ATLAR ve İNSANLAR (sevişenler için)
Not: Okuyacağınız bu metin daha geniş çaplı hale gelmiş biçimde yazıldı, düzeltilecek, bir roman bu, yayınevinin birinden onaya alan, basılacak olan metin, okuyacağınız onun küçük hali, öykü hali.
ATLAR
ve İNSANLAR (sevişenler için)
Köye
yaz gelmişti, yaz ayının cidden hissedilmeye başlandığı ilk gündü. Ertesi gün
hava
bozacak endişesi yoktu insanlarda. Gökyüzü apaçıktı. Güneş parlaktı gün boyu.
Dikkatini
verirsen; dans ederek, birbirine takılarak otların, ağaçların çiçeklerin
arasından
uçan
mutlu kelebekleri görürdün. Bir evin önünde güneşin kızdırdığı betona uzanmış
bir
kedi
sırt tüylerini yalıyor hararetle. Köyün deresinden geçen gri kurt karşı kıyıda
emniyette
olduğunu
anladıktan sonra silkeleniyor; ıslandı, yalıyor tüylerini. Ormandan çıkan bir
tilki
kıçını
üstüne oturmuş çevreyi seyrediyor keyifle, bal arıları, eşek arıları uçuşuyor
çevrede.
İri
bir kaplumbağa boyunu kat kat aşan otların arasından usul usul ilerliyor,
taşların ve
kayaların
arasından yılanlar güneşe çıkmış huzurla bu anların tadını çıkarıyor.
Kayaların
üstündeki bir kertenkele yıldırım hızıyla ilerleyip bir aralıkta gözden
kayboluyor.
Üç
karga neşeyle dolanıyor gökyüzünde, onların tepesinde bir kartal daireler
çizerek
tarıyor
ekili arazileri, ormanı.
Köyde
her şey sevecen, sevişmeye uygun bir ruha girmişti. Araziler, bahçeler,
insanlar,
hayvanlar,
geceyi ay gibi bekleyen varlıklar. Her şeyin havasına, varlığına sanki başka
bir
can,
ışık girmişti. Her şey dirilmişti.
İçi
her zaman mutlulukla dolu olan (olumlu kız) Züleyha tek katlı evinin balkonda
köyün,
bahçelerin, arazilerin ve ormanın oluşturduğu manzarayı seyrederek çay
içiyordu.
Annesi
bir çiftlikte hayvanlara bakıcılık işi yapıyordu, babası çiftçilik ve
hayvancılıkla
uğraşırdı,
abisi çeşitli işlere girer çıkardı, bir dikiş tutturamamıştı. Züleyla’nın 10
yaşında
ikiz
erkek kardeşleri vardı, az önce yer sofrasını kurmuş, onları yedirmişti,
ikizler hurda bir
otomobil
lastiğini elleriyle çevirerek köy yolunda oynamaya gitmişti.
14
yaşındaki Züleyha’nın kırmızı bir tutkuyla, zangır zangır istediği tek şey
vardı hayatta;
büyük
bir kariyer elde edemese bile en azından öğretmen olup mecburi hizmetini
tamamlayıp
köyüne ya da yakın bir yere, ilçeye gelip burada öğretmenlik yapmak ve
ailesinin
geçim sıkıntısına çare olabilmek, onların refahı için canını dişe takıp
mücadele
etmekti.
(Çok
klasik, tipik bir şeyden söz ediyorum değil mi? Amacım bu zaten. Öyküden
soğumamanızı
umut ederek devam edeyim, asıl sözleri, bombaları en sona sakladım)
O
yaştaki milyonlarca kızın imgeleminde sağlam bir sevgili, canla başla, hatta
devrim
yapar gibi ona ulaşmak, onu kucaklamak ya da onunla günler geceler haftalar
geçirmek
varken, ya da kafasına göre kız kıza gezip tozmak varken, sıcak kumlar üstünde
gevşeyip
bira içip güneşlenip müzik dinleyip denize ya da havuza girmek varken, ya da
kızlı
erkekli
heyecanlı kanlı delimsi ve karanlık…bir araca doluşup bira içip yüksek sesle şarkılar
söyleyip
sohbet edip ilerlemek varken. Konsere, sinemaya, bir eyleme, bir barış, bir
isyan
yürüyüşüne,
bir aşk çığlığına, bir tiyatro gösterisine gitmek varken… gençliğinin bütün
delice
ve uzlaşmaz dürtülerine, budalalıklarına, yasak şeylere, maddelere yaklaşmak
varken,
zıpkın gibi, yırtıcı aygırlar gibi içgüdülerine uyup can verilebilecek kadar
yürekli bir
erkekle
sabaha dek öpüşüp koklaşmak varken… İşte Züleyha gibi bazı kızlar adanmıştır
ailesine,
kariyere mıhlı zihniyeti. Onlar serbest düşünemez, düşünmez, fazla serbest,
hatta
birazını
bile hayal etmezler, edemezler belki de. Dünya nimetlerinden, bedensel
2
zevklerden,
şeylerden haz almak onların da hakkı değil mi? Suç olsa bile, yasak ve günah
şeyler
olsa bile? İnsanın kendini, doğayı ve ötekini tanıması bunlardan geçmez mi?
Cezaevleri
dervişlerle doludur da kimse bilmez bunu.
(her
kız kendi yetiştiriliş tarzının bilmecesi, sorunsalı diyebiliriz, karışık oldu
anlatım,
açalım;
yani o tarz onun başına bir iş açabilir diyebiliriz, açar da, bu öykü bunu
anlatacak
size)
Züleyha’nın
ailesi, ideali ve çok sevdiği bir şey daha vardı hayatında; ama bunu kendine
itiraf
etmekten korkar ve çekinir, o şey ruhunda kelebeksi biçimde dolanıp durur, bu
bile
yeter
ona.
İçeri
geçti, bir bardak çay daha aldı. Dönerken duvar saatine baktı, aklı çıkar gibi
oldu,
geç kalacaktı. Ayna önünde saçına başına, eteğine, orasına burasına göz attı,
düzenledi,
güzelledi, o geçmeden yetişmeliydi.
Köy
yolundan tepeye doğu ilerledi süratle. Düzlüğe geldi. Ekin tarlası yanındaki
ağaca
baktı,
bu ağaç ona iyi hissettirirdi, insana iyi fikirler verirdi; altında hayali
varsa eğer: Yusuf
orada
“Onu
kaçırdım” diye üzüldü; ötede fark etti, eşeği oradaydı,
Yusuf
dereden bidonla su almış geliyordu. İçi ferahladı, kalbi huzur bularak
sakinleşti. Derin
bir
iç çekti, nefesini düzeltti, yolda ilerliyormuş gibi yaptı, o tarafa baktı,
fark edilmeyi
diliyordu.
Yusuf onu fark etti, elini kaldırdı, Yusuf onu pembe etekten tanımıştı, mesafe
çok
uzaktı,
Züleyha da onu sarı tişörtten tanımıştı, Yusuf hep onu giyerdi, Züleyha zarif
kolunu
kaldırıp
selamladı onu. ‘Gel, az bir laflayalım’ işareti yaptı Yusuf. Züleyha fırladı.
Züleyha
yaklaşana kadar ateş yaktı Yusuf. Çömeldi.
Birkaç
laf uçuşmadan Züleyha ona iyice baktı, candan, gerisi bastırdı, yüreğini itti
arkaya,
yerine
oturttu.
Yusuf
ne güzel bakıyor, yumuşak, tatlı ve içe, çok derinlere çeken, gece daha başka
bir
güzel, onu gece ya da akşam gördüğünde bambaşka sevinir, bambaşka bir mutluluk,
bir
sarı
alev mutluluk… onu gece görmek, Yusuf güzel bakar, karanlıkları eritircesine
bakıyor
sanki,
Züleyha öyle algılıyor.
“Nereye?”
“Hasibe’ye
gidiyordum da.”
“Bırak
şunu” diyecekti, “takılma onunla, okulu bıraktı, koca peşinde.”
“Hı”
dedi. Yusuf önüne baktı, çakısıyla ağaç dalını yontmaya. Zaten hep önüne
bakıyor, çok
nadiren
gözünü çevirip ona bakıyor. Çünkü uzun bakmaya kalkarsa çok heyecanlanıp
lafları
karıştırmaya
başlıyor, bakarsa çok kısa bakıp lafa öyle devam ediyor, soğutuyor yüreğini
alevin
altını kısabiliyor.
“Çay
mı yapacaktın? Çay olayı, çay demek, çay mühimdir” diye sordu delice güldü,
çocuk
gibi,
‘seni fakir köylü, seni garip, seni ezik’ dercesine, takılırcasına.
“Hı”
dedi ayılamadı, eli ne güzel, yanağı, kaşı ne güzel, kokusu, o saçının kokusu
olmalı ne
güzel,
ses tonu içini yaktı geçti.
Hemen
kalktı: “Çay içer misin benle?” Çayı yapmaya girişti, unutmuştu en mühim şeyi.
İsa Kantarcı
Yorumlar
Yorum Gönder