İLK AŞKLAR, "İYİ KIZLAR AŞIK OLUR" ROMANINDAN BİR ÖYKÜDÜR
Üniversitede
ilk yılı başarıyla bitirmişti. Ziraat mühendisi olacaktı, ailesi ısrarla bunu
istemişti, o da çiftlik işleri sevdiği için buna karar vermişti. O muhteşem yaz
günlerinde çiftlik evinde her işe yardım ediyor, tarlada çalışan işçilerle
takılmaktan, onlarla iş yapmaktan çok hoşlanıyordu, tarlada ağır işte çalışmak
zorunda değildi ama onlara yakın olmak için zordan kaçmazdı, onlarla çalışıp
yorulup yemek yemenin hazzı başkaydı. Deli gibi acıkırdı, yoldum deyip iş bırakmazdı, acıktım deyip iş
bırakmazdı, oturup çay içeyim deyip işi bırakamazdı, bıraksa bırakır, giderdi mutfakta
kendine et kızartıp tıka basa yerdi, ama hayır, onlarla çalışırken onlardan
biri gibi hareket ederdi, hiçbir ayrıcalığı yokmuş gibi yapardı, ailesi bu
duruma kızardı, kendini heba etmene gerek yok derdi, o yoğun iş günlerinin
birinde tarlada çalışmaya gelen yeni bir kız dikkatini çekti. 14 yaşındaki bu
kız diğer köylü kadın ve kızlarının arasına katılmıştı, Coşkun, iş yaparken
gözleri hep kızın üstündeydi, çaktırmadan onu izler, ona yakın olmaya
çabalardı, kızın saf ışığını onu görür görmez fark etmişti. Fakir köylü bir kız
olduğu apaçıktı, sarı saçları bir
başkaydı, Coşkun’un gördüğü hiçbir sarıya benzemiyordu, uzun kirpiklere sahipti
zarif kız, mavi gözleri iriydi, mavi gözlerinden taşan şey, o ışık, o tatlı
bakışlar…güneş gibi parlıyordu bu ince ve ufak kız. Coşkun onunla selamlaşmaya,
ahbaplık kurmaya başladı, dostça sohbetler ilerliyordu iş esnasında, ona yakın
bulunmaktan, onunla sohbet etmeden büyük haz alıyordu. Köylü bir kız gibi değil
de, kibar kibar konuşan ses tonu da güzel bu parıldayan kızı her gün görmese
olmazdı, alışkanlık büyüyordu. Coşkun onu evinin yoluna bırakıyor, bir süre
yürüyorlar, kız; “Coşkun abi daha gelmesen, dedikodu olur” diyor, Coşkun da
oradan kızı bırakıp yoluna gidiyor, kimdir nedir, kimlerle yaşıyor, delice
merak ediyordu, kıza sorular sormuş kız soruları geçiştirmiş, konuyu başka
taraflara getirmişti, Coşkun kız hakkında bazılarına sorular sormaya başlayınca,
onun hakkında soru sormasan iyi edersin diye yanıtlar almış, kimse kız hakkında
konuşmak istememişti. Köydeki yaşlı bir adam birkaç şey anlatmıştı, ve Coşkun
dehşete kapılmıştı.
Songül,
halasıyla kalıyordu, annesi babası boşanmıştı ve çocuklar bir yerlere
dağılmıştı, çalışıyorlardı ve kendilerini kurtarmak peşindeydiler, en ufakları
Songül’dü, hala Havva ilk evliliği yıllarında kocası işteyken biri girmeye
çalışır, sesi duyar ve pencereden tüfekle ateş eder, başka bir gece yine bir
tıkırtı duyar ve kadın hazırlıklıdır, günlerdir onu beklemektedir,
Elinde
kısa bir balta vardır, adam tornavidayla pencereyi açmaya çalışırken
beklemektedir,
Ses
kesilir, kenardan bakar, adam oradan uzaklaşmıştır, saatler sonra, yatağa
yatmış tam uykuya dalacağı sırada başka bir pençeden tıkırtılar geldiğini duyup
korkuyla ayağa kalkar, beş yaşındaki oğlu koynundadır. Diğer oğlu sağırdır ve
yatağında bebek gibi uyumaktadır.
Uyanan
çocuk ağlamaya başlar ve onu susturmaya çalışır ve eline tüfeği alır, diğer
elinde balta, sesleri dinler. Ses yoktur, salona doğru usul usul ilerlemeye
karar verir, yatak odasından tam çıkacağı sırada, dakikalar önce kapıyı levyeyle
ustaca açmıştır adam, Havva salona çıkan koridora adımını attığı anda nefes
sesi duymuştu, orada biri vardı, duvarın ardında saklanan adam fark edildiğini
hissetti ve bu sırada şangırtı koptu, cama iri bir taş atılmıştı. Havva korkuyla
yerinden sıçradı, tüfek elinden düştü, başını o tarafa çevirmişti, adam hücum
etti. Havva, baltayı savurmaya fırsat bulamamıştı, adam onu itip yere yıkılmıştı,
çocuk korkuyla çığlık atıyordu, kırık pencereden diğer adam içeri girmeye
çalışırken elini ve yüzünü sarkıt gibi duran cam parçaları kesti ve geri çekildi,
tekmeyle kırmaya çalışıyordu sivri camları, Havva, yerde adamla boğuşuyordu,
adam elindeki iple kadının ellerini bağlamaya çalışırken, “yardım et,
tutamıyorum!” diye bağırdı, Havva bu iki adamın elinden ne olursa olsun
kurtulması gerektiğini anlamıştı. Çocuklarına zarar gelmesinden daha çok
korkuyordu, Uzun boyluydu, 1;90 vardı, elinde baltayla saldırıyorsa 3 metre
olurdu gözünde,
iri
yapılıydı, ufak tefek adam diz vurup başını üstünden top gibi duvara fırlattı.
Başı duvara toslayan adam kıvranırken diğer adam yetişmişti. İri bıçağı çıkarmış,
“kıpırdama ayı!” diyordu, çocuğu kapmıştı, bıçağı çocuğun gırtlağına dayamıştı.
Havva durdu, başından kanlar akan diğer adam toparlandı, “boğa gibi güçlü be bu
kadın,” güldü, ama kadının bir metrelik kalçası için her şeye diğer, diğer adam
dedi ki; “durma, git öteki çocuğu yakalayıp getir, bu ayı bizim işimizi
bitirmeden!”
“Tamamdır”
deyip gitti.
“Çocuğu
bırak, sana istediğini veririm.”
“Önce
seni bağlayalım” dedi.
Ufak
çocuk durmuyordu, adamın elini ısırınca “seni pis köpek yavrusu!” dedi, çocuğu
bırakmak zorunda kaldı. Havva atıldı, bıçağı savurdu adam kadının bir elinin
parmakları kesildi; ama durmadı, bıçağı alıp adamın gırtlağını kesiti. Çarçabuk
koyun keser gibi. Baş gövdeden ayrılmak üzereydi.
Diğer
adam sağır erkek çocukla boğuşmuş, onu tutup çekerek getirmeye çabalıyordu ve
çocuk bağırıyor, ağlıyor ve direniyordu, bir yumruk attı ona ve çocuk direnmeyi
kesti, onu sürüyerek yatak odasına getirdiğinde ay ışığının aydınlattığı cesedi
gördü, adamın boğazı kesikti; ama ölmemişti, garip sesler, korkunç bir yaratık
gibi sesler çıkarıyor, can çekiliyordu, ayakları hızlı hızlı kımıldıyordu,
duvarın kenarında onu bekleyen Havva, baltayı indirdi, ve bıçakla onun da
boğazını kesti.
Havva,
evin dışına çıktı ve bir sigara yaktı, bu adamlardan bir tane daha var mıydı?
Belki dört taneydiler, elinde el feneri, yaralı eli sargılı, mısır tarlasında
dolanıyordu, ses duydu, bir adam şarkı söylüyordu. Ses yaklaştı, uzun yol
kamyon şoförü kocası orada oturmuş içiyordu, kör kütük sarhoştu.
Önünde
yere saçılmış paralar vardı, o kadar çok para vardı ki.
“Karımın
işini bitirdiniz mi?” diye sordu, “Yaşar, sen misini? O lanet karıdan öylesine
bıktım ki. Hem gebermesi çok iyi oldu, öldürdünüz onu değil mi, siktiniz onu
değil mi?”
Yaşar,
genç bir sevgili bulmuştu. İki arkadaşı karısıyla birlikte olmak için ona çok
para ödemişlerdi. Ve adam karısının ölmesini de istiyordu. Köyden birilerine
karısının para karşılığı bazı adamlarla yattığı yalanını atmıştı. Karısının
kulağına çalınmıştı bu dedikodu, onu bir elime geçirsem doğduğuna pişman
edeceğim diye düşünür, ağlamaktan mahvolurdu, kahroluyordu, nasıl bir insan
böyle yalan atabilirdi. İtibarı sıfır olmuştu.
Adamlar
onu öldürmeyecekti; “ama öldüreceğiz” diye yalan attılar, bu adamlar bu kadını
görmüşlerdi, o eve defalarca gelişler, içmişler, yemek yemişlerdi, bu iki bahtsız
ve yalnız adam kadına hayran kalmışlardı, onunla yatmak için her şeyi
yaparlardı, onun muazzam büyük kalçalarını görüşlerdi, eve yatıya geldikleri
bir gün. Kadın banyodan çıkmıştı. Adamların içerde olduğunu bilmiyordu.
Havva,
arkadan adama yanaştı ve onun da boğazını kesti.
Üç
kesik başı da gidip köy meydanına attı.
Sonra
tutuklandı. 10 yıl hapis yattı.
Coşkun,
duyduklarından sonra dehşete kapıldı.
“Yaşlı
adam kızdan uzak durmam için uyduruyor, abartıyor” diye düşündü.
Ve
kızı bıraktıktan sonra saklandı ve onu tarlalardan geçerek takibe koyuldu.
Küçük
kız mısır tarlalarının ve koca koca ağaçların çevrelediği bir evde yaşıyordu,
tıpkı Hüseyin dedenin anlattığı gibi, mısır tarlası içinden tek katılı evi
gözetlerken, “bu evde iki kişinin başı koyun gibi kesildi ve üçüncü de buralarda
bir yerde, evin mutfak penceresinin yüz metre karşında üçüncü adam kesildi, tam
bu cıvar olmalı” diye düşündü. “Sahiden o kadın o kadar korkunç muydu, o kadar
uzun, güzel güçlü ve devasa kalçaları mı vardı, yok be, yalan atıyor olmalıydı.”
O zamanlar kadın 22 yaşlarındaymış. Şimdi kırk olmalı. Yok camım, hiçbir
kadının kalçası da bir metre olmaz ki.” Güldü. Ama korkuyordu.
Tek
katlı, bakımsız, perişan bir evdi burası. Coşkun, eve doğru biraz daha yaklaşayım
dedi, bir bok görmüyorum, o ayı kadını çok merak etmişti ve iri köpek, kangal
köpeği uykusundan uyandı, havlıyordu, Coşkun’un korkudan zıpladı kalbi, Havva; “ne
oluyor be oğlum” dedi, kapıya çıkmıştı, Songül’le birlikte: “Hala, sal onu
gidip bulsun o her neyse.”
“Sarhoşun
tekiyse öldürür adamı, başımız belaya girer.”
“Bizi
gözetleyen sapığın tekiyse? Bize tecavüz etmek niyetindeyse?”
Havva,
köpeği saldı ve Coşkun zincir sesini, diyaloğu duymuştu; fırladı. Köpek mermi
gibi fırlamıştı. Allah’ım diyordu Coşkun, lan niye
köpekleri
olduğunu söylemedi ki. Ha, Songül arada söylerdi, “acaba, aslan ne yapıyor
acaba, aslan nedir dediğinde kedim demişti, kedisinden söz ederdi, yalan atmış
meğerse.
Havva,
bağırdı at gibi koşturan köpeğin ardından, “aslan tut, yakala o şeyi!” diye
bağırıyordu. Coşkun, tarladan çıkmak üzereydi, burada bir armut ağacı olacak,
oraya çıksa, olmaz, biraz daha dayanırsa dere var, köpek arayı kapatıyordu,
iriydi ama kısa mesafede iyiydi, Coşkun ağacı geçti ama ağaca tırmanmadığı için
pişmandı, burada bir yerde eski bir ahır
vardı, hayalet gibiydi, onun içine saklanabilirdi. Ahırın eski kapısını
açmaya çalışırken telle bağlıydı, ahırı arka tarafından yavruları olan köpek
hırlamaya başladı, iki erkek köpek sesi geldi, Coşkun fırladı, meyve bahçesine
daldı, bu sırada koşarak gelen köpeği diğer köpekler karşıladı, onlar kapışırken
Coşkun arayı açma fırsatı bulmuştu, kangal köpeği onlardan kurtulamaya
çalışıyordu ama köpekler peşini bırakmadı, kangal geri dönmek zorunda kaldı ve
köpeklerde biri coşkunun peşine düşmüştü.
Kan
ter içinde kalmıştı ve yerden toprak taş bulup fırlatıp bağırınca köpek
durakladı, şaşırdı ve vın diye kaçtı.
Havva
10 sene hapis yatıp çıktıktan sonra bütün köylü ondan uzaklaşmıştı, ondan deli
gibi korkuyordu, “farkında olmadan yanlış bir laf ederiz de onun da zorunda
gider de kafamızı keserse” diye bir korku vardı herkeste, halanın olduğu evin
yakınından geçen yolda akşam ve gece kimse geçmezdi.
Havva,
köye inerse omuza bir balta koyardı, onu gören yolunu değiştirirdi.
Onu
gören, korkudan lafını unuturdu, Havva da şöyle gevelerdi, tarlada çalışan
kadınların yanından geçerken: “Ne olacağını Allah bilir ya, günün birinde yine
kopartacağım bir kafa, sonra bir tane daha, sonra bir tane daha, öncekinde
yırttım küçük bir cezayla, haklıydım,
Bu
kez haksız olsam da kopartacağım bazı kafaları, tekiniz bile arkamda durmadı,
orospu saydınız beni, bir taneniz bile arka çıkmadı, günün birinde bazlarınızı
kesersem, evinize gelir kesersem, sıcacık yatağınızda yatarken…şaşırmayın,
korkmayın, baltama bıçağıma kuzun gibi teslim olun, bağırıp çağırmayın, zorluk çıkmayın…çok
ağladım ve yalnız kaldım, sizin tarlalarınızla sizle başka tarlalarda çok
çalıştık sizi sevdim ama hepiniz kalleş çıktınız. Bu yanınıza kar kalmayacak
bilesiniz. Birininiz alırım gece, keser gömerim, kimse bulamaz, önceki saflığım
kafaları köy meydanına atmaktı, hakkımda dedikodu yapana bu olur demek istedim,
ama daha öyle yapmam, keser biçer ve gömerim kimse bulamaz.
Her
gördüğüne böyle söylemlerde bulunur lafa atardı. Kafalarını nasıl gövdeden
ayırdığını, adamların nasıl acı çektiğini, boğazdan akan kanın sesini taklit
ederdi, insanlar dehşete kapılır kaçar, hala ise kahkaha atarak gülerdi.
Olay
yerine gelen köylülerin anlattıkları…bunu duyanlar nasıl dehşete kapılmasın,
her yer kanla kaplanmış, çırpınan cesetler…hayvan can çekişmesine dayanamayan
bu normal inşalar insanın can çekişmesi sahneleri…duydukları korkunç
hissettirirdi ve rüyalarına girerdi, halanın katliamı efsane olmuştu köyde.
Yaşlı
annesiyle yaşarken yalnızlık tuğla gibi vuruyordu yüzüne, canı acıyordu, birkaç
inek bakıyordu ve para lazımdı, böyle geçinilmiyordu. Onu kimsenin tanımadığı
bir yerde iş bulabilirdi, burada da bulabilirdi, köylüler ondan korktuğu için
ona iş verebilirdi; ama buradan uzaklara gidip kafa dinlemek, yalnız kalıp
geçmişinden uzak kalmak, hayatını yaşamak istiyordu ve evi terk etti, yaşlı
annesi idare edebiliyordu arada uğruyordu eve.
Çocuklarla
annesi ilgileniyordu, biri eşekten düştü öldü, ufak olan, sağır olan ise uzak
bir şehre çalışmaya gitmişti, elde avuçta sığınağı hiçbir şey kalmamış ve tek
annesi kalmıştı, o da giderek elden ayaktan düşüyordu, yeni hayatına dair
yepyeni umutlar yeşerirken, o eşeğin başını kesti. Çok asabi bir eşekti ve
ölümü hak etti diye düşündü, ve bu da efsane biçimde yayıldı köyde, eşeği astı
kesti diye, işkence etti diye. Biri görmüş. Bire bin katarak anlattı köylüye.
Sonra
evin kedisini kuduz sanarak evin önünde incir ağacına astı, kedi kıvranarak
ölürken bazıları bu olayı gördü, veterinere götürdü kafayı, kedi kuduz
değilmiş, bütün bunlar halanın gaddarlığını, katliamcılığını, bundan hoşlandığı
efsanesini perçinledi. Hatta köyün lakabı çıkmıştı, gaddar kadının köyü diye,
köy artık bu lakapla anılıyordu.
Ve
yeni bir köyde işe başlamıştı, kambur ve yüzüne kimsenin bakmadığı bir adamla
yemekte sohbet etmeye başladı, asabi ve küfürbaz adamla kimse muhatap olmak
istemiyordu ve ateist bu adam içmeyi seviyordu, günahlar ve acınası adama tarla
sahibi üç beş kurup alır diye iş vermişti, adam bu iş için yalvarmış,
ağlamıştı, karşısında ağlayan sakallı ve saçlı başı uzanmış bir adam gören yaşlı
kadın, bu dinsiz imansız beli yola gelir iyilik edeyim diye düşünmüştü, çok
zayıf bir adamdı, karga leşi derlerdi ona, kambur adam, simsiyahtı yüzü, bir
kargası vardı, onunla konuşur sohbet ederdi, köpek kulübesine benzeyen bir
barakada tek başına yaşardı, tarlada çalışan karı kızlardan birini kandırıp
yatağa atmak peşindeydi ama kimse ona pas vermezdi.
Günün
birinde Havva; “kimse var mı?” diye bağırdı kapısında, “uzun adam neredesin?”
Kambur
adam ona kapıyı açtı, korkuyla titreyerek, kafamı mı kesmeye geldi acaba, bir
yanlış mı yaptım ona, geçen sefer kalçasına çok baktım, hesap sormaya geldi
kesin; bittim”
Hemen
özür dilemeye başladı: çok özür dilerim Havva kardeş. Ne desen haklısın. Bokun
tekiyim, bağışla.
Ne
geveliyorsun ya, bir çayını çorbanı içmeye geldim.
Numara
yapıyor olmalıydı, benim çayımı kimse içmek istemez ki.
Sonra.
Yok canım. Hesap sormaya gelmedi herhalde diye düşündü. Peki bu iri, Artvin
boğası gibi, anıt ağaçlar gibi görkemli, bak bak gözünü alamayacağın bu eşsiz
varlık nasıl odu da ona gelmişti, çay vardı, kuru çay ve ekmek zeytin çıkardı,
Havva
yere bağdaş kurup oturdu ve sarı eteğin kapladığı iri baldırlarına bakakaldı.
İçi gitti, bakmamaya çalıştı, Havva evin sağını solunu inceleyerek, orada
kambur adam yokmuş gibi bir hava inceleme yapıyor, keyifle çayını içiyordu.
Kambur
adam dayanamadı, fırsattı ve kadının bacaklarına göz dikti. Çok
heyecanlanmıştı.
“eteğini
biraz açar mısın baldırlarını göreyim?” dedi.
Havva
güldü.
Tilki
gibi bekleyen, ağzındaki dişlerin çoğu dökülmüş, ön dişleri olmayan ve
diğerleri ya kırık ya da simsiyah olmuş kambur adam sırıtıyordu.
Havva
sert, öfkeli bakıyordu.
Çok
özür dilerim, saçmaladım, bunu unut lütfen. İşte benim .çöplük böyle. Sucuk ve
yumurta var, yapayım mı
Yap.
Ama az önce taciz ettin beni; önce bunun hesabını vermen gerek. Az ötede,
masada duran baltaya çevirdi gözlerini kambur adam.
Bunu
sakın düşünme.
Düşündüm
çünkü baltayı eline verecektim, kafamı kes diye, ama kesmeden önce bacaklarını
baldırlarını aç göster bana, ,sonra kafamı koparabilirsin. Adam ağlamaklı
söylemişti bunları.
Baltayı
bana getir.
Kambur
adam korkuyla kalktı yerinden, baltayı alıp getirdi.
Havva
baltayı tek eliyle tuttu, şimdi bana yumurtalı sucuk yap.
Yerde
küçük tüp vardı, kambur adam işe girişti, arkan bana dönük olsun
Arkam
dönükken baltayı indir diye mi? aniden indireceksin, ölümün geldiğini bilmeden
pırt diye gideceğim. İyi fikir. Namını duydum, sana sulanmak büyük hataydı.
Tamam, bana bir yerini göstermesen de olur, karşımda biraz dans etsen? Sonra
beni öldürsen? Sigara içip seni seyretsem?
“İşine
bak!”
“Beni
öldürdüğünü anlarlarsa hapse girersin, yumurta yersen iz bırakacaksın tabakta
çatalda, çay bardağında parmak izin çıkacak, o bardağı yok etmen lazım, şurada
çuval var, tabağı, çatalı da çuvala at, bir yere göm, beni gömersen iyi olur,
cesedi bulamazlarsa cinayet de yoktur.
Geçen
hafta hani beyaz etek giydiğin gün, hep kara şalvar giyerdin ama o gün beyaz
etek giymiştin. Ve bacakların 30 santim kadar ilk kez açıktaydı, o gün benim
için rüya gibiydi, seni uzaktan gördüm, şu tarla kenarındaki ağaç kesme işinde
sorumlu iyi ki bana görev verdi, yoksa yanına gelip bacaklarını göremeyecektim,
kimse de gelmek istedi, sorumlu kaç kişiye dedi, kafamızı keser, kaza maza der
çıkar işin içinden dediler. O şişman adam..
Şişman
adam ağaç keserdi, budama yapardı,
Elektrikli
testereyi istedi Havva: “Ver ben yapayım.
“Sen
beceremezsin.”
“Yaparım
ustam ver bana.”
“Sen
bunu boş ver de anlat bakalım, üç kafa kesmişsin filan?”
“Orasını
karıştırma.”
Şişman
adam güldü: “Üç kafa kestiğine inanmıyorum, bir kadın bunu asla yapamaz. Köyde
şahane yalan bir efsane duydum hakkında. Bire bin katıp anlatıyorlardı, çok
bunaldım bu masaldan. Bence senin bir sevgilin vardı ve cinayetleri o işledi.
Sen az ceza alırsın diye, namusumu kurtardığın ayağına öne çıktın,”
“Konuyu
kapatsan iyi edersin.”
Kapatmazsam
ne olur, sevgilin benim de kafamı mı kesece? Güldü, “Sen bence bu köyden değil
de, şehir dışından başka köylerden iş yapmak için gelen gençlerden biriyle
kafaları uydurdun, o gece onunla sevişirken kocanın dostları sizi yakaladı, ve
o iki adamı katletti, kocanı. Yaptığınız iş gerçekten polisiye filmleri
aratmayan türden.
“Bak
seni yine uyarıyorum, şu ağacı keselim, ve var git yoluna.”
“Ağaç
kesilecek tabi.”
Bu
arada kambur adam ikisinin sohbetini sigara içerek içiyor ve koynunda ilaç
şişesine koyduğu viskiyi arada çıkarıp içiyor. Çıt etmiyor, bakalım bu muhabbet
nereye gidecek diye zevkli, şu şişman adamın kafası kesilecek mi ne olacak çok
merak ediyor. Müdahale ederse kabak başına patlar, ve Havva onu sinek gibi
ezer, bu tarla köyden uzakta ve civarda kimse yok, Havva, şişman adamı ve
kendisini öldürse kim bilecek ki, tanık filan yok.
“Sen
şu olayın gerçeklerini bana bir anlatsana, kimseye anlatmayacağım, söyle,
gerçeği anlat.”
Sabrımı
çok zorluyorsun.
Ya tamam,
nasıl öldürdün adamları, olayı baştan sonra anlat.” Oturdu şişman adam,
gerçekten öldürdüysen olayı başlatan sonra anlat, ben de diyeyim ki efsane
denen şey harbi gerçekmiş. Ama gerçeği istiyorum, duymak istiyorum olayı senin
ağzından?”
“Bana
acı veren şeyleri deşme, hatırlamak istediğim olayları anlatmamı isteme,
toparlan, kalk şu ağacı keselim.”
“Ağaç
kolay Havva.”
“Bak
sabrım taşarsa kafanı koparırım kuş gibi!”
Adam
güldü; “bak orada kambur var, o zaman onun da kafasını kesmen lazım.”
Havva,
dönüp kambur adama baktı.
“Ver
şu testereyi” deyip elini uzattı,
“Ya
bırak, sen ne anlarsın ağaç kesmekten, bu iş için beni tuttular!”
“Ben
de yaptım bu işi!”
“Ya
bırak kolunu koparacaksın bir yerini keseceksin.”
Ayağa
kalktı şişman adam.
“Tamam,
patron sensin. Sen bana söyle, dediğin gibi yapayım.”
“Hah
şöyle, testereyi uzattı aniden, yakala!”
Havva,
testereyi alırken yere düşürdü.
“Hay
senin yapacağın işe, bir bok beceremedin!”
Eğildi
baktı, kırılmış şurası, amına koyim! Gül gibi testeremi kırdın!”
“Sik
gibi uzattın, vurdun elime.”
“Hayır;
yakalayamadın.”
“Testere
öyle verilmez. Ayrıca bu testere yeni değil!”
“Ya
bırak! Yalan atma. İkinci el olabilir ama sağlamdır, kırdın sıçtın batırdın.
Defol git başımdan! Çekil şuradan adi beceriksiz karı!”
“Sen
bana nasıl beceriksiz karı dersin ulan!” dedi elinin tersiyle bir vurdu, şişman
adam tokadın etkisiyle yan tarafına bir takla atıp leş gibi serildi yere,
“başım!!! Oy başımm!” diye inliyordu, başını topraktaki taşa çarpmıştı, başı
yarılmıştı, boynum, boynum, boynumu kırdın!!! kımıldayamıyordu.
“Bir
şeyin yok, kalk ayağa. Ağacı kesmemiz lazım.” Bir tokat indirdi.
Seni
dava edeceğim, seni dava edeceğim, muhtar amca oğlu, işin bitti, sürüm sürüm
süründüreceğim mahkeme kapılarında, ceza alacaksın, tazminat cezası da alacaksın.”
Havva
bir tokat daha indirdi.
“Ne
cezası, yok öyle bir şey, kambur, de bakalım buna ne oldu?
“Şey
şey Havva abla…şey.”
Şurada
bir asabi eşek vardı, köyün en asabi eşeği…”
“Evet.”
Ona
binmeye çalıştı. Çifte yedi, çok kızdı, eşeğin götüne sopayı sokmaya çalıştı ve
eşek onu yine teklemedi, ısırdı, öyle değil mi?
Evet,
oradaki uzanmış acıyla kıvranan eşek, ha tabi diğer asabi eşek tam da dava edilecek
türden, ama uzanan eşek asıl suçlu.
Kalk
lan yılan! Kalk yoksa tokadı yersin!”
Şişman
adam ağrı sancı çekerek doğruldu.
“İyisin
iyisin. Tekrar et; iyisin.”
“İyiyim;
tabi ki iyiyim.”
Testereyi
çalıştırdı.
“Ver
ben yapayım” dedi, “sen dinlen, acın çok
Şişman
adam oturdu, başını çevirdi kambura
“Sen
gününü görürsün seni yalancı pislik” dercesine ona pis bir bakış attı.
Başını
salladı.
Kambur
ise ona sırıttı, dil çıkardı, ayıp bir el hareketi yaptı: “Ananın amını
görürsün sen. Baş sallama bana!”
“Havva,
seni izliyordum, kalçanı, endamını, titreşiyordu kalçan. Ne güzeldi, rüya
gibiydi, muazzam mutluydum, beyaz bacaklarına bakıyordum, cennetteydim sanki.
Sonra. Ağacın gövdesini traktörün römorkuna yüklemek işi geldi çatı, iki öküz
bile yapamazdı bunu, tek başına o ağacı kaldırdın, hayretler içinde kaldım, sen
boğalardan daha boğaydın, hükümdardın, sen ilahtın. Gözlerime inanamadım gücünü
görünce.
Bu
sırada Havva evin içerisini izliyordu, bir köşede ocak yakılmış, isten simsiyah
olmuş ahşap kulübenin duvarları, ötede çul battaniye gibi kirden siyahlaşmış
bir posta dönmüş şey duruyor, böcek kabuğuna dönmüş battaniye, bu adam burada
nasıl yaşıyor diye düşündü.
Benimkisi
de yaşamak mı burada. Başını çevirip ona baktı.
“Bir
daha sakın başını çevirme, seni hemen öldürmem ve işken ce yaparım!
“Bağışla,
o güzel yüzüne bir bakayım dedim.
Ya
ben ister miyim böyle olmak, bu bok çuvalı içinde yaşamak; ama sorun değil;
karnım doysa ekmek zeytinle yeter, sorun yok; ama şu kamburum olmasa ben
istemez miydim ev ocak kurup bir kız almak, kambur her şeye engel. Bu siktiğim
hayatı böyle yaşamaya mecburum, bu kambur olmasa ne güzel bir hayatım olurdu.
“Kızlara
kadınlara nasıl baktığını gördüm, onları yer gibi, çiğ çiğ yer gibi.”
“Yok;
18’den küçük kızlara asla bakmam!”
“Birisini
kandırsan yaşı küçük müçük demezsin!”
“Yok;
asla işim olmaz. Suçtur; hapse girerim küçük kızla olursam, asla bulaşmam.
Küçük kızları kızım gibi severim.”
“Hiç
sanmıyorum. Eline düşse affetmezsin. Ama merak etme, bütün kötücül ve sapık
hayallerden kurtaracağım seni. Kamburluk, geçim sıkıntısı, bütün dertlerin
bitecek.”
“Bitsin,
senin elinde ölmek de bir şeref olacak benim için, pili bitmiş bir böcek gibi
bu köşede gebereceğime, yaşlanıp başkasına muhtaç olacağıma ellerinde can
vermek benim için bir kurtuluş olacak. Ya Havva alınma kızma ama demeden
edemeyeceğim…hikayeni bilmediğim zamanlarda sana bakardım ve ya bu gösterişli
kadını neden kimse almıyor, neden bu kadın kimseyle evlenmiyor diye düşünür
dururdum, sana acırdım, senin gibi boylu poslu bir kadın hiç görmedim, dağ
gibisin, bakışların donuk ama gülünce gözlerinin içi güler, o hallerine taptım,
bir kadına erkek şart, korur kolar, kadın yalnız yapamaz, erkek yalnız olur baş
eder, ama kadına bir erkek şart, gölgesi bile şart, yalnız kadına göz dikerler,
ele geçirmek isterler, kullanmak sömürüp atmak isterler, tuzak kurarlar; ama
erkek başka, her haltı yer, orospu bulur tatmin olur, ama kadın başka, gecenin
üçünce ıssız bir yere gitsen biri görse nedir bu kadın ne ayak, orospu mu diye
düşünürler ve hemen birileri damlar yanına ya da ıssız yere giderken pembe
eteğini rüzgar uçursa fırına ve beyaz külotunu aşırsa birden çekip alsa, güzel
kalçan ortaya çıksa ve birileri seni görse,
üstüne çullanır. Fırtınanın da pislik olanı vardır.”
“Sapıtma!
Menemene odaklan. Yoksa seni öldürmen beter ederim kambur!”
“Kusura
bakma birden esti de.. özür dilerim…seni taciz etmek istemedim…”
“Dönüp
sana bir kez bakabilir miyim?”
“Bakarsan
cüce aletini keser ağzına tıkarım!”
“Çok
özür dilerim.”
Kambur
adam ağaç kestiği güne gitti, ağaç kesilmiş, traktör römorkuna yüklenmişti,
“Havva
kardeş çok yorulun.” Kan ter içinde kalmışlardı. “Gidip derde elimizi yüzümünüz
yıkamaya ne dersin?”
“İyi
olur.”
Derede
suya girerse Havva, ıslak giysiler vücuduna yapışır, vücut hatları meydana
çıkardı, onu bir şekilde suya girmeye ikna ederse ya da suya iterse.
Dereye
geldiler. Derenin göl olduğu kısma yanaştılar.
“Kardeş
sen suya gir, elbiselerini çıkar rahat ol, ben arkamı dönerim, biri geliyor mu
diye kontrol ederim.”
“Yanıma
gel” dedi Havva.
“Neden?
“Gel
bir şey diyeceğim.”
Yanaştı.
Havva
onu enseden tutup suya fırlattı, kamburlu takla atarak suya düştü, kurbağa
gibi.
“Ya
ne ettik kardeş?”
Havva,
elini yüzünü yıkadı.
“Gidiyoruz;
hadi gel sürüngen. İşin gücün çakallık değil mi?”
“Ya
yok vallahi billahi Havva bacım olur mu öyle şey.”
“Çok
konuşma. Yürü! Şişko bizi bekliyor.”
“Ya
fena dövdün adamı, başına iş açmasın?
Şişkonun
yanına geldiler.
“N’aber
lan moloz?!” dedi Havva.
“Su
şişesiyle su getirmişti,
“Su
getirdin demek, ölülerinin ruhuna girsin, delice susamıştım.
Havva,
şişenin kapağını açtı ve adamın yüzüne fışkırttı.
“Ne yapıyorsun
be!?”
Sıcaktan
yandın; ferahla diye sana su getirdim.”
“Siz
ikiniz ne yaptınız derede?”
“Oynaştık
biraz.”
Havva,
kambura baktı.
“Oynaştık
değil mi?”
“Evet
efendim.”
“Ya
Havva kardeş, orada oynaştık dedin ya, dünyalar benim oldu o an, gerçek
gibiydi, o salakla dalga geçmek için attın bir yalan; ama ne güzel yalandı o. Çocukluğumda
tarlalarda gelincikler görürdüm, onları koparır anneme götürürdüm, annem
kucaklayıp öperdi beni, çok ufaktım, sen oynaştık deyince o zamanlardaki gibi
sevindim. Ya Havva, seni gördüğüm, senden, endamından, yeşil gözlerinden
gözlerimi alamadığım o zamanlar, ya çıldırıyordum, bir ben mi bu kadının
büyüsünü, güzelliğini fark edenim derdim, kimse yanaşmıyor, kimse sevdalanmıyor
bu kadına, neden kimse sevmiyor arzulamıyor bu kadını, bu yalnız, yapayalnız
kadını, sonra çocuğunun olduğunu öğrendim, sorun değil, neden bu kadını kimse
elde etmek, arzulamaz, neden bir ömür boyu sevmek istemez, hastalandığında ona
bakmak istemez, güldüğünde gülüşüne tanık olmayı… ya Havva, seni, diyaloglarını,
köylülerdeki yankını duydukça.. ya sen korkunç biriymişsin, dışardan göze hoş
gelmen başka, sen bir canavarmışsın, ikini biri lafı eşeğin başını kestiğinden,
kediyi astığından, o adamları nasıl öldürdüğünden, sıcak kanı ellerinde yüzünde
hissettiğinden, detaylarıyla anlatmanı duydum, rüyalarıma girdi, gırtlak kesilince
akan sıcak kan, fışkıran kan her neyse.. sen bir katliamcısın gerçekten, ve senden
korkmaya başladım, yaptın katliamdan televizyondan dizi izler gibi bahsetmene
şaştım kaldım, cinayetleri zevkle anlatıp duruyorsun, karşı taraf kaçana dek,
ya da anlatabildiğin kadar, çok kısa bir kesit, insanları o anlara çekmekten
zevk alıyorsun, nasıl sapık bir düşünce, duygu sendeki, çözemedim, herkese
saydırıyorsun, lafını esirgemiyorsun, olur mu böyle, tamam iki çocuğun var
sorun olmaz seni sevene; ama sen kendini çirkin göstermekten, içindeki
karanlığı yaymaktan haz alıyorsun, bir hastalık var sende, sen bir şizofrensin,
sana bir şeytan musallat oldu diye düşündüm, insan geçmişinde fena bir şeyler yapabilir,
birilerini öldürebilir; ama çeki düzen verir kendine, sen bir korku
imparatorluğu inşaa etmişsin, bu delilik değil midir, insanları korkutmaktan
çok hoşlanıyorsun, ya insan yalnızken zordur yaşamak. Evlenmek, iyi bir koca
bulmak için nice taklalar atar genç kızlar, düzgün kız olmak için çırpınırlar,
bir savaş verirler kendileriyle, geleneğe göreneğe uygun kız olmaktır amaçları,
yoksa elin adamı ne etsin piç kızları, eltiyle, görümceyle kaynıyla…vs iyi
geçinecek gelin ister büyükler…kocalar.. değil mi, çay yapacak, yemek yapacak,
misafir gelecek eve görümce, kaynana, hizmet yapacak gelin, iyi davranacak,
kayınpeder gelecek eve, torununu sevmeye, değil mi? Maddi sorun oldu mu kaynana
kayınpeder destek çıkacak, damadın halası, teyzesi, nenesi, onları kırmamak,
gücendirmemek lazım, kayınço destek olacak birçok durumda, değil mi, damat öyle
gelin ister, tv dizisinden gözlerini alamayan, sigara, bira içen, oje sürmekten
haz alan kızı ne etsinler, onları şehirdekiler sever alır tapar karı eder,
burası köy yeri, ahmak kafalar; ama iyi yürekli insanlar var burada, o kızlar
ki tarlalarda köle misali çalışır, onların çok azı üniversite bitirir, onların
çoğu iyi koca bulmak ve hayatlarını kurtarmak derdiyle geçirirler günlerini. E
senin cici gençlik zamanların geçmiş, yaşın başın geçmiş, katana (inek cinsi) kadar
olmuşsun, bir tür sığır belki bilmezsin, çocuğun olmuş filan, saçların eski güzelliğini
körpeliğini yitirmiştir vajinan, belinde kıçında benler oluşmuştur karnında,
baldırların selülit doludur canım gider onlar…taparım…ah bir görsem onları… çok
özür dilerim sapıkça konuştum bağışla; tekrar özür dilerim… eve misafir gelmiş,
çay pasta çörek vs. yapacaksın, gelin dediğin kadın dediğin böyledir ya da
misafirliğe gideceksin, lafını sözünü özünü bileceksin, o kızlar geçerler böyle
tezgahlardan, misafirliğe giderler, misafir gelir evlerine, eskiden tencereyle
kazanlarla yaparlardı düğün yemeklerini.. etli.. şimdilerde yok tabi.. et kaç
para…geçim zor…bak gülüm, sen korku tanrısı olmaya çalışmasan ne güzel olurdu,
parası olan nice adam seni kadını ederdi, kölen olurdu, sana çok iyi
bakarlardı. Biliyorum ki bence o sözünü ettiğim genç kızların ruhu var sende
yaşın başın geçmiş olabilir bak geleceksin 50 yaşına, ya iyi midir yalnızsın ve
çocuklarına kölesin, senin cinsel zevklerin kadınlığın yok mu, neden harcarsın
kendini, neden uzlaşmazsın, neden canavarca salyalarını saçarsın kudur köpek
gibi, Havva, sana yakışıyor mu? Havva, sana baktıkça içim acırdı, senin
karanlık yönünü gördükçe o acıma yok oldu gitti, ah bu kadını çıplak görsem, etini
budunu emsem yalasam diye düşünür oldum, her yerini ısırmayı, kanatmayı, sana
zarar verir gibi seni döver gibi öpüp çekiştirip sana sahip olmayı istedim
durdum, kötü, adi, rezil yanlarını gördükçe yaydığın o lanet korkuyu sana
yedirmek istedim seni altıma alıp inlete inlete. Ne adi bir şeymişsin sen, ne
lanet bir kadınmışsın sen! Hani dereye gitmiştik senle ve tarladan geçiyorduk,
dikenler otlar dolanıyordu fırfırlı beyaz eteğine, bacak arana bir elinle
toplanıştın eteği dikenler dolaşmasın diye, yapışıyordu dikenler, işte o zaman
etek yukarı kaymış, bacakların ortaya çıkmıştı iyice, arkandaydım, içim gidiyordu.
“Neye
baktığını iyi biliyorum, oyarım o gözlerini demiştin, düş önüme!”
Durdun
ve önünden yürümeye başladım.
“Neden hep çakallık peşindesin, neden hep pislik
peşindesin, neden insan, normal insanlar gibi olmaya çalışmıyorsun demiştin.”
“Anlatsam da anlamazsın ki.”
Hep seni izliyorum demiştin. Hep bir şeytani bir
şeyler planlıyorsun, ötekilere nasıl baktığını çok iyi biliyorum.
“Boş ver demiştim ama, diyeceğim çok şey vardı.
Ağlamak istedim. Anlatırsam ağlardım anlatmadım. Havva, senin sırtında kamburun
yok, bunun ne demek olduğunu bilemezsin.
Hani odana bir böcek girer, korkarsın, iğrenirsin,
battaniyeyi kaldırıyorsun, büyük bir böcek, hamam böceği ya da kırk ayak, bir şeylerle
onu alıp dışarı atmak istersin, bir çubuk, aman seni sokmasın. Babam benimle
öyle ilgilendi, pis pis bakardı bana, ekşi ekşi bakardı, annem yokken kızardı,
azarlardı beni, erkek evlat olacak diye çok sevinmiş, sonra bir de kamburu var,
o da nesi, düzelmez iyileşmez demişler; ama annem öyle değildi, annem beni
severdi, öperdi, babam adinin tekiydi, kucağına almazdı, baba derdim; ama
duvarın tekiydi, sonra erkek kardeşim
oldu, kardeşim ayaklanınca babam onu gezmeye gidiyorum diye alıp gitti,
bir daha dönmedi eve, ben annemle, kardeşim babamla kaldı, boşandılar, anneme
verdi iki ufak tarla, onu razı etti, annemle geçen yıllar zordu; ama güzeldi,
tarlalarda işçilik yapardı, mal bakardı, beni büyüttü, 15 yaşında onu aniden
kaybetmemle dünya başıma yıkıldı. Hayatta tek başıma kaldım, annemin bazı
akrabaları vardı, kimse bana sahip çıkmadı, sırtında neden kambur var lan deyip
gelip dövdüler, canları sıkıldı, gelip bana patladılar, çalışıp başımın başına
bakmaya çalıştım, tek başına olmak çok zor, içmeye başladım, sigara içki, ne
tür içki olursa olsun, kafam güzel oluyor, dertleri unutuyordum, herkesten
nefret ettim, çöküşümü asıl başlatan; beni seven bir kız vardı, kamburun var,
seni ne yapalım deyip kızdan uzak durmamı söylediler, işte asıl o zaman
yıkıldım. Annem varken iyiydi, sevdiğim kız varken iyiydi, moral bulurdum, kötü
bir iş yapacağın sıra birisi elini atar sırtına, Allah kitap der, öğüt verir,
yalvarır, caydırır seni , işte o iyi eli kaybettim, anne gibi yar olmazmış,
bunu anladım, herkes dışları beni, geçinmeye çalıştım, çobanlık, tarlalarda
çalıştım köle gibi, pes etmedim, herkesin dostu sevgisi karısı eşi çocuğu
vardı, ben yapayalnızdım, yalnızlık insanı şeytandan beter bir hale sokar,
pisleşirsin, çok kötü şeyler geliştirirsin,
Havva, arkadan yanaştı baltayla.
Şükrü başını çevirdi, baltayı görünce korkup
sıçradı, yuvarlandı geri geri.
Kap kaçak öte beri üstüne düştü.
“Etrafı yıkma!”
“Bu
soğan ne, kurumuş, bu domates ne, canını çıkmış kurbağa bacağı gibi, burada iki
yumurta var, on yumurta yerim tek seferde.”
“Dağın
orada tarlada sebze ektim, oraya gidelim, kümes yaptım, 60 tavuk var.”
“Tamam,
oraya gidelim. Şu kilimi alalım. Kap kacağı tüpü al.”
Toplandılar;
dağa vardılar.
Tavuklar
iriydi, güzeldi.
“Bunları
satıyor musun?”
“Ara
ara yerim.”
“Güzel
iş.”
“Yalnızken
yiyemiyor insan. Tek başına.”
“Demek
öyle.”
“Domates
biber salatalık…vay be! Güzel bahçe.”
“Annemden
kaldı.”
“Annen
öldükten sonra kimse sevmedi mi seni?”
“O
kız vardı, terk etti ve kimse çıkmadı.”
“Sorun
etme, destek bekleme, gelmez, tek başına idare et, o iyi el dedin ya destek
olan, moral veren, o el, o şey içindedir, içindeki ses, o yardım eder.”
“O
kadar üzüldüm, canım yandı ki, iç ses neye yarar, bendeki hep saçmalar.” Güldü.
“Tarla
ne kadar?”
“3
dönüm…bu arada sen beni menemeni yedikten sonra öldürecek misin?”
“Tabi
ki. Vaktin geldiğini hissederim, önceki işlerdeki gibi.”
“Bu
arada, aklıma bir şey geldi, boğa güreşleri için kamyoncu arkadaşımla Artvin’e
gitmiştim, oraya pazara uğramıştı dostum, bir kadın dikkatimi çekti, ondan
meyve, patates soğan aldım, her şehre geldiğimde bu kadından bir şeyler
alırdım, iyi bir satıcıydı, sohbet ederdik kısa, 41 yaşındaydı Narten, en son
ondan bir şeyler aldım, silah sesleri duydum, adam onu taciz etti diye vurmuş
onu tabancayla, başından ve vücudundan, orta yaşlı adam öldü, Narten diz
çökmüştü, ağlıyordu, sinir krizi geçiriyordu, sivil bir polis oradaydı, silah
çekti, yanaştı, silahı aldı çantadan, kadın perişandı, Narten ne yaptın be diye
içim çığlık attı, bokun tekine ayaktan sıkaydın, çok içerlemiş demek, adam
öldürmek böyle bir şey, bin pişman oldu; ama çok geçti, yılların demir parmaklıklar
ardında geçecek, geçiyor.”
Menemen
pişmişti, kütüğün üstüne koydu tavayı Şükrü.
“Sen
biriyle evlenirsen adamın işi zor.”
“Neden?”
Seni
doyurmak mesele olacak. Varını yoğunu harcasa seni doyuramaz, zengin biriyle
evlenirsen iyi olacak Havva kardeş.”
Havva,
doymuştu, sigara yaktı.
Bir
dal uzattı.
“Son
dal sigaranı iç.”
“Neden?”
“Seni
öldüreceğim ya.”
Kadının
yanındaki baltaya baktı, sigarasını yaktı.
“Seni
zevkten öldüreceğim.” Gülümsedi.
“Oyun
ederek kafamı koparacak, ilk fırsatta kaç Şükrü diye düşündü, “iri, yetişemez.”
Sarı,
en güzel eteğini giymişti ve bir baldırı görünecek biçimde eteği açtı, beyaz
kalın baldırlar,
“Öpebilir
miyim?” dedi adam.
“Bir
şartım var.”
“Nedir?”
Adam
delice heyecanlandı, bu bir mucizeydi.
“Kocam
olacaksan.”
“Tabi”
dedi adam düşlerinde bile bunu göremezdi, ağlamaya başladı. İçindeki ses şöyle
diyordu; en beklenmedik anda kafanı alacak, kaç, inanma!”
Şükrü,
çocuk gibi ağlıyordu.
Kadın
ona yanaştı ve başı göğsüne koydu, kadın da ağlamaya başladı. O yumuşak devasa
memeleri hissetti adam, kadın açıp ucunu adamın ağzına verdi.
Kambur
adam bir yandan memeleri emip öpüyor, boynu, dudakları…öte yandan; “yeter,
doydum, kafamı kesmeden kaç!” Diyor, ama duramıyordu, kopamıyordu ondan,
kadının ağzının tadı, dili, sihirliydi sanki, tatlıydı. Şeker yemiş gibi,
kelebeksi bir tat alıyordu.
Sonra
evlendiler ve bu adamı kadın köyüne getirdi.
Herkes
garipsedi bu kambur adamı. Çirkin adamı. Ama kadın bu adamı sevmişti. Kendisi
gibi dışlanan adamı. O tarladan çalışırken bütün hemcinsleri ve diğerleri
sahte, yalancı, iki yüzlü gelmişti; ama tek bu adam mert, sahici gelmişti
gözüne, ağzında küfürler vardı çekinmeden korkmadan konuşurdu onlar hakkında,
Havva, bu adamı bu yüzden sevmişti. Ona acımıştı. Çok acımıştı. İnançsızlığına.
Onu kurtarmak, onu adam etmek istemişti, bu yüzden onu kocası olarak seçmişti.
Kadının
omzunda bir balta sürekli.
“Allah
aşkına o balta da nedir, sürekli bir yerlere giderken baltan var, bu nedir?”
Kadın
gülümsedi.
“Boş
ver” dedi, “orasını hiç kurcalama.”
“Anlat
?”
“Sakın
benden başkasına bakma, sana inandım, seni sevdim.”
“Tabi
ki bakmam aşkım.”
“Sakın
şeytana uyma.”
“Uymam,
ben sana çok aşığım, sayende adam oldum, kimse yüzüme bakmıyordu, ucubeydim.”
Saçını
sakalını o tıraş ediyor, banyo yaptırıyor, bebeğe bakar gibi bakıyor ona, “ne
pişirsem?” diye hep sorar, onun en sevdiği yemekleri aşkla yapar, hiç yorulmaz,
sıkılmaz.
El,
ayak tırnaklarını keser. Ama çok içmesine izin vermez, arada birkaç bira alır
getirir, hepsi bu, “beni iç” der, sevişirler bunu dediğinde. Kadın kalkar
sabahın köründe, uykusu olsa bile, bir şeyler pişirir, “gel ye” der, bütün
işleri yapar; yorulmaz. “Kalk iş yap” demez ona, Şükrü, kalkar, boş durmaktan
sıkıldığı için inekleri güder akşama dek, koyunlara çobanlık eder. Geçinir
giderler. Büyük, beyaz tatlı kalça, sıcak dudaklar, ateş gibi sıcak diş,
gülümseyen saf mavi bakışlar…derken bunun yerini daha fazla bira almaya başladı
geçen yıllar içinde…
Bir
oğul oldu. Cüce çıktı. Diğeri sağlıklıydı.
Dört
kişiydiler, iki de önceki, kafasını kestiği kocadan çocuk vardı, son çocuklar
neşe ve
iyilik
vermişti kadına. Adamına da. Ama içme bağımlılığı, eski arızaları halleri giderek
artıyordu adamın ve ilk kötücül haline dönüyordu, onun kimsenin yüzüne
bakmadığı zamanlara kaymıştı ruhu. Kadını bu sinir ediyordu; ama onu idare
ediyordu, cüce oğluna “köstebek”
lakabını takmıştı adam, küçük oğluna da eskisi kadar iyi davranmıyordu, karısından
gizli içiyor, bira alıyordu, karısı fark eder diye ödü patlıyordu, karısı şöyle
demişti, “benden gizli içersen kafanı kopartırım!”
Şaka
sanmıştı; ama karısı hakkında köyden yaşlı bir adamdan karısının geçmişinin
başka yönlerini öğrenince kanı dondu. “Bu kadın kesin keser beni” diyordu, aklı
çıkıyordu korkudan. Ama içmeden duramıyordu. Ne bulsa içiyordu, ispirto,
kolonya, hatta kendi birasını yapmaya bile çalışıyordu. Sirke gibi olmuştu; ama
idare ediyordu, elmadan yapmıştı. Asit gibi bir şey yapmıştı, beter bir turşu gibi,
kırmızı pul biber de katmıştı ve içince gözleri şeytani bir kırmız oluyordu, “neyin
var?”
“Ne?”
“Şeytan
gibi kırmızı oldu gözlerin, ne oldu sana?”
“Acı
biber yedim.”
Coşkun
ertesi gün tarlaya çalışmaya gittiğinde Songül’ü göremedi, çok kızgındı, tarlada
az iş vardı, şeftali bahçesine geçtiler. Gözleri Songül’ü, çehresini, bakışını,
saçlarını… arıyordu, Coşkun işçilerle çay molası vermişti.
aniden
arkasından yaklaşıp gözlerini elleriyle kapadı, “bil bakalım ben kimim? Sesini değiştir
güya. Coşkun ses etmedi, ne demeliydi? Tatlı bir şey de diye düşündü,
“kelebeğin teki, galiba tanıdığım en zarif kelebek arkamdaki.
Kız
mutlulukla güldü.
Songül
oyunu bırakıp yanına oturdu, Coşkun, dün gece köpek yüzünden başına gelenleri
hatırladı ve buna sebep olana kızgın baktı.
“Neyin
var Coşkun abi?”
Ona
bakarak şöyle düşündü, “Aslan, ha, kedin ‘aslan’ ya, geri zekalı kız seni.”
“Neden
öyle baktın Coşkun abi?”
“Hiç.”
Eh
kız çocuğu, tabi yalan atar, neden güvensin ki bana, halasının başına gelenler
malum, tabi ki köpeğimin adı ‘Aslan’ demeyecekti. Kötücül birileri evlerine
dadanabilir, hırsızlık için, tecavüz etmek için. Gerçek bilgilerini kimseye
verme demiştir halası. Hain halası. Sana birileri kötü şeyler yapmış olabilir
de herkes aynı değil ki. Şu güzel, meleksi bakan Songül, şeytan kadar kurnaz
belki de, safa yatıyor.
“Aslan’
adındaki kedinden söz etsene biraz diyecekti.
Ses
etmedi, karşıya baktı, ot kopardı yerden, onu çevirdi iki parmağıyla sıkıp.
“Konuşmazsan
küserim.”
Başını
ona çevirip baktı.
“Aaa,
yüzüne ne oldu abim ya. Of of!”
Dikenliğin
içine düşmüştü, köpekten kaçarken.
“Düştüm.”
“Fena
yamulmuşsun.” Güldü, “kusura bakma, kendimi tutamadım.”
Ona
kızgındı; ama kızmamalıydı.
“Palyaçoya
mı benzedim?” dedi kızı güldürüp mutlu etmek için.
Kız
delice gülmeye başladı, gözlerinden yaş geldi gülmekten.
Az
sonra hemen kendine gelip ciddi bir sessizliğe büründü, aniden şevkle dedi ki:
“Coşkun
abi, sana bir sırrımı vereceğim. Ama yemin edersen kimseye söylemeyeceğine.”
Israr
edip durdu, Coşkun öğrenmeye hiç hevesli değildi; ama öylesine yemin etti.
“Benim
bir sevgilim var.”
“Sevgili
mi?”
“He
ya.”
“Nasıl
yani?”
Coşkun,
çok fena bozulmuştu; ama hiç çaktırmıyordu, sırıtarak bakıyor, onu zerre ciddiye
almıyormuş gibi bir tavırla, eğlencesine konuşuyor gibi görünüyordu.
“Hiç
buluşmadık, o beni istemiyor, birileriyle mektup yolladım yalvardım, bir kez
olsun buluş benle diye.”
“Kim
bu solucan?”
Güldü:
“Söyleyemem.”
“Şaka
yapıyorsun?”
“Asla.”
“Yemin
et.”
Kız
yemin etti.
Biri
bağırdı, bir kadın, “kalkın bok çuvalları, çalışmaya devam, tek dakika geçmesine
izin vermem, zaman doldu!”
İş
vakti anonsu verilmişti, işçiler ayaklandı tarlanın bir köşesinde.
Biri
şöyle dedi: “Bu pisliği başımıza atayan tez zamanda cehennemin dibini boylar
dilerim.”
“Oradaki,
Pakize bir şey mi dedin bana?”
“Yok
çavuş, ne diyeyim. Arkadaşıma çay çok güzel oldu dedim de.”
“Sallanma
işin başına.”
Bu
küçücük çiçek kızın sevgilisi olduğunu duymak Coşkun’un çok ağrına gitmişti.
Nasıl olur da birini sever ki! Yaşı çok ufak, 14 yaşında sevmeyi bilir mi
insan, derin bir kıskançlık hissi duydu, “belki de onunla buluştu, öpüştü,
birbirlerine sarıldılar, öfkeden deliye dönmeye başladı, “ya bırak zaten sen
kimsin, sana abi diyor üstelik. Ya kızcağızı yatağa atmaya çalışırsa zehirli o
şahıs? Onun kim olduğunu mutlaka öğrenmeliydi ve gidip halasına durumu
anlatmalıydı, peki, ya hala onu esir alırsa, kafasını keserse, yanlış anlarsa,
ve onu orada bir yere gömerse kim bilecek ki, üç leşi var kadının. Dördüncü leş
kendisi olursa? Çok üzülmüştü, nerden bulaşmıştı bu kıza, ölmeyi isteyecek
kadar üzülmüştü. İçini kurtlar kemirir gibiydi. Bu iş sarpa sarmadan işin
dışına çıkmalıydı, artık şeftali bahçesine gitmeyecek ve küçük kızı
görmeyecekti. Eh, dayanamazsa ona uzaktan bakacaktı, gece 3 bira aldı ve içmeye
başladı, içmeyi de hiç sevmezdi, bir tane yeterdi; ama fazla almıştı, kafasını dağıtmak
istiyordu, ve sabah olunca onu görürüm diye, şeftali bahçesinin oraya, ormanlık
alana gitmeye kadar verdi, burası gizlenip onu görebileceği bir konumdu, içti, hayallere, umutlara, düşüncelere daldı ve
sızdı, sadece onu görmekti düşüncesi, biraz da olsa.. belki de son kez. Vedalaşır
gibi. Sabah çıtırtı sesiyle uyandı. Uzun otların arasında yılan gibiydi,
kıvrılmıştı, birkaç metre ötesindeydi Songül,
işte
giydiği kıyafetleri çıkarıyordu, vay canıma! Siyah eteği çıkardı, altında pembe
külot vardı, siyah bluzu da çıkardı, pembe sutyenliydi, beyaz uzun bir etek
giydi, yakası v biçimindeki sarı bluzu, küçük aynayı çıkardı, kırmızı ruj
sürüyordu küçük el aynasında kendine bakarak.
Mutluydu, çocuk gibiydi, sanki az sonra dondurma yemeye gidecekti, şarkı
mırıldanıyordu, sigara çıkarıp yaktı, “hani sigara iğrenç bir şey” diyordun
Songül, ne kadar yalancısın! Soytarı! Kısa bir süre sonra bir ayak sesi duydu.
Songül’e yaklaştı bir adam, ve onun yanına oturdu.
“Bu
ne güzellik!” dedi adam.
Coşkun
bu pisliği tanıyordu!
“Senin
için giyindim, sadece senin için.”
“Çok
güzelsin. Göğün en büyük yıldızı gibi parlıyorsun!”
“Teşekkür
ederim.”
“Eteğini
kaldır da iç çamaşırına bakayım.”
“Hayvanlık
yapma!”
Adam
güldü.
“Birazcık.”
“Olmaz!”
Adam
dedi ki: “Bir parmağını çıkar ve ağzına götür.”
“Neden?”
“Götür
sen.”
Kız
denileni yaptı.
“Ne
olacak şimdi?” dedi çocukça. Güldü.
“Aletimi
böyle yalar mısın?”
Kız
dondu kaldı ona bakarak.
“Aletimi
yala. Sertleştim!”
“Orospu
çocukluğu yapma!”
“Biraz
yap.”
“Olmaz!”
“Yalamazsan
seninle bir daha görüşmem.”
“Sen
bilirsin.”
Songül,
ağlamaya başladı.
“Bak
son kez soruyorum. Yalayacak mısın?” Biraz yala yeter.”
“Çok
kötüsün sen!”
“Tamam,
boş ver” dedi, “yalama.”
Kız
sakinleşti birden, sevindi.
“Ceketimin
cebinde sigara var, bir dal çıkarıp yakar mısın, çakmak da orada.”
Kız
denileni yaptı, adam ellerini kullanamıyordu, kolları kukla kolu gibi
sallanıyordu, elektrik kazasında felç olmuştu elleri kolları
Adam,
sigara ağzında konuşuyordu.
“Sen
de sigara ister misin?”
“Sigara
çok zararlı bir şey; içmemelisin.”
“Öyle
mi diyorsun?”
“Öyle”
dedi kız, güldü.
“Nasılsın,
anlat bakalım?” dedi kız.
30
yaşındaki adam gülümsedi, ne diyeceğini düşünüp duruyordu, çok zaman geçmişti.
“Babam
bana diyor ki bu haline şükret, ölebilirdin; ama ne hissettiğimi bilmiyor,
sıçarken, işerken biri lazım kemeri açacak pantolon düğmelerini. Babam diyor
ki, o şeye,
artık o şey neyse
çok uzun süre
dayanabilmek mühimdir.
delice öfkeli bir
baba, babası öyleymiş.
manyak dindar bir ana,
annem öyledir. umutsuzluk kurt gibi ortaya çıkar, direnmen lazım diyor,
umutsuzluk kurdu çok tehlikeliymiş, insanı intihara sürüklermiş. O şey çok can
sıkıcıdır, senin hiç hoşlanmadığın meyve bahçesindeki kara bir kız gibi, kara
bir kış gibidir diyor babam o şey her neyse artık…nasıl bir kaltaksa artık
çavuşunuz…”
Kız güldü.
“Tam da ağzına
sıkılacak bir patron, simsiyah bir eştir o şey, kırmızı bir sevgilidir, tam da
ağzına sıçılacak türden… dost görünen, öğretmendir… babam diyor ki
o şeye ne kadar uzun
süre dayanabilirsen… kurtuluşun yolu bu… haline şükret yatalak kalabilirdin
diyor, nice insan yatalak yaşıyor… kurtuluşun yolu isyan değil
reddetmek değil.
kapışmak hiç değil diyor babam…
o şeye ne kadar uzun
süre dayanabilmek… mesele bu
çok uzun süre
dayanabilmek… bunun için temel bir disiplin edinebilmek… temel bir dal sigara.
Boktan, karanlık, can
sıkan hücre duvarları… boktan aynı geceler, boktan tv programları, boktan
gazeteler…
tamamdır… Şimdi yak
bir sigara.. yak yak…”
“Sigara içmem ki…”
Güldü, adamı kucaklamak istiyor, başını göğsüne koymak istiyor, kızar diye,
iğrenç bir şey ister diye yapamıyor.
“Çok şey değişti
hayatımda kazadan sonra… su bardağı bile tutamam, kafamı, bir yeri kaşıyamam.
Kollarım varken bile çok şeye… dayanamadım… o yaşamaya uzun süre dayanamadım.
Bastım gitti gurbete, param olsun evlenirim, evin eşyalarını alırım diye,
babamda da para yoktu, onur şeref erdem gibi tonla şeyi vardı; ama parası
yoktu. Kazadan sonra bir fay hattı oldum, patladım patlayacağım… kazadan önce babam
der ki gitme evlat, haline şükret, kal burada, biz bizeyiz, yaban ellerde
başına neler gelir neler, etme eyleme diye çok yalvardı annemle birlikte, beni
caydırmak için çok çabaladılar geceler boyu, sanki bir uyuşturucu bağımlısını
uyuşturucuyu bırakması için ikna etmeye çalışır gibi. Bense onları beğeniyordum,
onları küçük, çapsız, asla gelişmeyecek ahmaklar olarak görüyordum. Böyle, bu
gidişle burada bir bok olamam, evlenemem diyordum, beni hangi kız alsın ki… hiçbir
şeyimiz yok ki doğru düzgün… iş yok, sigorta yok, eski bir ev var, birkaç
tarla. Birkaç inek. Üç kız kardeş… evin en büyüğüsün; gitme, kardeşlerine sahip
çıkarsın… ben seni çok güzel bir imanlı ve yürekli kızla evlenirim gitme, beni
seven kızı bile umursamıyordum o da yalvardı gitme diye… parayı buluruz
tarlalarda çalışırız ev yaparız diyordu, gariban bir kızdı ama onurluydu,
güzeldi, çalışkandı… dünyayı karşısında alırdı benim için… babam diyor ki… derdi
ki…
yerinde kal… kaçma… durumu
idare et bir şekilde
ne kadar boktansa,
zorsa durum o kadar çok şey öğretir ben gitmeden derdi, şimdi de aynısını
tekrar edip duruyor, kolların olmadan da yaşayabilirsin. Ayaklarıyla resim
yapıp satan geçinen insanlar var, resim malzemeleri aldı getirdi, bir tekmeyle
parçaladım hepsini.. babam koştu geldi delirdin mi dedi… kurtardı malzemeleri… bana
diyor ki… o şeye dayan…. iyi boksörler böyle yapar
ne kadar yumruk yese
de pes etmeyip boksun temel disiplinlerini uygularlar…. bu sayede
dayanma, maçı
bırakmama azimleri sayesinde
hiç beklenmedik anda
rakibin açığını yakalayıp yumruk indirip onu yere yapıştırırlar…nakavt! Tamamdır…
Şimdi yak bir
sigara.. bana…
Kız, çok büyük bir
zevkle sigara yaktı koydu adamın kirli
ağzına…
“Babam diyor ki dayan
bu duruma… sonunda yüzü gülen olacaksın!”
Kız ağlıyordu.
“Aletimi çıkar ve
yalamaya başlarsan iyi edersin.
Kız başını çevirip
ona baktı.
“Sen iyi değilsin.”
“Tamam, bu ilk ve son
buluşmaydı, son sözünü söyle.”
“Tamam, sen iyi
hissedeceksen yalarım. Bana her istediğini yapabilirsin; ama bu son deme..” Kız
ağlıyordu, az sonra, uzun bir aralıktan, zorlu düşünme sürecinden sonra kız usulca
ona yaklaştı, kemere uzanmıştı, adam onu bir omzuyla itti.
“Çek elini be!”
Adam kalktı ve uzaklaştı.
Coşkun usulca
yerinden kalktı.
“Bu bokla ne işin var
senin?”
Korktu, “sen de erden
çıktın Coşkun abi?”
“Ne halt yiyordun?”
“Duydun mu hepsini?”
“Evet.”
“Siktir git o halde!!
Bak çok kötü kalbini kırarım soru sorma!” Halama bana asıldığını söylersem
siker ölünü! Git başımdan bana soru moru sorma!”
“Sorarım; cevap ver
seni çok pis döver sonra halana teslim ederim.”
“Orada ne
yapıyordun?”
“Gece içip sızmışım,
sizin sesinize uyandım.
O deli pislikle ne
işin var; anlat bakalım?”
“Sevdim… Köpek gibi
sinsi sinsi bizi mi gözetliyordun.
Coşkun, onun yanına
oturdu, saçını okşadı.
“Dokunma be!” dedi ağlarken,
“fırsatı buldun tabi. Tek hayalin beni sikmekti değil mi? Aha fırsat yağına
geldi.
Coşkun, kalkıp
gidiyordu.
Songül elinden tutup
çekti.
“Sen de gitme… Coşkun
ona yaklaştı ve sarıldı. Yanağından öptü, bir daha, bir daha, kulaktan,
boyundan. Ve dudaklarını yaklaştı dudaklara…
“Coşkun abi ne
yapıyorsun?” diyor ama onun da nicedir istediği, hayalini kurduğu buydu, havaya
uçuyordu mutluluktan. Yasak, günah, yanlış diye zihninin bir köşesine fırlatıp
attığı
o hayal gerçek
oluyordu, ne tatlıymış, ne zevkliymiş!
“Ne abisi be!”
Kız deli gibi güldü.
“Doğru mu öpüyorum
Coşkun abi?”
Coşkun, onun
kibarlığına güldü. Kız yine güldü.
Coşkun hıza ara
verdi, sevinçle dedi ki: “Seni iş elbiselerini çıkarırken gördüm! Işık gibisin,
içim gitti ve az önce öpüştük, gözlerine, yüzüne bakmak muazzam mutlu ediyor
beni.”
“Sakın kimseye
söyleme. Halam keser beni.
Coşkun üstüne atladı
ve kızın dudaklarına dudaklarını koydu, öpüştüler. Ve durmadılar.
Coşkun; “yeter,
duralım” dese de dursa da kız durmak istemiyordu.
Öteden adam manzarayı
seyrediyordu, tarladaki bir korkuluk gibi, “ulan orospu, ulan orospu! beni unut
diye tersledim seni…ben acı çekiyorum sen çekme diye numara yaptım… Zor
kaderime seni de ortak etmeyeyim dedim…
Lan orospunun kralıymış!!!”Ağlıyordu
ve oradan uzaklaşırken. Ama iyi oldu, iyi oldu, çok kolay unutur beni…”
Cinsel ilişki ayını
gerçekleştirilmişti.
Yan yana
uzanmışlardı.
Coşkun ilk sigarasını
yakmıştı, kızın başı
göğsündeydi, bir
eliyle saçlarını okşuyordu kızın.
“14 yaşındaki kızla..
bu bir suç.. ne olacak? Halası var, boku yedim” diye düşündü, bu işi nasıl
düzeltecek…ailesinin düşününce pişman oldu; ama yaptığından pişman değildi.
“Ne olacak?” dedi kız
“Evleneceğiz; başka
çare yok.”
“Annen baban asla
razı gelmez.”
“Umurumda olmazlar o
zaman.”
“Aile her şeydir,
benim ailem yok, benim yüzünden kendini mahvetme, okulun var, Coşkun abi. Beni
unut, ben kimseye söylemem olanları.”
“Suç senin değil… güzelim.”
“Hayır, dur desem
duracaktın, istedim ve yaptık…ama…”
“Ama ne?”
“Ya hamile kalırsam?”
dedi kız.
“Olsun” dedi Coşkun.
Güldü.
“Coşkun
abi, senin için hava hoş tabi, bu çocuk kimden derler ve beni sikmekten hapse
girersin!”
“Öyle
söyleme. Ağzına yakışmıyor.”
“Sikmek
dediğin de ne, kibarlığa gerek yok, hapse girersin, tabi halam hemen kafanı
kesmezse?”
Birlikte
güldüler.
“Bana
eczaneden ilaç getir, bildiğim kadarıyla bazı ilaçlar alırsam hamile kalma
olasılığım düşer, hap alsam bile hamile kalabilirim o zaman hapı yuttuk
demektir.”
Ayrıldılar.
Coşkun hayatında yaptığı en güzel şeyin onunla olmak olduğunu düşünüyordu ve
onun hayatını nasıl değiştirebileceğini düşünüyordu, onun okula gitmesini
sağlayabilirdi, anne ve babasıyla konuşmalıydı bir ara.
Şeftali
bahçesindeki sohbetleri bazılarının gözünden kaçmamıştı.
Coşkun,
o gün incir bahçesine incir toplamaya gelmemişti ve Songül eve dönerken
dayanamamış, çiftlik evine gelmişti,
“Hanım
ağa, Coşkun abi yok mu?” diye sordu.
O
gün Coşkun kasabadaki dostlarıyla gezip tozmaya gitmişti.
Hanım
ağa kocasıyla verandada oturmuş kahve içiyordu ışık altında.
“Gel,
otur yanımıza” dedi hanım ağa.
“Aç
mısın?”
“Tokum;
teşekkür ederim.”
“İçecek
ne istersin?”
“Su
olur.”
Hanım ağaya haberler gitmişti işçilerin çavuşundan.
Güzel güzel anlatmaya başladı: “Coşkun abin
üniversiteyi bitirecek.”
Kibar ve tatlı dille anlatıyordu.
Uzun yıllar var, onu göremeyeceksin, burada başka
bir sürü dost edinebileceğin, abi diyebileceğin insanlar var kızcağızım.”
Kız çok bozuldu ve lafın özünü anlamıştı, ama
dayanamayıp dedi ki: “Yani buradan, bizden, ondan uzak dursan iyi edersin mi
demek istiyorsunuz, yoksa işine son veririm. Açık konuşun lütfen?”
Kadın zekice gülümsedi. Dayanamayıp güldü, bu kızın
çetin olduğunu bilmiyordu, çok hoşlandı kafa tutan tavırdan; çünkü böyle
tipleri severdi, böyle tiplere aşıktı; çünkü hayatta böyle tipler iyi noktalara
gelirdi kapışa kapışa, siniklerden hiçbir şey olmazdı, söz dinleyen uslu
kızlardan bir halt olmazdı, (onlar köle olurdu ve kalırdı) hakkını savunan,
hakkını almasını bilen kızlar hayatta yıldızlaşırdı.
“Ben öyle bir şey demedim ki tatlım.”
O sadece çok değer verdiğim bir abimdir, size ne
söylemişlerse inanmayın, ayrıca evleneceğim biri var.”
Yalan atıyordu. Coşkun’a zarar gelmesin diye.
İş
halasının kulağına gitmesin diye. Giderse halası onu çiğ çiğ yerdi.
“Öyle
şeyler demek istemedim, onu her istediğinde görebilirsin canım benim, halana
çok değer veririm, annesi çok eski bir çalışanımızdı.
“Biz
sadece dostuz, başka bir şey yok; olamaz da.”
Aşçıları
kahveyi tazelemek için yanaştı, öteden onları dinliyordu.
Lafa
daldı kızgın demir gibi:
“Ya
kızım, kibar kibar dediler ne diye anladım deyip çekip gitmiyorsun! Uzak dur Coşkun’dan.
Kaybol
git! Hanım seni buralarda dolanırken görmek istemiyor!”
Hanım
ağa: “Ya sen ne haddine! Çekil git be şuradan! Dengesiz… git tedavi ol…! seni
de acıdık aldık neler uyduruyorsun…pis şey!”
“Özür
dilerim hanımım…”
“Siktir ol git!” dedi koca, “haplarını almadın;
çatıyorsun birilerine! Seni alırım ayağımın altına bak!”
Songül, ağlayarak oradan uzaklaşmıştı.
Hanım ağa: “Sen deliye aldırma, atıp tutuyor, onun
adına özür dilerim diye bağırdı ardından.
Bu olaydan sonra Songül Coşkun’un yüzüne bakmadı, işi
de bıraktı, başka yerde iş buldu.
Coşkun, eve gelince aşçı kadın ona yemek verirken
her şeyi çarpıtıp ona aktardı, aşçı evin hanımına ve kocasına çok kızgındı,
onları birbirine düşürerek öcünü almak en iyisi olacaktı ve “Zavallı Songül’e
neler neler yaptılar, içim parçalandı” diyerek öyle gaza getirdi ki Coşkun’u, Coşkun
yıllardır evde çalışan bu kadına çok değer verirdi annesi kadar, ve onun bütün
dediklerine inandı.
Coşkun, babasıyla konuştu.
Babası bir şeyler anlatıyordu, inanmadı ona.
“Annemin tarafını tutuyorsun, gerçekleri
anlatmıyorsun!” deyip basıp gitti. Ve o gün annesini defterinden silip attı, “bunun
bedelini ödeyeceksiniz!” diye söylüyordu kendi kendine, çok kızgındı, Songül’ü
günlerdir görememek onu deli etmişti, onu ateşlerde yanarcasına özlemişti ve
kalbi acıyordu, ağlayıp durdu. Birkaç gün sonra evi terk etmeye karar verdi. Ve
birkaç gün sonra evi gerçekten terk etti.
Songül’ün evindeki olaylar…
Şeytan evlatlar…Songül’le neler neler edeceklerdi.
Coşkun’un içinde eski olaylar, düşünceler, duygular,
öfkeler canlandı, iyice parladı. İyicil ve kötücül şeyler yağmur yağdı durdu, Fırtına
gibi. Yıllarca acısını çektiği şeyler vardı, onları yeniden hissetti.
Songül görünmez olmuştu, hiçbir yerde yoktu, onu
bulamıyordu. Annesine çok kızgındı.
Annesi bir şey dediğinde yanıt vermiyor, hemen odan
uzaklaşıyordu, bu annesini deli ediyordu. Kadının sevdiği tek oğlu, o sevgili
evlat kaybolmuştu, kadın hem öfkeli hem de üzgündü.
Annesiyle arası iyice bozulmaya, buz dağları
oluşmaya başlamıştı.
“Okula gideceğim ve buraya bir daha asla
gelmeyeceğim!” diye patladı günün birinde annesine.
Annesi; “neden” diye sormadı, annesinin gözlerinin
içine bakarak şöyle düşündü; “onu buradan kovmakla hiç iyi yapmadın. Bun
pahalıya ödeyeceksin!”
Açıkça diyemezdi. İçimden geçen hıncı, parçalanmayı,
ah’ı.
Küçük kızlar cinsel ilişkiye girmişti, kendini adi
biri gibi hissediyordu.
Sonra bir gün patladı: “Burayı, sizi sonsuza dek
terk edeceğim!”
Anne dedi ki: “iyi o zaman, sana beş kuruş yollamam.”
“Keyfin bilir” dedi.
Hayriye, çok öfkelenmişti: “Seni evlatlıktan
reddederim!”
“Hiç sorun değil. Başımın çaresine bakarım.
Bunu biliyorsun.”
“Eve gelmezsen seni mirasımdan men ederim, hayat
boyu sürünürsün.”
Coşkun, “ben değil; sen pişman olursun.”
Kadın, onun ulaşılmaz bir noktada olduğunu fark
etmişti. Alttan almaya başladı: “Sorunun her neyse geçecektir. Anneyle kötü
olmak sana hiçbir şey kazandırmaz. Bana neden böyle tepkilisin bilmiyorum; ama
Songül konusuyla ilgiliyse…seni biri dolduruşa getirmiş olmalı…ben o kıza kötü hiçbir
şey demedim…”
Coşkun, evden ayrıldı, okula gitti ve annesi ona
para yollamaya devam etti. Ve oğlunun okulu bıraktığını duydu, ve ona para
yollamayı kesti.
Oğlunun çalışarak geçindiğini duydu. Onu kendi
haline bırakması gerektiğini anlayıp bir gün geri döner deyip zihnini ondan
kurtarmaya çalıştı, ama olmadı, zihin hep aynı noktaya gelip çakılıp kalıyor,
onu büyük acılara sürüklüyordu, göz yaşlarına, onu özlemişti. Çok özlemişti. Çok
etkin bir travma, sis
simsiyah bir boşluk.
Coşkun, o gece öğrendi, Coşkun’a e postayı atan
annesi değildi. Çiftlik işleriyle ilgilenene kahya Kadir’in torunuydu. Kadir, Kalbinde
derin bir yara olan konudan torununa söz etmiş, torunu da bir tezgah
hazırlamıştı, Coşkun’u buraya getirmek için.
“Neden böyle bir şey yaptın Kadir amca, bozuldum sana?
Bunu annemin yapması gerekirdi, o zaman yüreğim ferahlardı!”
Kadir güldü: “Ne bileyim, düzene sokayım dedim
işleri.”
“Köpeğin vardı çok sevdiğin, nasıl şimdi?”
“Öldü yıllar önce.”
“Oğlun ne yapıyor?”
“Doktor oldu.”
“Vay be! Doktor, ha?! Onunla oyun oynarken hep
doktor olacağını söylerdi zaten.”
“Çok zaman geçti.”
“Neden gelmedin ki?”
“Biliyorsun durumu.”
“Her kötü durumun sığınılacak iyi bir tarafı vardır.
Köpeğimi severdin, onu bahane edip gelebilirdin.”
“Ne diyeyim. İnsanın kafası atınca bakamıyor iyi
taraflara.”
“Çok bekledim seni. Bana değer vermiyor muydun?”
Ağlıyordu yaşlı adam.
Coşkun Kadir’ini bir elini tuttu.
“Verirdim ya. Senin yerin bende başka derdin ya…”
dedi gülerek. “Ama ne derdin? Sen babam kadar değerlisin, seni çok seviyorum.
Ayrı kalamayız. Ne sözler savururdun bize geldiğinde. Küçükken ve lise
sıralarında.”
Coşkun, güldü, aptal gibi: “Ne yapayım olan oldu,
küçükken saflık hesapsızcaydı, saçtığımız iyilik güçlüydü, kötü şeyleri gözümüz
görmezdi, görsek bile onları unutmamız çok güçlüydü. Hayatı merkezinden kucaklardık.”
“Annene kırıldın. Basıp gittin. Peki. Kaç insanı kırdın;
baban, ben ve diğerleri? Buralar, sevdiğin her şey… Benim ve onların suçu
neydi?”
Bir anda gözleri doldu Coşkun’un: “Hep seni
hatırladım. Hiç unutmadım ki. Burası da aklımdan hiç çıkmadı ki. Sana çok şey
borçluyum, çok şey öğrettin bana Kadir amca, mesela ata binmeyi.”
Coşkun, verandada kahve içen annesine baktı: “Bütün
o mutsuzluklardan, acılardan ve kayıp yıllardan sen sorumlusun anne.”
Mutluymuş gibi gülümseyip el salladı annesine, uzaktaki
annesine.
“Berbat insan” diye mırıldandı, “hayatımdaki en kötü
insan sensin!” Diye düşünürdü bir zamanlar, ne komik düşüncelermiş bunlar.
Hayriye, hafifçe; ama çok uzaklara, çok derinlere
değen biçimde gülümsedi: O da el salladı gülümseyerek.
Bir şey geveledi ağzında.
“Ne dedi acaba Kadir amca?” diye sordu Coşkun
Kadir: “Ne bileyim, güzel düşün evlat, güzel düşün.
Git konuş onunla. Her şeyi konuş.”
“Ben gidip annemle konuşayım.”
“Güzel konuş.”
“E tabi.”
Coşkun, annesiyle mutlu günleri hatırlayarak
ilerliyordu, aslında annesine çok kırılmasına gerek yoktu; ama o an böyle
hissetmişti. Küçükken çiftlik çalışanlarını arkadan korkutması ve elleriyle
gözleri kapatıp ses tonun değiştirip “bil bakalım kimim?” demesi gibi bir şey
yapmak istiyordu annesine.
Coşkun, büyüdüğünde bile annesinin yanında sevgiyle
coşar, çocuklaşırdı, kendine engel olamazdı. Annesi ise onun hiçbir şakasına
gülmez, hep kızardı, Coşkun da bu kızmayı, annesinin yüzündeki ifadeyi severdi,
o ifadeye aşıktı. Soğuk, güçlü ve ruhsuz gibi görünen her zaman ciddi bu
kadında kızgınlık yaratabilmek onu acayip ve şiddetli biçimde şenlendirir ve
kahkahalar atardı o anlar. “Şımarık çocuk,
yalak çocuk
da hiç sevmezdim” diye düşünürdü, söylerdi anne.
Coşkun, daha çok gülerdi o zaman. Tatsız şakalarla
annesinin ruhuyla oynamayı pek severdi her zaman.
“Kapıdan Songül’ü kovmak büyük hataydı anne!
O lanet mektubu da Kadir amca atmış! O Lanetlik
mektupta benden özür dileyen sen değildin!”
Hayriye, yerinden kalktı ve oğlunun koluna girdi, “evlat,
senle bir yürüyüş yapalım,” gökyüzündeki aya çevirdi başını, “ne güzel!” dedi, “Böyle
yaz gecelerinde çok dolaştık hatırlıyor musun?”
“Tabi anne; hatırlamaz mıyım? Tabiat hakkında bilgi
verirdin. Masal anlatırdın.”
“Ve birbirimizi yediğimiz geceler, çiğ çiğ yediğimiz
geceler…”
Coşkun, güldü.
“Gelmekle iyi ettin… benle ilgili bir derdin var mı,
dinliyorum?”
“Sen harika bir kadınsın anne, geçmişte çok
saçmalıklar yaptım; seni incitmek istemezdim.”
“Demek öyle” dedi gülerek, “peki bana meydan
okumaların?”
“Hepsi çocukça aptallıktı anneciğim; bağışla. Sana
isyan etmek büyük hataydı; keşke yapmasaydım. Ama her ailede olur böyle
çatışmalar…”
Çiftlik evinin en güzel yerine, güllerle en coşkulu (güllerle
karanlığın, atmosferin dans ettiği) yerine gelmişlerdi. Oturma gurubu vardı,
oturdular.
“Eskilerden kimleri hatırlıyorsun” dedi Hayriye.
Coşkun, düşünmeye başladı, aklına ilk
dostlarını saymaya başladı.
Erol, en sevdiği dostuydu, Hasan, Resul, şimdi
haldedir, ne yapıyordur, ne kadar uzun zaman geçti, asırlar oldu sanki?
Birkaç kişi geldi gözümün önüne, diğer üç lise
arkadaşının ismini saydı.
“Başka” dedi, “başka kimleri hatırlıyorsun?”
Başka ismiler söyledi.
Hayriye, başını bir tarafa çevirdi, işareti alan
biri vardı saklanan… orda bir yerde..
On metre geride ağacın ardına gizlenmiş bir kadın
ortaya çıktı.
“Geliyor!” dedi, “Bak.”
Coşkun, annesi gibi başını arkaya çevirdi.
Gelen kadın güldü. Hoş bir gülüştü bu, çocukçaydı.
Bu gülüş Coşkun’a tanıdık geldi; ama çıkaramadı.
Heyecanlandı, annesi bir sürpriz hazırlamıştı,
neydi?
Kadın silüeti yaklaşıyordu.
Kadın meleksi biçimde gülümsedi, masaya, Hayriye’nin
yanına oturdu, Coşkun’un karşısına. Hayriye oğluna baktı, geçmeyen yarayı yok
etme ümidiyle, kalp yarası.
“Sen gelince onu çağırayım” dedim, “yıllardır
görüşüyorum onunla. Geç oldu güç oldu; ama sonunda istediğin oldu sanırım.”
Ayın aydınlığı Songül’ün yüzüne vuruyordu, o an hepsinin
hayatına… Coşkun’un hayatına meleksi bir el değdi sanki, hiç beklemiyordu bunu,
ne diyeceğini bilemedi, içi titredi, içinde o derin duygu ve düşünceler
çatırdadı, beyninde eski tatlı diyaloglar… şeftali bahçesinde Songül’le geçen
günler uğuldadı… onu görmeyi dilediği günler.. acı yıllar…zor yıllar… göremediği..
huzursuz geceler.. ağladığı… öfkeli günler… mutlu günler…yaşamaktan en keyif
aldığı, onun yüzüne, gülümseyen yüzüne baktığı akşamlar.. şeftali bahçesinde… terli
yüzü, yanmış yüzü…yorgun yüzü, umutsuz halleri, ona moral verişi.. onun
dertlerini dinleyişi.. bir keresinde şöyle demişti ona Songül: “Benden bir bok
olmaz Coşkun abi, tarlalarda bahçelerde çalışarak ne olabilirim ki? Malın
biriyle evlendirirler beni. Mecbur kalırım. Ömrüm boyunca mutsuz olacağım, keşke
okuyabilseydim, iş sahibi olurdum. El kapılarında, tarlalarında sürünüp
mahvolup geberip gideceğim günün birinde, diğer köle kızlar kadınlar gibi.”
Hamile kalma düşüncesi de o üzgünlükten, piç çaresizlikten
doğmuştu, en azından ona sığınıp yaşamak, bu adamın karısı olamayacağı açıktı;
ama onun parçasına sonsuza dek sahip olabilirdi, bu sırrı açmazsa kimseyi, o
bebeği doğuracaktı, o ışığı kimse elinden alamazdı. Ki birçok kız aşık olduğu
adamdan hamile kalmanın, parçasını elde etmenin sihrini hisseder.
Songül
ona bakarken kafasının içinde, daha çok yüreği şöyle diyordu: “Oğlunu doğurdum
haberin yok! Bunu sana asla söylemem! Bana hayattaki en değerli şeyi verdin;
haberini yok!”
Genç
kadın yüreğiyle bakışıyla şunu dedi:
“Benim
yüzümden berbat oldu hayatın, annenle aran kötü oldu, malın tekiyim, tek suçlu
benim, benim yüzümden acı çektin. Keşke kapınıza gelip seni sormasaydım, bunu
yapmamam gerekirdi, cahildim; bilemedim. Çok safmışım. Oraya gelip seni sormak
ne cesaret! Çocukluk etmişim işte.”
Coşkun
ise şöyle düşünüyordu: “Çok değişmişsin, seni tanıyamadım. Seni düşündüm
yıllarca, aklımdan hiç çıkmadın. Sana zarar verdiğimi düşünüp üzülüp durdum. İçim
çok sızladı, içim hep cız edip durdu.”
“Oğlumuzu
doğurdum! Bana ne güzel şey yapmışsın, iyi iki üstüme çıktın, iyi ki üstüne
çıktım!”
Coşkun
şöyle düşündü: “Evlendim, ya sen, neler yaptın, geçen yıllar içinde, seni
düşünüp durdum. Bir gün seninle karşılaşacağımı biliyordum. Ama burada değil.
Hesapta seninle evlenecektim, para kazanıp ev tutup gelip köye seni alıp
gidecektim; nerden nereye geldim; hayret! Kader mi desem?”
Hayriye,
ikisini inceliyordu. İkisi şaşkın ördek gibiydi.
“Onları
baş başka bıraksam iyi olur” diye düşündü; ama bu güzel andan ama kopmak
istemedi.
Eski
günlerden söz ediyordu, Hayriye.
Usul
usul konuşuyordu; “ne güzel hava! Çay içelim kahve içelim, ve
sakin
sakin eski günlerden konuşmaktan başka güzel bir şey yapamayız. En güzel
tedavi! Birbirimizin gözünün içine bakmak!”
Düşsel
bir huzur ve mutluluk içindeydiler.
“Ben
tek başıma gezeyim” dedi Hayriye masadan uzaklaştı.
Coşkun
şöyle düşündü: “Evlendiğimi söylesem mi? çocuklardan söz etsem, ya bekarsa,
kırılabilir, acaba evlendi mi, sus, önce o başlasın söze.”
Onunla
seviştiği günü hatırladı, ona derin derin bakıyordu, dalıp gitmişti.
Hep
köye dönüp Songül’ü kaybolduğu o karanlıktan, artık nerdeyse bulup çıkarmak ve
onu yanında alıp büyük şehre gitmeyi düşünüp durmuştu, yıllarca bunu hayal
etmişti, Songül’ü o karanlık pislik köyden çıkaracaktı, kadını yapacaktı, onun
kaderini değiştirecekti. O üzgün ve ağlayan kız gözünün önünden hiç gitmedi, şu
işi yapayım, para kazanayım dedi, büyük şehirde bir kavgaya, yaşam mücadelesine
girişmişti, ölüm kalım mücadelesinde bütün gücünü, ruhunun enerjisi kaybolup
gidiyor, bazen bir karış yol alıyor, bazen beş karış geri gidiyor, bazen on
adım ilerliyor, yüz adım geri gidiyordu, düşe kalka giden bir ritimdi, bunalımlarla,
öfkeyle, kan ter içinde didinerek.. bu şehirde kendini kanıtlamak ne zoru işti!
Büyük mücadelesinde kimi anlar Songül’ü hatırlar, sisin ya da yağmurun, fırtınanın
ya da karın, tipinin yuttuğu o evi, Havva’nın evini hayal eder, içerde Songül,
odasında tatlı tatlı uyurken, düşünürken, ne hisseder, ne yapar, onu baştan
çıkardığı için, onunla cinsel ilişkiye girdiği için acı duyardı, onu yoldan
çıkarmıştı, o şeyi başkalarıyla da yapmaya başlamış mıydı, kitli ve sihirli ve
kutsal yapıyı o açmıştı, üzülürdü, “keşke yapmasaydım” diye düşünürdü, zamanı
geri alabilişe, o cinsel şeyi asla yapmazdı, anne evini hayal ederdi, şenlikli
kahvaltıları verandada, kış günleri içerde, şömine başında geçen saatler, akşam
yemekleri, bir sürü konuk, genelde böyleydi, çatal bıçak sesleri, tabağa çarpan
tabak çatal sesleri, havlayan köpekler, yakında öten cırcır böcekleri, bahar
günleri yağmurlu günlerde çizmelerle ormanda, bahçelerde gezmeleri köpeklerle.
Ata bindiği günler. Bisikletiyle arkadaşlarıyla son sürat indiği o yer, kimi zaman
toprak ve asfalt yol, ilçeye giden o asfalt yol kıvrılırdı dağların arasından,
nehrin hemen üstüne kurulu o mis gibi yol.
Işıksız
simsiyah olan o yol, kuru yapraklarla kaplı yol…otların ağaç dallarını hücum
ettiği yol bahar ayında ve simsiyah bir köy.. simsiyah her şey.. ve Songül bir
beyaz ışık gibi parlıyor aniden, yüzü, çırılçıplak parlıyor, kırmızı, pembe.. renkten
renge gidiyor Songül… o sevişme sıcaklığını, ateşini yeniden hissediyor, hep geri
dönüp…o cehennem siyahından çekip almak Songül’ü.. ona kimsenin vermediği
şeyleri, güzel şeyleri vermek, onu şehirde rahat ettirmek, Coşkun’un içinden
çocuksu o kadar çok şey geçiyor ki…oysa Songül o zamanlarda… ha bugün ha yarın
gelsin derken geçiyor aylar yıllar.. bir ara.. şehirde tutunmayı başardığı ilk
zamanlar.. altında tek kahverengi pantolon vardı, evden eşyalarını almadan it gibi
piç gibi çıkmıştı, evi, annesini hatırlatır diye üstündeki giysilerle
çıkmıştı…ipini kıran köpek gibi… ve sonra kendi hayat kavgasında kaybolup gitti
bir yaprak gibi fırtınada, ve köy, ve Songül bir düş gibi kaldı sisin, yağmurlu
günlerin duvarı ardında, tatlı ve sıcak odanın ardındaki kar gibi, bir duvar,
bir sessizlik, bir yoğun çığlık duvarı ardında kalan bir çocuk gibi, bir at
gibi, bir şımarık gökyüzü gibi bir çiçek tarlasının hayattan umut kesmesi gibi
bir kanal, bir aralık, bir yaşam dürtüsü ardında o kaldı oralar, ıslak
tarlalar, gelincik çiçekli ekin tarlaları, kargaların ve sığırcık kuşlarının
tüneği ağaçlar, annesinin kahkahası, babasının huzur dolu bakışları, sevecen ruhun
yansımaları. Gururlu bir kurbağa gibiydi, bir kertenkele, “eline asla düşmem
anne! İçin yansın bensizlikten, içini kavrulsun küle dönsün!” diyordu, “ne
yapıp edip bu şehirde tutunacağım, sana muhtaç olmayacağım!” diye düşünürdü,
işlerinin bombok gittiğinde, “eve dön oğlum kendine yazık ediyorsun” diye düşündüğünde,
eve dönme dürtüsü tam yakıp yıktığında şehirdeki var
oluş düşünceleri, azmini… kararlığı gevşediğinde, “dön git evine!” diyordu iç sesi.
Bütün çiçeksi ve bebeksi saf şeyleri barındıran Songül’ün tatlı, güzel yüzü, iç
ferahlatan yüzü, gözlerinin içindeki sevecen ışık.. bütün amacı ona kavuşmak
için farkında olmadan tam tersi yöne dört nala koşuyordu bir at gibi.
Coşkun, Songül’ü kucaklamak istiyordu deli gibi,
evet, bu yaşlanmış, yüzü çizgilerle ve yaşam tecrübesiyle dolmuş olgun kadın
başka biriydi; ama bakışlarındaki ışık, o görkemli sarı parıldama gibi sapsarı
çiçeklerle dolu dağın yamacı gibi bakışın merkezinde, en güzel yerinde yıllar
önce seviştiği kızın sevişme arzusu, sevişirken çıkardığı zevk ve mutluluk
inlemeleri, o andaki kahkahaları, onunla girdiği küçük sohbetler, öpücükler ve
okşamalar vardı…o sarı bakışta…evet, o ufak kız, beyaz güvercin gibi ufak kız
çoktan kaybolup gitmişti, erimişti o acılı hayat içinde, dönüşmüştü şefkatli,
iyi ve güzel yürekli bir kadına, ne kadar üzücü, içler acısı, kalp kırıcı, o
ufak kızın büyümesini, geçirdiği evrelerin tekine bile tanık olamamıştı, insan
evlatlarını (sevgilisi, eşi ya da dostu) büyürken, onların gelişim evrelerine
tandık olduğunda, yürüdüğünde, konuştuğunda, ergen olduğunda bambaşka keyifler
alır, acayip mutlu olur, ne yazık seviştiği kızın bütün hayatını kaçırmıştı,
koca yıllar akıp geçmişti ve o ufak kızdan bu olgun yüzü ışıklı bir kadın
kalmıştır, ne tuhaf, ve büyüleyici. Boyunu öptüğü, memelerini sıkıp yaladığı o
ufak kız… o ne tesirli sevişmeydi, ne kadar düşseldi, geçen onca yıllar içinde
neler yapmıştı, neler gelmişti başına, nasıl belalar uğramıştı, neler
ağlatmıştı onu, neler sevindirmişti, ona tonla soru sormak istiyordu, başını
yastığa koyduğu binlerce gece, her ayrı günü, tamamını hepsini bilmek, hepsini
ağzından işitmek ne güzel olurdu, seyri izlemek zevkli bir (işemeye bile
gidemeyip tutarsın) film gibi, ona çok soru sormak istiyordu; ama utanıyordu. birden
eski samimiyet nasıl kurabilirdi?
Songül, başını bir tarafa çevirip otlara ağaçlara
mistik hislerle, düşsel hislerle, mutluluktan dolup taşan bir huzurla
bakarken…Coşkun, saldırır gibi yağar gibi kadının pembe tişörtü altındaki
memeleri hayal etti, ilk gördüğü memeler…o ufak memeler…akıl almaz düşsellik, o
hissi yeniden hissediyordu, o ufak kızı elime geçirdiği günkü gibi değil; çok
başka bir hırs, azim ve içgüdüydü bu, bu kadının her yerini su gibi içmek, ele
geçirmek, onu zevkten, okşamaktan ağlatmak, (bir arkadaşından duymuştu, bazı
kadınlar sevişirken ağlar. İnsan sevişirken ağlar mı, insan canı yanınca ağlar
diye biliriz; ama insan nasıl ki mutluluktan ağlıyorsa sevişirken de zevkten
ağlar.) Coşkun, ağlayacak gibiydi. Songül için eriyip bitmişti, yılları onun
özlemiyle yanıp tutuşmuş, özlemekten bir garip varlığa, yenilmez bir varlığa,
mücadeleci bir varlığa dönüşmüştü, bu aşk onu dönüştürmüş, karalı bir
varlığa…şehirde tutunmasına yol yordam hazırlamıştı. Sonra aşık olmuş, evlenmiş
Songül ise zamanın tozlu rafında bir oyuncak bebek gibi donup kalmış, Coşkun
onu unutmuştu yaşam kavgasında. Karısıyla ilk seviştikleri gün memelerine
bakınca, “Songül’ün memeleri çok daha iyiydi!” diye düşünmüştü. Farkında
olmadan. Kadının her bir yerini Songül’ün her bir yeriyle kıyasladı bir zaman.
Canı sıkıldı, içinden ruhundan geçenleri dile getirememe
çok kötüdür.
Sigara yakmak için davrandı, ilk o zaman gözlerini
aldı ondan. Otlara çiçeklere baktı.
Songül ona baktı bu kez, sonra aya.
Songül de onun gibi içinden geçenleri ifade
edemiyor, onunla geçirdiği günleri tek tek görüyordu kafasının içinde, Coşkun’un
anlattığı şeyler, ne çok şey anlatmıştı. Coşkun daha çok cinsel şeylere
odaklıyken Songül başka başka şeyleri hatırlayıp haz alıyordu. Songül de
yıllarca o hatıralarla sevişmişti,
“Bana da bir dal verir misin?” dedi Songül.
“Çok özür dilerim; teklif etmedim, sigara içtiğini
düşünemedim.”
Songül güldü.
“Seviştiğimiz gün içtim ya.”
Coşkun, utanıp bir an önüne baktı bir salise.
“Gülüşü ne güzel, tıpkı o eski günlerde ufak kızın
gülmesi gibi” düşündü, dişleri yine çekici.
O hatırlatma çok hoşuna gitmişti. Hep; “bunu ufak
çiçeğe yapmalıydım” diye düşünüp üzülmüştü, “beni düşünüp üzülecek, kimseyi
gerçekten sevemeyecek.”
Songül, sigara içerken başka şeyler gördü, bunaltıcı
bir yüz, kurak, cansız.
Songül, yaşlanmış mı ne, hani nerde o parlak ışığı,
evet, yaşlanmış, ne güzeldi eskiden. Acınası bir halde görünüyordu sigara
içerken.
Dev
bir hayal kırıklığı hissetti ona akarken, konuşurken, hareket ederken büyük bir
saflık ve iyilik saçıyordu çevresine. Çok eskiden…
Ama
az sonra alıştı onun yeni haline,
Anıları
hatırlıyordu onun yüzüne bakarken.
Küçük
bir kızken nasıl ışık saçıyorsa yine öyleydi şimdi, bunu gördüğüne pek sevindi.
Songül, hararetli bir konuşmaya başlayınca.
Neler
yaşamıştı Songül, onca yılda? Neler olmuştu hayatında?
Songül,
ona bakıp eski günlerden söz ederken onu inceliyordu, yüzünü, çizgileri,
yüzdeki ifadeler…onu su gibi içiyordu.
Songül
de ona baktığında çok farkı biri görmüştü, çok arkadaş edinmişti, neye
yaramıştı onlar? Kocaman bir hiç. Ama bazen bu hiçlikle tatmin olmak
gerekiyordu, belki de hayatımın anlamı buydu, onun için. Başkaları için ne olur
bilemezdi.
Her
şey zordu hayatında; ama Coşkun içinde hep capcanlıydı. Çünkü kalbindeki
varlığı onu mutlu ediyordu, onu söküp atmayı hiç düşünmedi. Bir ara denedi; ama
çok kötü oldu, kayboldu.
“Kalbimdeki
seni asla çıkarmayı denemedim daha, bu beni aşan bir şeydi.”
Hayriye,
onu okutmuştu, hemşire olmasını sağlamıştı.
Songül
ve Coşkun seviştiklerini gün, Songül hamile kalmaması için elindeki ilaçları
içeceği sırada durmuş, “yok, hamile kalayım, bir bebeğim olsun ondan..” diye
düşünmüştü ve bebek büyümeye başlamıştı karnında… genç bir tır şoförüyle
arkadaş olmuştu, genç adama durumu anlatmıştı, “babası piçin biri, çekti gitti,
yaptım bir hata, bu işi ört bas etmek için kağıt üstünde benle evlenir misin? Genç
adam teklifi kabul etti. Evlilik gerçek olsun diye ısrar etti.. Onunla evlendi,
ondan da bir çocuk oldu, yürümedi evlilik.
Sonra
bir evlilik yapmıştı, ondan da iki çocuğu olmuştu, o evlilik de kısa sürmüştü.
“Öcü
görmüş gibisin” dedi Songül, “açık konuş.”
Coşkun
güldü. “Bu sen misin Songül, çok değişmişsin, üzerinden yıllar değil binlerce
tır geçmiş sanki.”
Songül’ün
yüzünde bir hoşluk, ilahi bir mizah belirdi, şöyle dedi:
“Sen
de öyle, tatlım, kocamışsın.”
Kahkahaları
aynı anda patladı. Durmak bilmedi, gülmekten gözlerinden yaşlar gelirken
birbirlerini işaret ediyorlardı parmaklarıyla.
Duruldular,
bir saflık sakinlik belirdi içlerinde, yüzlerinde.
Coşkun,
huzur ve sükûnetle dedi ki içtenlikle: “Seni görmek ne güzel Songül! O sakin ve
kendisiyle mutlu olmasını bilen küçük kızı karşımda görmek tarifsiz bir duygu.”
“Beni
özledin mi?”
Songül
cümlesine “aşkım” diyecekti, utandı, ekleyemedi.
“Deliler
gibi.”
“Peki
sen, akıl almaz biçimde… ama baş etmesi zordu…Kendimi bir şeylere verdim,
çeşitli sanat dallarıyla ilgilendim. Sanat kaybolmamı engelledi, işte asıl
mesele öyle zamanlarda kaybolmamayı becerebilmek. İçimde acı birikmişse onu
dışarı akıtmamı ve hayata bağlanmamı sağladı. İnsan bunu yapmayı becerdi mi
hayattaki en büyük belalarla baş edebilir, en büyük engelleri aşabilir, olmaz
denenleri yapabilir, en büyük ve değerli mücadeleleri verebilir. İçimizde kopan
fırtınaları başka ne dizginleyebilir, içimizdeki vahşilikle nasıl baş ederiz?
İçimizdeki kötülüğü nasıl yeneriz?”
Bu
bana iyi gelir diye sevdiğim kim varsa kalas çıktı.
“Neyse
ki ben düzgün bir kadınla evlendim. Seni yıllarca düşünüp durdum, parça parça
oldu içim. Sonra dedim kendime artık üzülme, o orada bir yerde nefes alıp
veriyor, canlı, gülüyor, üzülüyor,
hayatın kollarında akıp gidiyor. Bu düşünce beni çok ama çok mutlu etti. Acım bir anda kayboldu. Uçarcasına hafifledi
içim. Sensizlikle güreşilmiyor. Bir yanım hep eksik, bir yanım kara bir
uçurumdu dibi görünmeyen. Şimdi hayatın nasıl?”
“Berbat.
Ama ne yapayım. Çocuklar var ama yalnızım. Kadınların yalnızlığı çok daha zor
ve dehşetli acı vericidir. Bir kadın yalnızlıkla, acısıyla baş etmek için kaç
bin takla atar haberin var mı? Buna eski kötü ilişkilerin kafada dönen
hayaletlerini de eklersen eğer işin içinden çıkamazsın. Neler çektiğimi
bilemezsin, annenin yardımları olması bitiktim, tabi bunlardan hiç haberin yok.”
Songül
doğurduğu bebeğin Coşkun’dan olduğunu yıllar sonra anlattı halasına, Havva, Coşkun’un
peşine düşerdi; ama o aileyi severdi, Demir yumruk olarak bildiği Hayriye’nin
ona çok iyiliği olmuştu, bu işi gizli tutmaya karar verdi.
İSA KANTARCI
Yorumlar
Yorum Gönder