ZENGİN KIZ VE TESİSATÇI ÇIRAĞI

 


Zarife, odasına gidip yine her zamanki gibi ürkek aydınlığına tüneyip can sıkıcı şeyler düşünecekti, dışları ve içleri pırıl pırıl iki yeni arkadaşı ise aynı odada sohbet ederek uykuya dalacaktı, kim bilir; kendine, yalnızlığına acıdı, ne zaman bu kuşatılmışlığı, bu dipsiz yalnızlığı aşacaktı, çıkmaz ayın perşembesi mi? Küfür etti kaderine, yalnızlığına, iyice acıklı biçimde düşünüyordu kendini, her herhalde odasına gidip ağlardı, yanındaki iki dostu  kediler gibi mırıl mırıl mutlu bir şey konuşurken usul usul gülüşüyordu, Ayla Nur’un koluna girmişti. Laf bitmiyor bir türlü, gülmek, ne güzel, ne güzel iki kız! Keşke sonsuza dek birlikte olabilsek, kız kıza eğlenip yaşayıp gitsek, çekilmez gün olmaz, olsa bile acısı bu eğlenceli iki kızla toz duman edilirdi.

Zarife, tam odasına girmek için elini kapı koluna uzattığında Nur şöyle dedi: “Gel bizle kal bu gece, ne dersin?”

“Olabilir,” dedi, “bayılırım” diye düşündü.

 

Üç kız aynı yatağa girdi,

Nur şöyle düşündü vücudu onun vücuduna değince: “Acılarını dertlerini dinlediği bu ezik kıza dokunmak da başka güzeldi, başka türlü hissediyor insan, başka türlü seviyor.” Üç kız aynı yatakta olunca laf biter mi, bitmez.

“Zengin kızları hep mutlu sanırdım” dedi, Zarife, “siz de benim gibi berbat hissediyorsunuz ne güzel; ama mutlu olduğunuz anlar çok olmuştur, anlatır mısınız?” Bu iki güzel ve çok hoş kokan kızla aynı yatakla olmak düş gibi güzel geliyordu ona.

 

Nur, bir hikaye anlatmaya başladı:

“Geçen seneydi, bizim ormandaki villanın tadilat işleri vardı, evin bazı bölümleri değiştiriliyordu, sıra banyodaydı, banyonun bazı duvarları yıkılmış, kimi borular değiştiriliyordu, tesisatçının ufak tefek, kısa boylu bir çırağı vardı.”

Nur, çırağın kendisiyle ilgilendiğini, onu kestiğini fark etmişti, “sen kim, ben kim be oğlum, dişine göre birini bulsan iyi edersin?!” diye düşünmüş, ona acıyarak sert bakışlar atıp, bir tür alay etmişti, iş üstünü giyen, üstü başı pis genç adama bakışlarıyla düşüncesini yedirmeye çabalıyordu. Odası o tarafta olduğu için banyonun önünden geçmek zorunda kalıyordu, bunların birinde genç adama ters ters bakıp; “ne var, öküzün trene bakması gibi ne bakıyorsun?!” der gibi bakış atmış, çocuk da başını çevirip iş yapan ustasına çevirmişti gözlerini, usta kan ter içinde kalmış, yanlış boruyu yerleştirdiğini fark edince söylenip küfür etmeye başlamıştı, takım istiyordu çıraktan, “onu ver,” “bunu ver,” “aptal; versene!” “elini çabuk tut; bak çakarsan tokadı görürsün gününü!” Böyle laflar edip duruyordu, genç adam ses etmiyordu, denileni kuzu gibi yapıyordu. Usta işte hata yapmıştı, zaman kaybetmişti ve hırsını çırağından çıkarıyordu. Küfürler ediyordu. Nur, odasında kulak kesilmişti ve onca lafı yiyen çırağın kendini savunmamasına hayret ediyordu, sonunda dayanamadı ve gitti oraya: “Neler oluyor burada dayı? Bağırıp çağırıyorsun, sorun ne dayı?!”

“Hiç iş işte.”

“Babam sana küfür etmen için para ödemiyor sanırım*”

“Kusura bakma; rahatsız ettim.”

Dayıyı hizaya getirdiği için iyi hissetti ve genç adamla göz göze geldi. Nur ona göz kırptı. Genç adamın elinde plastik boru vardı, sırtı dönük ustasına vurur gibi yaptı, Nur, güldü sessizce, oradan uzaklaştı. Sonra usta elemanına; “şunu yap, bunu yap” deyip gitti, kendisi çekip gitti; ama çırağı banyoda çalışıyordu. “Orayı süpür, burayı kır, takımları topla…” Filan falan. Akşam olmuştu.

Nur geldi elemanın başına: “bu adamı iyi dövmüyorsun?”

Genç adam sessizce güldü.

“Ben olsam güzelce pataklarım.”

“Ama olmaz o zaman.

“Neden? Sana küfrediyor, bilmem nesine şey yaptığımın çıkardığı diyor. Annene küfrediyor?”

“Onun yapısı bu, konuşup durur. İyi biridir.”

“Sen niye bu malla çalışıyorsun?”

“Paramı aksatmadan verir.”

“Demek öyle.”

“Öyle.” Sen” dedi,

“anlamazsın” diyecekti, sustu, “sen bu işlerden anlamazsın kızım, nerden bilecen, bir elin yağda bir elin bağda.”

“Sen dedin, devamı neydi?”

“Sana garip gelebilir, ben alıştım.”

Genç adama sorular sorup duruyordu. Altı kardeşi vardı, en büyükleri oydu, babası o küçükken ölmüş, devlet yardım ediyormuş, annesi atık topluyormuş.

Sarı saçlı, yeşil gözlü ufak tefek genç adam konuştukça, ailesinin zorlu mücadelesini anlattıkça genç kız ona başka türlü bakmaya başladı. Tesisatçı çırağı onun gözünde acınası bir yaratık değil de üstün, gayretkeş, pes etmeyi bilmez bir kahraman oluvermişti.

Genç adamın adı Mevlüt’tü, iyi hissediyordu, artık onu merak etmesine, kesmesine gerek kalmamıştı, onunla sohbet edebiliyordu, daha çok soruları genç kız sorsa da bu müthiş bir şeydi, zengin ve güzel bir kızla hiç sohbet etmemişti, zengin kızlar onun gibi zorluklar içinde mücadele eden tesisatçı çıraklarıyla paylaşacak bir şey bulamaz ki. O kızlar böyle çırakları adamdan saymaz ki. Daha önce çok kere zenginlerin villalarına, kışlık evlerine iş için gitmişti; ama oradaki kızlar çok yabaniydi, çok kendini beğenmişti, fena soytarıydılar. Oysa ufak bir insaniyet sergileselerdi hiçbir şey kaybetmezlerdi, “kolay gelsin,” “selam, nasıl gidiyor iş?” Türünde basit laflar edebilirlerdi, basit bir selam demek, gülümsemek, “su lazım mı? Aç mısın? Çayla bisküvi iyi gider?” demek mesela. Kan ter içinde kalıyor insan, “soğuk su, içecek ikram etseler” diye düşündüğünde… kimsenin aklına gelemez bu. Usta para verir; gider marketten içecek alıp gelirdi. Zenginler duyarsız insanlardı, adi insanlardı, bu düşünce gelişmişti onda, sofra kurarlar, evde ya da bahçede çalışan usta ve çırağını hatırlamazlar, çok nadiren bazısı ailesiyle oturduğu sofraya onları çağırırdı, böyle bir tane aile olmuştu, o adam da profesör mü neydi.

Mevlüt onlara bakıp şöyle düşünürdü, sen mezara çırılçıplak gireceksin, kefene sarılı, ben de, zengin olabilirsin; ama bütün para pul burada kalacak, öteki tarafa onları götüremeyeceksin,

Senin benden üstün yanın yok, paran olabilir. Ancak yüreğin varsa; ama güzelse adamsın. İnsanı insan yapan güzel yürekli oluşu.

 

“Anneme ev alacağım, kardeşlerim okuyup kendini kurtaracak. Araba alacağım kendime.  Kardeşlerimi gezdireceğim diyorum anneme, arkadaşlarıma da anlatıyorum, kimse inanmıyor, annem ev almamın imkansız olduğunu söylüyor.”

 

Mevlüt, bunları söylerken bir elinde çekiç, bir elinde murç vardı, banyo zemininde betonda delik açıyordu, işe ara vermiş, ona anlıyordu, genç kız banyo kapısı önündeydi, genç adamın solu ona dönüktü.

“Kimse bana inanamıyor; anlamıyorum, senin gibi çapsız biri nasıl yapar, sen kimsin ki, torpil yoksa işe de giremezsin diye düşünüyorlar, biliyorum, bakışlardan anlıyorum. Biri de çıksa yalandan sana inanıyorum, başaracaksın dese. Yalandan dese bile sevineceğim. Gerçekten sevineceğim.”

Genç kız yerinde duramadı. Ona yaklaştı, genç adamın omzuna dokundu: Hafifçe sıktı; “ben sana inanıyorum, ufak yaştan beri çalışıyorsun, bence sen başarırsın. Sefil ustana sabredebildiğine göre.” Genç adam ona baktı, başını önüne çevirdi, gülümsedi önüne bakarak.

“Yalandan demedim bak, sen azimlisin, başaracaksın.”

Genç adam güldü; “zor; ama birçok insan benim gibi zorluklar yaşayarak bir noktaya geldi, evdeki buzdolabı bozuk, sık sık bozulur, yenisini almak için aylarca çalışmam gerek.”

Nur’un annesi geldi, çırağa baktı, kızına; “bu muhabbeti kessen iyi olacak,” dercesine baktı

“Ne oldun anne, beni dağa kaçırmaz, merak etme, şöyle bir uza, muhabbeti öldürdün!” der gibi ters bakıp oradan sıvıştı.

 

“Evladım şunu şöyle neden yaptınız?” dedi hanım, genç adam ona açıklamalar başladı.

“Gel yemek ye, acıkmışsındır.”

 

Ertesi gün yine usta işi erken bırakıp gitti, çırağı işi tamamlamaya çalışıyordu.

Sonraki gündü. Mevlüt geldi işe, ustası yoktu, gelir gelmez gözleri Nur’u aradı, “acaba dünkü gibi sohbet edebilecek miyiz? diye düşünüyordu, “yoksa bir kerelik miydi, bugün beni tanımazlıktan gelirse?” Böyle düşünceler dönüyordu kafasında, oysa Nur’un ruh hali berbattı, dünkü dostunu görünce sevinemedi bile; ama sonra; “bakalım bizim çırak ne yapıyor?” diye düşünerek ona yanaştı. Neşeyle bir şeyler söyledi. Mevlüt zorlanıyordu, kan ter içinde kalmıştı.

“Acı var mı?” dedi Nur, ona acımıştı ve Mevlüt ona göre komik de gözüküyordu, “arkandan soluyorsun demek” diyecekti, caymıştı,

Mevlüt alaycı bir bakış atıp önüne baktı ve hafifçe güldü, sonra ona çevirdi bakışlarını: “Acı yok. Yoluma devam etmem için kozmik enerji seni, moral veren sözlerini meşale gibi yaktı içimde ve devam etmemdeki parlaklığım, gücüm ve dayanıklılığım oldun. İçimde acı sıfır, sadece sana duyduğum yücelik coşkusu ve kuvveti var. Sen sevilerek anlaşılırsın. Sadece sonsuz bir sevgi, aşk. Dinmeyen sönmeyen bir aşkla, bana ne ederlerse sorun değil, öldürseler de. Çünkü gerekli enerjiyi akıttın bana.”

 

Nur, şaşırdı, dondu kaldı; ama hemen sonra kendini tutmayıp gülmeye başladı, böyle sözler, aşk ilanı gibi sözler hiç beklemiyordu, yüceltilmek. Böyle kelimeleri bu çırak nerden öğrenmişti? Kafasının için karanlık değil demek geçim sıkıntısıyla, düdük ya da güdük değil demek, kafasının içi yıldız dolu demek. Bir şey var bu sıpada, güçlü ve çekici bir şey.

“Demek öyle ha, aşk iyidir” dedi, Mevlüt kırılmasın diye böyle konuşuyordu, zaten hayatında muazzam üzülen birini kendisi de üzecek bir şey demekten özenle kaçınması gerektiğini kavradı hemen. Mevlüt gözlerini ona dikmiş parlak biçimde gülümsüyordu.

“Ne düşünüyorsun söylediklerim hakkında?”

Gülümsedi kız

“Pervasız mıyım, mal mıyım?”

“Gülümse; tozu gitsin yalnızlığımızın diyor şair.”

“Bu dizeyi biliyordum” dedi Mevlüt sevinerek,

“Saçmaladığımı düşünüyorsun; sorun yok. dün bazı arkadaşlarım ömrümün sürünerek geçeceğini söyledi. Onlara şöyle dedim, bana berbat hissettirdiğiniz için çok teşekkür ederim, sizin gibi dostlarım iyi ki var. Evim arabam olsun, bir güzel yavrum, dönüp yüzünüze bakmam. Ama size her seferinde yarım ekmek tavuk döner ısmarlarım. Her denk geldiğimizde, iyi günlerin hatırına, deliymişim gibi güldüler. Sana berbat hissettiğim anlardaki halimi anlatayım: İşim bitmiş gibi görünüyor, o an umut etmek de işe yaramaz, umut edemezsin; ama bir şeyler kıpırdar içimde birden, o uyuşuk hal dağılmaya başlar ve içimdeki ses şöyle der: devam et Mevlüt, yılma, pes etme: insan ölümlerden doğar… Berbat haldeyim ve şimdi fazla derine dalma, gün çabuk bitiyor, yıllar çabuk eriyor, ne kendini yıprat, ne de başkasını, yaşa git öyle işte. Sevdiğin şeylerle ilerlersin; sevmediğin şeylerle değil, o yüzden onlar yokmuş gibi davran. Bazı şeyleri duymazdan geleceksin, görmezden geleceksin, hissetmeyeceksin, bu en iyi yoldur kendini kurtarmak için, o kadar çok kötülük var ki. O kadar çok kalp ve zihin hırsızı var ki, insanın kendini öyle koruması lazım bence. İnsan sürekli saldırı altındadır ve insanın yaşam ritmini ve enerjisini bozacak çok şey vardır. Kötü bir şeyi gözünde büyütme, insan sonra ona kapılıp gidiyor ve hayatı mahvoluyor. Dur. Bak sana çok iyi gelecek bir şey var bende. İyi dinle beni. Bu senin kafanı toparlamana yardım edecektir zor durumlarda: İyi bir kafa varmış sende, anlatmasan bilemeyecektim. Ama sen de herkes gibi dış görünüşe göre, işime göre değerlendirdin beni?”

“Öyle değil.”

“Bırak bu işleri; devlet su işleri.”

Kız güldü, Mevlüt de.

Nur: “Keşke okusaydın, doktor olabilirdin, mühendis, mimar.”

“Tabi canım” dedi, ağlayacak gibi acıyla baktı, gülümsedi memnuniyetle, gurur duydu kendiyle, “orası öyle, okulda hiç zorlanmadım, dersler bana hep kolay geldi, sınavlara hiç çalışmadan iyi notlar aldım, o aralar okuyarak bir yere geleceğimi sanıyordum, evde para sorunu vardı, çalışmasam geçinemezdik, kardeşlerim küçüktü…Çok ilginç bir kızsın sen bence.”

“Neden?”

“Bunu anlatması uzun sürer, ilginç kız hemen kendini belli eder. Benim sevgilim olsan iyi olurdu.”

Nur, güldü.

“Hiç sorun değil; kanka da olabiliriz, bu bana yeter.”

“Bu ara bir gezginin kitabını okuyorum

“Hadi ya!” dedi, “senin kitap okuyabileceğini hiç düşünmedim.

“Seninle ilgili hayaller kurdum dün, anlatmamı ister misin?”

“Cinsel mi?”

“Hayır.”

“Anlatma o zaman. Ben en çok cinsel şeyleri severim.” Güldü.

Mevlüt, şaşırdı.

Nur: “Şaka yaptım; anlat bakalım kurduğun hayalleri?”

“Seni beyaz bir atın üzerine binmiş elinde kılıçla hayal ediyorum. Üstünde savaş elbiseleri var, üstüne yapışan, mayo gibi. Siyah. Sabah saatleri.  Evrenin sihirli mavisi gözlerinde parlıyor. Cesaret dolusun. Ağzın aralık. Dişlerin görünüyor. Dişlerin kaplan pençesi gibi. Çok kibar duruyorlar ağzında, inci gibi. Ama birine saldırman gerekirse kocaman kaplan dişleri gibi oluyorlar. Dişlerin güzel ruhların ışığı ya da kalbi gibi parlak, keskin ve beyaz. Harikulade parlıyorlar. Binlerce papatya arasında atın, usulca ilerliyor ve duruyor. Her şey vahşi, her şey dize gelmez, öyle kötü ki her şey, öyle bir şehre ilerliyorsun. Tek başına değilsin. Gözle görünmez ışıktan atlılar da arkanda, onlar beyaz giysili kadınlardan oluşuyor, onlar melek. Savaş köpeklerin var, tarihte savaşlarda kullanılan köpeklerden söz ederler. Bir çocuk çıkıyor aniden önüne, bir kız çocuğu.

Çocuk papatyaları koparıyor, seni fark etmemiş.

Çocuğa kızıyorsun: Neden onları koparıyorsun, onları öldürdün? Çocuk; annem öldü diyor, mezarına koyacağım. Çok gerilerde bir yerde bıraktığın anneni hatırlıyorsun ve başlıyorsun ağlamaya.

Ve çok gerilerde bir yerde bıraktığın abini hatırlıyorsun ve daha çok ağlıyorsun.

Meleklerden biri fısıldıyor kulağına: Üzülme, kurtarmamız ve aydınlatmamız gereken kentler var, devam etmeliyiz. Atın da ağlıyor. Babanı hatırlıyorsun. Daha çok ağlıyorsun.

Atın ilerlemek istemiyor.

Ben odamdan seyrediyorum seni.

Nur: “İyiymiş. Güzel uydurdun.”

“Gelip beni yanağımdan öpmen lazım.”

Kız güldü: “Evi terk etsem bir gram ağlamam ailem için, umurumda olmaz!”

“Neden?”

“Çünkü onların beni gerçekten sevdiklerini düşünmüyorum.”

“Bir gün kıymetlerini anlarsın. Çünkü ailede kavgalar barışla sona erer.”

“Hiç sanmam, asıl onlar benim kıymetimi anlamaları gerek bir kere.”

“Dayak mı atıyorlar?”

“Yok.”

“Sorun ne?”

“Sen beni mutlu zengin kız mı sanıyorsun. Of!

Trafik kazasında ölseler!”

“Senin sorunun ne?”

“Beni sevmiyorlar ki. Onlar kendilerini seviyor. Annem bir şeyleri, abim bir şeyleri, babam bir şeyleri.”

Gülümsedi kız, saf saf.

“Gülümsemenden toplamam gereken papatyalar var."

“Bunları bir kitaptan alıp ezberledin kesin!”

“Yok; içimden geldi. Çok kitap okurum.”

“Yalan atıyorsun!”

“Asla.”

“Sen deli bir kız mısın, uslu görünen?”

Tatlı tatlı gülümsedi: “Aynen.”

“O zaman kanka olalım en iyisi. Ama bence sen beni çok sevdin ve benle sevgili olmak istiyorsun; ama ailenden çekiniyorsun, benim gibi fakir biriyle sevgili olmanı istemezler.”

“Alakası yok.”

“Bence dürüst ol; yoksa çok üzülürsün, arkamdan ağlarsın. Beni bulamazsın.”

“Hadi oradan!” dedi gülerek.

Ertesi gün usta geldi işe; Nur Mevlüt’ün sevgili olma teklifini kabul edecekti; merakla, kıvranarak onu bekliyordu, “usta, Mevlüt nerde, ne zaman gelecek?”

“Mevlüt öldü, dün arkadaşları parkta bira içiyorlarmış, ekmek alıp eve dönen Mevlüt’ü fark edip çağırmışlar yalvar yakar, Mevlüt onlarla irtibatı kesmiş bir süredir, özledik gel az, sonra çağıran çocuklardan biri silahı çıkarıp şaka yapayım derken vurmuş Mevlüt’ü. Annene birkaç gün çalışamayacağımı söylemeye gelmiştim, cenazeye gideceğim.”

 

“Çok ağladım” dedi Nur, “ondan beri, onun söylediği sözleri coştuğum anlarda sevdiğim birilerine söylerim, şu atın üstündeki kız hikayesi en çok.”

 

 

 

Nur: “Senin mutlu olduğun bir an yok mu?”

Zarife: “Geçen yaz bir ağaç ev yapayım dedim kendime, Nezaket ablam söylenmeye başladı, baykuş gibi orada ne yapacaksın, cin çarpar seni orada, yapma! Sana tecavüz eder biri. Korktum; caydım. Ama hayalimde çok güzel canlanmıştı.”

“Ağaç ev yapma fikri de nerden çıktı?”

“Evden uzakta kendine ait bir alan. Kendine ait bir yer. Bir köye gitmiştim, orada bir arkadaşımın babası onun için yapmıştı. Ufak çok tatlı bir evdi. Ama yere çok yakındı. Bir metre filan. Bir ağaç ev fikri beni çok mutlu etmişti… herkesten bağımsız olma düşüncesi, kendi yerim, evim!”

İsa Kantarcı





Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

ATLAR ve İNSANLAR (aşıklar için)

AŞK UĞRUNA