuyu büyüttün anne, hırsını böyle alamazsın anne, bu çok
yanlı, bu çok yanlış!”
Beri yandan içimden güldüm.
Evin kedisi herhalde, öteden bana baktı, çağırdım,
yanaşmadı. Mutfak camına atladı, o sırada bir terlik attı biri. Kedi ciyaklayıp
kaçtı. Az öteye gitti, ona yanaştım. Oralı olmadı. Bir kuş gördü, sinsi sinsi
yanaştı. Kedi beceriksizce tutumu yüzünden kuşu kaçırmıştı, sonra yanıma geldi, bana bir bakış attı ve başka yöne çevirdi bakışlarını. Bana bakmamak için; yani benle göz göze gelmemek için çaba içindeydi
sanırım. Ben de aynını yapıyordum, birden başımı ona çevirince bana baktığını fark ettim;, beni çözmeye çalışıyordu herhalde: “Yakaladım
seniii!”
Seher, yanıma geldi kollarını sallaya sallaya.
Karşıma oturdu: “Gördün… Her şey aynı. Her gün. Bu insanı mahveder. Ve baskı
olursa insan zıvanadan çıkar. Ve insan kendini rahatlatacak şeyler arar. Yeni
bir şeyler yapmam lazım, bu evden uzaklaşmam lazım. Kız işsiz güçsüz olunca
çatacak yer arar, anne kız kapışır en ufak sebepten. Biz sık vuruşuruz, (gülerek
diyor) çok sürmez barışırız.”
Ama bak bir gün beni çok ararlar, bulamazlar, çekip gideceğim, eşek gibi
çalışacağım; ama kendi evimde oturacağım. Bunu da nasıl yapacaksam artık?.. Dur;
gidip annemin gönlünü alayım, çok yanlış yaptım.” Fırlayıp içeri gitti.
Lise zamanları öğle yemeklerini evde
yerdim hep, ev yakındı çünkü, patates kızartırdım genelde ve patates
yemekten bıkmazdım.
Seher, birkaç kez öğle yemeğine gelmişti bize, sonra birkaç kez de annesi şehre geldiğinde çok kısa süreliğine bize uğramış, annemle safiyet dolu, derin ve kardeşçe bir muhabbet gerçekleştirmişti. Hatırı sayılır ve sonsuz bir dostluk kurmuştu annemle. Öyle ifade demişti.
Seher, bize geldiğinde başlarda utangaç ve korkaktı. Arkadaşlığımızda da öyleydi, insan içine çıkan vahşi bir vaşak gibi, tutuk, utangaç ve gölgemsi, çok sessiz. Ön dişlerinden teki kırıktı yarısından. Çok zayıftı, 1:70 boyundaydı. Zayıf olması onu daha uzun gösteriyordu. Bayılırdım onun boyuna posuna
bakmaya. Bacakları çok inceydi. Flamingo’ya benzerdi. Yüzü ay gibi parlaktı, kara gözleri ışıldayarak bakardı. Kara saçlarını sonradan küt kestirmesi ona ayrı bir ışıltı ve cazibe katmıştı. Zengin ve sosyetik kızlar gibi görünüyordu. Dişi kırık olduğu için bağrı açık kahkahalar atmazdı, atamazdı, kırık dişi görünecek, canavarca bir
yönü ortaya çıkacaktı sanki. Çok tatlı, çok yumuşak ve içine çeken bir havası, iyi şeylerle dolu sakin bir karakteri vardı. Bu şeyi, bu atmosferini canım gibi, canımdan öte, ölesiye sevmiştim,
işte buna vurulmuştum, havasına, saçtığı o garip, buğulu enerjiye.
Seher’i başta kedi gibi tek başına bankta oturup yarım ekmek tostunu yerken gördüm okulda, ya da evden getirdiği yiyecekleri yerdi. Öğle vaktiydi. Garibanlar gibi mahzun bakışları vardı. Hep yalnız görürdüm onu. Diğerlerinden çok uzakta, ıssız ve gizli bir köşede pineklerdi. Ders
notlarına bakardı, yemek yerdi, deftere bir şeyler yazardı, kitap okurdu. Boş boş durmazdı.
“Bu kızın sorunu nedir,
psikolojisi bozuk herhalde?” diye düşünmüştüm, neden hep yalnız takılıyordu suçlu gibi, bulaşıcı bir hastalık taşır gibi? Oysa kızlar okulda ya da
mahallede olsun birbirini tutar, birbirini yalnız bırakmazdı ve büyük bir dayanışma içindeydiler. Peki, tek başına takılan ve belli ki yalnızlığın ezdiği kızcağızın derdi neydi? Ona çok acımıştım.
Herkesin ait olduğu bir grup ve kimi insanlar
vardır
onlarla geçireceği bir ömür. Onları bulana kadar yanlış insanlarla takılırsın. Tıpkı rüzgarda savrulan kelebek gibi. Ama o yalnız takılırdı. Ona öğle yemek aralarında denk gelirdim
hep. Ben de o sıra yemek için eve giderdim. Yol üstünde bir yerlerde ona rastlardım, gözlerinin kaçırır, başka taraflara bakar,
göz teması hiç kurmazdı. Bir sefer onu çok net ve güzel hatırlıyorum. Bizimki yolun kenarında çok aç bir sincap ya da
dut ağacı yaprağındaki sevimli şişko tırtıl gibi elindeki kuru ekmeğe yumulmuştu, arada siyah zeytin yiyordu, ekmeği
fare gibi sevinçle kemirip ekmeği biraz zevkle
izleyip ürkek bakışlarla çevresine bakıyordu. Sanki bu
durumda görülmekten çekinir bu hali vardı. Onu gizlendiğim ağacın arkasından izliyordum. Belli ki
parasal durumları kötüydü ve yavan ekmeğe zeytine muhtaç kalmıştı ve yoldan biri
geliyor mu diye kontrol ediyordu herhalde. Bu kız o gün bende derinden
merhamet duyguları uyandırmıştı ve yüreğim deli gibi çarpmıştı ona yardımcı olmak ve yemek sorununu çözmek için. Bize gelebilirdi. Ona teklif etmeyi düşündüm. Tabi önce arkadaş olmamız lazımdı, benle dost olmayı kabul eder miydi,
hiç tanımıyordu beni? Sonra
kendimi onun yerine koydum, onun yerinde olsam böyle bir şeyi kabul etmez,
edemezdim. Onunla dost olmayı kafaya koymuştum. Saçları bakımsızdı, giyimine dikkat
etmiyordu, pasaklıydı. Kirli, dağınık, ziyan olmuş görünüyordu. Burnu
akıyordu, üşütmüştü ve hep öksürüyordu. Kızsal dürtü ve hisleri yoktu sanki, ayna önünde uzun
uzun kendime bakıp süslenme, saçlarına güzel bir model verme sevinci, parfüm sürme, parlak ve içten gülümseme, kahkaha atma, şımarma dürtüleri. Ruh
halinden ruh haline nehir gibi akmıyordu, bir arıza, bir aksama vardı onda. Genç
kızlıların yaptığı şeylerin hiçbiri yoktu onda, hayalet
gibi, ruh gibi bir şeydi, ölecek bir hasta gibi.
İKİNCİ BÖLÜM
İKİ KIZ BİR ERKEK 2
Eylül yağmurları ve serinliklerinin
hissedildiği zamandı. Dedim içimden, “ona bir selam ver.
Sadece bir selam ver. İşe yarayabilir, basit; ama sıcak bir selam çok işe
yarayabilir.”
İlk selamı şaşkınlıkla ve utanarak karşıladı, biraz gülümsedi, günler sonra ikinci selamımda daha korkusuz ve samimiydi, bir haftaki üçüncü selamımda daha bir içtendi. Üç gün sonra dördüncü selamımda güvenlik kalkanlarını ve korkularını yelken gibi indirmişti ve benim de elimde tost vardı ve banka, yanına kuruldum korkusuzca. Tostu onunla temas
kurabilmek için kantinden almıştım. Hepsi numaraydı, taktikti, haberi yoktu.
“Tanışabilir miyiz?” dedim.
“Tabi” dedi içtenlikle.
O gün birkaç laftan öteye gidemedik. Dış sesleri dinledik. Tutuktuk. Ben de açılamadım.
Sonra birbirimizi tanıdıkça dostluk gelişmeye başladı aramızda. Yalnız duruşunun sebebini sınıfta ya da okulda anlaşabildiği kimsenin olmamasındanmış. Bir gün yine yanına oturdum bankta, öğle arasıydı, poşetinde ne varsa yanımda açmaya çekindiğini anladım. Zorlandığı, içini bir şeyin kemirdiği belliydi. Poşeti açtı sonunda. Kalp
ameliyatı yapar gibi
dikkatliydi. İçinden üç haşlanmış patates, bir avuç zeytin, çökelek, mısır ekmeği çıkardı. Yemem için çok ısrar etti, ben de hatırı için biraz yedikten
sonra kantine gidip ona bir kutu süt alıp geldim, yanına oturdum, biraz oturup sohbet ettikten
sonra ayrıldım.
“Gitme, ne olursun, kal da sohbet edelim, neyin
var?” dedi.
O içimi tatlı tatlı çeken sakin ses tonu.
“Acil bir işim var, geleceğim.”
Duygulanmıştım samimiyetinden, iyilik dolu
kalbinden etkilenmiştim, onda öyle bir şeyin varlığını çok güçlü biçimde
hissetmiştim. Aniden patlak vermişti: Çocuk gibi hüzünlenmiştim.
Yanında ağlamamak için yanından ayrılmıştım yalan
atıp.
Onun garibanlığına aşık olmuştum, temiz
kalpliliğine, ama hiç söylemedim, dost gibi göründüm ona. Nasıl söyleyeyim,
gereği de yoktu. Sırdı içimde. Öyle kalsın, öyle anlamı var, açığa çıkarsam şık
olmayacak, yara alacak belli bağlantımız, hoş bulmayacak dediklerimi.
O günü hiç unutmamıştım, o günden sonra haşlanmış
patateslere, çökeleğe, mısır ekmeğine bakışım çok değişti. Onlara karşı bir aşk
gelişmişti içimde, onları yerken Seher geliyordu gözümün önüne, o sımsıcak
hisler, o günü yaşıyordum yeniden, o anları.
Annem patates haşladığında, “yemek mi bu ne be!”
diye sert söylemlerde bulunmayı kesmiştim, haşlanmış patates, zeytin, mısır
ekmeği sihirli bir yiyecekti benim için.
Onunla ilk baş başa kalmalardı bunlar. İç dünyasını bilmiyordum; ama diğer kızlar gibi olmadığını seziyordum. Onun içinde çok güzel şeyler olduğundan kuşkum yoktu.
Yediği yiyeceklerle bile
ilginçti, sıradandı; ama bana olağanüstü
geliyordu, onun yediği şeyleri okulda hiçbir kız yemekten sayıp yemezdi.
Onunla ve hayatla ilgili derin düşünceler kafamda dönüyordu. Onu tanımalıydım, nasıl biriydi ve ölene dek ona yardımcı olacaktım, onun yanında olacaktım. Erkekler kızların önce fiziklerine aşık olur, ben de böyle bir budalaydım;
ama Seher iç dünyasıyla beni kendine çekmişti enerjisi, tepkileri ve
sözleriyle, saflığıyla, bende uyandırdığı gariban kız izlenimiyle.
Seher’le ömür boyu bir dostluğumun ya da bir şekilde bir bağlantımın olmasını diledim. Onun
hayatta nerelere geldiğini bilmek ve
haberlerini almayı çok isterdim. Onunla can ciğer dost olmak istedim sonsuza dek. Gerekirse
bu kız için ölürdüm.
Neden bilmiyordum; ama böyle hissediyordum. “Sevgili
de neymiş, bugün sevgili olurduk, yarın kanlı bıçaklı. En iyisi bu işlere hiç
girme, bütün güzel şeyleri öldürür bu” demiştim kendime, “zamanla ne olacaksa
olur.” Ama içim hep bu kızı kucaklamak istiyordu, sımsıkı. Karşı koyamayacağım
güçlü bir histi, düşünceydi, beni tuz buz ediyordu.
Sohbetlerimiz artmaya ve uzamaya başladı. Parlak iç dünyası çok üst
düzeydeydi, çok iyi ve sağlam bir kalbi vardı. Kötülüğe kafası hiç çalışmıyordu. Onun o kadar
iyi olmasını anlattığı şeylerden anlamıştım, bebek gibi algılıyordu her şeyi. Bana her şeyini anlatıyordu. Çok basitti, sıradandı; ama bana keşfedilmemiş ve
tek benim keşfettiğim bir gezegen gibi geliyordu. Ne kadar
güzel ve iyi bir insandı, böyle bir insan nasıl var olabilir, şaşıyordum. Onu düşünüp durmaktan usanmıyor ve bundan pes etmiyordum.
Evlenirsem bununla evlenirim diyordum kendime.
Hiçbir kızla pazarlıksız bir yüce ilişkim yoktu. Hiçbir kızla böyle bir temasım yoktu.
Hiçbir kızla yürekli bir ilişkim, uzak ya da yakın bir temasım yoktu. Onlar benden korkardı, ben de onlardan. Zaten kafam avanaktı her erkek gibi. Fiziksel cazibeleri gözümü alır, yüreğimi tutsak ederdi. Ama onların bana hiç iyi gelmeyeceğini, beni hiç anlamayacaklarını bilirdim. Onlardan vazgeçemezdim, sonra kendime kızardım acı çekince,
peşlerinde dolandım diye. Oysa Seher benim için bambaşka bir şeydi. Onunla yürek yakınlığı kurduğum içindi herhalde. O bana asla zarar vermezdi, veremezdi, dostumdu o. Egosuz
değer veriyordum ona. Şartsız şurtsuz. Benim olmasına gerek yoktu. Her nedense “Seher” adı içimi rahatlatıyordu, bu adda ne, nasıl bir sır, nasıl bir enerji varsa artık. Seher’le bir şeyler paylaşıp muhabbet ettikçe ya da sessizce yan yana oturup bir yerlere,
bir şeylere dalıp gitmişken ya da onun dediği bir şeyi kafamda evirip çevirip düşünürken onun bana çok iyi geldiğini ve beni geliştirdiğini fark etmiştim. Zihnimi açıyordu düşünceleriyle, enerjisiyle, saf bakışlarıyla. Seher, bana çektiği acılardan, her türlü sorundan söz ederdi, her şeyini anlatıp dururdu, regl olduğu günlerde, çektiği acıyı bile anlatırdı. Sürekli aile ve
okuldaki arkadaşlarıyla ilgili sorunlarını anlatırdı bana. Ama bana çok orijinal gelirdi dedikleri, hayata bakış açısı. Uçuk ve havalı kızlardan çok uzaktı. Onda birçok kızda olmayan çok iyi birçok özellik vardı. Erkekleri takmaması ve onlarla yağ bal olmayıp araya duvarlar çekmesi ve tek bana güvenmesi çok hoşuma gidiyordu. Platonik olarak sevdiği genç adamlardan söz ederdi.
Sevgilileri olmuştu, onlardan da söz ederdi. Tertemiz, el değmemiş, gelip
geçici şeylere takılmayan ve sonsuzluğu önemseyen, yüce ve hiçbir şeye kapılmayan tavrı vardı. Diğer kızları büyüleyen şeyler Seher’i
tokatlayamıyor ya da onu kamyon gibi ezip geçemiyordu, onun bir duvarı vardı,
ucuz, kirli, pislik şeyler o duvara toslayıp ufalanıp gidiyordu, Seher, pis
şeylere köle olmuyor, olamıyordu. Ondaki yüce, asil tavra aşık olmuştum, nasıl
böyle olabiliyordu ki. Bu nasıl insandı, yok, o insan değildi, insan üstü bir
varlıktı.
Onda beni mutlu eden şeyin ne olduğunu çok geçmeden
anlamıştım, bakışlarından, sözlerinden yansıyan ruhsal ışığıydı. Bazıları buna “nur”
der, evet, bu kızda bu yoğundu, bakışları üstümde olduğunda harika
hissediyordum. Dindar bir arkadaşım bana bir keresinde “nur” denen şeyden uzun
uzadıya söz etmişti bir sohbet sırasında. Hemen Seher zınk diye otomatik olarak
aklıma düşmüştü o an. “İşte onun söz ettiği şey Seher’de var” demiştim kendime.
En çok bana yakındı, tek bana, uzaktan sevip sır
gibi sakladığı gençlerden, zibidilerden, piçlerden, faydasızlardan söz ederdi,
bazılarıyla sevgili olmuş, anlatırdı bunları bazen. “Senin için ölürüm aşkım” türünden sözler sarf etmezdi
kimse için. Çok sevse bile. Sevmekten mahvolsa bile. Ele
geçmez, teslim olmaz bir tavrı vardı karşı cinse ve hem cinslerine karşı, her şeye karşı, bakışında, ruhundan gelen. Ruhundan güç olan.
Zamanla giyimine, saçına başına dikkat eder oldu,
saçlarını daha da kısa kestirince
havası bambaşka oldu. Eski pasaklı ve giyimden
kuşamdan haberi olmayan sitilsiz kız yok olmuştu, o ruh gibi duran
kız ölüp gitmişti sanki. Kırık dişini söktürüp köprü
yaptırdı, pırıl pırıldı, eksiksiz.
Günün birinde bana, “sevgilim var” dedi, yaşını
sordum, “42 yaşında.” İnanmadım. “Atıyorsun.” Cep telefonunda adamın
fotoğrafını gösterdi. Şoke oldum, ona şöyle
diyecek oldum: “O seni asla sevmez,
onun pislik amaçları vardır”, 42
yaşındaki adamlar senin gibi küçük kızları yer.”
Sinir olmuştum, kıymetli dostumda (dostum diyorum, sırdaş, gizli gizli, için için yana yana sevdiğim kız
diyelim tam olsun) Onda akıl ve fikir var mıydı? Öyle çapsız bir adam sevilir
miydi? Anlamak mümkün değildi. Adam da bir şeye benzese bari. Çöp bidonu
gibiydi. Kara gözlük takmış. Bir amca bu ya, saçları beyazlamış bir amca,
kocaman bir adam. Göbekli koca bir adam ya, sokaklar onlarla dolu. Seher’e ne
olmuştu, aklını mı kaçırmıştı? Onunla internet ortamında tanışmış; zaten sapık,
yalancı, adi ne kadar adam varsa sosyal medya ortamlarında gezip sömürecekleri
kadın ve kız aramaktadırlar sürekli.
Çok bozuldum bu duruma. Ama Seher’ olumsuz en ufak
bir söz söylemedim, o adamın konusunu hiç açmadım bir daha, o da açmadı, demek
ki unuttu gitti o saçmalığı. Seher’in böyle delice işleri olurdu arada. Can
sıkıntısından, öylesine giriştiği. Tabi gözünü açmak için ona bir sürü laf
söyleyebilirdim, o adam seni anlamaz filan diye. Ben onun yaptığı yanlış
şeyleri, saçmalıkları dinler, gerektiği kadar bir şey derdim, onu
yönlendirmeye, kontrol altında tutmaya çalışmazdım, ne söylerse söylesin.
Çünkü o kafasına estiğini yapan ve ne kadar saçma
ve akıl dışı da olsa o şeye inanan bir kızdı. Ayrıca onu eleştirmeye kalksam
içini dökmesine mani olacaktım, dinleyeceksin saf biçimde, insan böyle anlarda
içindeki kurtları döker ve onun kendine gelmesine, kendini bulmasına yardım
etmiş olursun, iyilikle sana yaklaşanlar sana çok şey öğretir. İyilikle,
yürekle dinleyenler, ben hep bunu yapmaya çalıştım. Ona çok değer verdiğim için
kıskançlık gibi basit şeylere hiç takılmıyordum. Hazmedemediğim ne anlatırsa
anlatsın buna takılmıyordum. Onun günün birinde beni fark edeceğini düşünmüştüm
bir zamanlar: “İşte ömrümün sonuna kadar seveceğim adam budur” diye
düşünecekti; yok, bu işler böyle değilmiş, sevdiğiniz kız delice şeyler
yapıyorsa, akıllanmıyorsa, kendine çeki düzen vermiyorsa elden bir şey gelmez.
Bu yüzden hissettiklerimi ondan saklıyordum, bana da zarar vermesin diye,
dostluk bitmesin diye. Kendimi, ona duyduğum sevgiyi ve aşkı aradan çıkarıp ona
gerçekten dost gibi, bir tür baba gibi yaklaşmıştım, hayret, bunu
başarabilmiştim. Sezgisel olarak uyguladığım bu tavır onun bana daha çok
yaklaşmasına sebep olmuştur. Kendimi aradan çıkarmasam onu anlayamazdım, uygun
sözler söyleyemezdim ona, dostluk olmazdı, bağ kuramazdık ki. İçimden
geçenlerden haberi yok ya da haberi yokmuş gibi davranıyordu. Kendisine hiç
uygun olmayan öküzleri sevmesine şaşardım. Onun terapisti gibiydim, genelde o
konuşup içini döker ve ben dinlerdim. “beni anlayacağı zaman gelecek” diye düşünürdüm, o sap ve faydasız tipleri
sevmeyi bırakırsa, sıra bana gelirdi herhalde. Çok da sorun değildi, onunla
dost olmak bile yetiyordu bana. Aşık olduğu tiplerle arasına büyük bir mesafe
koyardı, çok etkileniyorsa el bile tutmazdı. Öldüm bittim türünden sözlere
girmezdi.
Ama berbat hissettiği, ağladığı günler olurdu. Bir
abuk subuk ilişkisi biterdi, sonra diğer başlardı. Ne yapayım, aşk acısı
çekerken, başka sorunların acısını çekerken ona moral vermekten başka bir şey
yapmazdım. Ruhunu, kalbini ve zihnini o saçma sapan şeylerden kurtarsın diye.
Asil gördüğüm bu kızın böyle bataklık tiplere kalbini sarmasını anlayamazdım. O
böyleydi, kötü içeriğe sahip tiplere vuruluyordu her seferinde. Alışmıştım,
kafaya takmıyordum. Onun kendi hayatı, kendi kararlarını verebilir. Sürekli
olarak uzaktan sevdiği ya da buluştuğu birileri olurdu, ne yaşadıysa anlatırdı,
bir sınır koyardı, onu aşmalarına izin vermezdi, anlattığı eski sevgilileri,
yenisi filan. Hiç dert etmezdim. Onu olduğu gibi kabullenmiştim çünkü. Onu
yakından seyretmek müthiş zevkliydi, buna sahiptim işte, bununla yetinmeliydim.
Ona bakmak güzeldi, harika hissediyordum o anlar, o bir şeyler anlatırdı, bazen
saçmalardı, harikulade bir şeydi saçmalamalarını bile dinlemek. Çokça zaman da
saçmalardı. Çünkü en saf, en temiz yanını bana açıyordu. Tek bana. Ruhu ve
kalbini tek bana açıyordu bu biçimde.
Katlanılması zor ve insanı deli eden bu hayatın
içinde böyle bir kızla yan yana ya da yüz yüze gelebilmek bir nimetti, bir akıl
almaz ferahlık gibiydi. Bu bir mucize gibiydi. Yetişkin olmanın türlü türlü zorluklarıyla,
bela ve engelleriyle yüzleşip büyük fenalıklar içinden ilerlemeye çalışırken,
sürekli bir şeylerle ve birileriyle kavga ederken, ölüm kalım mücadelesi
verirken böyle bir kızla bağlantı kurmak muazzam bir güç verir insana. Dayanma
ve katlanma gücü, nefeslenmek, çölde susuzluktan ölmek üzere olan birinin bir
vaha bulması gibiydi onunla temasım. Seher, enerjisi ve düşünceleriyle ve parlak bakışlarıyla beni diriltiyordu ve doğal haliyle dostluğumuzun sürmesine ve kendiliğinden bir yolda akmasına sebep oluyordu benim içimdeki iyilikle,
sezgilerimle.
Bu işe çok sevinip şöyle demiştim içimden: “Tamam işte, hayatta bir tane
paha biçilmez dost buldum
ya, bu bana yeter de artardı bile. Sevgili olmamız gerekmiyor.” O beni anlıyor ve bunu hissettiriyordu. Bir haber olur;
ilk ondan duyardım. Bir kitap çıkardı; tek o söz ederdi. Bir kitap
getirir; “bunu oku, bakalım beğenecek misin? Ben çok beğendim” derdi. Bir olay olur; ilk ondan duyardım. Okulda bir gizli ve çok tehlikeli
dedikodu yayılır; ilk ondan duyardım. Gömleğime yemek dökülmüştür; annem bile fark edip demez; ama sadece
Seher fark edip söyler. Böyle şeyler, ince şeyler. İnce yakınlıklar. Ceketimde toz
olursa eliyle vurur, onu yok ederdi. Onunla dost olmak beni çok geliştirmişti.
Kalbimde ve zihnimde yıllardır biriktirdiğim değersiz şeylerin süratle yok olduğunu hissetmiştim. Kendimle ve kızlarla ilgili şeylerin. Bildiğimi sandığım şeyler; meğerse şehir çöplüğünden betermiş. Onun saflığı bana ilaç gibi gelmişti. Onu kutsal sayıyordum. Onda kutsal bir şeyler hissetmiştim. Paramı
ya da yiyeceğimi onunla paylaşırdım, ondan bir şeyler istemezdim, o beni mutlu
etsin, etmeli diye düşünmezdim, ona çok şey vermeye çalışırdım. Bu bana moral
verirdi onunla dostluğumuz. Evet, bu kız sahip olduğu ışıkla beni üst düzey bir insan, üst düzey erkek olmamı sağlıyordu ya da ben onu delice severek kendimi geliştirmiştim (delirmiştim) ve
onun bununla alakası yoktu, o canavarın tekiydi, ve ben onu bir melek olarak
görüyordum. Gerçek dostluğun ne olduğunu, varoluşun ne olduğunu, gerçek
sevmenin ne olduğunu kavramaya başlamıştım. Çok güçlü ve yenilmez bir his. O
bana ne söylerse söylesin o his oradaydı, yıkılmıyordu, bitmiyordu. İncelikli davranmasını bilirdi, erkek arkadaşlarımdan
ve başka kızlardan hiç görmediğim bir şeydi. İyi kalpli, ruhuyla hareket eden
bir genç kız kaba saba bir genç adamı çok geliştirir, ona çok şey öğretebilir.
Asıl ihtiyacım olan şeyi bu kız saçıyordu, o ince, güzel şeyi. Onun üstün ve
seçilmiş bir ruhu olduğuna inanıyordum.
Bir kış günüydü. Acı soğuk şehri inim inim inletip sarmıştı
ve ben can sıkıntısıyla beni avutacak bir şeyler düşünürken evde, ansızın
Seher’le bulacağım aklıma gelmişti. Ertesi gün. Bütün dertlerimi unutmuştum. Ne
yapardık onunla? Bir şeyler konuşur gülerdik, saçmalardık, bir şeyler yerdik.
Cips, gofret yerdik, çekirdek. Olmadı; bir kafede çay içerdik.
Akşam olmuştu, okuldan çıkalı bir saat olmuştu,
gökyüzü simsiyahtı bulutlarla. Dandik ve masaları kirli kafede ısınıp birer
bardak çay içmiştik, dışarıda sağanak vardı, şiddetini azaltmasını bekledik;
ama azalmadı ve kafeden çıktık, Şubat ayıydı, eve gidecekti otobüsle. Burnumuza
bizi sarhoş eden köfte kokusu geldi. Apartman altına sığınan köftecinin dört tekerli
itmeli aracını gördük, “köfte yiyelim, canım çekti, evde yemek yiyeceğim ama,”
dedi, “bende para yok. Nasıl yapacağız? Veresiye verir mi, yalvarsak? Ama
yapamam, sen yapar mısın?” Yarım ekmek köfte parası vardı bende, köfteci yarım
ekmek köfte verdi, onu bölüşecektik, paramızın olmadığını anladı ve yarım ekmek
köfte hediye etti. “Paranız olunca verirsiniz.” dedi, ertesi gün getireceğim
dedim, “Yok. Bu benden olsun, iyi kazandım bugün” dedi.
Kurt gibi yumulduk ekmeklere. O yarım ekmek köfte
müthiş lezzetliydi, evde yapılan gibi değildi. Ve hayatta öyle anlar var ki o
anların tekrarı olmaz ve bizim öyle kutsal bir sürü an’ımız vardı. Ansızın
gelişen ya da geliştirdiğimiz olaylar, ve yaş ilerledikçe insan bu kıvraklıktan
uzaklaşıp betonlaşıyor insan. Genç olmanın sihri an’ı yaşamaları bilmeleridir, çok
düşünmezler, akıp giderler. Sonra insan ‘düzen’ denen şeyi oluşturuyor kendi
içinde ve ‘düzen’ denilen robotluğun
parçası oluyor, onda ansızın gelişen olaylar yok, kafana göre hareket
edemezsin, işe gidip geleceksin, sigortan olacak ki emekli olabilesin, biz
bunları lisede hiç düşünmezdik ki. Her geçen yıl daha bir robot oluyor insan,
daha bir umutsuz, kötü şeyler yaşıyor çünkü. İş sorunu bitmiyor bir türlü.
İster istemez kemikleşen bir umutsuzluk geliştiriyor insan. Seher her anlamda
bana iyi geliyordu, aşklarını anlatırken çok iyi saçmalardı, aslında normalde
saçmalamazdı, saçmalardı ama eğlence olsun diye, demek istediğim faydasızlık
saçmazdı bu kız. Her zaman bir derinliği vardı ve onu korurdu. Diğer kızlar boş
şeylere bel bağlarken Seher’de bu hiç yoktu. Geleceği olmayan bir şeylerin,
düşüncelerin muhabbetini hiç yapmazdı mesela. Sanki o şeyleri deneyimlemiş
gibiydi. Ucuz, beş para etmez şeyler yoktu dilinde, olsa zaten ondan soğurdum.
Seher kalbine, ruhuna göre hareket ediyordu. Onu değerli bulmanın tek sebebi
buydu. Canımı sıkan şeyler olurdu: o gün Seher, ne yaptı etti, sevgilisiyle baş
başa kaldı mı, neler oldu, düşünceleri beynime gelirdi, huzursuz eden
düşünceler. Bu saçma düşünceleri beynimden kovardım, onlara yüz vermemeyi
öğrenmiştim. Aramızda bir enerji akışı vardı, onu bozmamalıydım, kafa yormamam
gereken şeylere kafa yormamayı öğrenmiştim zamanla.
Beraberken neler yaptıklarını sormazdım, nereye
giderlerdi, sormazdım. O da sanki saf, el değmemiş olduğunu bana izah etmek
ister gibi her şeyi dökerdi ortaya. “Oh” derdi içim o zaman.
Onunla baş başa olmak sihirliydi, başka hiçbir şeye
benzemezdi, herhalde küçükken annemle baş başa olduğum, ona çok değer verdiğim saf
ve sonsuz görünen zamanlar gibiydi onunla çay, kahve içmek ya da yemek yemek.
Erkek arkadaşlarımla muhabbetler çok kalın kafalı ve düzeysiz, faydasız geçerdi,
küfürler uçuşurdu havada, Seher’le ise kibar olmayı öğrenmiştim, birçok kızın
doğasında kibar olmak vardır at yelesi gibi, ve bu kızı en çok alımlı gösteren
özeliktir.
Seher, birçok konuda tutucu olsa da delice bir
sitili vardı iç dünyasına hapis ettiği. Zaman zaman bunu açığa çıkarırdı. Bu
delilikte sevdiğim şeyler vardı, sevmediğim şeyler de vardı. Onun kendine özgü
deliliğini, yasadışı tavrına bayılırdım, çok uslu ve normal kız olsa onu ben ne
edeyim. Çekiciliği kalmayacak.
Düz bir kız olsa çok basit görünürdü gözüme,
ulaşılabilir ve sıkıcı olurdu gözümde; ama deliliği onu ilginç ve büyülü
kılıyordu. Ondan hiç ummadığım ve beklemediğim şeyler yapardı sık sık.
Lisedeki zamanlar… az zaman geçmesine rağmen sanki
asırlar önceydi bütün o güzel şamatalar. Aslında iyi ve güzel çocuklardık, ne yazık ki
fazla usluyduk, fazla korkak, fazla sorumluluk sahibi. Bunlar bizi çirkin
göstermiş. Kendimiz olamamışız…olmak için yırtınıp çırpınmamışız hiç.
Okulu bitirmek için çırpındık. Bitti de ne oldu,
hayatın peş peşe suratımıza, karnımıza indirdiği yumruklarla karşılaştık. Hayat, ağır bir sorunsal, varoluş sorunları, bu kavga içinde ne aşkı, hiç
yaşamadım, yaşadıysam Seher’e hissettiklerim, hiç haberi yoktu. Aşk masalları
filmlerdeydi, romanlardaydı. Lise biter ve acı gerçekler başlar. Aklıma zınk
diye düşmüştü. O birbirini çok seven çiftler ne alemdeler şimdi? Lise
koridorlarında dolanan çiftler, okul bahçesinde, sahilde, yollarda, kafelerde
kahkahalar. Mutlu aşk kelebekleri. Şimdi ne yapıyorlar?
Evlenip çocuk sahibi mi oldular? Liseye başladığım
ilk günlerde ilginç bir şey gördüm, hayatımda ilk kez gördüm bunu, lise 3
öğrencileri yani abi ve ablalarım diyeceğim kişiler teneffüslerde koridora
çıkıyor, onlardan ikisi, ikisi de güzeldi, çocuk uzun ve yakışıklı, kız ise
zayıf ve uzun. Tapınaktaki iki heykel gibi birbirine yakın duruyorlar, karşı
karşıya Genç kız bir bacağını genç adamın iki ayağı arasına uzatmış. Sessizler,
birbirine bakıyorlar, bazen kızın başı önüne eğiliyor, bazen başka tarafa
bakıyor, genç adam da böyle. Sabitler, kıyamet kopsa umurlarında olmayacak
sanki. Birbirlerinin sessizliğini delice içiyorlar. O duruşla birbirlerine
sımsıkı sarılmışlar sanki. Genç adama hasta oldum, çok yakışıklıydı gri takım
elbise giymişti. Kız ise sarışındı. Birbirlerine çok uymuşlardı. Bu duruşu ilk
kez görmüştüm bir çifte, bana çok sakıncalı gelmişti. Farkında olmadan antik
heykel yaptılar kendilerini, paha biçilmezdiler. O mayışık haldeki genç çift
şimdi ne haldeler? Evlendiler mi? Büyük aşklar büyük acılarla biter. Yoksa
evlendiler mi, o antik duruşun devamını mı getirdiler, evlendikleri gece, odada
heyecanla öpüşmeye başlayıp jilet gibi birbirini soyup birbirlerine kaynak mı
oldular? Yangın yeri gibi. Ben bu çiftin bu duruşlarına bir türlü akıl sır
erdiremedim o ara, şoke olmuştum, yasaktı, günahtı böyle bir duruş.
Benim Seher’le böyle bir pozisyonum hiç olmadı, iyi
ki de olmadı. Pozisyon kuran hayattı, biz de gol yememek için uğraşan büyük
baskılar altındaki ezik gençlerdik. Bir sürü sorumuz vardı. Öyle heykel gibi
dikilip tatlı tatlı bakışmak bize göre değildi, bize göre ayıptı bu, hem
milletin içinde büyük terbiyesizlikti, ahlaksızlıktı, bize böyle öğretmişlerdi,
Seher’in dandik aşkları da çöp bile
değildi. Her şey berbattı. Hayatım
berbattı. Evde annemle babam sürekli
kavga ederdi, evde durmazdım, kaçardım giderdim bir yere. Babam o sıra içmeyi abartmıştı.
O antik heykel çift ne oldu acaba? Hayatın nerelerine
aktılar, ne iş güç yapmaktalar? Evlenip boşandılar mı, ne oldu onlara yahu? Babam
annemi 15 yaşında kadın etmiş kendine, ve fakir babam binlerce özverili baba
gibi ailesini çok sevmiş ve evlilik işini yürütmeyi bilmiş.
Çok acı çekmiş annem ve babam, çok zorluk ve yokluk
ve engel görmüşler. Çok zaman sefil yaşamışlar; ama sırt sırata verip devam
etmeyi becermişler. Peki ben? Seher ne olacak hayatta?
İsa Kantarcı
Yorumlar
Yorum Gönder