HİÇ KULLANILMAMIŞ SEVİŞME DÜRTÜLERİYLE
Düşüncelere
dalmıştım. Ayıldım. Uzun zaman geçti, Seher gelmedi yanıma. İçerden kavga
gürültülü sesler gelmiyordu. İçim rahat etti. Buradan, Seher’den kopup gidecek
olmam üzüntü verdi, aslından birkaç gün burada kalabilirdim. Ulan ne güzel
olurdu. Bunu diyemem de. Canım sıkıldı. Buraya dair hayaller kuruyordum. Burada
akşam, gece nasıl olurdu sabah? Masaya baktım, eskiydi, kaç kez yemek yenmiş
üstüne, nelere tanık oldu? Can sıkıntısından masaya sardım, masa kahkaha atar
mı? Masa insanı hisseder mi? Ötede dut ağacı var, erik ağacı, incir ağacı.
Seher geldi
arkadan, fark etmedim, sırtıma dokundu: “Ne düşünüyorsun bayım!”dedi
sevecenlikle.
O böyle
yaklaşmaz hiç, hep ciddidir, ciddi bakar. Düşünceli bakar. Elle temas etmez.
Çok hoşuma
gitti, hayret, neden böyle dokundu?
Sonsuza dek bu
anı yaşasam, bir ileri bir geri sarıyorsun ya videoyu, aynen böyle. Hiç
sıkılmam o zevkten, sırtıma el atan kelebek elden.
“Ruhum çürüyor
bu evde. Bu ev ruhumu yiyor. Bir iş bulmam lazım, bir meşgale bulmam lazım ya da kaçıp
gideceğim bu evden, neresi olursa, herkes benden kurtulacak, ben de onlardan.”
Ağlamaklı diyor.
“Ruhum çürüyor
bu evde. Bu ev ruhumu yiyor.” Ben bu sözleri yıllar öncesinden hatırladım.
Mart ayıydı,
gündüz güneş vardı; ama akşama doğru katil köpek balıkları gibi gökyüzü
bulutları toplamıştı, hava kararmıştı, rüzgar çılgınca esip duruyor, yolda
yürümek zor oluyordu, çatılar uçuyor, yerlere bir şeyler savruluyor, ağaç
dalları kırılacak gibi sallanıyordu. Birden elektrikler kesilmişti semtte, her
yer simsiyahtı, içime bir coşku düşmüştü, küçükken olduğu gibi, elektrik
kesilince sevinirdik, korkardık da, zifiri karanlıkta oyunlar oynardır,
mahallede, evde ve yağmur damlaları atmaya başlamıştı gökyüzü. Lisede son
dersten çıkmıştım, Seher’i bulacaktım, bu başka bir coşkuydu. Az bekledim onu,
zil çaldı. Çocuklar araç farları önünden geçiyordu, kimi el feneri çıkarmıştı,
kimi cep telefonunun ışığını kullanıyordu. Aileler araçlarıyla gelmiş,
çocuklarını alacaktı, düşsel bir çığlıkla bekliyorlardı, kahkahalar, gençlerin
müzik sesleri, kız sözleri yırtıcı kuşlar gibi muhteşemdi, küfürler vardı,
muhabbetler vardı aralarında, eşek gibi anıran genç adamlar vardı güya gülen, gıcıklığına
bağıran vardı, makara olsun diye bağıranlar (bizim sınıfta vardı bir tane) iğrenç
ses çıkaranlar, minibüsler beklemedeydi yolcularını. Karmaşaydı ortalık.
Seher’le sahile gidip çekirdek yiyecektik, birer bira içecektik. Sonra onu
yolcu edecektim evine. Eve gitmeden bir küçük kaçamak yapacaktık, öyle esmişti
içimizden. Dertleri vardı, anlatacaktı, hep bir şeyleri olur, onun dertsiz günü
mü olur, dertsiz günü olsa bir şeyi kuruntu eder, kafaya takar, anlatacak bir
şeyi olur. Benim de ona bakmak, onu dinlemek, sesini işitmek mutlu ederdi.
Sınıf
arkadaşlarında birini görüp fırladım, Seher’i sordum. “Çıktı az önce, görmedin
mi?” dedi, “ağlıyordu, şu taraftan gitti. Koşarsan yetişirsin.” Tam gidiyordum,
durdum: “Doğru söyle lan!” dedim, kızdım, dilimi ağzımda kıstırdım, bir elimi
yumruk yaptım, vuracak gibi yaptım, vurmadım, incecik ensesini kerpeten gibi
sıkmaya başladım, “yapma abi” dedi, şakadan yapıyordum oysa, o da biliyor, çok
severim onu, bir hastalık geçirmiş, aynı yaştaydık, ama; bana “abi,” derdi,
bazı çocuklar onu ezmeye, dövmeye kalkışmış, ben araya gidip onu kurtarmıştım.
Bizim çelimsizi bırakıp fırlamıştım. Yağmur başlamıştı. Seher, her zamanki
otobüs durağında yoktu. Epey bekler araç. Kafamda alevli bir fırtına kopmaya
başladı, alevler beni sarmıştı, onu bulamazsam ölmüşten beter olacaktım sanki. Otobüse
binmiş olamazdı, belki de binmişti, yola bakındım. Meraktan mahvolmuştum, onu
ağlatan kimdi, neydi, onu ağlatanın ben… delirmiştim. Aniden bir kamyon ilişti
gözüme, kırmızı ışıkta durmuştu, bir kız gördüm, pembe sırt çantalı. Seher’de
de benzer çantadan vardı. Bu Seher olmalıydı, emin olamadım, bir anlık gördüm
kişiyi, kız mı erkek mi emin olamadım.
Saman yüklü kamyonun arkasına tırmandı, brandayı açıp kamyona atladı, kedi gibi
seriydi. Atmasyon ilerliyordum. Şansa. Fırlamıştım. Bağırdım: “Seheeeer!” Yeşil
ışık yandı ve kamyon hareket etti. Sabah okulun bahçesinde bankta oturup az
sohbet etmiştik, gözlerinden bir çift yaş düşmüştü. Bir şeyler dedi, anlamadım,
anlamadığımı da belirtemedim, kafamda başka şey vardı, sorsam beni dinlemiyor
musun diyecekti, sorsam ayıp olacaktı, kesin kızıp basıp giderdi. “Çok üzgünüm,
neden bana böyle yapıyorlar, ben bunları hak etmiyorum ki! Ben iyi biriyim. Her
neyse, anlattıkça daha çok üzülüyorum, içimde kalsın, senin de başını ağrıttım.”
İçi ezilerek
söylemişti bunu, bütün masumluğuyla. Zaten doğan bakışı masumdur.
Gözyaşlarını silip
fırladı; ama yine ağlamaya başlamıştı, gözden kayboldu, ben de bankta mal gibi
kaldım.
Meğer büyük
bir acı, bir başkaldırı varmış o bakışta, üzüntünün arkasında, geç fark ettim, algılayamadım;
başka şeyler vardı kafamda. Öğle vakti yine konuştuk az. “Çay içelim, salep de
olur, uzun zamandır içmedim.” Başka bir
şey dememişti, ben de sormayı uygun bulmamıştım.
Kamyona nasıl
yetişirdim, bir bisikletli gördüm, bir omuz atıp bisikletini elinden alsam;
olmaz. Böyle şeyler filmlerde olur ve Seher’i uyuşturucu kaçakçıları ya da
kadın tacirleri kaçırıyordu sanki, ne büyük bir kahraman havasına girmiştim,
osuruğun tekiydim oysa. Ve o kız Seher olmayabilirdi; ama büyük ihtimal Seher
değildi o, binde bir ihtimal peşindeydim. Ama içimdeki diğer ses o kızın Seher
olduğunu söylüyordu. Ve o kamyon ülkenin iç kesimlerine gidiyordu. Anlaşılan
Seher’in şalterleri altmış. Evden biriyle, ya annesi, ya babası ya abisi
biriyle kapışmış adam akıllı, bir şeyler olmuş. Para sorunu herhalde, para
sorunu hep olurdu, her evde olur yıkıcı biçimde, bir baskıya uğradı belki, bir
istediği yapılmadı, bir hakkı yendi, ne bileyim. Uçurumdan yuvarlanır gibi
koşuyordum, kamyona belki yetişirim diye, yükü çoktu ve ağır gidiyordu ve yol
bozuktu. Yağmur çoğalmıştı. Yüzüme yağmur damları çarpıyordu ve sakin damlalar
sağanağa dönüşmüştü, yüzümü acıtıyordu damlalar, yarıp geçiyordum yağmuru bir
kılıç gibi, tarihi bir filmdeki savaşçı, dini filmdeki mazlumları koruyan yiğit
gibi hissettim kendimi, koşmak harika hissettiriyordu, bu koşu hiç bitmesin
istedim, kurtuluş koşmakta dedim içimden. Kurtuluş; acı çekerken son sürat
koşmaktadır, acı süresini kısaltıyorsun çünkü ve güzel zamanların süresini de
genişletmeli insan, her detaya, her şeye yaymalı; ki uzun hissedilsin. Ve o
adrenalinle kafada hiçbir sorun kalmıyor, insan içinde hiçbir acı, zorluk,
umutsuzluk hissetmiyor; çünkü koşuyor, hareket halinde; çünkü delice meşgul,
adrenalin var. Fırtınayla boğuşan eski gemi acı hisseder mi ve ben bu yolun
fatihiydim; ama yol bozuktu ve kendimi zorlandıkça güçsüz düşmeye; “lan
saçmalıyorsun, dön git evine, ıslandın, annen fena yapacak” diye düşünmeye
başladım. Giderek yavaşlarken arada hızlanıyordum, kamyona yetişmeliydim. Ama
hızlıyken bile çayırda koşan yavru bir köpek gibiydim, belediye ekipleri ya da
karayolları bu yolun iri çukurlarını neden doldurmuyor ki! Yola su birikmiş ve
su dolu çukura bastım, küçük gözüküyordu; ama çok derinmiş, foş etti ve yüz
üstü yapıştım yere, o gördüğüm bisikletli ben yaşındaki genç adam yanımda
durdu, “iyi misin kardeşim?” dedi, çukurdan çıkıp iyice kenara geçtim, oturdum,
“iyiyim” dedim, “bana bisikletini verebilir misin, acil bir yere yetişmem
lazım.” Olmaz anlamında başını salladı, el salladı, gülümsedi, “sen kendinde
değilsin, kendine gelmelisin ve eve yetişmem lazım.” dedi. O usul usul
ilerlerken dinleniyordum, yola baktım, kamyon ilerde durmuş, koşmaya başladım,
giderek hızlanıyordum ve bisikletli çocuğa yetiştim. Tekerde sorun vardı
herhalde, arkasına, tekere bakıyordu ve tepetaklak oldu aniden. Yanından
geçerken yavaşladım, “nasılsın ortak?” Ters ters baktı, “neyse, iyisin sen;
“sen kendinde değilsin, kendine gelmelisin, iyisin, ambulansa gerek yok, şu
ilerdeki kamyona yetişmem lazım. Acele etme; ev kaçmıyor, değil mi?” Küfür eder
gibi baktı. Bastım. Vücudumun bir kısmı ıslak ve çamurlu olsa da yeniden tarihi
filmlerdeki güçlü kuvvetli savaşçılar gibiydim, gladyatörler beni örnek alırdı,
kendimi o güçte, ruhaniyetle hissediyordum ve bu koşunu sonunda elden
edeceklerim çok değerliydi, bir hazine elde edecektim: Seher delirmişti, baş
kaldırmıştı, kaçıp gidiyordu bir yere, evdekiler onu arayacaktı, deli divane
biçimde, “kızımız kaçırıldı, kızımız kadın tacirleri eline geçti” filan,
çeşitli korku, vahşi düşünceler, hayaller, paranoyalar. Ve ben onu yakalayacaktım
facia olmadan ve ona en uygun sözleri diyecektim ve o da ağlayacaktı; “hepsi geçecek” diyecektim ona ve o da
ağlarken kollarını açacak, bana sarılacaktı sımsıkı. Seher’in hiç yapmadığı bir
şeydir sarılmak, el teması, bir kere omzuna dokundum, beni duymayınca, “bakar
mısın?” anlamında, beni baltayla ya da ekmek bıçağıyla doğrayacak gibi bakıp; “sakın
bana dokunma bir daha!” Demişti, üzüntüden ağlayacak gibi olmuştum, az sonra
hatasını anlayıp; “sorun değil” demişti, “bugün annemle kavga ettim de, sinirliyim.
Çok gerginim.” Gülmüştü şımarık biçimde.
Elle basit temas,
sarılma gibi konularda Seher betonun tekidir, erkek milletine karşı. Kendini
çok pis korur.
Bu koşu
sonunda ona ilk kez sarılacağımı umuyordum. Öyle ya, filmlerde, romanlarda hep
böyle olur, adam kıza moral verir, destek olur, kız ağlar, içini döker,
meseleyi anlatır ve bir an kollarını açar, ona moral veren adama sarılır,
derken öpüşürler.
Tamam, benim
öpüşme beklediğim hiç yoktu, benim haddime değil; ben kimim ki. Masum bir
sarılma, Seher’i kollarımın arasında hissetmeyi ne çok hayal etmiştim; ama o bu
konularda yabani geyik gibidir, son sürat kaçar gider. Seher öyle derdini anlatırken ağlamaz,
ağlarsa da sarılmak istediğimde izin vermez, bir kere oldu, bir elini kaldırdı,
‘yaklaşma,’ dedi eliyle. Ama belki bu kez izin verir, çok perişandır, acılıdır,
güven duyduğu ben biri vardır karşısında ve papatya gibi zarif kollarını açar ve
birbirimiz sımsıkı kucaklarız, evet, “hepsi geçecek, her şey,” sakince dururum
yanında, o konuşur, yağmur almayan,
sevmeyen bir
yere geçeriz, yağmuru izleriz, hissettiklerini anlatır ağır ağır ve düşünerek.
Evde neler oldu, yoksa dışarıda biriyle kötü bir şey mi yaşadı? Nedir
bilemiyordum. Düşündüklerimin tam tersi olur genelde. Çok umut ederim, çok
mücadele ederim bir şeyler için, tam budur diye bir düşünce belirir kafamda;
ama tam tersi çıkar, bir ihtimal büyük hayal kırıklığı olacak yine, belki de
ona hiç sarılamayacağım, sevgilisi, nişanlısı sarılacak ona. Belki de piçin
teki sarılacak ona, evlenecekler. Beni de düğününe davet edecek, “ah ahmak
herif” diyeceğim kendime, “sessiz kaldın; adam kızı aldı götürdü.” Peki ben
kime sarılacağım? Unutulur gitmez mi çok sevilen kızlar, insan ona uygun kızı
bulur, hep ona sarılır. İnsan sanır başkasına sarılamam. Bir ağaca sarılırım.
Seher betonun teki, ona neden sarılıyorum ki! Çayırlara sarılırım. Onlar bana
zarar vermez, veremez, bir kediye sarılırım, bir köpeğe. İnsan neye
sarılacağını bilemez ki, bir nehre saydırırım belli sayılırım. Bir salyangoza sarılırım, belki de bu bana en
faydalı olandır, insan hep yanlış şeylere sarılmak ister ve o şeylere bir kere
sarıldı mı kopamaz, acı çeker, hayatı mahvolur. Kurbağa gibi düştüm,
toparlandım, patinaj yapıyorum arada, koşuyorum, bu koşu bitmesin, yağmur
bitmesin, her şey güzel, bir yanım çamur ve ıslak; ama coşku var içimde,
heyecan gümbür gümbür, kalbim ne güzel çarpıyor ve Seher gelincik gibi ekin
tarlasında, onu sararım belki şefkatle, izin verirse. Çok üzgündür, ‘yaklaşma
bana’ bakışı atarsa, omzundan tutup; “kız delirdin mi, kendine gel! Bak kafamı
attırma!” diyeceğim, topyekün bir saldırı yapacağım, ruhumla ama. Ağlayacak
çocuk gibi ve kollarımı açacağım, sarılacak bana.
Kamyon sinyal
vererek kenara yaklaştı. Durmasına sevinmiştim, bir korku başladı, ya kamyona
binen Seher değilse, bıçağı varsa, bana bıçak çekerse, uyuşturucu almışsa,
kopuk biriyse?
Kamyondan kel
kafalı, şişman şoför indi. Top gibi yuvarlak başını sıvazladı. Karşı şeritteki
benzin istasyonuna gitti kamyonu kapatıp. Bekliyordum aptal aptal, kamyon
kasasında biri başını çıkardı. O kız Seher’miş!
Soluk soluğa
yanına vardım.
“Ne işin var
orada?!”
Ters ters
baktı: “Sen de nereden çıktın be?!”
Atlayıp indi kamyondan.
Hızlandı, yan
yana yürümek istiyor, hızlanıp yetiştim ona.
Umarsız,
hırçın. Sanki yanında yokum.
“Nereye
gidiyordun?”
Hiç de hayal
ettiğim gibi bir dram saçmıyordu.
Konuşmuyordu.
Sustum, uzun bir süre sonra şöyle dedi:
“Berbat
görünüyorsun. Düştün mü?”
“Evet. Nereye
gidiyordun?”
“Kafama esti.
Gideyim dedim, bir isyan. Ama çok çocukça geldi. Kamyondan inmek istiyordum ve şansa
durdu.”
Acısını,
öfkesini, isyanını dile döksün istiyordum; ama yapmıyordu.
Az sonra otobüs
durağına geldik.
Çıkarıp sigara
yaktı.
Sigara
içmezdi.
Bana tuhaf
tuhaf baktı.
‘Ne işin var
yanımda böcek?’ dercesine.
Hep çiçeksi
bakan kızın bu bakışında çok rahatsız oldum.
Yaşlı bir amca
önümüzden geçip gidiyordu.
“Moruk
gidiyor, şunun ensesine bir tokat atsana.”
Böyle konuşmaz
o. Çatacak yer arıyor. Kıvranışlı işleri, şeyleri hiç sevmem; ama belki ki
içinde böyle bir şey var.
“Şu kamyon
şoförü çok şanslı, gidiyor, sürekli yolda. Aslında kamyon orada dururken gidip
kasaya atlasam iyi olacak. Korkaklık yaptım.”
“Git atla o
zaman.”
“Açım. Üşüdüm.
Eve geçip mis gibi uzansam güzel olacak. Bu işler bana göre değil.” Güldü.
“Ne?”
“Bilirsin.
Başına gelmiştir.”
“Bilmiyorum.”
“Uzaklara
gitmek.”
“Demek öyle.
Sebep?”
“Uzakları severim.
Sigara vereyim mi?”
“Neden?”
“Belki içmek
istersin.”
“Ver bakayım
bir tane.”
Dili çözülür
diye, yoldaşlık olsun diye aldım bir tane.
Çakmağı tuttu,
sigarayı tutuşturdum. İlk dumanı yüzüne üfledim.
“Yapma…”
“Pardon.
Yanlışlıkla oldu.” (olmadı aslında)
“Sen beni
çözümlemek derdindesin.”
Ses etmedi.
Başka yöne baktım.
“Çözümlemek,
ha?”
“Sağır mısın,
tekrar ediyorsun bir de!”
“Sen
delirmişsin kızım.”
“Ben senin
kızın değilim, düzgün konuş. Beni kendi halime bırak. Sen de diğerleri gibisin,
hepiniz aynısınız!”
“Peki, tuğla
kafa.”
Onu ardımda
bırakıp gidiyordum, sabrım taşmıştı, birkaç adım atmıştım, onu hayatımdan silip
atmıştım o an.
Kahkahasını
duydum, çok hoşuma gitti.
“At kafa,
nereye gidiyorsun?!” diye bağırdı.
Dönüp ona
baktım, omuz üstünden.
“Geleceğini
inşa etmek istiyorsun. Ama bir şeyler oluyor, tepen atıyor. Birileri köstek
oluyor. Ruhum çürüyor o evde. O ev ruhumu yiyor.”
“Ne oldu?”
“Sabah
kalktım, ineklerin atlını temizle dedi annem, hastaymış. Unuttum; babama geldi.
Bağırdı çağırdı. Çok zoruma gitti. Gidip çay içelim, salep.”
Eve geç
kalırsın.
Sorun değil.
Sorun olur. Az
bekle beni dedim, hemen geleceğim.”
Fırladım, kısa
bir süre sonra yanına döndüm.
Otobüs yaklaşıyordu.
“Kanka, çay
içemedik.”
“Sorun etme,
yarın içeriz.”
“Kanka” lafını
da hiç sevmez, hayret bu kez kullandı.
Güldü beş
yaşındaymış gibi. Çok sevdim bunu.
Otobüse baktı,
bana; üzüldü, eve gitmek istemiyordu, mahzunlaştı, çocuk gibi dudaklarını büktü.
Otobüsün
kapısı açıldı, basamakları tırmanıyordu.
“Seher, az
bak!” dedim.”
Poşeti ona
fırlatacaktım, “Yakala!”
Yakaladı
havada: “Ne bu?”
“Çay; evde
içersin.”
Otobüsün
kapısı kapandı.
Poşetin içine
baktı, gülümsedi, parmağını salladı.
Çay süper!”
diye bağırdı gülerek.
“Sizinkiler
görmesin.”
Otobüs
yavaşladı, bir yolcu binecekti.
Seher, açılan
kapıdan şöyle dedi: “İşte şimdi tam oldu. Sen harika bir elementsin ya!” dedi,
kollarını iki yana açtı çocuk gibi, dua eder gibi, ‘sana borçluyum’ der gibi.
“Yok” dedim, “at
kafayım ben, atları severim.”
“Öyle olsun.”
Göz kırptı. Otobüs uzaklaşıyordu hızlanarak.
Verilen emeğe
değmişti, çamur ve su içinde pislenmeme. Gülümsemesi, kahkahaları içimi ısıttı,
uzayı bana vermiş gibiydi, o mutluluktan coşkulu hali ben çok mutlu etmişti.
Sarılmak neymiş? Sıfır herhalde bunu yanında. Gözlerinin içindeki dev
parıltıdan, ışıktan daha güzeli yoktu, onu hiç unutmayacaktım. Harika
hissettim, kötü yola düşen kızı kurtarmış gibi. Kıvranışlı şeyleri hiç sevmem;
ama hep böyle şeyler yaşarım, içim bir anda sakinlik ve huzurla doldu onun
yüzündeki ışığı görünce,
Bağlantımızın
güçlendiğini sezdim. Onu koruyabildiğim için, (en azından imkan bulabildiğim) mutlu
edebildiğimi için muazzam bir ferahlık ve tatlı bir his duydum kalbimde.
Bütün kamyon
şoförlerine selam olsun, sağanak yağmurlara, yollardaki çukurlara, bisiklet
sürenlere…Hepsi çok faydalı şeylerdir.
Ahırdaki inek
gübrelerine selam olsun. Yağmur altında ellerim ceplerimde yavaş yavaş
yürüyordum. Sanki randevu evine düşecek bir kızı kurtarmıştım, sevinçten içim
içimde bir gök olmuştu, göksel olmuştum, gökmen olmuştum, sarhoş gibiydim.
Yerinde bir hareket yapmıştım. Ben ona tatlı ve vazgeçilmez öğütler
vermemiştim, içine atan bir kızdır, acılarını bastıran bir kırmızıdır, çok
nadir içer, o da kafası çok bozuksa, bir bira içer, sevmez oysa. İçine artar
çünkü; aman kimse bilmesin, duymasın, tecavüze uğrasa bile, saklar, rezil olmak
korkusu, bağnazlığı mahallenin, suçun yoksa bile suçlu ilan edilirsin, kuyruk
salladı derler, ateş olmayan yerden duman tütmez derler.
Çayırlara,
saman olacak ekinlerin çocukluğuna, onların serin yaz akşamlarına selam olsun.
Ne güzeldir çayırlar, ekin tarlalarına ay ışığı yoldaşlık ederken.
Seher’i
kucaklasam ve yuvarlansak çayırlarda, ekin tarlalarında, ağaç diplerinde.
Aslında onun için hiçbir şey yapmadım canım şansım yaver gitti sadece. Uzak ve
el ayak görmemiş ormanlarda, sımsıkı bitki ağı içinde coşkulu iki kelebek gibi
birbirimize dolansak yuvarlansak havada Seher’le, bir şey yapamadım canım,
sadece çok istediği şeyi yaptım, bir bira yaptı ne yaparsa bazen. Ama bira günahtır,
uygunsuz, suç. “Bira içelim” diyememişti, “çay” ve “salep” demişti, onlar
kafayı yumuşatmaz ki. Aslında demek istediği biraydı ve onu ona almıştım. Belki
de bira içmek istediğini ben uyduruyordum. Sadece ona bira almanın iyi olacağı
içime düşmüştü.
Koşmak geldi
içimden kesin ve sert, uçuk ve hızlı, yumuşak ve sürdürülebilir, akışkan ve
kaygan, güvecin gibi ve martı gibi, kartal gibi ve bir söğüt kararlılığıyla,
yırtıcı; ama derin, yağmur asla hızını kesme, gece boyu koşacağım, içimde deli
bir kamçı biri harekete geçti, ölene dek koşacağım, yağmur hiç dinme. Distopik
bu ülke belki kendine gelir bu sihirle. Ahırdaki inek gübrelerine selam olsun.
Ahırdaki
yallara selam olsun. Ahırda ısıtılan yallara (yal: inek yiyeceği) selam olsun.
Ne güzel şeydir inek yalı. Ne güzel şeydir Seher’in kitap okurkenki hali, bacakları
uzatıp ya da bağdaş kurup yatağına oturması, bu ders notlarında bakışı, çay
içişi.
Seher’in
hayatta acı çekmesine izin vermeyeceğim, onu sömürmelerine izin vermeyeceğim, Seher’i
ölene dek koruyacağım, Seher’i mutlu edeceğim dostu olarak. Ya Seher gidip
başkasının koynuna girerse, ben neyim, kapı önündeki eşek miyim? Ben ne
oluyorum? Ben onu gizli gizli sevip çok güzel saçmalıyorum. Neden benim koynuma
girmiyor ki? Sorunu ne? Gidip malları seviyor; anlayamıyorum! Beni fark
edemiyorsa etmesi için çabalayamam ki.
Seher’in
gülümsemesi ne güzeldi, o son bakışı… saftı, ruhsal bir ışıltı saçar, üzüm
salkımı gibi. Trajik yalnızlığını bununla besleyeceğim, onaracağım, gidip yanlış birini sevmesin aman, gidip taze
gübrenin terliğe yapışması gibi yapışmasın molozun birine.
Kaçıp gitmesin
onunla, kızlar yapar, en gübre adamlara yamanır tapar, kaçar giderler gün gelir.
İçini bilmeliyim, dost olarak görünmeye devam, onun gölgesiyim, sakın sırrını ele
verme; yoksa kendini kapatır, ses vermez, anlatmaz olup biteni ve onu tanıma şansını
kaçırırsın, kızlar hassastır; kalbini, ruhunu bir kez kapadı mı; fişi prizden çekmiş
demektir. Ağzınla kuş tutsan ona yaranamazsın. Onun içine ettiği her kavgayı bilmeliyim.
Yapmasın diye gençliğinin dev hatasını, destek olacağım ona, arka çıkacağım
seri katil olsa bile. Ama teslim olmasın bedeniyle hayvanın birine. Yalnız
kalsın trajik olsun, simsiyah olsun; ama yalnız kalsın, meze olmasın kimseye, kirlenmesin,
incinmesin. Kendisine saygısı olsun, yozlaşmasın, sömürülmesin. Aksın su gibi
hayatın içinde. Ayakları yere bassın, işi gücü olsun, delirmesin aşkla. Bacak arasının
zevkiyle hayvanlaşmasın. Beni hayvanca sevsin, sorun yok. Vahşi bir coşku
hissediyordum, yağmur hızlanıyordu, ben de atsı bir kıvraklık hissediyordum,
yok yok, dört nala koşan bir attım engellenen gençliğin trajik pembesinde.
Engellenen gençliğinim turuncu alevleriyle; sarı, sapsarı tutkularıyla, hiç
kullanılmamış sevişme dürtüleriyle.
İsa Kantarcı
Yorumlar
Yorum Gönder