SEVGİLİYLE İLK BULUŞMA
SEVGİLİYLE
İLK BULUŞMA
Günün
erken saatleriydi. Fatih’in uykusu kaçmıştı.
Mutfaktan
yayılan patates kızartmasının kokusu duydu. Gece geç yattığı halde uykusu
kaçmıştı.
Sebebini
bilmediği kötü bir his vardı içinde. Belki de bir kabus görmüştü ve
hatırlamıyordu. Belki de bugün berbat bir şeyler gelecekti başına. Elini yüzünü
yıkayıp mutfağa gitti. Babası daha erken başlamıştı güne. Üniversitede
kaloriferciydi.
Mustafa
masaya kurulur kurulmaz patateslere yöneldi.
“Dokunma
patateslere. Ablan için yaptım!”dedi anne.
Fatih
bir çatal alıp ağzına attı aceleyle. Kadın gidip kızını uyandırdı ve gidip
Fatih’in odasını toplamaya, kirli ve temiz giysileri ayırmaya başladı.
Kahvaltı
yaptıkça Fatih’in kafası yerine gelmeye başladı. Çay sihir gibi iyi gelmişti.
Çaya karanfil katıldığı için.
Bugün
Ayla’yla ilk kez buluşacaktı. Bu ona sıra dışı ve heyecanlı gelmiyordu. Oysa
ona ulaşabilmek için çok çaba sa rfetmiş, bir çok zor ve acı dolu gece
geçirmişti. Evinin önünden onu bir an görürüm diye defalarca geçmişti mesela.
Ölmüştü gizli gizli sevmekten. Ayla sevgilisinden ayrılınca Fatih ona
yaklaşmış; ama reddedilmişti. Ve Ayla başka birini bulmuştu. Ama onunla da
ilişkisi bitmişti. Sonunda Ayla Fatih’e yüreğinin kapılarını açmıştı. Mustafa
buna çok sevinmişti; ama iş böyle olunca kız sanki bütün cazibesini yitirmişti.
Ablası
Ayça girdi mutfağa, üniversitede kimya okuyordu, yaz tatilini boş geçirmemek
için bir turizm şirketinde sekreter olarak çalışmaya başlamıştı, yabancı dil
konusunda iyi olduğu için.
Fatih
ablasıyla biraz sohbet etti, sonra salona geçip biraz kestirdi. Bir kabusla
uyandı. Kabusda Ayla iki eliyle boğazına sarılmış, sıkıyordu. “Sen beni hak
etmedin!” diye bağırarak.
Fatih
dışarı çıkacaktı, Annesinden para aldı.
“4
ekmek al. Çıkarken çöpü de al.”
Fatih,
çöp poşetini konteynere attı. İçerden bir kedi fırladı tıslayarak. Korkup
kaçtı. Fatih de korkmuştu, kedinin annesine küfür etti.
Fatih
kaldırımda ilerliyordu. Yoldan bir düğün konvoyu geçiyordu. Ayla’yla evlenmeyi
deli gibi istiyordu bir zamanlar. Şimdi bu hayal gözüne saçma sapan geliyordu.
Lise bitecek… üniversite… askerlik… sonra iş bulmak derdi. Sıra Ayla ile olan
meseleye gelecek miydi? Hiç sanmıyordu. Ayla’nın bir sürü sevgilisi olmuştu.
Herhalde kısa süre sonra Fatih’e de sıkıldım deyip tekmeyi basardı. Kızlara
güven olmaz ki. Birçok arkadaşı böyle derdi zaten.
Ne
kadar zordu basit bir geleceğe sahip olmak. Ölmezse, bir suça bulaşıp hapsi
boylamazsa, bir hastalıktan eriyip dal gibi kalmazsa… of of… düşünmesi bile
korkunçtu…
Ekmek
fırınından ekmek aldı, markettin önündeki gazeteliğe yanaştı. Kaldırımdan geçen
güzel bir kızı kesti kısa bir süre. Üç gazete aldı. İçeri girip parayı ödedi.
Dışarı çıktı. Birkaç adım ötedeki Ayla’yla göz göze gelince dondu kaldı. Ayla
palyaço gibi görünüyordu. Ayla’nın altında ev kıyafeti mi nedir, pijama
cinsinden dandik bir giysi vardı, ne kadar pasaklı görünüyordu öyle. Bir bunağı
ya da uyuşturucu bağımlısını andırıyordu. Saçları karışıktı, yüzü ise solgundu.
Adeta bir kazan dolusu çorbaya düşmüş solucan gibiydi. Buna mı âşık olmuştu?!
Bunun için mi aşkla ölüp ölüp dirilmişti. Makyajsız hortlak gibiydi. Fatih
birinin ona seslendiğini duyup başını çevirdi.
“Sana
diyorum sana. Fatih! Çabuk gel. Çok önemli!”diye bağırıyordu Muhammed.
“Bekle.”
dedi, Fatih başını çevirip Ayla’yı bakındı. Ayla markete girmişti.
Fatih
Muhammed’in yanına gitti. Arada onunla takılır, lisenin basket sahasında
diğerleriyle takım oluşturup basket maçı yaparlardı.
“N’aber?
Keyfin nasıl?” dedi Muhammed.
“İyidir.”
“Yarım
saat sonra maç yapacağız. Var mısın?”
“Pek
havamda değilim. Bunun için mi çağırdın beni?”
“Oğlum
ne diyorsun? Kaybeden tavuk ısmarlayacak…tavuk!”
“Ne
kadar açsın! Ben de önemli bir şey sanmıştım. Bir külçe altın sanki.”
Güldü:
“E önemli tabi! Geçen sefer yenildik; bu kez acısını çıkaracağız!”
“Peki.”
“Senin
rengin niye soluk? Hayalet görmüş gibi bir havan var?”
“Bilmem.”
Muhammed
onun koluna dostça vurup gitti.
Fatih
geri döndü Ayla’yla konuşmak için. Ama onu göremedi. Marketten çıkıp sağa sola bakındı. Üzüldü.
Onu orada sap gibi bırakıp Muhammed’le konuşmaya gitmişti. Bu durumda Ayla iyi
hissetmezdi. Kesin çok kızardı. Hatta kudururdu. Ama Ayla ona çektirmemiş
miydi? Şimdi katlanma sırası ondaydı. Ayla bir keresinde ona; “çakal gibi
peşimde dolanmayı bırak, senin gibi bir tipsize asla bakmam. Bak yoksa çok kötü
olacak! Abime söylersem seni gebertir!” diye uyarmıştı. O gün Fatih parka gidip
ağlamıştı, ağlamaktan gözleri şişmişti.
Mustafa
apartmanın köşesinden döndü. Karşıdaki 2 katlı evin bahçe girişinde Ayla’yı
gördü, komşu kızla sohbet ederken ayaküstü.
Fatih
adımlarını yavaşlattı. Korktu. Onlara selam vermeyi düşünüyordu. Meryem baktı
sadece. Ayla başını çevirip bakmadı. Fatih de basıp gitti. Bir buket çiçek ya da ufak çaplı başka bir
hediyeyle kızın gönlünü onarır, gerekli açıklamaları yapardı.
Fatih
eve ekmekleri bırakıp sahile indi.
Hava
çok sıcaktı. Ağacın altındaki banka gidip oturdu. Kumsalda bir sürü insan ya
güneşleniyor ya denize giriyordu. Genç, yaşlı, çoluk çocuk. Büfeden dondurma ve
çekirdek aldı.10 dakika kadar orada oturup dondurmasını yiyip kumsaldakileri
seyretti. Daha çok emsali olan zarif kızları.
Fatih
basket sahasındaydı. Gölgede çimene bağdaş kurup oturdu, diğerlerinin gelmesini
beklerken çekirdekleri yedi.
Uzun
bir süre sonra Muhammed arkadan yanaşıp Fatih’in ensesine şamar attı. Korkan ve
ensesi acıyan Fatih Muhammed’in ebesine küfretti. Muhammed güldü. Diğerleri de
gelmişti. Maça başladılar. Maçın gerilimi ve heyecanıyla Fatih bütün ruhu ve
kalbiyle iyice odaklanmış, takımına değerli sayılar aldırıyordu. Muhammed ise
takım arkadaşları top kaçırdığında bağırıp çağırıyordu. Maç bitmiş, Fatih’in
takımı kazanmıştı. Güneş altında basketbol oynamak hepsini epey yormuştu,
okulun çeşmesine gidip su içip kafalarını ıslatıp feraylayıp döndüler.
Ağaçların altında çimenlere uzanıp basket maçının kritiğini yapmaya
başladılar.
Fatih’in
cep telefonu çaldı. Arayan Mehmet’ti,
dün onunla sözleşmişti buluşmak için: “Ben gidiyorum.”
“Tavuk
gelecek; nereye?!”
“Payımı
sen ye. Mehmet’e sözüm vardı.”
“Ya
bırak şunu! Kafayı yemiş. Gel takıl bizle, maç yaparız diyorum, denizden başka
bir şey demiyor şapalak!” Fatih onun omzuna dokunup uzaklaştı.
Fatih,
kumsalın kayalık yerine geldi. Mehmet’i bir an denize dalarken gördü.
Mehmet
kendi icat ettiği zıpkınla balık tutardı.
Laflayıp
kaynaşırken Fatih üstünü çıkarıp denize atladı. Biraz yüzüp çıktı. Mehmet küçük
el radyosunu açtı. Fatih bu sırada uzanmıştı kayanın üstüne, ellerini başının
arkasında birleştirip gökyüzüne bakarak hayallere daldı. Mehmet kayaların
arasında uygun yerde ateş yakmaya koyuldu. Topladığı midyeleri pişirecekti.
Fatih kalktı: “Karnım acıktı.”
“Evden
domates, biber, salatalık, zeytin ve kaşar peyniri getirdim. Ne dersin?”
“Bayılırım.”
“Ekmek
de getirecektim; ama bayattı. Bayat sevmem. Daha doğrusu bunlarla bayat ekmek
gitmez. Benim bisikletle 2 ekmek alıp geliver fırından.”
Fatih
gidiyordu.
“Parayı
almadın!”
“Bende
var.”
Fatih
bisiklete binip uzaklaştı. Fırından 2 ekmek alıp çıkarken içeri giren müşterinin
poşetindeki sucuklar ilişti gözüne. Yolunun üstündeki marketten bir sucuk aldı.
Mehmet
sucuğa sevindi, dedi ki: “Neden paranı harcadın kardeşim? Ucuz bir şey değil
ki. Al bunu. Evine götür, annen tost yapar; yersin.”
“Yarısını
sen alırsan kabul.”
Mehmet
gülümsedi: “Teşekkür ederim dostum. Doğrusunu istersen sucukla büyümedik.”
“Kim
büyüdü ki?”
“Fakir
edebiyatı bu.”
Güldüler.
Mehmet
ateşte pişirdiği sucuk ekmeği uzattı dostuna. Fatih bir ısırıp alıp sordu:
“balık var mı, nasıl gidiyor?”
“Bir
tane tutabildim. O da ufaktı;
saldım. Bugün balık yok.”
“Bir
de ben deneyeyim.”
“Olur;
ama tehlikelidir. Nasıl yapacağını gösteririm.”
“Sucuk
ekmek şahane… domates biberle. Çok yaşa.”
“Sen
de.”
“Sizin
bahçeden mi?”
“Evet.
“
“Desene.
Ondan lezzetli.”
“Bir
şey soracağım Mehmet? Burada akşama kadar tek başınasın. Sıkılmıyor musun,
yalnızlık bayar ve koyar be abi?”
“Yo;
çok mutluyum.” Güldü.
“Kafayı
nerden sardın bu işe?”
“Sevgilim
beni terk edince. Kafayı yiyordum. Dayım beni alıp balığa götürdü bir kez.
Böyle başladı. Meleğin beni terk edeceğini hiç düşünmüyordum. Hesapta
birbirimizi deli gibi seviyorduk.
“Hep
onunlaydın aga. Yüzümüze baktığın yoktu. Acayip bozuluyordum sana.”
“Dünyayı
gözüm görmüyordu ki.”
“Gerçekten
bitti; değil mi?”
“Bitti.
Ama ondan ayrılınca ilişki sonlanmıyor. Başka türlü bir ilişki başlıyor. Ve an
geliyor izleri…duyguları…artık neyse…hatırlayıp düşüncelere ya da acıya
dalıyorsun. Bazen film izler gibi, bazen filmin içindeymiş gibi. Ama onu
unutursan bambaşka. Unutsan bile acısı bir yerlerinde nabız gibi atmaya devam
eder. Artık kimseyi öyle kendimi koy vererek sevmeyeceğim. Taşındı defoldu
gitti. Ben kaldım piç gibi ortada. Ama bendeki salaklık ki; bu iş bir gün biter
diye hiç hesap etmedim, öyle sevince üzüntüsü büyük oluyor tabi. Alıştım ama.
Boş ver. Bu yüzden intihar edenler var. Onlardan olmadım çok şükür!”
Mehmet
Fatih’e zıpkını nasıl kullanacağını gösterdi. Sonra Fatih daldı, birkaç kez
denedi, eli boş çıktı, son kez deneyeyim dedi ve iri bir balık yakaladı.
Mehmet
kefali eline aldı: “Gözlerime inanamıyorum. Çaylak, turnayı gözünden vurdun!”
Gülüştüler.
Mehmet
dedi ki: “Ben bunu eve götürünce gözlerime inanamayacak annem.”
“Onu
ben yakaladım. Aynı şeyi ben de düşünüyordum. Ver onu bana!”
“Hayatta
vermem!”
“Ver
bak; yoksa bozuşuruz!”
“Kusura
bakma. Şansın varken ikinciyi de yakalarsın.”
“Sen
şapalağın tekisin; küstüm. Bir daha selam verme bana Mehmet!”
“Kızma
be; kafa buldum seninle.”
Hafiften
bir güreş tuttular ve bıraktılar. Fatih kendini yorgun hissediyordu, uzandı
kayanın üstüne. Şekerleme yapayım derken epey uyumuştu.
Saatler
sonraydı. Uyandı. Mehmet toparlanıyordu. Fatih de toparlanmaya başladı.
Fatih
bisikletin orta bölümüne yan oturdu, Mehmet bisikleti hareket etti, makara
yaparak ilerliyorlardı.
Apartmanların
önüne gelmişlerdi. Mehmet apartmandan çıkan çok sevdiği iki kız arkadaşını
gördü.
“Şunlara
pas atayım.”
“Sakın
balığı ben yakaladım deme!”
“Onu
geçeceksin.”
Mehmet,
kızlara seslendi ve bisikleti kaldırımın kenarına kırdı, aceleyle balığı
çıkardı poşetten: “Kızlar bakın bakın! Kalkan balığı hiç yediniz mi?” Balık
elinden kayıp düştü yere. Balığı alayım derken bisiklet yan yattı, ikisi birden
yerdeydi, kızlar gülüyordu. Az ilerdeki
aç kedinin biri süratle yanaşıp balığı alıp kaçtı. O kadar hızla kaçıp duvardan
atlayıp bahçeye gitmişti ki; Mehmet aval aval bakamadı bile. Acıyan elini
ovuşturuyordu. Kızlar ise gülüşerek uzaklaşıyordu: “Acelemiz var Mehmet. Sonra
muhabbet ederiz.” El salladı kızlar. Fatih dizini ovuşturuyordu: “Şapalak!”
“Şapalak
ne ya!? İkide bir bana öyle deme! Geri zekalı mı demek istiyorsun?”
“Salaksın
oğlum işte! Ne diyeyim sana?”
“Ne
kızıyon oğlum. Onlar iyi kızlar. Tanışırdın.”
“İhtiyacım
yok!”
“Yalnızlık
çekmiyor musun?”
“Yok.”
“Sevgili
mi edindin?”
“Var
belki; sana ne!”
“Kusura
bakma. Kızları görünce hemen yavşadığımı sanma. Onlar kankalarım. Ben senin
onlarla tanışmaktan hoşnut olabileceğini düşünmüştüm sadece… ben seni mutlu
etmek istemiştim… senin sucuk alman gibi…”
Fatih
gülümsedi, kalbinin ışıltısı gözlerine yansımıştı: Didişme tatlıya bağlandı
böylece. Mehmet yürüyor, tek eliyle de bisikleti tutuyordu, dedi ki: “Sevgilin
olunca onu bana bir geceliğine verir misin?” Güldü.
“Elbette;
ama sen de anneni verirsen.”
Mehmet
tokat atmak istedi, Fatih başını kaçırdı. Güldü.
Mehmet
dedi ki: “Birkaç gün sonra elektrikçi Ayhan abinin yanında çalışmaya
başlayacağım. Sence nasıl?”
“Güzel
iş.”
“Dünya
özgürlük hareketlerinin neresindeyiz sence?”
“Kıçında
kıl bile değiliz oğlum.”
Güldüler.
“Neden?
Bizim neyimiz eksik?”
“Çalışmayıp
sevişme propagandası yaparsan içeri alırlar seni. Ayrıca baban hastanelik edene
kadar döver.”
“Sen
hiç seviştin mi?”
“Sana
ne! Mikrop!”
Mehmet
sırıttı.
Hava
kararmıştı. Fatih evdeydi, duş alıp odasına geçti. Sonra bilgisayarını açtı,
üye olduğu sitelere girip mesaj kutularına gelen mesajları okudu ve yanıt yazdı
arkadaşlarına
Sonra
sıkılıp uzandı. Müziği açtı.
Ablasının
sesini duydu: “Çay ister misin?”
Ablası
çayla birlikte yulaflı bisküvi de bıraktı masaya.
Mutfağa
gidip bir bardak çay alıp döndü odasına. Tekrar açtı bilgisayarını. Vakit su
gibi akıp geçmişti. Tuvalete gitti. Çıkarken ablasının balkonda olduğunu fark
edip onun yanına oturdu. Ayça eğlenceli bir şeyler anlattıktan sonra sordu: “İş
buldun mu?”
“Henüz
bakmadım.”
“Ne
zaman bakacaksın?”
“Birkaç
gün sonra.”
Ayça
sigarasından bir nefes çekti, dedi ki: “Gerçekler dayanması zor. Ama ne kadar
antrenmanlı olursak o kadar iyi.” Güldü. “Başka; yani dipteki hayatları
düşünürsek bizimki eğlenceli gözükür. Hep bizden iyilere bakıyoruz nendense…
Bizim gibiler için sıkıntı bitmez kardeşim. Birileriyle takılıp uyuşturucu
bağımlısı olacağına ne bileyim kız meselesi yüzünden bir arkadaşını
geberteceğine… çalışmak iyidir.
Görüyorsun babamın halini. Akşama kadar birilerinin kahrını çekiyor. Ve ona
destek vermemiz lazım. Çalışıp harçlığını kazan.”
Ayça
sigarasını söndürdü: “Sana iyi geceler.” Kardeşinin omzuna dokunup içeri
gidiyordu, durdu: “Ha, bu arada; kızlara kendini kaptırma. Hiçbir kızın da
kalbini kırma.”
Fatih’in
kafasına Ayla dank etmişti. Cep telefonunu içerden alıp onun eski mesajlarını
okumaya başladı. Belki yeni bir mesaj atmış olabilirdi. Beğenmediği mesajları
bile silmeye kıyamıyordu. Sonra manzarayı seyrederek dalıp gitti. İçinde uyanan
alev sönmemişti. İçini sıkıntı bastı.
Hesapta
bu akşam onunla buluşacaktı, aklından uçup gitmişti bir kere, uyku düzeni
bozulmuştu, ondan, kafası yerinde değildi, ondan, duyguları yerinde değildi…
anlatırdı hepsini… bağışlatırdı kendini:
“Bile
isteye gelmediğimi sanacak. Zavallı Ayla, sözleştiğimiz kafe önünde it gibi
beklemiştir” Güldü. “Belki de bugün ona pas vermediğim için gitmemiştir oraya.
Ama telefon mesajı beklemiştir. Atmadığımı görünce daha da kızmıştır. Kızarsa
kızsın. Buluşma yerine gitse zaten mesaj atar, nerde kaldın diye sorardı.
Fatih,
ona erişebilmek için neler yapmıştı neler… Ayla başka bir okuldaydı. Fatih onu
okul çıkışlarında uzaktan, bir an bile görebilmek için saatlerce beklememiş
miydi onlarca kez. Ayla ise o sırada sevgilisi yanında mutluluk kahkahaları
atıp itin elini tutmaz mıydı? Onu öpmez miydi? Şimdi üzülüp kızıp dursundu
Ayla. Haha! Çok da güzel olmuştu böyle, ondan bir ses beklesin Ayla, kırılsın;
hatta acıyla yamulsun duvara toslayan araç gibi. Bu çocuk niye beni aramıyor
diye kendi kendini yesin, cep telefonunu yesin, bir zamanlar yaşattıkları
nasılmış anlardı belki. Yok yok, zırvalıyordu Fatih. Meryem’le sohbet ettiğinde
oradan geçmişti. Ayla yüz verseydi konuşacaktı.
Fatih
esnedi, kalkıp yatmaya gitti. İşler kötü gitse de her zaman düzeleceğine,
ertesi günün iyi şeyler getireceğine inanırdı ablası ya da annesi sayesinde.
İçine öyle işlemişti. Bunda babasının katkısı da çok büyüktü. Onu yanına alıp
filmlerdeki gibi öğütler vermese de, o bunu ve birçok şeyi babasının sert
bakışlarından, tepkilerden çıkarırdı.
Mutfağa
gitti, dolaptan soğuk su içip salona geçti, televizyonun başına kuruldu.
Kumandayı eline alıp televizyon kanallarında gezdi. İzlemeye değecek hiçbir şey
bulamadı. Balkondan gelen esinti kesilmişti ve içerisi boğucu sıcakla
eziliyordu. Fatih nefes almakta zorlandığını hissetti. Balkona çıktı yine. Bir
süre sokağı, sokak lambalarını, uzak ışıkları, gölgeleri ve ağaçları seyretti.
Ama içi sıkıldı. Ruhu daraldı. Uykusu hiç yoktu. Delirecek gibi hissetti.
Odasına geçti. Bilgisayarını açacaktı. Masa lambasının aydınlığıyla sabaha
kadar bilgisayar başında vakit geçirmek yarasa gibi… Girdiği sitelerde sitede
ruh hastalarının yazdıklarını okuyacak, boşa vakit kaybedecekti. En iyisi
dışarı çıkıp uykusu gelene kadar gezmekti.
Hazırlandı.
Ses çıkarmamaya özen göstererek anahtarını alıp sokağa çıktı.
Gökyüzünde
ay vardı. Boş sokaklarda onu oyalayacak basit bir şey bulamadı. Bir tıkırtı, en
azından bir kedi ya da köpek. Durup sokağı dinledi. Çok uzakta bir köpek
havlıyordu. Dövüş ustası olduğunu ve gaspa uğrayan kadına yardım ettiğini hayal
etti. Cinayete kurban gidecek bir adamı kurtardığını… Bir hırsızlığa tanık
olsa, eve giren 2 hırsız ya da aracı çalmaya kalkışıyorlar. “Polis az sonra burada fareler!” diye uzak
mesafeden bağırıp onları korkutsa. Hayal kurarken eğlenceliydi tabi hayat.
Gökyüzünden
ufolara ait küçük bir uzay gemisi parka düşse, patırtı koparmadan, tek o fark
etse ve uzay aracına sıkışmış kertenkeleye benzeyen uzaylılara yardım etse, yok
yok, onlara asla yardım etmezdi. Çünkü onlar insanları kaçırıp üstlerinde
deneyler yapıp parça parça ediyorlardı. Filmlerde öyle izlemişti.
Bir
mucizeye tanık olsa şimdi. Kutsal kitaplarda sözü edilen melekler nerdeydi
şimdi acaba? Buralarda bir yerde onu gözleyen melekler var mıydı? Şeytan kesin
vardı da; önemli olan meleklerdi. Acaba neye benziyorlardı? Resimlerde kanatlı
resmedilirlerdi, illaki kanatları vardı. Zaten kanatlı şeyler şiir gibi
güzeldir. Kanatlı bir at… öyle bir melek duymuştu. Onun sırtına binip şehirde
ve zamanda yolculuk yapmak isterdi.
Sokak
heyecansız, takırtısız, tatsız ve tuzsuzdu.
Başka
sokağa daldı, oradan başka sokağa. Yine ilginç bir şey ve heyecan yoktu, herkes
ölü gibi uykudaydı. Ne olmuştu insanlara, biri bile sıkılıp sokağa çıkmaz
mıydı? Hayret etti. Kıvılcım yoktu buralarda bir yerlerde.
Ayla
aklına geldi, ilk buluşmada ister istemez onu ekmişti, onu ekmişti ama
düzeltecekti. Ya düzeltemezse? Derken bu gecede ilk buluşması olursa bir
belayla, çevrede yardım edecek kimse de yoktu. Bu işi; yani bu gezmeyi Ayla’yla
buluşma gibi eline yüzüne bulaştırmaktan korktu. Ayağının önünde bir paket
sigara vardı, ağzı açıktı ve doluydu.
Alıp
baktı; paket tertemizdi. Sigara içmezdi.
Ama bu
paketi tiryaki olan bir arkadaşına verebilirdi. İlerliyordu. Aniden durdu.
Yerde bir paket sigara daha fark etti. Alp baktı. Paket hiç açılmamıştı. Az
ilerdeki çöpün yanında bir paket daha fark etti. Onu da cebine attı. Eski
çuvalın çevresinde iki paket sigara daha buldu. Çuvala baktı. Çuval yarısına kadar
pahalı ithal sigara doluydu; anlaşılan hırsızlar kaçarken çuvalı buraya
atmıştı. Çevresine baktı, kimseyi göremedi. Sigaraları yarı fiyatına satsa iyi
para kazanırdı. Kalbi korkuyla çarptı. Şu an biri onu izliyorsa? Kaygıya gerek
yoktu, sokak bomboştu işte.
Aklına
ilk gelen müthiş etkileyiciydi: Sattığı sigaraların parasıyla Ayla’ya değişik
birçok hediye alırdı, renk renk elbiseler, insanın içini açan ve gıcır gıcır
oynatan elbiseler. Sürüsüne genç kız o giysiler sayesinde bakılacak güzelliğe
sahip olurdu. Zavallı Ayla genelde aynı giysileri giyerdi. Kız arkadaşlarından
aldıklarını… Babası işsizdi, annesi de evlere temizliğe giderdi, garibandılar.
Ama Ayla’nın öyle bir havası ve cazibesi vardı ki sanki her gün trilyonlarla
oynayan papyonlu avrupai bir babanın kızıydı ve keman ya da piyano çalmayı diş
fırçalar gibi iyi bilirdi. Ayla onca hediyeyi görünce feleği şaşardı sevinçten.
Tabi ya! Kuru, yavan dünyasına –tenine-bir ilahi ışık topu düşmüş gibi olurdu.
Fatih,
bir kez daha çevresini kolaçan etti hırsla kimseyi göremedi, bir kediden başka.
O da cep telefonuyla arayıp ihbar yapamazdı ya. Coşkuya kapılıp fısıldadı:
“Kedi, tek tanık sensin. Beni görmedin tamam mı, kesinlikle görmedin, duymadın,
işitmedin; anlaştık mı?” Fatih dudaklarını yaladı.
Kedi
bir parça kuru ekmeğe ihtiyacım var der gibi miyavladı. Baktı bir an ve basıp
gitti.
Fatih
çuvalı hafif kaldırıp tarttı. Sonra deneme amacıyla sırtına koydu. Çuvalı böyle
götürürse birileri onun hırsız olduğunu eliyle koymuş gibi anlardı. Çöpün
çevresindeki karton kutulara bakarken altta bir bavul buldu. Eski ama sağlam
bir bavul, modası geçmiş bir bavul… Bavulun içinde eski eşyalar vardı. Siyah
kasketi aldı, baktı, kokladı, temizdi ve parfüm kokuyordu.
Siyah
camlı güneş gözlüğü gördü, o da eski modeldi ama işe yarardı. Gözlüğü taktı;
ama önünü görmekte zorlandı. Açık paketten bir dal çıkarıp yaktı. Öylesine,
eğlencesine, başarısını; yani bu geceki şansını kutlamak ister gibi…
Çuvalı
bavula yerleştirdi. Gözlüğü takıp ilerledi. Nasılsa buralarda kamera filan da yoktu. Ara ara dönüp arkasına bakıyordu, köşeyi
döndü, aniden önünde bir çocuk belirdi: “Selam sana görünmez adam!”
“Selam.”
“Bana
sigara lazım, 4 dal verir misin?”
13
yaşında gösteren çocuğun üstü başı dağınıktı, sinsilik vardı bakışlarında.
Fatih
paketi açtı. Dört dal sigara uzattı.
“Fikir
değiştirdim, bana bavulunu ver.”
“Bavulda
eşyalarım var. Yanlış şey isteme; kalbini sökerler; bilirsin.”
Çocuk
güldü: “Ciddi değildim. Şehre yeni mi geldin?”
“Evet.”
“Nerdensin?”
“Köyden
geldim.”
“Nereye?”
“Amcamın
evine.”
“Bavulda
para olmasın?”
Güldü:
“Yok be. Ne gezer.”
“Sen
hırsız mısın?”
“Yok.”
dedi Fatih, 4 dal sigara uzattı.
Sarışın
çocuk sigaraları aldı: “Teşekkür ederim. Şansın bol olsun.”
“Sağ
ol gardaş.”
“Dikkatli
ol, tekin olmaz buralar.”
“Dikkat
ederim.”
Çocuk
uzaklaştı.
Fatih,
derin bir soluk aldı. İlerledi. Başka
bir sokağa girdi, eve giderdi buradan. Sokak lambaları birden söndü. Korktu,
sanki birisi onu takip ediyordu. Çocukluğunda karanlıktan çok korkardı, o
günlerdeki gibi hissediyordu kendini. Beyninde tuhaf kelimeler, cayırtılar
dönüyordu. Işıklar geldi aniden. Parka gelmişti. Panikle yanlış yere saptığını
anladı. Dert etmedi. Eve gitmekten caymıştı. Parkta içiyordu birileri. 3 adamın
gölgesini gördü, ağaçların altında, biri başını çıkarıp ona baktı, Fatih korkuyla
hızlandı. Gecenin yüzüydü bunlar ve bu heyecan güzeldi, kaçak gibi olmak,
kaçmak… diken üstünde olmak… tedirgin, sahipsiz, korumasız olmak, kayıp gibi
olup hayalet gibi gitmek loş ya da karanlık sokaklarda.
Bu
korku ve kokular güzeldi, bu oyun güzeldi. Normalde Fatih sabah’ın 2’sinde asla
olmazdı sokaklarda. Kendini garip, gizemli; ama güzel hissediyordu. Endişeli
olsa da. Bu işi sağ salim, ciddi bir belaya bulaşmadan, yaralanmadan ya da
gebermeden sonuçlandırsa iyi olacaktı. Issız ve sessiz sokaktan martı gibi
süzülerek geçiyordu. Ara ara arkasına bakıp kontrol etmeyi ihmal etmiyordu.
Karanlık korkusu… kokusu… sürekli
korkuları vardı Fatih’in. Ayla’yı kaybetme korkusu; babasını, ablasını,
annesini kaybetme korkusu, okulda sınavlarda kaybetme korkusu, gelecek korkusu,
iş bulma korkusu, iş sınavında kaybetme korkusu, askerde ölme ya da sakat kalma
korkusu, evlilik korkusu, ilerde baş belası olabilecek bebeğe baba olma
korkusu, -uçuğun kaçığın teki çıkabilir-geçim korkusu, trafik kazasında geberme
korkusu, hayatı zor bir döneme girince alkolik olup bir şarapçıya ya da bir
evsize benzeme ve her şeyi terk etme -içine kapanma-korkusu, intihar etme
korkusu, yıllarca çalışıp kazandıklarını kaybetme korkusu… tımarhaneye düşme
korkusu, evliliği sürdürememe korkusu… korku, korku, korku! Korku duymamalıydı,
gerek yoktu ona. Korku denen şeyi bir oyun olarak görmeliydi, o zaman ondan
etkilenmez ve kafası dağılmazdı. Kendini iyi hissetmek için çok şey vardı
kafasında. Korkunç bir şey olacaksa olsundu şimdi.
Tehlike
varsa panter gibi kaçabilirdi, okulda atletizmde başarılı değil miydi? Okullar
arası maratonda dereceleri vardı. Bir şarkı mırıldanmaya başladı, bir kedi
yakından geçiyordu, durdu, ona baktı, miyavladı. Fatih de ona miyavladı. Kedi
gitti. Fatih başka bir sokağa saptı. Kısa bir süre sonra karşıdan gelen uzunlu kısalı dört çocuk
gördü. Onlardan biri sarışın çocuktu. Fatih geri dönüp koşmaya başladı.
“Kaçma
gardaş!” diye bağırdı sarışın çocuk.
Fatih
süratini arttırdı, sokaktan sokağa dalıp izini kaybettirdi, onları çok geride
bırakmış olmalıydı. Yorulmuştu ve yürümeye başladı.
Karşıdan
biri geliyordu. Üstünde bir yer parlıyordu. Geleni gözü bir yerden ısırıyordu.
“Emre,
ne işin var burada gece vakti?” diye sordu.
Emre
onu tanımadı. Fatih güneş gözlüğünü çıkardı.
Emre
şöyle bir baktı, cevap verip vermemeyi düşündü, dedi ki: “Annemle kavga ettim
de, bir dolaşayım, hava alayım dedim.”
“Sağ
gözüne ne oldu, kızarıklık var?”
Gülümsedi:
“Babam da o sırada bizdeydi, çaktı birkaç tane.”
Fatih
gülecekti, tuttu kendini.
Emre
bunu sezmişti: “Rahat ol, gülebilirsin. O taraftan öyle görünüyor tabi.”
“Kusura
bakma. Olur böyle şeyler. Aldırma diyeceğim. Ben de yaşadım böyle şeyler.
Kayışında parlayan şey nedir?”
“Bıçak.
Ne bileyim, aldım öylesine, ne olur olmaz diye. Peki sen n’apıyorsun
buralarda?”
“Uyku
tutmadı. Senin için yapabileceğim bir şey var mı?”
“Yok.
Teşekkür ederim.”
“Kendine
dikkat et. Görüşürüz.”
“O
tarafa gitme.” dedi, Emre, onu koldan tuttu. “Birini arıyorlar.”
“Kimi?”
“Bilmem.
Çocuklar tehlikeli. Bana bir takım sorular sordular. Hiçbirini cevaplamayıp
tersledim. Beni döveceklerdi. Bıçağı fark edince uzaklaştılar. Gel benle. Şu
taraftan gidelim.”
Fatih
şaşkındı. Emre onun koluna girmişti dostça. Normalde onunla böyle bir yakınlığı
hiç yoktu. Vay be! Yürekli biriymiş Emre demek ki. Onun başına bir kötülük
gelmesin diye uğraşıyordu işte. Vay canına!
“Gelip
çatarlarsa ne yaparsın?” diye sordu Fatih.
“Kafa
tutar hakkımı savunurum. Zaten kafam yeterince bozuk. Öleceğimi bilsem bile
geri adım atmam. Zaten başaramazlar da.”
Emre,
sessiz ve sakin biriydi; ama damarına biri bastı mı çıldırırdı. Ne olursa olsun
karşı koyardı. Boyun eğmez ve korkmazdı. Okulda bu özelliği sayesinde kimse ona
ilişmezdi, okulun kabadayıları bile Emre’ye saygı duyar, onu kıllandırmamaya
dikkat ederdi.
Fatih
Emre’nin samimiyetine şaşırıyordu. Neden böyle olduğunu da anlıyordu ama. Gece
vakti kendini yıkık dökük hissettiği için, bir cana, bir dosta… muhtaç…
zavallı… böyle bir biçimde kim yalnız olmak ister ki…
Annesi
ve babası 1 sene önce boşanan Emre herhangi birine ihtiyaç duyuyordu ve aslında
Fatih’e arka çıkma sebebi buydu. Aniden patlak veren dostluk Fatih’in de hoşuna
gitmişti.
Aslında
Fatih koluna dolanan eli istememişti; ama reddedememişti de. Çünkü Emre’nin
yakınına hiç girmezdi, bu ikisi birbirinden hiç hoşlanmazdı.
“Bavul
ne iş?”
“Köyden
yeni geldim. Amcamın evine gidiyorum.”
Emre
güldü.
“Peki
kasket ve gözlük nedir?”
“Hayalet
oldum.”
“Bir
suç mu işledin ya da işleyecek misin?”
“Hayır.”
Fatih,
birden Ayla’yı hatırladı. Kendini berbat hissetti. 3 gün önce Ayla ve Emre
sevgiliydi çünkü. Emre, babasının antika kırmızı aracını gizlice alır, Ayla ile
ıssız yerlere, deniz kenarına bir yerlere ya da ormanlık ve kamp alanlarına
gezmeye giderlerdi. Ne yaparlardı oralarda?
1 yıl
süren ilişki boyunca neler yaşamışlardı? Fatih bunu ona nasıl sorabilirdi?
Emre
de kafasının içinde dalıp gitmişti bir yerlere.
“Nasıl
gidiyor?” dedi Emre.
“Ne?”
“Ayla
ve sen?”
“Ya
kusura bakma Emre. Kızı elinden çaldığımı düşünmüşsündür; ama öyle değil.”
“Ben
onu bıraktım.” Güldü.
“Ama o
öyle demiyor?”
“Demez
zaten. Nasıl gidiyor?”
“Bugün
buluşacaktık, gitmedim. Gidemedim.”
“Delirmiştir.”
Güldü.
“Emre, gerçekten kusura bakma; ama sormam lazım, fırsat ayağıma kadar
gelmişken; onunla…
Neyse.
Boş ver.”
“Utanç
vericisin!” dedi Emre, ters ters baktı, hemen sonra sırıttı. Aklın fikrin nerde
senin? O zaman gerçeği söyleyeyim. Evet, ara ara düşündüğün şeyleri yaşadık
önlemini alarak. Yoksa o güzel kızın bir sürü saçmalığına neden katlanırdım ki?
Kusura bakma gerçeği söylemesem olmazdı.”
Fatih’in
yüzünde berbat bir ifade gördü, fatih başını öne eğmişti.
Güldü
Emre: “Bunun ne önemi var ki? Dangalak! Sevmiyor musun onu?”
“Seviyorum
da.”
“O
zaman saçma sapan konuşma! Sen de yaparsın; onun geçmişini o zaman merak
etmezsin; çünkü seni mutlu etmiştir.”
“Ama
beni de terk ederse, o zaman mahvolurum.”
“Onu
bilemem.”
“Peki,
sen nasıl dayanıyorsun?”
“Bitti.
Aşk bitti. Ne yapayım, bitti.”
Emre’nin cep telefonu çalıyordu. Baktı. Arayan Ayla’ydı.
Gösterdi
Fatih’e: “Açayım mı? Çünkü artık senin o, izin verirsen açarım?”
“Aç
bakalım, ne diyecek? Belki de seni unutamadığını, sana dönmek istedi ğibi
şeyler söyleyecek.”
Emre başını
Fatih’e yaklaştırdı ve telefonu açtı. “Evet. Ne var Ayla?”
“Fatih
benle buluşmaya gelmedi, ona kötü bişiy mi dedin, ne yaptın, ne ettin, tehdit
mi ettin?”
Emre
Fatih’e uzattı telefonu: “Al, sen konuş.”
Fatih,
telefonu elinde buldu ister istemez.
“Selam.”
“Nerdesin
Fatih? Telefonun kapalı. Onunla ne yapıyorsun? Seni zorla mı tutuyor yanında?”
“Yürüyoruz.
Yarın görüşelim. İşimiz var.”
Ayla,
yarın buluşmak için yer ve saat söyledi. Anlaştılar. Fatih telefonu Emre’ye
verdi. Fatih sessizliğe gömüldü.
Emre
dedi ki: “Onunla neler yaptığımın hayal ediyorsun, değil mi? Hazmedemedin.
Şimdi beni dövmek isterdin, değil mi?”
“Yok,
öyle değil. Yaşanmış bitmiş. Ama aklıma gelince kötü tabi.”
“Olmadı
ki öyle düşündüğün şeyler. Öpüşmedik bile.”
“Neden?
Yani siz hiç?”
“Bana
bir şey olmazdı; ama o kötü olurdu. İşler kötü gidince; ‘bana bunu yapamazsın,
çekip gidemezsin öyle, ben seninle evlenmeyi düşünüyordum, beni kandırdın,
hayallerimi çaldın’ diye zırlar, nefret ederdi benden. Beni kötü biri olarak
damgalardı ruhunda. Bu hayatta arkanda yaralı kimseyi bırakmayacaksın. Yoksa
işin bitiktir.”
“Ben
hiç senin gibi düşünmemiştim. İlk fırsatta onunla olmak için yanıp
tutuşuyordum. Ya çok âşığım ya çok kötü biriyim, ya ahmak.”
Güldü:
“Bilemem. Ama ileriyi düşünmediğin, anlık yaşadığın açık.”
Fatih
Emre’nin gözlerinde bir ıslaklık gördü, ağlıyor muydu, ağlıyordu ya. Niye? Onu
hâlen seviyor olmalıydı. Emre, başını öteki tarafa çevirip gözlerini sildi.
Fatih, bunu fark etmemiş gibi başka yerlere bakıyordu o sırada.
“Sen nerden
edindin bu düşünceleri. Ha, tamam, annen baban boşanmış, o yüzden.”
“Onunla
alakası yok. Ama lap diye girersen işe işin sonu kötü olur, muhakkak bir bedel
ödersin.”
“Doğru
söylüyorsun, salağın tekiyim.”
Emre
güldü: “Açsın. Sevgiyi, aşkı bilmiyorsun. Onunla mutlu olman için o malum
şeylerin olmasına gerek yok. Onunla mutlu olmak için yapabileceğin milyon şey
var. Geçelim bu konuyu. Şu dört çocuk seni tarif etti bana. Onlara ne yaptın?”
“Bir
şey yapmadım. Sarışın çocuk benden sigara istedi. Yolda bulduğum sigara vardı.
4 dal verecektim. Caydım dedi. Bavulu istedi. Yanlış bir şey istemem. Kalbini
sökerler filan dedim. Sonra hizaya geldi, sigaraları alıp gitti.”
“Belki
ki sana kafayı pis biçimde takmış. Emre bavula dikti gözlerini: “Bavulda ne
var?”
“Ordalar!”
Emre
başını çevirdi ileri.
Dört
çocuk marketin manav kısmında bir şeyler çalıyorlardı.
Emre
bağırdı: “Polisi aradım, az sonra burada olurlar!”
Çocuklar
kaçıştı. Kaçarken biri elindeki poşeti düşürdü, kırmızı elmalar yere saçıldı.
Fatih
yere düşen elmalardan ikisini alıp birini Emre’ye attı. Emre elmayı yakaladı:
“Gidelim!”
Fatih
elmaları topluyordu yerden: “Ziyan olmasınlar. Toplayıp yerine koyalım
şunları.”
“Bırak.
Gidelim hemen buradan!”
Fatih
elindekileri kaldırıma koydu.
İkili
hemen uzaklaştı oradan. Kısa bir süre geçmişti. O bölgeye yakın sokakların
birinde
devriye
gezen polis aracı ihbarı almış markete geliyordu süratle.
İkili
uzaktaki polis aracının ışıklarını gördü, Fatih panikle önden fırladı. Emre de
onu izledi. Fatih bir an onu hatırlayıp başını geri çevirdi. Arkadaşını
göremedi. Koşmayı sürdürdü. Yorulunca ve kendini emniyette hissedince durdu,
beklemeye başladı. Emre’nin başının belaya girmesini hiç istemezdi, buna sebep
olmak istemezdi. Kısa bir süre geçmişti.
Arkadan,
sokak arasından kimi sesler geliyordu. Fatih, oraya ilerledi dikkatli biçimde.
Emre, dört çocuktan en uzununu yakalamıştı yakasından.
“Bunu
polise götüreceğim!”
“Boş
ver; gidelim. Üç beş elma için yakma çocukları. Değmez.”
Sarışın
çocuk abisi ya da yakını olan yapılı iki gençle geliyordu.
“Emre
şunlara bak. Bırak onu.”
“Olmaz.”
“İşimizi
bitirirler.”
“Korktun
mu?”
“Yok
da kanlı bıçaklı olmayalım bu heriflerle. En az beş altı yaş büyükler bizden.
Sakallara baksana.”
“Korkuyorsan
git. Ben ikisini de hallederim.”
“Deli
misin?”
“Hayır.
Kendime inanıyorum sadece.”
Emre
çocuğu bıraktı. Çocuk koşarak gelen abilerinin yanına gitti.
İki
sakallı yanaştı.
Yüzünde
yara izi olan dedi ki: “Bıçak yok. Üstünüzdeki bıçakları kenara koyun. Bu işi
erkek erkeğe halledelim.”
Emre
bıçağı geriye attı.
Kavga
hemen başladı. Emre biriyle kapışıyordu, Fatih diğeriyle. Fatih bu işi
beceremiyor ve hep yumruk alıyordu. Bu gidişlere yere serilecekti. Bir an
Emre’ye takıldı gözü, o da perişan oluyordu dayaktan. Fatih çöpün yanına koştu
can havliyle. Tahta, demir gibi bir şey arıyordu. Şişe de olurdu. Çöp kutusunun
arkasında kartonların altında kırık bir masa vardı. Birini çekiştirip kopardı,
koştu. Sopa yağdırmaya başladı bağırarak. Çıkardığı garip ses etkili olmuş
sakallılar bir an duraksayıp “nedir bu iğrençlik” dercesine şaşkınca
bakmışlardı.
Sakallılar
basıp gitmişti. Fatih gözyaşlarını sildi.
Emre’nin
dudağı patlamıştı, dedi ki: “İsteseler bizi hurda haşat ederlerdi. Böyle yine
iyi kurtardık.”
Fatih,
onu yerden kaldırdı: “Kırık mırık var mı birader?”
“İyiyim
iyi” dedi, Emre. “Dudağım patladı sadece. Basit bir şey. Geçer. İlk kez
olmuyor.”
İlerlediler,
ses etmeden. İkisinde de bir burukluk vardı. Emre perişan görünüyordu: “Bıçağı
orda unuttum.”
“Boş
ver. Katil olup kendini yakma da. Sen iyi birisin.”
Emre’nin
gözleri dolmuştu: “Ben iyi biri miyim?”
“Tabi.”
“Bunu
cidden mi diyorsun?”
“Elbette.”
Fatih
acıyarak baktı ona. Emre zor zamanları yaşıyordu ve aşk acısı da vardı belli
etmese de. Ama nasılsa alışırdı Emre. Fatih son atağıyla onu kurtardığı için sevinçliydi
ama. Onun için dişe dokunur bir iş yapmıştı. Ne var ki Ayla ile
gönül
ilişkisine başladığı için kendini suçlu hissediyordu, dedi ki: “Emre, kızı
seviyorsan ben girmeyeyim aranıza? Sanki onlar seni öldürsün diye uğraştın gibi
gördüm seni orada. Bir tür intihardı deliliğin.”
Emre
güldü: “Peki, sen aradan çekil. Sen ne olacaksın o zaman?”
“Aldırma
bana, bulurum başka bir kız.”
Emre
güldü deli gibi: “Ayla’dan 2 tane olsa iyi olurdu. Belki diğeriyle anlaşırdım
ya da aynı hataları yapmazdım ve ilişki bitmezdi. Birimizin çaresiz ve yalnız
kalmasından, intihar etmesinden daha iyidir ha… Kardeşim takma kafana. Sen
rahat ol. Mutlu ol. Biten ilişki bitmiştir, geri dönüş yok. Kendini bana zarar
vermiş gibi hissetmene gerek yok.”
“Gerçekten
incinen yok mu?”
“Yok.”
“Senin
bavul nerde?”
“Eyvah!
Bavul…”
Fatih
koşacaktı. Emre koldan tuttu: Dur. Yorma kendini. Babamın arabasını alayım.
Şehir dışına gitti. Gezeriz. Senin bavulu da alırız.”
“Peki.”
Emre
babasının aracının garajdan çıkardı ve yolda bekleyen Fatih’in yanına yanaştı.
Fatih araca atladı ve araç gazladı.
Emre
dedi ki: “Sen de az değilsin, ha. Bu gece içim kaynadı sana, harbiden, yürekli
birisin.”
“İyi
geceydi, seni orada tek başına bırakamazdım ki” dedi Fatih.
“Sen
manyak mısın Fatih? Suç üstümüze kalacak
ve durmuş orada elmaları topluyorsun yerden?”
“O
elmaların üstünde Allah’ın ve evrenin ne
kadar emeği var. Boşa gitmesini istemedim. İçim acıdı.”
“Hıı,
demek öyle, böyle saf düşüncelerin var demek. O zaman ben seni hiç tanımamışım
demek. Çok sevdim bunu. İnce düşünce.”
“Bavulda
ne var?”
“Sır.”
“O da
ince bir şeydir.”
Fatih’in
içine kötü bir his düştü. Sigaralar yüzünden başı belaya girerse: Evi polis
basarsa ve sigaraları bulursa? Biri onu görmüşse?
“Ya
bak Fatih… bizimkilerle aram iyi değil. Boş durup arkadaşlarla takılıp başıma
bir iş gelmesinden korkuyorlar… Bu yüzden babam çaktı… Gel senle babamın iş yerinde takılalım… Para
kazanırız.”
“Babanın
işi ne?”
“İnşaat
malzemeleri satıyor…”
“Olur.
Çalışırız güzel güzel. Benim de bir işe ihtiyacım vardı.”
“Güzel
çalışmak ha. Yok be! Sık sık benim bisikleti alıp dolaşırız. Sahile inip denize
gireriz.”
“İş
zor olmasa gerek.”
“Depoda
olacağız. Çimento yüklenecek kamyona, kireç filan…tuğla… sen ne diyorsun.”
Fatih
bavulu aldı ve aracın arka koltuğuna attı ve kendisi öne bindi. Araç gazladı.
“Söylesene
birader, bavuldaki sır nedir?”
“Sonra
açıklarım.”
“İyi.”
Emre
aracı deniz kenarına sürdü. Müzik açtı. Romantik müziğin etkisiyle Fatih
düşüncelere daldı. Ayla’yı elde etmek için kendini ne kadar çok zavallı
durumlara düşürmüştü. Emre olayı çakmasın diye ne kadar titizlenmişti gizli
gizli, sinsi sinsi. Sonunda Emre’yle ilişkisi tükenince şıp diye düşmüştü önüne
Ayla. Sudan çıkmış balık gibi, teselli ararken, sıkıntılı günlerini acısını yok
edecek bir omuz ararken. Emre’nin dediklerini düşündü: ““Bana bir şey olmazdı;
ama o kötü olurdu. İşler kötü gidince; ‘bana bunu yapamazsın, çekip gidemezsin
öyle, ben seninle evlenmeyi düşünüyordum, beni kandırdın, hayallerimi çaldın’
diye zırlar, nefret ederdi benden. Beni kötü biri olarak damgalardı ruhunda. Bu
hayatta arkanda yaralı kimseyi bırakmayacaksın. Yoksa işin bitiktir.”
“Şu
bavulda ne olduğunu söyleyecek misin, meraktan çatladım!”
“Özel
bir şey.”
“Bu
lanet bavulda ne var?”
Aracın
farları yolun kenarındaki kırmızı mini etekli kıza değdi.
“Şu
gösterişli kızın bu saatle işi ne burada? Kesin iştir!” dedi Fatih, heyecanla.
Emre
şakasını yaptı: “Alalım o zaman bakalım nedir. Paran var mı?”
“Yok.”
“O
zaman pisleşmeyeceksin. Senin benim gibi sorunları olan bir insan işte. Hayat
kafasını dağıtmış belki insanlar kalbini kırmış ve tek başına dolanıp kafasını
toparlamaya çalışıyor. Düzgün konuş.”
Pencereyi
açtı Fatih: “Hey, bayan?”
Kız
başını çevirdi. Ayla’ydı bu! Gözleri yaşlıydı. Ayla eğilip aracın şoför
mahalline baktı, Emre’yle göz göze gelince kahkaha attı deli gibi.
Fatih,
araçtan çıktı hemen: “Neden ağlıyorsun aşkım, sana biri kötü bir şey mi yaptı?
Bu saatte işin ne burada? Delirdin mi?”
Ayla
pis pis baktı, dedi ki: “İyiyim. Bir erkek arkadaşımın evindeydim. Birkaç bira
içmiştim, kafam iyiydi. Sen buluşmaya gelmeyince de berbat hissetmiştim. Sohbet
ederken yakınlaştık. Bunu yaptığım için çok pişman oldum. Ondan ağlıyorum.”
Fatih,
tokadı yapıştırdı. Ayla’nın başı bir tarafa savruldu, öne eğildi, gık
çıkarmadı, ve birden başını kaldırıp gülmeye başladı, sonra bağırarak dedi ki:
“Sevmezsen severler işte! Şlap şlap şlap! Hatayı kendinde ara, pislik!”
Fatih,
bir tokat daha attı ve Ayla yere yapıştı.
Ağlıyordu
oturdu yerde: “Yalan atmıştım; pislik! Kıskanç köpek! Başka bir erkek söz
konusu olunca hemen o işi yaptığımı düşünüyorsun. Ben yanlış bir şey yapmam,
ben namusluyum. Hiç sevmiyorsun beni. O da hiç sevmedi beni, gerçekten sevmedi.
Buluşmaya geldiğin, arayıp sorduğun yok. Babam hiç yüzünden biriyle tartışmış
ve adamı bıçaklamış, adam yoğun bakımda. Adam ölürse babam çok ceza alırmış.
Bugün yeterince sorunum var. Eski aptal sevgilimle ne halt yapıyorsun; yoksa
evlenmeye mi karar verdiniz; bilemedim gitti! Cehennemin geri dönülmez yerine
gidin ikiniz de!”
İkisi
de Ayla’ya bir şeyler söyleyip sakinleştirmeye çalıştı, Ayla sakinleşti ve
araca binmeye ikna oldu.
“Ben
yanlış bir iş yapmam. Ben asla yalan söylemem, ben dürüstüm. Beni iyi bir
kızım.”
Fatih
ve Emre tek kelime etmiyordu.
Ayla,
hiçbir şey olmamış gibi yatıya kalmaya son anda vazgeçtiği sırdaşı Jale’den,
komik şeylerinden bahsederek gülmeye başladı, tek gülen oydu.
“Bu bavulda
ne var?” dedi Ayla, “yoksa birini öldürüp içine mi tıktınız?” Güldü. Bavulu
daha öteye gitti. “Pis bavul! Sivri kenarı acıttı. Ben de diyorum bu acı nerden
kaynaklı?”
“Emre,
sağ yap” dedi. Fatih. Yolu tarif etti: “Hızlı sür şunu, bir yanlışlıktan kurtulmam
lazım.”
“Ne
oldun birden, pirelendin?”
“Bavulda
ithal sigaralar var. Çöpün yanında buldum. Belli ki biri soymuş marketin
birini.”
Emre
aracı daha süratli sürdü.
Malum
yere yaklaşmışlardı. Emre aracı geride durdurdu. Çevre emniyetli görünüyordu. Fatih
araçtan fırladı. Bavulu çöpün yanında açtı, çuvalı aldığı yere bıraktı. Koşarak
araca döndü.
Emre
aracı yürüttü. Müzik açtı.
“Şimdi
nereye gidiyoruz?” dedi Emre.”
“Köyüme
doğru sür.” dedi Fatih.
“Kasketi
niye attın? Onu sevmiştim.”
“Boş
ver.”
“Yok;
onu dönüp alalım.”
“Ama
adamların bizi patakladığı yerde.”
“Olsun.”
Emre
aracın yönünü değiştirdi.
Gençlerin
arasında yepyeni bir enerji yayılmış, bir koyu sohbet başlamıştı. Pazar günü plajda
kızlara
karşı erkekler voleybol maçı yapmayı planladılar.
Üçünü
de yıprattığı için o aşk saçmalığından söz etmiyorlardı.
Böyle
huzur vardı. Kimsenin kalp kırıklığı yoktu.
İsa Kantarcı
Yorumlar
Yorum Gönder