KURTLAR ve İNSANLAR
YILLAR ÖNCE YAZDIĞIM BU ROMANI KAYBOLMASIN DİYE KOYUYORUM SİTEYE.
UYDURDUĞUMU DÜŞÜNEBİLİRSİNİZ. ÇOK BELGESEL İZLEDİM KURTLARA DAİR.
KURTLAR ve İNSANLAR
BİRİNCİ BÖLÜM
(gecenin
pırıltısındaki çiçekler üstü ufuk: yenilmez!)
Kar
fırtınasında ilerleyen kurtlar perişandı, dağdan düzlüğe yeni inmişlerdi. Aç,
sefil ve acınacak haldeydiler, zayıflamışlardı. Lider siyah kurt sinyal verdi,
konaklamak ve dinlenmek zamanının geldiğini hissetmişti. Peki nerede
konaklayabilirlerdi? Yıllar önce buraya gelmişti. Onu hatırladı. Sol yakada iyi
bildiği bir orman vardı. Gecenin adeta etli ve geçit vermez karanlığında
birbirin ardına ilerleyen kurtlar hayalet gibiydiler ve azimliydiler perişan
olsalar da; çünkü bu açlık doyurulmalıydı, çünkü bu açlık başa çıkacak ve
yatıştırılacak gibi değildi, gece bitmeden herkes bir lokma bir şey yemeliydi;
aksi halde sürüde korkunç şeylerin olması uzak bir ihtimal değildi. Birlik,
beraberlik ve aralarında yıllar yılı ördükleri bağ ve sevgi bir anda uçup gidecekti,
dağılacaklardı, öleceklerdi.
Kardeşlik
kolay kurulmamıştı, çok emek harcamışlardı, o yüce kardeşlik paramparça
olacaksa önce lider kurt paramparça olmalıydı ve o üstünde ağır baskı ve
sorumluluk hissediyordu, bu itici güçle hepsinden daha dayanıklı, yürekli ve
cesurdu; çünkü o liderdi. Onları hayatta tutmak onun için onur ve gurur ve
varoluş meselesiydi.
Sık
ağaçlar şemsiye gibiydi, büyük bir ağacın altına sığındılar, ağacın altı tek
damla kar tanesi ya bir rüzgar sızıntısı bile almıyordu, mağara gibi olmuştu
altı. İçeri girdiler. Burada ısı muazzamdı, kurtlar içeri girince rahat etti,
hepsi de huzursuz ve yılgın ve bitikti, bazıları açlık acısıyla homurdandı,
bazısı kıvrılıp uykuya bıraktı kendini, bazısı ön patilerini uzattığı
bacaklarının üstüne koydu başını, bütün kurtlar uykuya daldı, lider kurt
düşünceliydi. Dışarıda kar fırtınasının uğultusu vardı. Lider kurt uyursa bir
gözü açık uyurdu, liderlik böyle bir şeydi. Kart fırtınası moralini çok bozmuş,
canını sıkmıştı.
Ama o
yılların deneyimine sahipti, en çetin kışları atlatmayı başarmıştı, en uzun
açlıklarda hayatta kalmayı başarmıştı. Bu varlık tanımayan pis kar fırtınasının
sabaha kadar sürmemesini umdu, o halde uçarcasına ilerleyeceklerdi. Gün
aydınlana kadar avlanma imkanları vardı, diğer deyişle yiyecek bulma imkanları.
Eğer
fırtına biraz olsun yavaşlarsa süratle bir köye ya da başka köylere inme
imkanları daha da kolaylaşacaktı; ama her haliyle bu fırtına onların lehine
çalışıyordu, göz gözü görmüyordu ve bu sırada istedikleri gibi yiyecek bulabilir
ve hayalet misali ortadan kaybolabilirlerdi fırtınanın içinde. Adeta fırtınaya
gömülürlerdi, köpekler ya da insanlar tarafından takip edilme oranları çok
düşerdi. Bu hava şartlarında avlanmak çok düşük riskliydi.
Siyah
kurt, avlanmaya dair yüzlerce deneyime sahipti. Hatırladığı ilk deneyim;
sürüsünü terk etmeye yakın bir zamanda olmuştu, toydu o zamanlar, orman ve
avlanmaya dair bilgileri hiç yoktu ve kendini (yeteneklerini) hiç tanımıyordu;
ormanda aniden tüfek patlamaları başlamıştı. babası yere yığılıp kalmıştı,
sonra güçlükle doğrulup birkaç adım atmış ve yine yere yığılmıştı. Tüfek
patlamaları çok şiddetliydi ve yakından geliyordu. Kurt sürüsü bir anda baskına
uğramıştı ve kaçışıyorlardı. Annesini sürüsünü unutup can havliyle kaçarken
görmüştü. Siyah kurt şaşkınlık ve korkuyla büyülenmişti. O da bir tarafa
kaçmaya başladı. O son sürat kaçışında, o dehşete kapılmış ayakları hayatında
ilk kez bu kadar hızlı koşuyordu. Heybetli, cesur ve gözü pek babasının yere
nasıl yığıldığını ve cansız kesildiğini görmüştü, babası gözleri açık ölmüştü
ve o gözlere yakından bakmıştı kaçmadan az önce. Ölümdü bu ve ölümün ne demek
olduğunu sürüde geçen zamanlarında iyi öğrenmişti. O görkemli trafik günde
insanların; yani onun bakışıyla iki ayaklıların çok tehlikeli, acımasız ve
katil olduklarını anlamıştı.
O gün
ormanda eli tüfekli iki ayaklı canlılardan çok vardı. Siyah kurt gençti, toydu,
daha hayatın başındaydı ve böyle bir kötülük hiç görmemişti ve bütün gücüyle
koşup hayatını kurtarmıştı. Bu trajedi ileriki yılarda hayatta kalma dürtüsünü
en güçlü biçimde destekleyen bir parıltı olarak kalacaktı ve hep üzülecekti,
kafasından ve kalbinden çıkaramadığı acısıyla yaşayıp duracaktı kaçınılmaz
olarak.
Diğerlerine
ne oldu bilmedi, bir daha onlara rast gelmedi. Kendi sürüsünü oluşturduğunda da
her iki ayaklı hayvan izi gördüğünde yaşadığı o korkunç olayı hatırladı. Çok
nadir olarak iki ayaklıları hep uzaktan görüyordu ve onlara daha da uzak olmak
için kaçıyordu. İnsanlar onu fark edemiyordu; çünkü çok iyi saklanıyordu ve en
uygun zamanda ormanda avlanmaya çıkıyordu. Günün birinde tıpkı sürüsünün başına
gelenin aynısını yaşamaktan korkuyordu, en büyük korkusu buydu, her seferinde
insanların bulunduğu yerden kaçmak zorunda kalıyordu, ama çok iyi biliyordu ki
günün birinde kaçmayacaktı, savaşacaktı, ailesini yok eden o iki ayaklıların ne
kadarının gırtlağına keskin dişlerini geçirebilirse geçirecekti; ölüm kalım
savaşı verecekti. İntikam duygusu yoktu; ama o an geldiğinde gereken neyse
fazlasıyla yapacaktı.
O gün
olay yerinden saatlerce uzaklaşmışı ve ormanın derinlerinde bir yerde saklanıp
geceyi geçirmişti ve sabahın alaca karanlığında açlık hissederek çevrede
dolaşırken bir iri fare görmüştü ve onu yakalayıp yemişti. Zor yürüyen şişman
fareyi yakalamak zor olmamıştı, bu onun ormanda yakaladığı ilk avıydı. Bu onun
avlanmaya dair ilk bireysel (kişisel) zaferiydi. O doygunlukla, leziz lapa gibi
yumuşak etin verdiği hazla ilk kez ormana dair kutsal ve şükran hisleriyle
doldu yüreği ve duygulandı ve kaybettiği ailesini hatırladı.
Siyah
kurt sürüsüyle ağacın altına tünemişti ve soluklarıyla içerinin havası iyice
yumuşamış ve vücutları gevşeyip rahatlamıştı. Tek uyumayan siyah kurttu ve
düşünmeden kendini alamıyordu ve bu uykusunu kaçırıyordu. Sürüyü mutlu
edemediğini düşünüyordu. Sürüsünün ete olan ihtiyacı korkunç ve önlenemez
boyuttaydı. Sürüde sık sık boş yere kurtlar birbirine sataşıyor, saldırıyor,
hiçbir sebep yokken büyük kavgalar patlak veriyordu, çatmaya yer arıyorlardı,
haftalardır aç ilerlemek ve enerji sarf etmek ve umdukları eti mideye
indirememek hepsinin sinirlerini bozmuştu, hepsi depresyona girmişti, artık et
bulunmalıydı, bir büyük av ele geçirilmeliydi, sürü bir delirme, bir çılgınlık
halindeydi, ondan ona geçen öldürücü bir virüs mikrobu sarmış gibiydi sürüyü:
Açlığın ezici başkaldırısı. Açlık kardeşçe olan duyguları, sevgi ve güven
bağlarını alaşağı etmişti ve herkes midesini, çıkarını düşünüyordu, herkes
birbirine yenilecek lokma gözüyle bakıyordu. Kan istiyordu dişleri, köpük köpük
kan, yağlı etler, dişlerini gömecekleri, çekip çekiştirip koparacakları bolca
et. Delirtmeye başlayan açlık tıpkı insanlardaki gibi hayvanlarda da yamyamlığa
yol açar. Artık et bulunmalıydı. Hepsinin canına tak demişti. Haftalardır aç
dolanıyorlar, ufak tefek avlarla midelerinin sağır eden açlık çığlığını
avutmaya çalışıyorlardı. Çoğunlukla aç yol almışlardı. Bu açlık kontrol
edilemez boyuta son sürat koşuyordu. Lider kurta olan bağlılık, sevgi ve güven
süratle eriyor ve kayboluyordu. Ona ters bakış atmaktan çekinmiyorlardı. “Sen
ne biçim lidersin” ya da “sen bir beceriksizsin” der gibi pis bakıyorlardı ona.
Bizi nereye götürüyorsan bir şey bulduğumuz yok, açlıktan ölüyoruz.”
Sürünün
açlıktan nefesi leş gibi kokuyor, bütün derin bağlar ve sürü ilkeleri yerle bir
olmak üzereydi. Sürüdeki kimi kurtlar birleşip lider kurta saldıracak gibi
karanlık bir hava vardı ve onu bir sığır gibi yiyeceklerdi sanki. Siyah kurt
böyle çok kötü şeyler seziyordu. Korkmuyordu; çaresizliğini aşmanın yolunu
düşünüyordu, çaresizlik de onu hırslandırıyor ve daha azimli hale getiriyordu.
Üzüyordu tabi. Ama bunu çaktırmıyordu.
Güçlü,
yenilmez, cesur ve her durumda muhteşem azimli görünmeye çalışıyordu. O liderdi
ve her durumda ne yapılmasını iyi bilirdi ve bütün bunları yıllar içinde
tecrübe etmişti. Kaybedere kaybede, yenile yenile. Bu açlık tamam da bu av
talihsizliği de neyin nesiydi? Ne kadar zorlayıcı ve bütün güneş kadar büyük
umutları yerle bir eden.
Daha
önceleri de aç kalmıştı; ama ufak tefek avlarla açlıklarını bastırmışlardı ve
sonunda (çok geçmeden) büyük bir av bulup açlıklarını fazlasıyla gidermişler,
sevinçle tıka basa et yiyip midelerini şişirmişlerdi. Ama o zamanki açlıkla
şimdi duydukları açlığın alakası yoktu. Şimdi duyulan açlık benzersizdi, her
saniye hissedilen bir karabasandı, iflahlarını söken türdendi, kafada ve
yürekte ne kadar güzel şey varsa rüzgar gibi süpüren türden. Kurdu kontrol
edilemez bir canavarlığa sokan cinsten.
İlk kez
böyle haftalardır aç dolanıp duruyorlardı. Sabırlarının tükenmesi, sabırlarının
son saniyesinin ezilip yok olması an meselesiydi. İşte o zaman sürü diye bir
şey kalmayacaktı ortada. Görülmemiş bir vahşet açığa çıkacaktı.
Sürü aç
ilerlemekten mahvolmuştu, sürünün direnci iflas etmek üzereydi. Lider kurt
zaman zaman onlara moral vermeye çalışıyordu. O zamanlarda sesini çok gür
çıkarıyordu ve bakışları; “sakın deneme, ben yenilmezim” diyordu. “Dayan, bunu
aşacağız, aşmanın bir yolunu bulacağız, bütün güçlük bir büyük ava kadardır.
Dayan bunu düşün.” Lider kurt ululuğundan, fiziksel ve ruhani gücünden tek
parça rüzgar kaybetmemiş gibi davranıyordu. Çünkü zorluğun ardından kolaylık
geleceğine inanılmalı, huzursuzluk ve sıkıntı içerisine düşülmemelidir. Buna
inanmasa bütün zor günleri atlatamazdı. Bu düşünceye sımsıkı sarılmıştı. Siyah
kurt durum ne kadar zor ya da içinden çıkılamaz görünsün ya da öyle olsun o
mutlaka bir çare bulurdu aşmak için engelleri. Çünkü yürekliydi, çok
yürekliydi, şayet durum berbatsa ya da ölümcülse siyah kurt akıl almaz derecede
yüreklenirdi, bambaşka boyutlara kayardı yüreği ve bilincinin yenilmez kanatları
vardı. Siyah kurt seçilmişlerdendi, Tanrı’nın kendine sakladıklarındandı ve
onlar en zorlu olanları yaşardı. Siyah kurt bunu bilmiyordu ve bilemezdi de.
Tanrı’nın kendine sakladıkları başka türlü davranırdı, kişisel zevkler ve
eğlenceler peşinde koşmazdı, kedini silerdi ailesi ve kardeşleri için.
Toplumunun refahı ve mutluluğu ve hayatta kalması için kıyasıya mücadele
ederdi.
Sürüde
karanlık ve amansız bir çığlık gibi yükselen homurdanmalar, diyaloglar, iç
konuşmalar çoğalmıştı. Siyah lider kurda arkadan haince bakışlar atılıyor
(onunla göz göze gelmekten çekinirken; “sen bir sineksin” der gibi alaylı ve
aşağılayıcı bakışlar atıyorlardı, sürüdeki birçok kurt haddini ve sınırını
aşıyor, daha da ileri gidip lider üstünde baskı kurmak için yanıp tutuşuyordu.
Açlık gözlerini kararttığı ve lideri konuya ilişkin çare üretememesinden
dolayı.
İsyan
için fırsat kollayan kurtlar lider kurda kükrüyor, dişlerini gösterip; “sen hiç
meraklanma, bir gün zaman gelecek ve işini bitireceğiz” diyorlardı sanki.
Ne var
ki lider kurt gram etkilenmiyor bu ufak numaralardan, alayı birlik olup üstüne
çullasan yine korkmazdı, “cesaretiniz varsa başka kurtları da alıp gelin
üstüme” dercesine onlara karşılık verirdi. Lider kimseyi harcamaz, gözden
çıkarmaz, en beş para etmez olan bile, en adi olanı bile. Hainlik peşinde
olanları bile.
Lider
kurt sürünün mutluluğu ve iyi hissetmesi için çırpınırken nasıl gözden çıkarsın
abuk subuk ses çıkaranları. O vicdanlıydı, o yürekliydi ve yüreğindeki sevgiyi,
dayanıklılığı, merhameti koyardı ortaya. Sürüsüne duyduğu yenilmez aşkı.
Siyah
lider kurdun zaten lakabı “baba’ydı, baba evladını; diğer deyişle sürüsündeki
ferdi gözden çıkarmaz, yerin dibine batırıp mahvetmez onu, isyan edeni bir
yerinde tutar sevgiyle. Yol gösterir, model ve rehber olur. Ama baba kurt kızdı
mı yeşil gözlerinden alevler saçardı adeta, o bakışlara maruz kalan kurt ezilir
eğilir, başını önüne eğerdi, o manevi güç adeta bir fiziksel güce, mengene gibi
sıkıştıran bir güce dönüşürdü.
Siyah
lider kurdun ceviz yeşili gözleri sevgiyle parladığında ona bakanı alıp
götürür, yumuşak ve cennetsi bir yere sürüklerdi sanki.
Açlığın
kasırga gibi önüne kattığı kurtlar…
Çaresizlik
ve fiziksel yorgunlukla, acıyla ezilen kurtlar…
An
gelir cesaretle dolar, kendilerinin de söz sahibi olduklarını vurgular gibi;
“yeter artık, nereye sürüklüyorsun bizi, hep açız” der gibi seslerini
yükseltirlerdi lidere. Bu kükreyişler, isyanlar anında lider siyah kurdun
sessizliğine kokuşan bir ceset gibi gömülüyor ve isyan eden kurtları bu
sessizlik deli ediyordu, bir tepki almak istiyorlardı çünkü, bir tepki olsun da
ne olursa olsun. Ve siyah lider kurt onlara yanaşıp ‘dost, baba ve düşman’
karışımlı bir kükreme ve diş gösterme ayinine başlıyordu. Onun edasında parlak
bir cesaret, ölümsüzlük ve kendine güven vardı, onu hissederdi asi kurtlar,
kazara asileşen kurtlar, gerçekten asiliğe baştan çıkmaya meyilli kurtlar.
Yoldaşlık
üslubu içinde hiç olmayan çakal ruhlu kurtlar.
Kahpeliği
içinde sır gibi yaşayanlar…
Arkadan
zalimce ve hiç acımadan vurmayı kalbinde taht gibi taşıyıp iri bir fırsat için
geberip duranlar…
Sürüde,
yer altında sessizce ve hayalete benzeyen bir isyan dalgası git git büyüyor ve
hiçbirisi de çok arzuladığı halde buna sahiplik etmiyor, cesaretle öne çıkma ve
kapışma girişiminde bulunmuyordu. Çok haklı ve büyük bir gerekçe onları aniden
baştan çıkarmalıydı çünkü. Bu şuna benziyor:
Koca
adamın biri 7 yaşındaki kıza tecavüz etmek için tam inşaata girmek üzereyken 10
kişilik bir genç erkek tayfası bunu fark eder ve adamın üstüne çullanır ve onu
linç etmeye başlar. Kurt sürüsünün de içlerinde boylu poslu ve gizli yatan
lideri linç etme dürtüsünün ortaya çıkması, eyleme dökülmesi için kanlı canlı
bir sebep, vurucu bir itki lazımdı, gerçek bir güdülenme, arzulama.
Haklı
olmaktan öte bir güç taşıyan sebep.
Sürüden
bir kurt öfkeyle biraz homurdanıyor, diğerleri bu işe içlerinde çığlık atarak
seviniyor; ama sessiz kalıp seyrediyor.
Lider
siyah kurt kafasına eserse ilerleyip ceviz yeşili karanlık bakışıyla cesaret
püskürtüyor; “sende ne varsa söküp alırım, kof çökersin aniden yere, içini
alırım, yüreğini, hayatta kalamazsın.” Dercesine onun yanında bir süre kalır,
sağa sola bakar, oturur, kalkar, kaçınır, orasını burasını yalayıp temizler,
yine ona bakar, sonra yine dalar, yine ona bakar, yaklaşır ve onu kokar, tam
gözlerinin içine bakar bu kez dostça, baba sevecenliğiyle. Homurdanan kurt
yutkunur korkuyla, başını utanarak önüne eğer, parlak güneş gözlere bakamaz ki.
Ezik hisseder, hata yaptığını düşünüp pişmanlık sinyalleri saçar.
“Herkes
seni sevip sayabilir unutma. Ama gerçekten kimin umurunda olduğunu ancak
fırtınalar eserken öğrenirsin.” Anası ona zamanında bunu söylemişti.
Siyah
lider kurt koyu karanlığın ve umutsuzluğun içinde hedef tahtası gibiydi. Eşinin
bağlılığı ve sevgisinde bile bir çatlak, bir isyan köpüğü sezmişti. Sürüde en
çok güvendiği oydu oysa. Bu onu hayal kırıklığıyla sersemletip kanattı. Ama
oynaşma (evlilik/aile) ve hayatın devamlılığı içerisinde dişinin böyle
tepkilerini zaman zaman çok görmüş ve üstünde takılı kalmamıştı. Dişinin beyaz
dediği siyahtır, siyah dediği de beyazdır. Her durumda onları sevdin mi sorun
yoktur; ama her durumda, baş belası olduklarında bile.
Lider
kurt ne kadar zor durumda olursa olsun asla pes etmeyi düşünmezdi, onun
erkeklik hormonları güçlüydü ve yenilmez babalık hislerine sahipti. Ne kadar
zor durumda olursa olsun;
saf,
kaygan ve iflah olmaz bir arzu hissederdi o zor durumu aşmak için. Bir şey ne
kadar saflıkla istenirse o kadar kuvvetlidir. Sürünün en yaşlı dişisi lider
kurta en çok güvenendi; yaşlı kurt görmüş geçirmiş olduğu için lider kurdun
kapasitesini çok iyi biliyor, onun ruhunla olup bitenleri gelişmiş sezgisiyle
kaçırmıyordu. Lider kurdun en çok yanında olan, en sadık olan yaşlı dişi
kurttu. Ufak yavrulara göz kulak olmak gibi işleri yapan bu kurt çilekeş ve
sabırlıydı, çok sabırlıydı ve yavruları hizaya getirmesini çok iyi bilirdi.
Sürüde bütün kurtlar görevini yapardı. Ama bütün kurtlar en zor zamanlarda
çıkarırdı derinlerinde ne yattığını.
Ormanda,
vahşi doğada bütün kurtlar en zor zamanlarda içlerinde yatanı açığa çıkarırdı,
zaaflarını, yeteneklerini, hayallerini ya da ahmaklığını.
Ormanda
her şey görevini yapardı, bir su birikintisi, bir tavşan, bir kirpi, bir
kelebeğini sırtındaki umut, bir ot parçasının büyüme arzusuyla saçtığı
kıvılcım, bir salyangozun hiçbir zaman çirkinleşmeden var olma çabası, bir
taşın derin sessizliğine konan vahşi bir arı.
Çeşitli
çıkar ilişkileri arasında bir arada yaşıyordu bütün canlılar. Bazen çarpışarak,
bazen uzlaşarak, bazen sevişerek var oluyorlardı bu bitip tükenmez döngüde.
Lider
kurt süratle en tehlikeli noktaya, eşiğe geliyordu, ya ölecekti ya kalacaktı,
açlığın ne zaman giderileceğinin belirsizliği en can sıkıcı olandı. Belirsizlik
ölmekten beterdi.
Haftalardır
parlak bir netliğe ulaşamamak onu öfkelendiriyordu.
Bu iş
hesapladığı gibi gitmiyordu, her gece; bu gece yemek bulacağız” diye
düşünüyordu, ötekilere böyle söylüyordu; ama o gece yiyecek bulamıyorlardı, her
gece aynı fiyaskoyu yaşamak herkesi deliye çevirmişti. Lider kurt önceki
açlıklarında kafasında yaptığı hesaplamalar hep doğru çıkmıştı, ama son
zamanlardaki hesaplama, başlarına gelenler olasılıkların en zehir olanıydı, bu
kadar zor olabileceğini hiç hesap etmemişti, bu ilkti, ilk ölümcül açlık.
Ama
neydi, durum ne kadar zor olursa olsun pes
etmesi
imkansızdı. Her zamanki gibi çabucak kafasını toparlamış ve düşen moralini
kendi kendine yükseltmişti, o içgüdüler bir basit ve bilgece düşünmeye bakardı
ve o sakinlik içinde dalga dalga yol almaya başlamıştı vahşi ve yenilmez
içgüdüleri. Ve ona şöyle dedi: “Hayatta kalacaksınız, endişe etme.”
Lider
kurdun kalbi acırdı sürüsünün sefilliğini gördükle, arada kurtlar koklayarak
bir şeylerin başına üşüşür, öteki kurtlar bunu yiyecek bulduk olarak algılayıp
fırlayıp gelir, ama o koklayış fos çıkardı, geçip giden bir hayvanın bıraktığı
izler, bir tavşan, bir fare, karın altında çoktan ölmüş bir canlının kokusu.
Sevinen kurtların sevinci anında solup gider, acı acı etraflarına bakınır ve
ulumaya başlarlardı. Üzülen kurtlar ulurdu. Öyle güçlü ulurdu ki; lider kurt
çaktırmazdı ama ezilirdi, ufalırdı, öfkelenirdi sonra, büyürdü aniden,
cesaretlenirdi ve o da ulurdu; ama cesaretle, onlara güven vermek için,
liderliğini hissettirmez için, onları motive etmek için. Az sonra herkesin
morali yerine gelirdi, yola koyulurlardı çünkü, ne var ki yine hissetmeye
başlarlardı ölümüne hissettikleri delirten ve mahveden açlık duygusunu.
15 kurttan
oluşan sürü devrilen ve dallarıyla mağara gibi olan ağacın altına sığınmıştı.
Dışarıda
rüzgarın uğuldaması çok şiddetliydi. Ve bu havaya kurtlardan başkası
dayanamazdı; ama onların gücü de bir yere kadardı.
Canları
çıkarcasına yorgun kurtlar uykuyla rahatlayıp gevşeyip kendinden geçerken arada
bazısı uyanıyor, mızıldanıyor, düşünüyor, esniyor ve uykuya dalmaya
çalışıyordu, bazısı yemek rüyaları görüyordu. Kısa bir süre geçti ve bütün
sesler kesildi. Dışarıda acı rüzgarın ıslığı vardı. Tıpkı çocukluğundaki gibi,
sürüsüyle mağarada uyuduğu sıradaki gibi. Bir süre o anıları düşünüp kafasında
döndürüp durdu.
Sonunda
lider kurt da bal gibi tatlı uykuya kendini bıraktı.
Canı
çıkacak gibi yorgun hissediyordu. Uyku ne kadar güzeldi. Olağanüstü rahat
ediyordu. Ve uykuya daldı.
MEZRA
EVİNDE
Saat
gece yarısına geliyordu mezra evinde,
Osman
sobaya tezek attı, bunu bilen bilir, yazın güneşte kurutulmuş sığır pisliğidir.
Ali,
başını annesinin dizlerine yaslamış elindeki hikaye kitabına gömmüştü
gözlerini. Kitabı bitirirse ablası Melek ona yarın pasta yapacaktı. Ali 9
yaşındaydı, Melek ise
15.
Melek kardeşinin angutluğunu ancak kitap okuyarak giderebileceğine inanıyordu
ve onu sürekli yönlendirip inceltmeye çalışıyordu, Ali, okuyunca daha fikirli
ve zeki bir çocuk oluyordu. Hikaye kitapları zihnini açmıştı, aptal çocukça ve
erkekçe duyguları yerine ince bir güzellik ve zarif düşünceler gelmeye
başlamıştı, dersleri de düzeltmeye başlamıştı. Melek kardeşini çok seviyordu ve
acı çekmesini istemiyordu, kendisi öğretmenleri sayesinde bir ufuk açmış ve
başka ufuklara yol alıyordu ve kardeşinin de onun yolundan gitmesi için çok
çaba harcıyordu, Ali, pastaya bayılırdı, nasıl olursa olsun, Ali’yi en
yapmayacağı işlere ikna etmenin yolu: “Sana pasta yapacağım.” Melek günün
birinde çekip gidecekti buralardan ve ardında kardeşini bırakmak istemiyordu,
gözü arkada kalsın istemiyordu. Bu katlanılması zor ve sıkıntılı kırsalda insan
gelişmezdi ve geçim derdi ölmekten beterdi, burayla başa çıkmak ölümcül bir baş
belasıydı; zaten büyüyenlerin ilk amacı bu mahveden kırsalı terk etmekti, bir
şekilde ya okuyarak ya çalışarak ya da boş boş kaçarak, kaçılsın da neresi
olursa olsun. İnsanın bir yeteneğinin olmasına gerek yok; bazen kaçmak başlı
başına yapılması gereken en önemli iştir.
Buranın
hava şartları da çetindi ve kışın insanın eli kol bağlı kalırdı. İnsan eve
hapis kalırdı.
Melek
Ali’nin az ötesindeydi, onun da elinde okuduğu bir kitap vardı. Öteki divanda
babaları Osman uzanmıştı. Melek un helvası yapmıştı, en basit malzemelerle
yapılan tatlı, bütün yoksulların evinde o malzemeler vardır ve helvayı Ali
istediği için yapmıştı. Melek kalkıp ondan kardeşine bir miktar verdi, kalanını
da kendisi yemeye başladı.
Osman
sessizdi, düşüncelere dalmıştı, uyku uyanıklık arasındaydı, uykusu kaçınca
oturdu ve bir şeyler anlatmaya başladı. Kurtlara dair bir hikayeydi bu. Köyde
kar fırtınası olan bir kış ayıydı, aç kalan kurtlar dağdan köye inmiş ve ahırın
birine girmeye çalışmıştı. Ama köyün köpekleri harekete geçince kaçmışlardı,
sonra bir tanesi geri dönmüştü, köyün içlerine kadar sokulmuştu, kimi köylüler
kurdu görmüştü pencerelerinden, kurdun tek başına köyün içine sokulmasına bir
anlam verememişlerdi, sonra köpekler onu kovalamaya başladı, köpeklerden biri ısrarla
takip ediyordu kurdu, ertesi gün o köpeğin ölüsü bulundu, meğer köye sokulan
kurt bilinçli olarak sokulmuş, köpekleri peşine takmak için, köyün dışında
pusuda bekliyormuş sürüsünün diğer üyeleri. Köpek pusuya düşünce saldırıp
parçalayıp yemişler köpeği.
Osman
başka bir hikaye anlatmaya başladı. Köyde boş su kuyusuna kurdun biri düşmüş. O
sırada tarlasına giden köylü kurdu fark etmiş, kurt bağırıp duruyormuş, köylü
kurdu öldürmek istemiş, yasak olduğunu bildiği için onu oradan çıkarmanın
yolunu düşünürken muhtarın yanına gitmiş. Muhtarın da o gün bir misafiri
varmış. Bu adam doğada tek başına yaşayıp bunları belgesele çeken bir tür
gezgin araştırmacıymış. Kurt olayını duyunca o da epey heyecanlanmış ve olay
yerine gitmişler, Muhtar, gezgin ve köylü. Kuyuya yanaşmışlar. Köylü şöyle
demiş: Bağırıp duruyor, acıkmış olmalı. Gezgin bu bağrışın anlamını yılların
tecrübesiyle çok iyi öğrenmişti, şöyle dedi: açlıktan değil, sürüsüne imdat
sinyali veriyor, yardıma gelsinler diye. O an muhtarı ve köylüyü bir korku
dalgası sardı ve panikle çevrelerine baktılar. İnsanlar nasıl birbiriyle
konuşarak, bakışarak belli hareketlerle iletişim kuruyorlarsa kurtlar da
öyleydi. Bunlar çok zeki ve ne yaptığını çok iyi bilen varlıklardı.
Bunlar
zeki olmasa vahşi doğada nasıl hayatta kalırlardı ki?
Aç
kaldıklarında çok kere köye inip köpeklere saldırıp ele geçirebilecek boyutta
olanları boğazından kapıp götürüyorlardı. Önce onu köyden uzağa götürüyorlardı,
ıssız bir yere. Köpeğin orada insanların gözetimi altında olduğunu gayet iyi
biliyorlardı. Kimi köpekler yaklaşan kurdun ne kadar tehlikeli olduğunu
bilmezdi, kurt ona sokulur, köpek kurda havlar, üstüne gider, kurt ona birden
saldırıp gırtlaktan kapar ve onu sürükleyerek köyün dışına çıkarır ve uygun
noktada köpeğin işini bitirip yemeye başlar.
Kurt
köye indirdiğinde bir bahçeye girer mesela, oradaki köpeği kapıp götürecektir,
önce etrafı kolaçan eder, köpeği kaptıktan sonra nasıl kaçacağını hesaplar,
insan var mı yok mu diye hesap eder, bütün planı iyice gözden geçirdikten sonra
harekete geçer. Osman bunların videolarını görmüştü bir arkadaşının sosyal
medya hesabından, çobanlık yapan arkadaşı Veysel ve gözlerine inanamamıştı,
zavallı köpeklerin kurtlar tarafından götürülüşünü izlemişti, birileri kapı
önüne, bahçeye vs, kamera koymuş, olaylar olunca sosyal medya hesaplarından
paylaşmışlar ve yayılmış, videolar yurt içinden ve yurt dışındandı.
Bu
videolardan biri gündüz çekilmişti, kurdun biri karlı bir zeminde koşuyor,
kırsalda, ağzında 45 ya da 50 kilo civarında bir hayvan var, keçi olmalı. Kurt
son sürat koşuyor ağzında o ağırlıkla ve boyundan büyük tellerden atlıyor.
Müthiş bir sıçrayışla, ağzında o ağırlıkla nasıl sıçrıyor, teli nasıl aşıyor,
ağzındaki hayvanı da düşürmüyor, belli ki havyanı öldürdü ve yemek için
kaçırıyor, meğer kurtların ne büyük kapasitesi varmış. Hele de aç bir kurdun
yapabilecekleri. Bu sırada onu çeken bir araç içinde, onu takip ediyor ve akılı
telefonuna kaçan kurdu çekmeyi başarıyor, çok kısa bir sahneydi. Osman ömrü
boyunca ağzında 45-50 kilo yükle koşan ve telden atlayan tek köpek bile
görmemişti. “Kangal” diye söz edilen köpeklerde bile böyle bir güç, kapasite
görmemişti, ama doğada yaşayan kurdun biri bunu gerçekleştirmişti.
Köylü
buralarda kurtlara “canavar” lakabını takmıştı. Çünkü kurtlar gerçekten
canavardı. Kurt bir ağıla girdiğinde ağılda 200 koyun varsa hepsini boğazlamak
ister, vahşi içgüdüsü böyle emreder ona, 200 koyunu orada oturup yiyemez,
yiyemeyeceğin bilir; ama hepsinin boğazına dişlerini geçirmek için dayanılmaz
bir arzu duyar, öldürdükçe haz alır, orada ağılda yanında canlı duran koyunlara
tahammül edemez çünkü. Yok edilmelidir onlar. Koyunları bütün gelir kaynağı
olan köylü elbette nefret eder kurtlardan ve köklerini kazımak isterler.
Kurt
öldürmek yasaktır; ama gizlice öldürürse kim duyacak? Kim onu yakalayıp hapse
atacak, ya da para cezası verecek?
Sağlık
meslek lisesinde yatılı okuyordu; hastalandığı için bir haftalık raporu vardı
ve eve gelmişti, Ali ise köydeki ilkokula gidiyordu. Ama mesafe çok uzaktı.
Osman
bir an karısına baktı:
Melek.
Bir
rüyalar kentiydi yüzün, sana bakanlar güzel rüyalar görürdü sürekli; gözleri
açıkken.
Karısı
Leyla kaç gündür moralsizdi, hamileydi ve istediği gibi rahat ve özgür hareket
edemiyordu, evde oturmaktan da sıkılmıştı.
Doğumla
ilgili, doğacak erkek bebekle ilgili kabuslar görüp duruyordu, vesveseliydi,
bir şeylerin ters gideceğini, bebeğin sağlıksız doğacağını ya da sağlıklı doğup
bir hastalık yüzünden çok kısa süre yaşacağı gibi şeyleri anlatıp duruyor, evde
herkesin moralini bozuyordu. Osman da onu avutup sakinleştirir, şakalar yapalar
ruhuna espriler yapar, onu o kabus atmosferinden çıkarırdı güldürerek. Ve
aniden içinden esti ve başladı: sen nasıl bir insansın ya. Yok, sen insan
olamazsın.
Melek
evlenmeden önce, yani genç kızlığında ikiz bebek sahibi olduğunu görmüştü, ikiz
bebek hayali böylece doğmuş oldu, ikiz bebek sahibi olmak ona çok ilginç ve
heyecan verici geliyordu, yatıp kalkıyor evlendiğini hayal ediyor, ikiz
bebeklerinin olduğunu gözünün önünde canlandırıyordu, bu onda delice bir tutku,
saplantı haline gelmişti, bir yerde ikiz bebek gördü mü, ikiz bebeklerle ilgili
bir şey işittim mi öyle çocuklarla… yüreği yerinden hoplardı, bu onun için sihirli bir şeydi,
bebek sahibi olmak sihirliydi başlı başına ama ikiz bebek sahibi olmak o sihri
dört nala koşturan faktördü, sonra kader kısmet, meme uçlarında bir heyecan
duyarak evlenmiş, bütün hesap kitabı ikiz bebekler olmak üstüneydi, öyle
giyecekler hazırlıyordu, ikiz erkek bebekler doğacaktı, e genç kızlığında
rüyasında gördü ya, aylar sonra bir kız bebek doğunda dünyası kararmış gibi
olmuştu, canım bir dahaki sefere diye kendini avutmuştu, ikinci bebeği de ikiz
olmayınca bu işe sinir olmuştu, bir gece bir kabus görmüştü, komşu köyde bir
tanıdığına ziyarete gitmişti, kadın bebeklere hamileydi. Kadının kocası
inşaatlarda çalışıyordu, gurbetteydi, aylarca kalırdı gurbette, kadın yalnız
başına idare ederdi, genelde yalnızdı, arada kayınvalidesi uğrardı eve. Melek
bir plan yapmıştı, gece yarısı eve gelecekti ve geldi, kadın uyuyordu, yaz ayıydı,
aralık pencereden içeri girdi ve ekmek bıçağıyla kadının karnını kesip
bebekleri alacaktı. Elinde keser vardı, önce keserle kadının başını ezecekti,
ölmesini istemiyordu, ama kadın ayak sesine hemen fırlayıp ışığı açmıştı. Melek
kurt gibi üstüne atladı, dehşete kapılıp bağırmaya ve direnmeye başlayınca
Melek keseri kaptırdı saydırdı, kadın can çekişirken de karnını kesmeye
başladı, o esnada Melek uyandı. Bu nasıl kabustu, bu nasıl rüyaydı. Kendini
katil gibi hissediyordu berbat.
“Anne
ne düşünüyorsun?” dedi Osman.
“Hiç”
dedi Melek.
Osman
ona sık sık anne” derdi, ona anne demek içinden gelmişti bir keresinde, ve ona
anne demenin çok hoşuna gitmişti. Ona anne demek bir büyü gibiydi, ama
ferahlatan, ufuk açan bir büyü. Ona milyonlarca iyilik yapmış gibi oluyordu o
sözü deyince.
Mesela:
“anne, bugün ne yemek yaptın” ya da “anne bugün çok canım sıkkın” ya da anne… Bir basit sohbetin cümlelerinin
başına ya da bir yerine anne kelimesini koyardı, ara da ona adıyla seslenirdi,
arada hayatım derdi, ama meleğe en cazip gelen sözcük anne’ydi. Annelik duygusu
en güçlü duygusuydu ve kocası ona anne deyince onurlandığını, ondan milyonlarca
çiçek aldığını hissederdi, gözleri ve içi parlardı.
Oğlum
anneyi alıp gidelim, ya da kızım anneye söyledin mi?”
Ve
böylece Melek de başlamıştı ondan söz ederken şöyle demeye: Oğlum babaya
sormadan olmaz ya da kızım baba’nın dediğin daha mantıklı.
Sonra
diğerlerine sıçradı: oğlum abla’ya bak, ne güzel kitaplar okuyor. Sen de
okumalısın. Aksi halde kafanı uçururum ona göre. Kürekle hem de.
Oğul
güler: bana pasta yaparsa neden olmasın.
Oldu,
davetiye bastırsın, kırmızı hali sersin. Bir de keman çalınsın. Sıpa! Olmadı
piyano.
Çocuk
güler yine.
Okumazsan
kalın kafalı olursun, kalın kafaları da güzel işe almazlar, onlara en zor
işleri yaptırırlar, en ağır işleri ve o işlerle hayatından bezersin. Bana tahta
gibi bakma oyarım seni gülme bak!
Çocuk
güler.
Melek
ona şakadan bir şamar kondurmak ister, çocuk başını çeker. Kaçar, melek ona
eline geçirdiği ev terliğini fırlatır, eline geçirirse kalçasını tutup yarı
şaka yarı ciddi ve zevkle öyle çimdikler ki çocuk çığlık atar.
Meleğe
anne demek onun hazine sandığını açmak demekti.
Melek
onun sessizliğiyle mutlu olurdu.
Osman
ise onun sessizliğinde ona renkli çiçekler toplardı, ona kötü hissettiği günlerde
hediye etmek için.
Osman
ona anne diyor, çocukça saf bakıp hareketler ediyor, bu kez Melek kendini onun
annesi gibi hissediyor, acayip, farklı bir heyecan duyuyor ve onu arzuluyor, ne
kadar güzel bir adam olduğunu düşünüp şaşıyor, bu bir insan olamaz. Bu
kesinlikle üst düzey bir tür.
“Saçma
bir şeyler düşünüyordum, yıllar önce gördüğüm bir kabus aklıma geldi.” dedi
Leyla.
“Zaten
belliydi.”
“Ne?”
“Bana
bakışından belliydi.
Osman
komik şeyler söylemeye başladı.
Leyla
öyle çok güldü ki; bir an karnı kasıldı ve karnında ağrı başladı, ağrı basit
değildi. Geçer diye beklediler, ama geçmiyordu. Karısının ölmesinden korktu;
tabi gerekirse onları doğurmak için canını verirdi; ama Osman gidip yardım
çağırmaya karar verdi. Bu kar fırtınasında köye ulaşmak imkansız değildi; ama
çok zordu; aklına en uygun çözüm düştü; düzlüğün 10 kilometre kadar aşağısında
yardım alabileceği birileri vardı; üstelik kadın hemşireydi. Genç hemşire
dedesini ve ninesini ziyarete gelmişti; hem de bir süre tatil yapacaktı burada.
Cep telefonları çekmiyordu burada.
Osman
üstünü giyindi, sırt çantasını hazırladı, her ihtimali düşünerek hazırlandı.
Tüfeğini alıp evden çıktı. Zifiri karanlıktı, el fenerini açtı, kapı önündeki
kulübede duran köpek heyecanlandı, Osman ona yanaştı, başını okşadı ve
ilerledi, ahırın önüne geldi, burada da bir köpek vardı; o da kulübesinden
fırlayıp ayağa dikilmiş, heyecanla kuyruk sallamaya başlamıştı. Osman onun da
sırtını okşadı. Yola koyuldu.
Kar
fırtınası içinde ilerlemeye başladı.
Evden
epey uzaklaşmıştı, durdu, başını çevirip geri baktı, gaz lambasının ışığının
pencerelerden solgun yansıdığı evine uzun uzun baktı.
Osman
evden gittikten kısa bir süre sonra kadının karın ağrısı geçmişti; ama ara ara
yine şiddetle başlıyor, çok geçmeden azar azar diniyor ve yeniden başlıyordu,
sonunda ağrı tamamen kesiliri gibi uykuya yatmıştı, daha çıkmaması için dua
ediyordu, uyumaya çalışıyordu, ağrı geçince içine bir ferahlık çöküştü, kızı da
endişeyle yanında bekliyordu.
Kızı elini
tuttu.
“Nasılsın
anne?” dedi.
“İyiyim.
Keşke baban gitmeseydi. Boşuna velveleye verecek ortalığı. Ama ciddi bir şeyse
o da var…”
Ali
uyuyordu, Melek battaniyeyi üstüne örttü.
Dışarıda
rüzgarın uğultusu vardı, genç kız annesinin yanına uzandı.
“Konuşsana
anne?”
“Ne
konuşayım?”
Leyla’nın
gözleri kapalıydı, yarı uykulu konuşuyordu, gözlerini açmadan.
“Ne
düşünüyorsun anne?”
“Aklım
babanda.”
“Gelir
o, takma kafana.”
“Karın
da yağacağı tuttu.”
“Babam
baş eder.”
“Öyle
mi dersin?”
“Babam
gibi kurt tanımadım.”
Güldü:
“Demek öyle. Sen nesin peki? Yavru kurt mu?”
Güldü:
“Yok. daha çok fırın ekmek yemem lazım.”
“Bak
anne Ali ne rahat, vurdu kafayı uyudu, sıpa!”
“Uyusun.”
“Anne
umarım Ali böyle kalmaz. “
“Nasıl?”
“Bazen
çok geç anlıyor ve bu sık oluyor.”
“İlerde
açılır zekası. Akıllanır.”
“Geçen
gün bana dedi ki okuyup kapıcı olacağım.”
“Kendi
bilir.”
“Kapıcılığı
profesörlük gibi bir şey sanıyor. Okulda bir arkadaşının babası kapıcı, adam
oğluna bisiklet aldı ya, oradan esinlenmiş.”
“Kapıcılık
da bir iştir. Hizmetçilik kursu varmış mesela.”
“Var
mı?”
“Var
tabi. Büyük şehirlerde varmış. Ali belki de yüksek bir yerlere gelecek.
Bilemeyiz.”
Genç
kız geleceğini, o zamanlarda neler yaşayabileceğini düşünmeye, kurmaya başladı.
“Peki
sen?”
“Üniversiteye
girilecek, başarıyla bitirilecek.” Güldü.
“Güzel,
ne kadar duysam yine mutlu olurum.”
“Üniversitede birine aşık olup evlensem ne
yaparsın?”
“Seni
öldürürüm!”
Kikirdedi:
“İş bulup çalışırım üniversiteyi bitirince ve para biriktirip dünya seyahatine
çıkarım.”
“İzin vermem
ki.”
“Okulu
bitirince iş bulup çalışırım.”
“İyi.
Kazandığın bütün parayı ne yaparsın?”
“Elbette
sana veririm. Vermesem beni oyarsın.”
Kadın
güldü: “O kadar da değil.”
“Nasıl
peki?”
“Paran
bende durur. Paranı iyi saklarım.”
“Tabi
canım” dedi gülerek, “Güzel bir yere geleceksin; kolay değil. Canını dişine
takarak çalışacaksın, şansın da oldu mu olur. İlkokul arkadaşlarının hepsi koca
koca adamlarla evlenip gittiler. Babaları ya da abileri yaşındaki dıngıl mıngıl adamlarla. Ne etsin yavru
kuşlar, aile baskısı. Sen onlara benzeme de, kaderin ne olursa olsun, hatta
seri katil bile olabilirsin.”
Kız
güldü.
“Okulda
bütün kızların sevgilisi var aşağı yukarı. Tek benim yok, şişman bir kız var, o
da benim gibi yalınız. Kafası iyi çalışıyor ama. Tek onla iyi anlaşıyorum.”
“Onlara
bakma sen. Oluyor da ne oluyor. Onlardan etkilenme.”
“Demesi
kolay.” Güldü, “Bazen onlar gibi olsam çok rahat olurum dediğim de oluyor; ama
onlar gibi olamam. Çok boş geliyor bana onların yaptıkları şeyler.
“Sıkı
çalış. Vakit kaybetmeden yüksel. Yükseldikçe özgürlük kazanırsın. O zaman
hayatta istediğini yapabilirsin. Kaderin onlarınkine benzemesin de. Ben sana
karışmam ki. Kendi hayatını kurarsın, ben de gerekli yardım ve desteği veririm.
Yanlış biriyle evlenmezsin umarım. İlkokul arkadaşın Ayşe aklıma geldi. Kaçıp
gitti yanlış biriyle. Ne oldu şimdi? Tarlada köle gibi çalışıyor, evde yine
köle, çocuklar da tuzu biberi, kocasına devletin açtığı dava var. Hapis yatacak
yıllarca. Kaçak şimdi.”
“İlkokulda
onunla aramız çok iyiydi. Buradan kaçıp gideceğim derdi. Kim olursa olsun.
Sonunda dediğini yaptı. Ama öteki köye kaçabildi zavallıcık.”
“Yaptı
da ne oldu. Kaynanasının evinde sürünüp duruyor. Babasının evine dönmek istedi.
Babası istemedi. Araya kimleri koyduysa kendini affettiremedi. İki piçinle
buraya bir daha sakın adım atma demiş. Ama annesi kocasından gizli gizli
görüyor kızını, parası varsa veriyor üç beş kuruş. Babası sonra insafa gelmiş;
geleceksen tek gel. Çocukları istemem demiş. Ayşe de çocukları bırakmak
istememiş filan.”
“Aynısın
ben yapmış olsaydım?”
“Sen
yapmazdın.”
“Yapsam?”
“Çok
kötü olurdu. Uzun uzadıya bir acı. Ama insan en köklüsüyle de başa çıkabiliyor.
Evlat annesini öldürüyor, en korkuncu bu, yanlış biriyle kaçıp bebeğini
doğurması korkunç gibi görünse de değil. Hayatta asıl korkunç şeyler başka.
Namussuz olmak gibi. Birini öldürmek gibi.
“Seni
utandıracak hiçbir şey yapmayacağım. Asla!”
“Yaparsın
belki de. Bilemeyiz. Bir gün ölüp giderim. Önemli olan kendine saygın sevgin.
Kendini kanıtla. Neler yapabileceğini göster. O vakit istediğin yere çek git.
Orada yaşa. Buraların hastalıklı kaderini asla yaşama. Hiçbir zaman. Tek
istediğim bu. Gittiğin yerlerde milyoner mi olacaksın, kasap mı, bilim adamı;
yoksa kahpe mi; onu sen bilirsin. Benim ahdım var. Okuman! Onu gerçekleştir de
ne halt yersen ye hayatta. Ölünce gözüm arkada açık gitmem. Ha, delice mücadele
edeceksin, engelleri aşıp başaracaksın;
yoksa kafanı kör testereyle keserim. İnan. Kafana koyacaksın bir
şeyleri. Doğru şeyleri ve bu da var sende kızım! Bir öğretmen ol ne bileyim,
memur ol, yeter.”
“Yok
anne; bu kesmez beni. Beyin cerrahi olacağım ben ya da plastik cerrah. Kendi
hastanemi kuracağım.”
Ali
uyandı,
Elinde
tahtadan oyuncak araba vardı, onu sürüyordu divanın üstünde.
“Ali
sen ne olacaksın ilerde?” dedi ablası.
“Taksi
alacağım. Taksi şoförü olacağım.”
“Kapıcı
olmayacak mıydın?”
“Olabilir.
Sen kafanı yorma.”
“Yazar
ol sen Ali.”
“Yazar
mı?
“Hı.
Yazar.
“Neden?”
“Öğretmenlerimden
biri anlattı, kafası derslere basmayan bir çocuk varmış, yıllar geçmiş ve zihni
açılmış, sonra yazar olmuş.”
Ali,
küçük yuvarlak el aynasını çıkardı kutudan ve kendine bakıp saçlarını
düzeltmeye, başını yana çevirip kendine bakmaya başladı.
“Çok
yakışıklısın oğlum, harikasın!”
Ana kız
birbirine bakıp güldü.
“Bütün
kızlar bana bakarken yamuluyor kaporta gibi hayranlıktan.”
“Anne;
saçıma arkadaşın jölesinden sürmüştüm, okulun en güzel kızı bana bakayım derken
elektrik direğine kafasını çarptı. Sersemledi tavuk gibi.”
“Gerçek
mi?”
“Gidip
bir şey oldu mu dedim, omzuna dokundum. Dermişim.” Gülmeye başladı. Sonra ciddi
ciddi sordu: “Saçları ortadan ayırsam mı?”
“Olabilir.”
“Yana
yatırsam.”
“İstediğin
gibi yap.”
“Sence
ben gerçekten yakışıklı mıyım anne?”
“Tabi.”
Melek
söze girdi: “Yarışmaya gir. Kazanırsın!”
Ne yarışması
diye sordu sevinerek.
“Tipsizlik
yarışması, kesin birinci olursun!” Gülüyordu.
“Deli
deli konuşma kız!”
“Kalbimi
kırıyorsun abla. Ben sana hiçbir kere bile çok çirkinsin dedim mi şakadan bile
olsa?”
Şaka
yapıyorum. Bozulma hemen. Burada senden başka şaka yapacak kim var ki?
O
oyuncak saçmalığını bırak. Kitabı bitir.
“Az
sonra başlayacağım.”
“Ama
sen gel belimi çiğne. Kemiklerim uyuşmuş.”
“Olur.”
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
OSMAN
Kar
tipisi daha da şiddetlendi, karşıdan esiyordu rüzgar, Osman’ın nefesi kesiliyordu.
Göz gözü görmüyordu, bir an yönünü şaşırdı, doğru mu gidiyorum diye düşündü,
çevresine bakındı, el feneri söndü bu sırada, zifiri karanlıkta kalmıştı,
Salladı
feneri, ışık gelmedi, yine salladı, bu kez yandı ama anında söndü, piller
yeniydi oysa. Yoksa çocuklar mu kullanmıştı, Ali el fenerini kullanmaya
bayılırdı, oyuncağı gibiydi, akşam elinde el feneriyle bekçi gibi gezerdi evin
civarında, ona tembih etmişti: el fenerine dokunmak yasak.
Evlat
ondan gizli mi almıştı feneri. El fenerini öptü ve salladı hafifçe; yan be
oğlum. Yine salladı ve el feneri yandı. Ama birkaç adım sonra yine söndü el
feneri. Bir süre el fenerini kullanmamaya karar verdi, kar fırtınasında kör
gibi ilerliyordu, yolu bulur muydu, bulurdu, buraları avucunun içi gibi
biliyordu. Gözlerini bağlasalar yine bulurdu bilirdi gideceği yeri. Ayakları,
yerin hissettirdiklerini bilirdi, yerdeki engebelerin haritaları vardı
zihninde, ayakları gittiği yeri unutmazdı, şu ayaklar ne kadar önemliydi,
sezgiler, ayaklarla uçarcasına ilerlemenin ve koşmanın hazzı. Buraların kışı
sertti, acımasızdı, balyoz gibi bir şeydi ve katledilmesi imkansız umutları
bile yerle bir ederdi ve güzeli sıcak bir sobanın başında oturup çay içmek ve
düşüncelere dalmaktı, üşümüştü ve işi hallettiğini ve kuzinenin başında ısınıp
çay içtiğini hayal etti. Ayağı başa geldi ve nerdeyse düşüyordu, zifiri
karanlıkta ilerlemek öyle hiç kolay bir şey değildi. İnsan sarhoş gibi belirsiz
hissediyordu kendini.
Buraların
kışı zordu ve yazı da zordu, yapışkan ve boğan sıcaklık nefesini keserdi insan.
Akşam çökerken başlayan ufak bir esinti insanın ciğerine ciğer katardı. El
fenerini salladı hafifçe; fenerin ucundan aydınlık parladı aniden ve önünü
aydınlattı. Şimdi sevinerek kuş gibi ilerlediğini hissediyordu. Umut ettiği çok
şey vardı, doğacak ikiz bebeklerini düşünmeye başladı, nasıl görüneceklerdi,
neye kime benzeyeceklerdi, nasıl karakterlere sahip olacaktı, adları ne
olacaktı. Bu insanı mahveden kar fırtınası içinde her şey onlar içindi,
diğerleri içindi; ama ikizler başkaydı, onların dünyaya gelmesini beklemek
diğerlerini beklemek gibi değildi. Onlar sağlıklı biçimde doğsalar da gerisi
kolaydı; tabi olmayacaktı, onları besleyip büyütmek nasıl kolay olsun;
yapacaktı bir şeyler, daha gazla ve fazla çalışacaktı, neler yapmazdı ki onları
için; yapacaktı, bir şeytan rüzgar esip ikizleri uçuruma atacak olsa Osman o
sefil rüzgara çelme takardı, avlardı bir tuzakla, mesela dağdan kopan bir parça
ikizlere çarpacak olsa Osman evrenin gücünü arkasına alır o dağ parçasının
yönünü değiştirirdi çıplak elleriyle. Bir birleşik yer altı katil sürüsünün tek
amacı ikizleri ele geçirmek olsa; Osman hepsini tek tek avlardı, vahşi atları
avlar gibi, hayalet olurdu, kartal olurdu; kanatlı bir at olurdu onlara duyduğu
yüce bağlılıkla, ne olmazdı ki; onlar için gerekirse evrenin en karanlık
noktalarına dalar, bütün acılara katlanır, ruhunun nefesiyle ayakta kalır ve bu
sayede pes etmeyip onlara gereken neyse oradan geçip ona ulaşır ve o şeyi
evlatlarına taşırdı. Bir arenaya on aç aslanın ortasına atılsa, onları alt
etmenin karşılığı evlatlarının kurtuluşu olsa kalbinin mavi koridorunda
kendinin de bilmediği bir işaretle bir çözüm yolu bulurdu. Osman iyi biriydi,
iti de gözünden tanırdı ve hayatta başına gelen bütün şeylerin iyi insan olarak
kalıp kalmama arasında bir test olduğuna inanırdı. Her durumda daima iyi kalan
başarırdı, kurtuluşa ererdi. Yalnız bu ikizleri çok severse diğer evlatları bu
işe bozulur muydu, ya onu dağa götürüp bir kuyuya atsalar sonra kurt parçaladı
diye yalan atsalar; insan sevilmek uğruna her şeyi yapar ve kıskançlık en masum
insanı da katil yapar. Osman ne ki, kendisi ne ki; işi gücü onları mutlu
etmekti, iyi görmekti, yemek yerken mutlu yüz ifadelerini seyretmekti, kızının
saçlarında parlayan yıldızlar yakalardı eve yorgun döndüğünde, gözlerinin
parıltısında dinlenirdi, sonra bir an gelir hiç yüzüne dikkatle bakmadığı
karısının onu izlediğini hissedip başını ona çevirirdi, karısının gözlerinde
binlerce renkli çiçek kafa kafaya vermiş akşam sohbeti yapıyor olurdu, karısı
onu bugün de aşık olarak beklediğini ve onu görür görmez içinin ferahladığını
anlatırdı o bakışlarla. Ve başlardı bir şeyler söylemeye, çok sıradan bir
şeyler, gündelik bir şeyler. Buraların sıkıntısı ve insanı tokatlaması bitip
tükenmez; ama buralardakiler sevindi mi tam sevinir, sevdi mi tam sever,
sevişti mi tam sevişir, buralar insana çok acı çektirir, ne kadar acı varsa o
kadar da zevk vardır. Elde cep telefonu 3 saat konuşmak yok, iş yapıyorsun,
trafik yok, o ve sen varsın, ailen var,
dostlarla saatlerce çene çalmak yok ve bu esnada bilerine çakmak yok, her şey
saf ve kötülüğe vakit yok. Komşuyla araç park etme yüzünden kavga yok, yok çok
şey; ama var çok şey.
Sana
adanmış bir kadın var, kendini adadığın bir aile var. Büyük şehirlerde böyle
mi? Işıklar, tabelalar, insanın erdemini ve aklını alan tonla şey, bir
bombardıman. İnsan ruhunu hissedemez, köleleşir, robotlaşır. Mengenededir.
Sistem her gün onu kıymaya çevirir. Kırsalda uyuşturucu satıcıları yoktur.
Eli
satırlı biri dehşet saçar, tutuklanmaz, adam bıçaklayanlar serbest kalır.
Kar
fırtınasında ilerlemek zordur ve Osman düşüncelere sarılmıştı. İnsanı kuvvetli
kılan düşünceler-iniz ve fiziksel kuvvet çok sınırlıdır. Osman bir an kadınını
düşündü, eve çıkmadan az önce onun gözlerindeki anlamı düşünmeye başladı ve o
an kar fırtınasında ilerleyen bir böcek olarak değil (az önce böcek gibi
hissetmişti) Şimdi kelebek gibi ilerlediğini hissediyordu, aldığı gaz,
karısının bakışından yansıyan: Uysal, sımsıkı ve genişlik ve güç veren balık
mavisi bir his.
Kar
fırtınasında ilerlemek zordur, bu yüzden soğukta iç ısıtan içkiler içer
bazıları. Soğuk insanın içini buz kesmesine yol açar. Vestern filmlerinde görmüşsünüzdür bunu.
Osman’ın
müthiş güdülenme kaynağı geride bıraktığı ailesiydi.
El
fenerinin aydınlığında ilerlemek zevkliydi. Zaman geçecek, malum eve varacak,
hemşireyi alıp evine dönecekti. Gece güzel noktalanacaktı, böyle hayal
ediyordu. Düşünceleri birbiri ardına akıyordu. Hayatını düşünüyordu. Dört
sığırı vardı, ekip biçtiği bir arazisi, buralarda bunlarla zor geçinirdi. Arazi
satın almak ,evi yaptırmak, tarlayı satın almak için yıllarca çalışmıştı
gurbette, kırsalda olduğu için alabilmişti araziyi. Maddi olarak babadan hiçbir
şey görememişti, zaten çok kalabalık bir aileydi ve babası yoksuldu. Kızı
başarılı olduğu için bursla okuyordu. İkiz bebekler geçinmeyi epey
zorlayacaktı. Aslında bütün hesabı köyü ter etmekti. Evlenmişti ve gurbette
büyük şehrin ona neler verebileceğini, neler veremeyeceğini görmüş ve en
iyisinin kırsalda yaşamak olduğunu anlamıştı, kırsalın ruhani dünyasına ait
hissediyordu kendini. Toprakla ve hayvanlarla iç içe olunca mutluydu. Oysa
babası büyük şehre yerleşmesini ısrarla öğütlemişti. Hatta bir ara karısını
büyük şehre alacaktı, yanına. Şimdi burada işleri geliştirmek peşindeydi. 300
koyunu olsa. Mesela 30 sığırı olsa. 60 keçisi olsa. Arazisi olsa. Yaza büyük
bir ağır yapmayı ve ineklerin sayısı artırmayı düşünüyordu. Geçen sene kışın
gurbete çıkıp para biriktirmişti. Tarım işi zordu; ama hayvancılıkla iyi
paralar kazanabilirdi. İlerde elektik için güneş enerji sistemi kuracaktı,
hayvan gübrelerinde de yapılıyordu bu.
Osman
kar fırtınasında güçlükle ilerliyordu ve kar bütün vücudunu kaplamış, bir
kardan adama dönüşmüştü. Osman düşüncelerden düşüncelere savruluyordu ve el
feneri yine söndü. Çok geçmedi ve yeniden çalışmaya başladı. Osman yüce
hissediyordu kendini, yüce görev başarıyla yerine getirilecekti, kuzine başında
zevkle çay içecekti.
Yağmasa
kar, esmese rüzgar. Eh, eserse essin; yağarsa yağsın Osman yıldırılamaz ki. O
ikizleri karısı Leyla doğuracaktı ve bu gece ise Osman; bu çile onun kadar
çileydi, gerçekten. Osman gülümsedi içinden bu düşüncesine.
“Ölürsem”
diye sordu kendine, “bu gece ölürsem?”
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
AÇ KURT
SÜRÜSÜ
Günlerdir
aç yürümekten perişan olan kurt sürüsü nerdeyse ölü gibi uyuyordu, fiziksel ve
ruhsal olarak uyuşmuş hayvanlar kendilerinden geçiyordu ve simsiyah kurt aniden
uyandı, onu neyin uyandırdığını bilemedi, herhalde bu içgüdüsü olmalıydı
kulağına ilk gelen rüzgarın uğultusuydu. Havayı kokladı, yoldaşlarının kokusunu
duydu, açlıkla kokan nefesleri leş gibi kokuyordu. Isınmıştı güzelce ve
üstündeki bütün yorgunluğu atmıştı, kıvrıldığı yerden doğruldu, yorgun
ayaklarına alevden bir güç gelmişti sanki. Kendini hafif, zinde ve azimli
hissetti.
Açlık
duygusu bir rüzgar gibi esti içinde, dilini ve dişlerinin yalnızlığını,
ağzındaki bozuk tadı hissetti. Avlanma içgüdüsü harekete geçmişti;
gerçekleştirilmesi gereken görev, ele geçirilmesi gereken bir av ya da avlar…böyle hayaller üşüştü beynine.
Keskin dişleri kamaştı. Yutkundu. Öfke duydu açlığa.
Uyuyan
bu serseri, sefil sürüye. Artık uyanmalı ve basmalıydılar. Dışarı çıktı, kutup
altı ormanındaki gibi bir kar fırtınası vardı dışarıda, az önce çelik
kanatlarını geren muhteşem azmi rüzgarı ve karı yer yemez sineğe dönüştü bir
anda, tüyleri uçuşuyordu, gözlerini zor açıyordu, ayakta zor duruyordu. Ne var
ki açlık duygusu kat edilmesi yani yarılması zor görünen bu fırtınadan daha
güçlü biçimde kükredi derinliklerinde, ve en azından ilerleme gücü buluyordu
kendinde. Ne güzeldi hava, evet, tam zamanıydı, köye inmenin tam zamanıydı.
Kurt asıl avını böyle havalarda pusuya düşürür ve elde eder. Kurt puslu havayı
sever, kurt en kötü havada büyük şans elde eder. Hava güzel olsa, sakin olsa
kurt nasıl saklanıp avına yaklaşsın, kurt avlanmak için önce hayalet olmayı
becermelidir ve kart fırtınasına gömülerek hayalet olmayı başarır, işte tam
zamanı, köye inmenin bundan daha güzel zamanı olamazdı. Köylüler bu pis havada
uyurdu, köpekleri de uyurdu. Kar fırtınası soluğu emip yutan kuvvetteydi. Bazen
kurdu nefessiz bırakıyordu, ki kurt böyle havaları bilirdi; ama köpekler
kulübelerinde olurdu, onlar zora gelemezdi, onları atlatmanın güzel fırsatını
sunuyordu kar fırtınası.
Bu
havada, bu zorlu şartlarda köyün merkezine bile hayalet gibi inip amaçlarını
gerçekleştirebilirlerdi. Hatta kendilerini göstere göstere bile, kar muhteşem
bir kamuflaj sağlardı.
Midesi
kaşınıyordu, dişleri kaşınıyordu, inim inim hissedilen açlık yakıp kavuruyordu
varlığını. Aslında köye inmek en kötü seçenekti, aslında köye inmek seçenek
dışıydı; ama bu havada başka bir şansları yoktu, doğada bütün hayvanlar
saklanmıştı. Ama köyde ahır çoktu, köpek çoktu, eğer bir ahıra girebilirlerse
girerlerdi; olmadı köpekleri yakalayıp yerlerdi. Doğada bir av yakalama imkanı
olsaydı köye inmeyi asla göze almazdı; çünkü köylülerin neye sahip olduğunu çok
iyi biliyordu. Artık tek saniye kaybetmemesiydi, mağaraya girdi, homurdandı,
kurtlar komutu almıştı. Derin bir saygı ve eşliğinde öfkeyle uyanıyorlardı tek
tek, ve bunun can sıkıcı ama açlıklarını gidecek bir şeye yol açacağını iyi
biliyorlardı, o homurdanmanın anlamını çok iyi biliyorlardı. Uykudan kopmak zor
olsa da dinlendikleri ve güç topladıkları için çabuk toparlıyorlardı
kafalarını.
“Acilen
gidiyoruz ve bu açlık sorunun yok ediyoruz.”
En zor,
en belalı, en batak günlere alışkındı bu kurtlar. Sürekli zorla ve açlıkla
imtihan edilen bu kurtlar dişleriyle, tırnaklarıyla, keskin ve parlak
gözleriyle pes etmeyerek, direnerek ve sürekli mücadele ederek gelmişlerdi bu
günlere. Aç kaldıkça, merhametsiz günler yaşadıkça, başları belada oldukça
uzmanlaşmışlar, duyuları keskinleşmişti. Sürüde öfke ve isyan homurtuları
vardı, kendi aralarında:
“Bu
geri zekalı ne? Ne tatlı uyuyorduk.”
“Kar
fırtınasında yine bizi sürüklüyor bir yere, yine başarısız olacağız, yine aç
kalacağız.”
Biri
ise şöyle homurdandı: “Bıktım bunun liderliğinden, başaramıyorsan kenara çekil.
Yol aç yenilere. Eskidi. Yaşlandı ve sağlıklı düşünemiyor, yeni yöntemler geliştiremiyor,
bunun iktidarını devirmeksek hepimiz geberip gideceğiz.”
Öteki
şöyle dedi: “İsyan yok, liderimiz bizim için en iyisini bilir. Anca beraber
kanca beraber. Böyle güçlü bir lidere isyan edilmez. Yoksa hepimiz doğada en
kısa sürede geberip gideriz. Biz ne biliriz ki; hepimiz cahiliz. Lidersiz
hiçiz.
Anarşist
ruhlu olan kurt şöyle homurdandı:
“Sizler
köle ruhlulardansınız. Kendinize güveniniz yok.”
“Peki
sen; sürüde en tembel ve faydasız olan sensin. Anca laf ediyorsun. Pusuda en
arkalardasın. İşe yarar bir halde hiç göremiyorum seni.”
“Ayağımda
bir sakatlık var da. İncindi.”
İkisi
kendi aralarında fısıldaştı:
Liderin
yalakaları ve liderin düşmanları, devrim hayalleri görenler, bunlar sonunda
birbirini boğazına çökecek, en uygun anda sürüden bir dişi kaçırıp firar etmek.
Bir dişiyi ikna edemiyorsak canımızı kurtaralım. Nasıl olsa kendimize bir sürü
buluruz, olmazsa kendi sürümüzü kurarız. Bunların işi bitik. Güç delisi bir
lider ve peşindeler, hepsi heba olacak, açlıktan mahvolduk be. Dostlarımı yiyecek
olarak görmeye başladım. Kaçıp gidelim.”
Ben de
bıktım dostlarımı yemeyi hayal etmekten. Ama kaçmak için sıkıntılı. Onları
seviyorum. Çok şey paylaştık. Zifiri karanlık gecelerde sırt sırta yattık,
birbirimizi ısıttık.”
“Saflık
yapma, bana vicdan yapma. Ahmak. Bencil ol.
Saflık
yaparsan onları gibi açlıktan öleceksin!”
“Safım
öyle mi; bolluk zamanında tıka basa et yedik, zor günde onları terk mi
edeceğiz; bu hainlik değil mi erdemsizlik?”
“Gelecek
sene zaten sürüden atacak bizi lider.”
“O
zaman yasal olarak atacak; atma hakkı var. Yetişkin olacağız çünkü.”
“Boş
versene dostum. Liderin avukatı gibi konuşup duruyorsun. Bütün kemiklerim
sızlıyor, haydin avlanmaya diyor. Lider delinin teki. Bu diktatör kendini
yakıyor ve hepinizi yakacak. Fırsatını bulduğumuzda terk edelim bunları. İşler
Kızışacak,
işler çok kötüye gidecek, iyi olur; ama o zaman gelmeden canımızı kurtaralım
derim.”
“Pis
bir korkak gibi konuşup gözümden düşüyorsun kardeşim.
İlgisi
yok. Liderin çevresinde bir halka örmüşler, yaklaşmamıza izin vermiyorlar,
liderin bizi duyduğu yok ki.”
“Tamam
kaçıp gidelim senle, nereye?”
“Neresi
olursa?”
“Avlanmayı
bilmiyoruz ki henüz.”
“Bir
şeyler buluruz.”
“Bence
başımızın çaresine bakamayız.”
“Bak
dostum lider kurdun planı nedir; biliyorum; yani sezdim bunu. Bizi köye
götürüyor, insanlar yaşar köyde ve onlar köpeklerden hiç hoşlanmaz. Köpekleri
de kurtları boğar. İnsanlar kurtları öldürür. Korkunç bir son bekliyor bizi.”
“E
mecbur kaldıysak lider öyle bir seçim yapar, karnımızı doyurmak zorundayız.”
Liderin
arkasında kenetlenen kurtlar vardı, onlar liderin yardımcılarıydı. Lider siyah
kurt onlara güvenirdi; ama bir yere kadar. Çünkü bir zaafa kapılıp hata
yapabileceklerini düşünürdü. Onlarsız da bir anlamı yoktu sürünün, onlar can
yoldaşıydı. Sürünün en önemli askerleriydi. Lider siyah kurt sürüden bütün
kurtların başının içinden geçenleri çok iyi bilirdi. Besledikleri niyetleri.
Sürünün aleyhine düşünen kurtları bile sevip değer veriyor, onları bir an önce
sürüden atmayı düşünmüyordu. Onlardan nefret etmiyordu hiç. Çünkü her birinin
gücüne ihtiyacı vardı ve sürü bilinci kardeşliğe dayanırdı, bir büyük aile
kavramıydı sürü, zayıfı koruyup kollamak, ona sahip çıkmak, onu yaşatmak; yani
dayanışma. Ayrıksı ve isyankar seslerin olması doğaldı. Farklı düşüncelerin
sürüde olması iyiydi. Lider siyah kurt buna inanıyordu. Ancak sürüde ciddi bir
uyumsuzluk yapan ve sürünün güvenliğini tehlikeye atan varsa onu hiç acımadan
atardı sürüden. Şimdiye kadar hiçbir kurtu sürüden atmamıştı, çok yaramazlık
yapan ve sürü kurallarını ihlal eden kurtları bile atmamıştı; geçmiş yıllarda
sürüden bir kurt ayrılmıştı, o da hastaydı, ölümcül derecede hasta olduğunu ve
hastalığının bulaşıcı olduğunu anlayıp sürüden uzaklaşmıştı. Son kez onun
yanına gidip onu koklayıp vedalaşmış: “İyi yolculuklar dostum. Sürüye kattığın
iyiliklerden dolayı sana teşekkür ederim.”ve sürüsünün yanına gitmişti. Yaşlı
kurt orada bir hafta yatmış ve sonunda ölmüştü.
Sürüde
hamile olan kurtlar da sürüden uzaklaşıp gizli bir yerde yavruları büyütür ve
yavrular ayaklandığında sürüye dönerler ve bütün sürü yavruları sevinçle
karşılar.
Hasta
kurt da hasta olduğunu fark eder, ölümcül derecede hasta olduğunu anlayan kurt
sürüden ayrılır. Zaten ayak uyduramaz sürüye.
Lider
siyah kurt sürüdeki muhalifleri severdi, onun kayıtsız şartsız seven kurtlardan
daha çok severdi onları. Çünkü onlar eleştirip hata bulurdu. Eleştirel bakışı
olmadan sevenler her durumda alkışlardı ve bu hiç hoşuna gitmezdi liderin.
Muhaliflerin onu geliştirdiğini düşünürdü ve muhaliflerin içlerinden geldiği
gibi homurdanmasına ve tepkiler göstermesine izin verirdi. Ama azıtırlarsa da
diş gösterirdi onlara. Böylece sürüdeki uçlarda gezinmekten hoşlanan asileri
hizada tutardı ve bütün kurtlar liderden çok
çekinirdi,
ona duydukları saygıdan ve sevgiden. Onu çok sevdikleri için ondan korkarlardı
ve aslında onun her zaman adil ve en güvenilir kurt olduğunu bilirlerdi. Ama
gündelik sıkıntılar, kapışmalar ve olaylar ve dertler içinde kurtlar bireysel
davranırdı. Lider kurt ise sürüyü yönetirdi. Lider siyah kurt kendini sürüdeki
kurtların yerine koyardı; ama sürünün bir sakini bunu yapmazdı. Çünkü o lider
sorumluluğunu hissetmezdi, ahmakça ve çıkarlarıyla hareket edebilirdi.
Şımarıklıklar yapabilirdi aşırılıklar; ama liderin böyle bir hakkı yoktu. Sürü sakini
basit duygulanım ve iç güdülerle hareket ederdi; ama liderleri kişisel hareket
edemezdi, zevke, basit kurt halleri sergileyemezdi, sergilese liderlik ruhuna
aykırı olurdu bu.
Lider
siyah kurdun yaşı ilerlemiş olsa da gücünün zirve dönemindeydi. Pençelerinde en
ufak bir kırık yoktu, dişlerinde bir kırık yoktu. Ama onlarca yara izleri vardı
ve bir kurt için bu gurur kaynağından başka bir şey değildi. Bir kurt diğer bir
kurda baktığında o izleri gördüğünde korkar; onun mücadeleci ve çok kavga
kapışmak gördüğüne karar verir.
Lider
siyah kurt onlarca kurtla tek başına savaşacak kadar cesaret doluydu, fiziksel
gücü de vardı; ama ondan asıl büyük olan yürek gücüydü. Ve yüreğinin gücü
kelebek gibi akar ve ona fiziksel güç kazandırırdı. Gücün ruhla da başlı başına
ilgisi vardı ve zihin gücü de vardı işin içinde. Bir sürüye lider olmak, o
sürüyü yıllarca yaşatmak, düzeni oturtup devam etmek zihin gücü de
gerektiriyordu, bütün bu güçlerin bileşkesi siyah kurdun liderliğinin devamını
sağlıyordu; ama yarınlar belirsizdi ve bu günler, bu gece en kötüsüydü, ya çok
kötü bir şeyler olacaktı ya da çok iyi bir şeyler; arası yoktu.
Sürü
yola koyulacaktı, omurgasını şişirip geriyordu bazısı, bazını sırtını ya da
başka yerlerini yalıyordu, bazısı pirelerinden rahatsız olmuş delice
kaşınıyordu, bazısı son kez esniyordu, bazısı karı kokuyordu, bazısı yemek yeme
hayalleri görüyordu, bazısı birbiriyle şakalaşıyordu, bazısı hoplayıp sıçrıyor,
kart fırtınasında bitip tükenmez gibi görünen ilerlemeye hazırlık yapıp
ısınıyordu. Onlardan biri yerde et hayal ediyordu, karnı deşilmiş bir hayvan,
çenesini kanlı ete gömdüğünü, dişleriyle eti kavrayıp çektiğini ve iri
lokmaları yuttuğunu hayal ediyordu.
Kurtlardan
biri caz yapıp duruyor, yanındakiler hırlıyor, ona buna sataşıyordu, sürüdeki yürekli
ve gözünü budaktan sakınmayan bir kurt olduğu için hiçbiri ona ses
çıkaramıyordu.
Kargaşa
ve umutluğa sebep oluyordu, en kötü zamanda en iyi şey sürüyü motive etmektir
ve o kurt sürünün moralini dibe vurduruyordu.
Lider
siyah kurt onun çenesini kapatmadan sürünün başında ilerleyemeyeceğini anladı
ve onun yanına ilerledi sakince. Çok yaklaştığında aniden sıçradı hırlayarak ve
arıza çıkaran kurt cıyakladı, panikle öte yana kaçacaktı; ama siyah kurt onun
üstüne atlayıp devirdi onu, yuvarlandılar, siyah kurt onun ensesine çöktü,
soluğunu öfkeyle ensesine boşaltı. Şikayetçi kurt ültimatomu alıp korkuyla af
dileyip yalvardı ciyaklayarak ve siyah kurt o an onun üstünden çekildi ve
yerine, sürünün başına gitti koşarak. Üzgündü, kıyasıya üzgündü, hesapsızca kitapsızca
üzgündü, üzüntüden içi yanıyordu. Çünkü o şikayetçi kurt aslında çok haklıydı.
Kendini başarısız bir lider olarak görüyordu. Morali sıfır olmuştu.
İlerliyordu; ama bitikti kafası. Aniden bir his canlandı içinde, alev alev
yakan bir his bütün vücudunu dolanıyordu ona azim ve güç vere vere.
EN
ÜSTÜN OLAN
Geçmiş
yılları.
Tatlı
ve soğuk yaz geceleri ormanda başka türlü olurdu. Yaz geceleri ormanda uyanmak
hiçbir tarife sığmayan bir mutluluktu, gün doğmadan çok önce uyanırdı. Karnını
doyurmak için dolanırdı ormanda. Mesela kör bir hayvan görse acırdı,
dokunmazdı, kör bir hayvanı avlamak, yani canını almak ona onurlu ve yürekli
bir davranış olarak gelmezdi; açlıktan kıvransa bile. Sakat ve hasta hayvanlara
ilişmezdi. Ona göre en üstün olan güçlü ve eti bol bir avı ele geçirmekti, zor
av ona göre en cazip avdı, mücadele edecek bir av, dişiyle tırnağıyla direnecek
bir av; işte o av içinde büyük bir arzuyu ateşler, delice peşinden koşardı,
çılgın ve gem vurulamaz o his peşinden giderdi, birçok geceler dolanırdı av
peşinde, pes etmezdi, pes etmeyen, ele geçmekte çok dirençli av onu büyüler
gibi peşinden koşardı ve sonunda onlardan birini yakalayınca en üstün olanı
gerçekleştirdiğini, en asil, en güzel, en iyi olanı yaptığını hissederdi ve o
eti yemek müthiş zevkliydi. Korkunç emek harcanılarak elde edilen etin tadı kat
be kat güzel oluyordu.
Şimdi
siyah lider kurt o en üstün olan hissi hissetti. Ayakları derman buldu, zihni
pırıl pırıl parladı, ruhundan kutsal ışık parçaları azimle yayıldı varlığına.
Kış geceleri.
Katlanılması
imkansız kış geceleri.
Yapayalnız
olduğu kış geceleri.
Karanlığın yağlı ve geçit vermez bir duvar gibi ormanda
serildiği zamanlarda karnında tek lokma olmadan gezerdi gün doğmadan önce,
saatler önce, koklardı etrafı, iz arardı, izlerin boşa çıkmasından üzüntü
duymazdı; ama başta çok üzülürdü, kalbi sızlardı, açlıktan öleceğini düşünürdü;
ama sonunda et bulacağını, bir gafil hayvanı avlayacağını düşünürdü, düşündükçe
sevinirdi, ileri gitmesini sağlayan şey kafasında kurduğu sevinç sahneleriydi.
Av hayal edişleri. Bıkıp usanmadan.
Kar
taneleri gökyüzünden büyülüğü biçimde ağır ağır salınarak ve dönerek düşerdi
ormana. Tatlı, yumuşak o beyaz sonsuz gibi duran gecelerde açlığın sarstığı
minik siyah kurt korkmuş ve yapayalnız halde bir yere sığınır, nasıl yiyecek
bulması gerektiğine dair kafa yorardı, avlanmayı hiç bilmediği zamanlardı. İşte
o ölümcül zamanlarda hissetmişti hayatında ilk kez yapayalnız olmanın
korkunçluğunu, açlığın da buna dev bir misliyle öncülük ettiğini, işte o zaman
sürü içinde yaşamanın ne anlama geldiğini zerre zerre hissetmiş ve görkemli
anlamını kavramıştı. Ormanda karnını
doyurmak için gezerken bir yavru kurt görmüş ve sevinçle atılmıştı, oyunlar
oynayıp ondan karşılık bekliyordu, durup ona iyice sokuldu, bu yeni ölmüş bir
kurt yavrusuydu; ama orada canlı gibi duruyordu, donmuştu, arka ayakları üstüne
oturmuştu, bir sfenks gibiydi, bir heykel gibi duruyordu ve canlı bakışları
vardı. Minik kurdun ödü patladı onun ölü olduğunu anlayınca, ağlamaya başladı,
bir yoldaş bulduğuna ne çok sevinmişti ve yeniden yapayalnız olduğunu anlamak
kahretmekten beterdi, ölmekten beterdi. Minik kurt sığınacak anne kucağı
zamanında ormanda çekilmez ve baş edilmez bir yalnızlıkla üstelik açlıkla karşı
karşıyaydı.
Siyah
lider kurt eski manzaralardan birden çıktı, o zamanlardan sağ kurtulduysa eğer-
ki imkansız görünüyordu, şimdi bu fel fecir açlıkla sükunetle ilerleyen
sürüsünün de açlığını giderecekti. Eski manzaralar kendine olan güveni kat be
kat perçinlemişti.
Kurt
olmanın ilk ilkesi: Ne kadar aç olursan ol av arama mücadelesini yitirme.
Kurtlar bu dirençlilik sebebiyle hayatta kalırdı. Onlar pes etmeyi bilmezdi ve
lider siyah kurt bunu çok iyi öğrenmişti geçmiş tecrübeleriyle. İçgüdüsel
dirençliliği tecrübeleri ışığıyla daha da bilenmiş keskinleşmiş ve üstüne
sezgisel güçleri eklenmiş ve onu böylece parlak ve adeta yenilmez bir lider
haline getirmişti.
Doğal
olarak kurtlar umutsuzluk nedir bilmez. Ama açlık bazen bu sağlam
mekanizmalarını söküp atacak kadar şiddetli olur.
Ancak
yaşama ve ilerlemeye aşkın biçimde bağlı olanlar ve yaşama sebebi olanlar
hayatta kalabilirlerdi ve elbette şanslı olanlar. Orman şanslı olmayan kurt
ölüleriyle doluydu, açlıkla ölürdü çoğu.
Lider
siyah kurt durdu ve havayı kokladı, şu amansız kar fırtınası içinde bir koku
zerreciği yakalamayı ve buna göre hareket etmeyi ummuştu; ama hiçbir şeyin
ipucunu vermiyordu hava, yiyecek bir lokma vaat etmiyordu, bir lokma yiyecek
sırdı, sırlar alemini aşmak lazımdı önce, sabredip acele etmeden ilerlemek,
gereksiz güç harcamamak! Ancak böyle bir sistemle bu açlık sona erdirilirdi,
asla acele etmemek ve sırrı bir yerden tutup çekip alaşağı etmek ve umuyordu ki
şansı da yaver gitsin.
BEŞİNCİ BÖLÜM
OSMAN
Osman,
dişleri çok keskin ve parlak kar fırtınası içinde erdemli düşüncelerle
ilerliyordu. Erdemli düşünceler en iyi ve güzel düşüncelerdir. İnsanı yenilmez
yapar, insan kendini yenilmez hisseder. Bir an şöyle düşündü: Tam şu anda benim
gibi bir yere ilerleyen başka canlılar da var mıdır; Yok dedi, benim gibi derdi
olan canlı yoktur, hepsi huzur içinde mutlulukla uyuyorlardır. Durdu, çok acele
ediyordu, soluğu kesiliyordu, içinde bir korku sinsi biçimde dolanıp duruyordu:
El feneri sönerse? Yolunu kaybederse.
Durdu.
Kar fırtınası soluk kesiyordu, o yüzden başını iyice öne eğerek ilerliyor,
soluk alacak fırsat bulabiliyordu. Başıyla insan neler yapmaz; ama başın içinde
iyi ve güzel fikirler varsa; ama hangi fikir olursa olsun başta yolda kafa
kırmadan ilerleyemez insan ve o kafa kırmalar da insanın fikrinin alın teri
gibi bir şey olur, emek harcamadan o fikir fikir olmaz; yani iyi bir fikir
için, onu hayat geçirmek için harcanılacak zaman, verilen enerji, uygulanması
için sarf edilecek bütün mücadeleler aslında fikirden daha önemlidir.
Güzel
fikirler düşünceler dolu, keşfedilmeyi bekleyenler daha çok.
Her
biri onlar için ölümüne mücadele edecek birilerini bekler.
Fikirler
çürümez. Onlara sımsıkı ve bütün kalbiyle sarılacak tek bir adam, tek bir
kadın, tek bir çocuk beklerler delice bir özlemle, yana yana, kavrula kavrula.
İşte o
yüzyıllarca bekleme sabrı gösteren fikre sadık kalıp ona sahip çıkacak biri
çıktı mı aşk başlar.
Osman
gevşediğinde adım atması zorlaşıyor, hemen sonra kaygılar beliriyor, “bu işi
hemen yoluna koymam gerek” diyor, ailem beni bekliyor diye düşünüyor, gece
güzel sonlanacak diyor, diğer geceleri hayal ediyor, sıkıntılı ama mutlu
geçecek günler hayal ediyor, kan akışında yenilmez bir direnç ve aşk düşüyor.
Bu işi ve belalarını ve güçlükleriyle sonsuza dek sürdürmez azmi hissediyordu
kalbinde.
Kar
fırtınası can yakmaktan öteye gitmişti ve yüzünü kesiyordu adeta. Onu uçurmak
istiyordu, ayaklarını yerden kesip çuval gibi savurmak bir tarafa. Osman’ın
ayaklarını yerden kaydırmak için elinden geleni yapıyordu, gözüne bir şey
çarptı bu sırada, çalıların dibinde bir şey vardı, ayağıyla ittirip baktı,
tilki eşliydi bu, yeni ölmüşe benziyordu, ağzı aralık kalmıştı ve dişleri
görünüyordu. Kaskatı kesilmişti. Sığınacak yer bulamıştı herhalde kar fırtınası
yüzünden, aniden kar fırtınasına yakalanış olmalı, zavallıcık, yuvasını ararken
kaybolmuştu ve çalılığa sığınmıştı,
Donmak
pis bir ölümdü, bir başladı mı ondan kurtulmak imkansızdı, Osman tilkinin
yerine kendini koydu bir an, korktu,
Kayıp
gitmek yaşamdan, ailesinden uzak olmak korkunç olandı, donarak ölmek değil. Bu
tilkinin postu iyi para ederdi, kimi avcılar bir keresinde 200 kadarını
öldürmüştü, gözleriyle görmüştü, ama üç avcıyı da jandarma yakalamıştı. Osman o
sırada tarlaya gidiyordu Osman’dan, tilki leşleri dizi dizi serilmişti çimene.
Kimisi yavruydu. Elinden el fenerini düşürdü, bu sırada arkasında bir ses
duydu, bir şey, bir hayvan yaklaşıyordu sanki, çatırtı gelmişti, el fenerini
karın içinden alıp hemen arkasına baktı, bir şey göremedi, arkadan bir şey
saldırsa olsa olsa kurt olurdu, buralarda kurttan başka tehlikeli bir canlı
olmazdı. Arkadan saldırmak da can sıkıcı, yapacak bir şeyi kalmıyor gibi
gözüküyor insanın. Kurt bazen göstere göstere gelir; ama çoğunlukla hayalet
gibi yaklaşır. Hayalinde bir sahne canlandı, arkadan kurdun biri atlar sırtına;
amaç onu yer devirmek, sağdan, soldan ve önden gelir ötekiler ve arkada bir
tane daha vardır, ve giderek çemberi daralmak isterler, bunlar avanak değil,
sistemlidir, beklerler, durup beklerler saatlerce, hatta günlerce, avın zayıf
düşmesini beklerler gerekirse, onu öldürmeye kilitlenmiştir zihinleri ve bütün
eylemlerini buna göre yaparlar; bir saldırı yaparlar, geri çekilirler, birden
hücum ederler gerekirse, işi bitirirler, acele de etmezler, zarar
görebileceklerini bilip dikkatli hareket ederler, gırtlak en sevdikleri yerdir,
EN
ÜSTÜN OLAN
En
üstün olan uçsuz bucaksız bir çölde sır olarak duran vahanın çığlığı gibiydi.
En
üstün olan dağın zirvesinden havalanan kartalın vadiye yayılan çığlığı gibiydi.
En
üstün olan damarlarında, kan akışında yüzyılların merhametinin barındıran
kelebekler gibiydi.
Ne
kadar şeffaf ve merhametliysen o kadar güzel ve iyisin
Sadece
bunun için yarışmalı insanlık.
Canım
tamam, onu çembere alabiliyorsalar alsınlar, tüfeği vardı, bu tüfek bir kere
patladı mı kulakta öyle yankı yapar ki; kurtlar kaçar. En üstün olan duygusu
canlanmıştı, hiçbir zaman buralarda derin ve ölümcül bir tehlike atlatmamıştı,
kolunu ya da bir tarafını koparacak fiziksel bir sıkıntıyla yüz yüze
gelmemişti, bu yaşa gelmişti, bir şekilde korunmuştu, şansı yaver gitmişti de
diyebilirdi, kurtların sesini duymuştu, ama onlarla hiç karşılaşmamıştı, bundan
sonra da karşılaşmazdı, büyük bir belayla hiç kapışmamıştı, gaddar ve Allah
tanımaz hiçbir bela ona kollarını uzatıp şeytani biçimde gülümsememişti.
Olmamıştı hiç. Olacağı yoktu. Çünkü Osman kötü biri değildi ve değilim derdi, o
belalar onlara layık insanlara musallat olurdu, erdemsiz ve çıkarcı ve aşağılık
insanlara. Olmuşsa geçim sıkıntısı baş belası olmuştu, onu da her seferinde bir
şekilde idare edip alt etmişti ve gurbette geçen yıllar sonunda baldırı çıplak
bir kuru tarla elde edebilmişti, evi ve evin içinde bulunduğu arazisi. Küçücük,
sevimli yuvası işte. Onursuz bereketsiz hain tarla ne sinir bozucuydu, taşlarla
doluydu. Onu adam etmek isterken adeta canı çıkmıştı. Tarlaya sinir oldukça ona
şöyle derdi kan ter içinde: hayatımın talihsizliği.
Gülümserdi.
Taşları el arabasına yığardı.
Ana
derdi ona sonra, bana kızmıyorsun değil mi; bütün niyetim güzel günler yaşatmak
sana,
Sonra
gübre taşımak belasıyla uğraşırdı, ahırların arkasında kürekle traktör
römorkuna sığırların bokunu atmak, kan ter içinde kala kala.
Kar
fırtınası içindeki Osman ellerinin acısını duydu, ellerinde eldiven vardı ama
soğuktan uyuşan elleri acı hissediyordu, bıçakla kesilir gibi. Ama Osman acıya
dayanıklıydı, nasıl ki o tarlayı adam ederken acıyla sevgili olmuştu, şimdi bu
kar fırtınasıyla da aynı şeyi yapacaktı; bazen sevgili, bazen baş düşmanı,
bazen kardeşi, bazen yoldaşı, bazen bilge olacaktı kar fırtınası. Bu yol başka
türlü nasıl biter, bazen dibe vuracaktı, bazen yükselecekti, bazen tepe taklak
olacaktı yerde, başka türlü nasıl biter hayat denen maraton, her şeyin düz ve
net oluşu herhalde öteki dünyada olurdu. Tatlı duygular; mesela karısını
öperken, ona sarılırken, gözlerinden yayılan ceylan sürüsü ışığı yudum yudum
hissetmek, teninde hissetmek, arkasını dönüp uzaklaşırken hissetmek, o ışık
ceylanlarını gölge gibi hissetmek, terli yüzünü mendille silerken tarlada onun
kokusunu mendile hissetmek, ne muhteşem bir histir. Onu öperken teninin o
ilginç ve saf kokusu, bir çiçeğinki gibi ama hiçbir çiçek kokusunun onunla
yarışamayacağı kadar sarsan bir büyüleyici koku. Çocuklarını örtü gibi saran.
Tarlada
güneşin kavurucu sıcaklığında mahvolup iş yaparken ceylanlar sürüsü gelirdi
karısının bir sözünü hatırlayınca, tarla ne kadar zor, hain, zorba
ve
uzlaşı tanımaz gelirdi gözüne, karısından üstünde kalan enerji yumuşatırdı
kalbini, ruhundaki isyanı.
“Beş
kuruş etmezsin tarla, bendeki bu aşk olmasa.
Kusura
bakma böyle dediğim için.” Abarttım sanma. Anamı ağlatıyorsun çünkü.”
Yüzünden
şıpır şıpır ter damlıyor, karnı aç, içi yanıyor, bir bardak çay için
mahvoluyor, yok iş bitsin, çayı içer, saatler geçer iş bitmez, güneş tepede
çakıl sanki, bizzat Osman’ı yakıp kavurmak için görevlendirilmiş bir katil
sanki. İşkenceci. O da tarlanın gaddar işbirlikçisi.
Oturur
Osman, güler, ağlayacak gibidir. İki arada bir yerde. Dinden imandan çıkacak
gibidir.
“Bu
tarlanın içine edeyim. Tarlanın suçu yok, kafama edeyim. Ben niye gidip devlet
memuru olmaya çalışmayıp bahtsız tarlaya kölelik ediyorum ki. Bende akıl olsa
çoktan toz olup giderdim buralardan. Niye okumadım ki. Okusam çoktan devlet
memuru olmuştum. Para mı vardı da okumadın. İnek. Bazı sevmek öldürmekten beter
eder insanı, hiç eder bazı bağlılık. Keşke sevmeseydim toprağı. Ama sevmeden de
olmaz ki. Taş var bağrında nehirler taşır, kırmazsan sabretmezsen emek vermesen
bulamazsın ki o nehri. Köle olmazsan bulamazsın ki zifiri karanlıkların
ardındaki aydınlıkları. Lüp diye ağzına düşmez oğlum.”
Karısını
hatırlar. Çocuklarını hatırlar. Tarlayı bir anda ekinlerle dolu olduğunu görür,
çıplak zarif beyaz kızlar gibi. Yüreği kamaşır.
Kıpır kıpır sararmaya yüz tutmuş başaklar. Osman bunu büyültür ve iyice
canlandırır hayalinde, ekinlerin üstüne rüzgar değer kelebek gibi, bir saf
hışıltı olur,
Gelincikler
olur içinde, gelincikler güzel görünür ama haindirler, rekolteyi düşürürler,
zararlıdırlar ve çiftçiler hiç sevmez onları.
Kar
fırtınası içinde perişan olursun.
Hatıraları
yeniden dekore etmek,
acıları,
kayıplarını
ya da kazandığın şeyleri.
İlerleme
gücü ve azmi elde etmek için kalbin otomatik olarak yapmaya başlar bunu; bazen
donar.
Beynini
zorlamalısın.
Fiziksel
gücün alev alev yenilirken.
Osman
bunu deniyordu.
Geberiyordu
üşümekten.
Tarla
ne oldu sonra?
Yüzü
meymenetsiz bir kocakarıydı, şeytani bir bakışı vardı simsiyah dişleri. Osman’ı
yatağa davet ederdi.
Pis
tarla.
Montofon
tarla. (montofon: inek cinsi)
Baldırı
çıplak; adeta lanetli tarla bir prensese dönmüştü emek verile verile.
Teninde
bebek soluğu gibi tertemiz çiçekler.
Aydan
bir ruh düşürüyordu Osman’ın göz bebeklerine.
Tarla
canının içi oldu.
Hayatının
merkezi oydu.
Kar
fırtınasının ucu bucağı yok gibi görünüyordu. En küçük mola ve aralık
vermiyordu:
“Ne
olursan ol gücümle seni dize getireceğim, sana diz çöktüreceğim, burada tek
Tanrı var, o benim. Kalbinde yaşattıkların değil. Benim yüce olan. Seni acı
çektire çektire ufalayıp kar yığını altına gömeceğim ve kimsecikler cesedine
bile ulaşamayacak.” Diyordu adeta.
Öte
yandan kararlı bir yürek bir boğayı yere serer, serebilir. İnançlı bir kafa
onlarca kar fırtınasının elini kolunu bağlayabilir.
Osman’ın
sezgilerinle yanan bir ışık belli belirsiz şunu fısıldıyordu:
“Bebeksi
olarak ilerlemeyi denerim, bana ne yaparsan yap.
Ya
çekil git başımdan.
İçimde
en üstün olan harekete geçti bir kere.
Bana ne
yaparsan yap pes etmeyeceğim!
Beni
yıldırmak için istediğin numarayı sergile aslanım.
Ben
kazandıklarımı, ben o aileyi yolda ya da çöp kutusunda bulmadım.
Ben
dirençliyim!
Sen en
iyisi yorma kendini.
Babanı
ya da ananı yolla.
Onlara
yanlış yerlerde esip durduğunu anlatırım, onlar seni ikna eder beni
yenemeyeceğini.
Olmadı;
cehennemden atalarını alıp gel saldır üstüme.
En
üstün olanım.
O bende
bir kere harekete geçti.
Benim
soluğum Tanrı’nın soluğu.
Osman’ın
işi gücü, bütün derdi ailesini geçindirmek, bunu yaparken onları mutlu etmek;
onların yüzünde ışıktan atların dalaştığını ve hayata doğru yolculuk yaptığını
ve evrenlerde dolaştığını görmek ya da hissetmek.
Geçindirmek
parayla ilgiliydi; para karnı doyururdu, mutlu etmek için bambaşka şeyler
gerekirdi, huzur vermek, severek boğmamak, araya mesafe duymak, saygı duymak,
bir kalıba sokmamak, sonsuz esnek olmak, öğretmek, yardım etmek, onlara
özgürlüğü, birey olduklarını, sonsuz özgür olduklarını hissettirmek.
Onlara
güven vermek.
Ama
sonsuz bir güven.
Bir
haftalık değil. Bir yıllık değil.
30
senelik değil.
Sonsuz
güven.
Kadını:
“Ben Osman’ın ciğerini söksem bile beni sever, sayar, hiçbir hainlik yapmaz”
türde bir güven.
“Osman
geberir; ama bizi satmaz, harcamaz.
Osman
sonsuz kereler ölmeye razıdır bizim için. Osman’a ne yaparsam yapayı atmaz
beni, ama severek de boğmaz. Osman benim için kendini aşmış birisi. Bitkisel
hayatta bir kurbağa bile olsam Osman sonsuza dek yatağa çakılı kalsam altımdan
alır mı Osman.
Alır
Osman sonsuza dek sever.
Bir
kere sevdi Osman.
Saf
Osman.
Temiz
kalpli.
Osman’ın
ilerlediği yolda bir karanlık varsa kibarca yoldan çekilir, eğri bir taş, bir
diken. Bir çukur varsa yörüngesini değiştirir. Osman’ın kendine inancı bu
ayarda.
Hak
etmedim canım bunu düşünür başına ters gelse bile sıradan insan, Osman, bundan
da bir iyilik vardır bana, sabretmeliyim.
Osman’ın
kişisel duyguları?: Hani adama bir bardak çay verirsin, seni esir alır,
hayatının çok değerli şeylerini sana anlatır durur, doymaz.
İnsanlığı
yerinden oynatmayacak şeyler anlatır, insanlığı zıplatmayacak ve ileri
götürmeyecek şeyler, insanlığı dönüştürmeyecek şeyler.
Osman girmez
böyle kişisel muhabbetlere.
Kişisel
duygular, ben merkezci duygular, dünyayı ben yarattım sanmalar, herkeste vardır
bu, an gelir kapılır gidesin öyle duygulara. An gelir aklın başına gelir. Ben
neyim ki, zerreyim şu dünyada.
Osman,
yüzünde meymenet olmayan, kara, sert, verimsiz tarladan taş topluyordu. Gece
yağmur yağmıştı, sabahın erken saatleriydi ve hava serindi, öğleye doğru katil
sıcaklar başlardı; keyifli keyifli çalışıyor, arada ıslık çalıyor, şarkı
söylüyor, hayaller kuruyordu, el arabası taşla dolmuştu ve el arabasını tarlanı
dışındaki yere boşaltması lazımdı, tarlanın kenarındaki patikandan ilerlerken
ilerde bir kurbağa gördü, o geçsin diye yavaşladı, kurbağa yeşil ışık yandı,
geçebilirsin.
Osman
ilerledi, kurbağayı öteki tarafta göremeyince bakındı, Allah’ım yoksa onu ezdim
mi?!” diye sesli sordu, panik içindeydi, eğilip el arabasının altına baktı,
zavallı kurbağa ters dönmüş, hızlı hızlı nefes alıp veriyordu, can çekişiyordu.
Osman’ın içi yandı, kavruldu. “Acayip üzüldü, öldürdüm onu, zavallının boş yere
hayatını çaldım.
Taşla
ittirip aldı onu oradan, yok, can çekişmiyordu, acayip sevindi, başının
kenarını ezmişti, yara da öyle büyük değildi. İçi ferahladı, ama nasıl sevindi
nasıl, dünya onundu. Bu masum, zavallı iri kurbağa ölümü hak etmezdi ki.
Kurbağa
ona ters ters bakıyordu.
“Yaklaşma
bana ucube” der gibi kötü bakıyordu.
Bir
şeye üzülürsün, ben ne yapabilirim dersin, ucu sana dokunmamıştır, için yanar,
ve senden büyük, çok büyük ilahi gücü hissedersin, başın parçalanmış gibi aciz
hissedersin, birilerine, dünyaya ancak merhametle, birilerine iyilikle
yaklaşırsan başarı şansı elde edebileceğine inanırsın. İşte o zaman kendini
aşmışsın demektir. De; herkes o evreye gelemiyor.
Kurbağaları
yiyorlar şehrin birinde, dünyada.
Şehrin
birinde kirpi yiyen ve zehirlenenler oldu.
İnsanlara
yapılan muameleler, adaletsizlik ve haksızlıklar bir yana hayvanlara yapılan
zulüm ve işkenceler.
Karşıda
bir kurbağa vardı, yaralı kurbağa onun yanına gitti ve üstüne bindi. Çiftleşme
pozisyonunda kaldılar. Kurbağalar uzaklaşmaya başladı.
Osman
boş kişisel duygulara sapmazdı, vakit yoktu bunlara. Oğlu çok istedi diye bir
ikinci el televizyon almıştı eve, arada bakardı, haberlere ve belgesellere.
Televizyon
çok geçmeden bozulmuştu, ya onu yaptıracak ya da yenisini alacaktı, oğlu çizgi
film seviyordu, kendisi ise haberleri ve belselleri seyrederdi. Gurbette,
çalıştığı inşaattan getirmişti televizyonu, sık sık bozulduğu için yenisini
almışlar, eskisini de Osman almıştı.
Osman
kar fırtınası içinde güçlükle ilerliyordu, uğultu vardı, setti kar fırtınası;
ama uğultusu da sinir bozucuydu, tokat ve yumruklarını saydırıp duruyordu. Bu
havaya can mı dayanır, ama zorlu şeyleri severdi Osman. Bedeninde duyduğu
acılar, herhangi bir acı. Onunla baş etmeyi severdi. Bunlar fiziksel arınmayı
ve ruhsal uyanışı getirirdi. De; insan yaşlı bir moruk gibi böyle bilgece
düşünemez. Mesele bu. Kolay gün görmemişti hiç:
Gurbette
inşaatta çalıştığı günler, harç yaparken kireçten ayakları yanmıştı ve yara
olmuştu. Çok katlı apartmanlar vardı şantiyede. Duvarlar örülüyordu. Katların
birinde kalıyordu diğer işçilerle. Yaşı 60’a gelen bir adam vardı, kanser
hastasıydı, emekli olabilmesi için çalışması gerekiyordu, sigortayı
doldurabilmek için çalışması şarttı.
Genç
işçiler kafasına göre takılıyordu, Osman burada tek odada diğerleriyle fareler
gibi yaşıyordu. Kalfa (işçileri yöneten kişi) gelip her gün daha çok iş
bitirilsin diye baskı yapıyor, bağırıp çağırıyordu. Patronları dini imanı
yoktu, onlar böyle istiyordu ve böyle olması gerekliydi. Her gün sabahın
köründen akşama dek köleler gibi çalış çalış çalış. Tabi her işçi bu çalışma
maratonunu alışıktı ve eşekten beter çalışıyorlardı, yedikleri yemekler iyi
değildi. Aldıkları paralar azdı, genelde birkaç maaş içerde kalıyorlardı.
Haklarını aramak isteseler kapı dışarı ediliyorlardı. İnşaat sektörü krizde, iş
bulduğunuza sevinin. Paranızı alacaksınız, patron para alamadı; alınca paranızı
ödeyecek.”
Hepsi
küçük sivrisinekler gibiydi patronların elinde.
Hepsi
birer fareydi kedilerin emrinde ölümüne çalışan, sonra o kanser hastası bir
gece geç geldi inşaata, dışarıda birkaç bira içmişti sahilde. Çok üzgündü,
ailesine para yollayamamıştı. Koğuşa çıkarken inşaattan düşüp öldü. Mesai
saatinin dışındaydı, içkiliydi, intihar etti” dediler. İçerdeki parası bir
yakınına verildi, tazminat ödemediler. Bu gibi durumları kim denetliyordu?
Kimse onları umursamıyordu elbette. Şehirlerde göt göte yakın açılan büyük
marketleri de kimse denetlemediği gibi. Vebalı papatyalar gibi her yerdeydiler.
Neler olup bittiğinin farkındaydı Osman, ses çıkarmıyordu, ses çıkaran işten
atılırdı. Sessiz kalan diğer fareler gibiydi. Aslında bekar olsa, sorumlu
olduğu kimseler olmasa çok adamı döverdi hastanelik ederdi ya, o başka.
O
işçilerden her biri burada güzel ve iyi hissetmenin bir yolunu icat etmişti,
bazısı bira içer, bazısı kağıt oynar, bazısı eski ya da yeni çıkan gazeteleri
okur, bazısı aşk şiirleri yazar, (ben seni seviyordum neden makarna yaptın, çok
zoruma gitti) türünden şiirler yazar, bazısı hayat kadıyla vakit geçirir gelir
inşaata, bazısı radyoda ölü şarkılar dinler, bazısı maç seyreder, koğuştaki
televizyonda çekirdek yiyerek, çay içerek. Herkes bir umut geliştirmiş ve ona
sımsıkı sarılmıştı.
Evet,
herkes ayak uydurmuştu bu koğuşa, şehre, peki Osman, gurbete çıktığı ilk günkü
gibi hissederdi.
İçinde
bir şey kanayıp kayanıp dururdu ve orayı kurutacak hiçbir şey bulamıyordu.
Akşam olur, sonra başka akşam.
Dindar
olan işçi dine sarılır. Ötekiler başka şeylere sarılır, herkes sarılacak bir
şey bulur, Osman da köyünü, evini düşünür, orada her şey güzeldir, evin önünde oturduğu masa sandalye, çeşmeden
damlayan su bile. Osman ferahlar.
Her ne
halt olursa olsun “şükür” deyip atlatıyor bazıları, çıkıyorlar işin içinden,
Osman bunu yapamıyor. Keşke yapabilseydi. Kimseyle takılmazdı. Herkesle
gerektiği kadar konuşurdu. Osman bir isyan dalgası başlatsa herkes müridi
olacak kadar saygı duyardı ve severlerdi onu. Ciddiydi, duvara asılı bir keskin
kılıç gibi, sessiz bir ağırlıktı, kimse onun tersine gitmezdi, kimse ona kafa
tutmazdı, kavga edenleri ayırır, birinde bıçak varsa bile korkmaz, araya
girerdi, yemek bulaşık suyu olsa eleştirmiyor, yemekte kurt görse alıp kenara
atıyor, yanlışlıkla düştü diyor karşısındakine, hep karşı taraf kırılmasın diye
hareket edip hayat veriyor, üzülenin yanında, sevinenle uğraşmıyor, dertli
olanı diliyor, millet eğlencedeyken Osman yalnız kalanla baş başa kalmayı
seçiyor.
Diğerleriyle
gezmeye çıkmıştı Pazar günü. Bir parka gitmişler, parka kurulu kafede simit
yemişler çay içmişlerdi. Ağaç yoktu burada. Her yerde araba vardı, her yer
apartman doluydu, her yer insan kaynıyordu, memleketinde evinin orada bir yerde
dursa uçsuz bucaksız tarlalar görürdü, bir derinlik vardı, sonsuzluk; ama
burada beton bir hücrede hissetmişti kendini.
Korno
sesleri, sürekli yanıp sönen ışıklar, vitrinler, göz boş yere göz yorulur, göz
ve kafa karıştıran şeylerle.
Burada
bir bombardıman vardı insanın özünü tek salise kaçırmadan silikleştiren ve hata
o özü tabuta yollayan. Burada insan mekanikti, robottu, yaşayan ölüden farksızdı,
gereksiz bir sürü şeyler ilgileniyorlardı, gereksiz saçma sapan şeylerin
bombardımanı altında kalplerinde sağlam hiçbir şey kalmıyordu,
bir
kuş, bir kedi gördü acayip sevindi, bir sokak köpeği gördü kucaklayıp sımsıkı
sarılmak istedi, bir karga gördü tapası geldi, bir kumru geldi içinden ağladı.
Diğerleri şaka yapar durur,
Şaka
olmazsa işin ve hayatın acısını hissederler, kafa dağıtmayı iyi bilirler.
Osman
yerdeki otlara büyülenmiş gibi bakardı. Doğada otların sessizliğini duyup
hissederdi.
Doğada
bulunmak zaferlerin en önemlisiydi. Şehir ise intihar etmekti yavaş yavaş.
Osman
düşüncelerden sıyrıldı, sırtı çantasının kenarında rulo halinde asılı duran
battaniyeyi çıkardı ve başına sardı.
Günlerce
yürümesi gerekse bile yürürdü.
ALTINCI BÖLÜM
AÇ KURT
SÜRÜSÜ
Aç kurt
sürüsü kar fırtınasını yara yara ilerliyordu, ip gibi sıralı biçimde
ilerliyorlardı, bu diziliş rastgele değildi, güçsüzler ve gençler sürünün
orasındaydı, onlar güven merkezine alınmıştı. Bir düşman saldırırsa sağlamdaydı
zayıflar.
Siyah
lider, kırmızı gözlerini açıp kapadı ve durdu, arkasına baktı kararlı biçimde,
bir şey göremiyordu; ama kokularını alıyordu sürüsünün, bu gücünü tazeledi.
Arkasında ona sadık bir sürünün olması gurur vericiydi. Ama aç olduklarını
düşününce aciz hissetti kendini. Lideri mahveder sürüsünü perişan ve mutsuz
görmek. Kafasında av, et hayalleri (et hayaletleri) dolanmaya başladı. Bütün
yüreğiyle heyecanlandı. Etten haber yoktu; ama o her an ete, bir avın etine
ulaşabilecek gibiydi. Günlerdir açtılar, düzgün bir yemek yememişlerdi, bir
haftadır ufak tefek leşlerden birer lokma almışlardı, bu yemek yemek
sayılmazdı, düzgün bir yemek: Bolca kırmızı et demekti. Bütün ağzı, dişleri
doldurabilen. Tat alırken tatmin olmak, o tatmin olmak duygusu büyüleyicidir,
kurt müthiş sevinir, acayip mutlu olur, çok aç bir kurtun ete kavuşması
mutluluğunun zirve yapmasıdır.
Lider
siyah kurdun ağzı sulandı. Şu kar fırtınasında ilerlemek ölmekten beter bir
sıkıntıydı; ama et bulacak ve bunun acısını çıkaracaktı, sürüsüyle beraber. Keskin
ve arzulu dişlerinde tatlı ve çılgın bir sızı dolanıyordu.
Belli
bir tempoda ilerliyordu, ne çok hızlı ne çok yavaş. Sürü yeni yola çıkmıştı
çünkü, yani vahşi arazide ilerliyorlardı.
Kar
fırtınası fazlasına izin vermiyordu ve kurtların da acelesi yoktu. Sistemli
belli bir ritim iyi düşünmek ve sezgileri yoklamak gibi şeylere de yol
açıyordu. Mesele şuydu: Fırtınanın tersine gitmemek, hele hele ona asla kafa
tutmamak, ona büyüklenmemek. Ona saygı duymak, ona bütün yüreğinle saygı duyup
hürmet etmek, ona, gücüne, bütün yaptıklarına boyun eğmek, diğer deyişle razı
gelmek ve ona bu biçimde ayak uydurmak. Sürü yola yeni başlamıştı, yola iyice
ısındıklarında, ayak kasları iyice alıştığında zora; lider tempoyu
arttıracaktı.
Uzun
bir süre geçmişti, lider siyah kurt arkadan gelen nefes alıp vermelerini
duyuyordu sürüsünün, düşüncelerden düşüncelere savrulmuştu. Bir an
yanlış
yöne ilerlediğini düşündü; ama aldığı koku çok tanıdıktı, buradan yıllardır
geçmiyordu; ama buranın kokusunu çok iyi kaydetmişti burnuna.
Köyün
yeri konusunda kafası karıştı bir an, yıllar önceydi. İki erkek kurtla yoldaş
olmuştu, avare gezip tozuyorlardı, nerde akşam orada sabah ediyorlardı. Hepsi
de çok gençti ve ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Ama içlerinde en hayat vaat
eden ve aklı başında olan siyah kurttu. Diğerleri daha çok serseri biçimde
takılmak, doğada eğlenip oyun oynamak, yeni keşifler yapıp onlarla oyalanıp
eğlenmek peşindeydiler. Gezginliği seviyorlardı, dişi bir kurt elde edip
ilişkiye girmek istiyorlardı hemen. Disiplinden nefret ediyorlardı. Dikkatli
değillerdi. Siyah kurt bu iki toy kurdun başına neler getireceğini bilse asla
yanaşmazdı onlara. O kurtlar an’ı yaşa psikolojisi içindeydiler. “Yaşadığın her
andan zevk almalısın,” ilkesine göre hareket ediyorlardı. Bu ilke onların doğal
haliydi. Yani çalışıp tecrübe edip öğrenmemişlerdi bunu. Açlık baş gösterince
gerçeği fark etmişler, ölüm kalım savaşları başlamıştı, işte bu esnada siyah
kurtla yolları keşişmiş, birlik olmaya ve beraber takılmaya karar vermişlerdi.
Bu iki kurt sürüden atılmıştı ergen olup sürüde sıkıntı yaratmaya başlayınca.
Siyah kurtun hikayesi ise başkaydı. Ailesi avcılar tarafında imha edilmişti.
Toy kurtlar yabancı bir ülkede büyümüşler, dolaşa dolaşa bu ülkeye varmışlardı,
şimdiye kadar gerçek bir insanla hiç karşılaşmamışlardı ve insanların kurtların
baş düşmanı olduğunu bilmiyorlardı, tüfek kullanıp kurtları öldürdüklerini ve
köpeklerin de buna yardım ettiğini.
Siyah
kurt bunlardan söz edince onun uydurduğunu düşünüp dalga geçmişlerdi. Eğer
insanlar sözü edildiği gibi canlılarsa ikisi bir olursa bir insanı kolayca yere
devirip gırtlağına çöküp işini bitirirlerdi. Artık üç kurttular ve 3 kurt sırt
sırta verdi mi çok iş yapardı. Çok av yıkardı yere. Az ya da çok keskin
dişlerinin gücünü biliyorlardı.
İyi
koşabilmelerine güveniyorlardı, her vahşi kurt iyi koşucudur, kısa mesafe ve
özellikle maraton gibi uzun koşularda başarılıdır. Toy kurtlar sürülerinde iyi
beslenmişler, koşup birbiriyle oyun oynayıp kaslarını geliştirmişler; mutlu
büyümüşlerdi. Ama sürüden atılınca hayatın gerçek anlamının ne olduğunu
görmüşler, belli yerlerinde yaralar, çizikler edinmişlerdi. Birkaç gündür
sürüden ayrı hayatta kalma savaşı veriyorlardı ve hazır lokma yediklerinden pek
iriydiler. Açlıkla delirmenin ve bu deliliğini yok etmek için nasıl mücadele
verilmesi gerektiğini henüz bilmiyorlardı. Ama harap görünüyorlardı, ilk kez üç
gündür gerçek tek lokma yememişlerdi. Sürüden atıldıkları için çok üzülmüşlerdi
ve delice bakıyorlardı. Oysa sürüden atıldıkları akşam karınları toktu ve
neşeyle oyun oynayarak ilerliyorlardı.
Açlık
baş gösterince yiyecek bulmak istemişler ve tam bir budala olduklarını
anlamışlar, yine de araştırmışlar, bir iğrenç leşten zorlukla bir iki lokma
alıp yiyebilmişlerdi. Tadı zehirden beterdi.
Ama
açlık artınca; “keşke daha fazla yeseydik” diyerek hayıflanacaklardı.
Bir
şişko ve uyuşuk tavşan görmüşler, deli gibi heyecanlanıp sevinmişler, onu
ilkönce hangimiz yakalayıp mideye indirecek derken birbirileriyle kapışmaya
başlamışlar, tavşan bunu fırsat bilip kaçıp yok olmuştu ortadan.
“Her
şeyi berbat ettin; geri zekalı!”
“Asıl
sen berbat ettin, yüzyılın hatasısın sen. O gebeş tavşanı nerdeyse
yakalıyordum.”
“Sen
anca benim aletimi yakalarsın. Tavşanı alıp kaçacaktın, gözlerinden anladım,
dostluk bitti der gibi baktın.”
“Açlık
paranoyak yapmış seni.”
Oysa
bir plan yapsalar işleri çok kolay olacak, tavşanı tuzağa düşürüp
yakalayacaklar, karınları tıka basa olmasa bile doyacaktı, o şişko tavşanın eti
kesinlikle çok lezzetli olmalıydı.
Ne var
ki aniden karşılarına çıkan, az ötede duran tavşanı görür görmez akılları
yerinden çıkmış, aynı anda hücum etmişler, arkadaki öndekinin üstüne atlamış,
boğuşma başlamışlardı. Düşmanla savaşır gibi. Yorulana kadar, birbirini
yaralayana kadar.
Sonra
tartışmaya başladılar. Öfkeyle birbirine bağırdılar.
İşbirliğiyle
hareket etmeye karar verdiler.
Son
derece ahmakça ilerliyorlardı. Geçtikleri yerlerin kokusunu, coğrafi şekilleri
ve önemli detayları beyinlerine kayıt etmiyorlardı, böyle bir alışkanlıkları
yoktu, dışkılama ve işemeyle geçtikleri yerleri işaretlemiyorlardı. Oysa akıllı
bir kurt salak salak gezmez doğada. Bulunduğu ya da geçip gittiği yerin
haritasını çıkarır beyninde, not eder önemli şeyleri, su kaynağının yerini
mesela, yerdeki izleri, izlerin hangi hayvana ait olduğunu. Hepsini kafasındaki
arşive yerleştirirdi; görerek, koklayarak toplardı ona gereken bütün bilgileri.
Eğer geçip gidiyorsa oradan; oraya geri dönmesi gerekebilirdi av ya da başka
sebeplerden dolayı. Hiçbir akıllı kurt inceleme araştırma yapmadan ilerlemez doğada.
Ama
bizim avanak toy kurtlar yapmaları gereken hiçbir şeyi yapmıyorlar,
yapıyorlarsa az bir koklama filan, hepsi bu, avanakça çevrelerine bakıp sık sık
birbirine sataşıp oyun oynuyorlardı. Çevreyi koklamıyorlardı cidden. Bilgi
toplamıyorlardı çevre hakkında. Sadece önden giden siyah kurtu takip
ediyorlardı. Siyah kurdun tecrübeli olduğunu anlamışlardı, siyah kurt onlara
bilgi veriyor, yaptığı hareketlerin anlamını açıklıyordu. Onların bir an önce
gelişmesini istiyordu; çünkü avlanma anında onların gücünden faydalanacaktı,
işe yarar ortak demek avı daha kolay alt etmekti. Araştırmasını yaparken onlara
bütünüyle yardımcı olmak için çırpınıyordu. Ama toy kurtlar sorumsuzdu,
oyunbazdı, zaten siyah kurt işi biliyordu, ona güveniyorlardı, siyah kurt bir
an önce av bulsa ve yemeye başlasak diye düşünüyorlardı. Avı nasıl yere ele
geçirecekler ya da yere yıkacaklar, av kolay teslim olmaz ki; işin bu
taraflarını hiç düşünmüyorlardı. Cahil, bilgisiz ve şımarıktılar. Ama çok şey
bildiklerini sanıyorlardı. Korkuları hiç yoktu, kendilerine çok güveniyorlar,
ava benzer bir şey görseler plansız programsız ve cesaretle atlıyorlardı. Oysa
avcı sinsidir, plancıdır. sürekli strateji yapar, yürümeyen stratejileri çöpe
atlar, yenilerini geliştirir. Av da yakalanmamak için yeni stratejiler
geliştirir. Avcı avına yaklaşırken siner, görünmez olmak ilk kuraldır, sessiz
olmak, hayalet olmak… Avcı avına usulca yaklaşır,
zamanlamayı hesap eder, ne zaman fırlar ava doğru, doğru zamanı bekler,
yaklaşabildiği kadar yaklaşır, sonra atar yapar.
Avcı
kurt avına pusu kurar, saatlerce pusuda bekler, ya o avına atılır ya da avının
ona yaklaşmasını bekler.
Saliseleri
hesaplar, avına yaklaşırken hesap kitap yapar sürekli. Saniyeler ya saliseler
ya da bir an avını yakalayıp yakalamamsını belirler. O an hemen; yani anında
bir çözüm bulmak zorundadır ve bulur da, her şey otomatiğe alınmış gibi akıl
almaz süratle ilerler, av ya kaçacak ya ölecek, avcı ise ya yakalayacak ya
açlık çekecek yine. İkisi de hayatın kurtarmak için var güçleriyle koşar. Av kaçmayı
bırakıp boynuzları kullanabilir, kurt gövdesinde bir delik istemiyorsa ya da
sakatlanmak (ki bu ölüm demektir) dikkatli olmak zorundadır.
Toy iki
kurt besili vücutlarıyla yırtık ondan çıkan penis gibi ilerliyordu av
zannettikleri şeye. Taşı, çalıyı veya başka şeyi av, yiyebilecekleri bir canlı
sanıyorlardı. Tam birer avanaktan başka bir şey değillerdi. İriliklerine
güveniyorlardı, siyah kurt onların yanında kamyon çarpmış gibi hurda haşat bir
görüntü veriyordu, canı çıkıyormuş gibi sefil. Avanakların hiçbir şeyden
korkuları yoktu, korkuyu öğrenmemişlerdi. Onları korkutan bir şeyler hiç yüz
yüze gelmemişlerdi. Dişleri keskin, hatasız ve sağlamdı, kükremeleri
muhteşemdi, bir keresinde şakadan siyah kurdu köşeye sıkıştırmışlardı, siyah
kurdun ödü patlamış, öldürüleceğini düşünmüştü, isteseler yaparlardı oysa,
yapılıydılar. Gerçek; yani kökünden hiç açlık çekmemişlerdi. Yetişip
büyüdükleri sürüde onlara çok iyi bakılmış, çok sevgi verilmişti.
Kasları
büyüleyiciydi, yürüyüşlerinde bir asalet ve güzellik vardı, cesur bakışlarından
korkutan, adeta delirten bir çılgın şey vardı. Bu iki kurt cüsseleriyle baştan
avantajlıydılar. Siyah kurt onları adam edebileceğini düşünüyor, gayret ediyor,
onlara rastladığı için, onlarla yoldaş olduğu için gurur duyup seviniyor ama
bunu hiç belli etmiyordu, gevşeyip iyice su koyuverirler, şımarırlar diye.
En
başta onlarla karşılaştığında çok korkmuştu; ama sonra iki çocuk ruhlu kurt
olduğunu anladıklarında onlara bir tür abilik, rehberlik yapmaya başlamıştı.
Siyah kurt kendi sürüsünde bile böyle yakışıklı ve yapılı genç kurtlar hiç
görmemişti. Eğer onlara gerekenleri öğretirse üçlü ittifak önlerine çıkan ne
varsa dümdüz edip geçerlerdi ki; ormanda tek kurt ölü kurt demekti, üç kurt ise
imparatorluk kurmak için son derece güzel bir başlangıçtı. Kötü bir şeyler hiç
görmemiş yaşamamışlardı, hayatın çıkmaz sokaklarına hiç düşmemişler, belalarla
yıllar geçirmemişler, ormandaki hayatın demir pençesinin suratlarında nasıl bir
etki yapabildiğini hiç hissetmemişler, vahim günler ve hastalık geçirmemişler,
hiç sakatlanmamışlar, sarsıcı bir açlıkla haftalar geçirmemişler, ormanın ne
kadar çok gizli tehlike barındığını görüp geçirmemişler, belalarla taklalar
atıp kıvranıp durmamışlar, düştükten sonra tekrar doğrulmamışlar, adeta ormanın
sahte bir benzerini, adeta bir cennette yaşayıp durmuşlardı korundukları
sürüde. En kötüsü baş düşmanlarını tanımamalarıydı.
Siyah
kurt onlara anlatıyordu, gösteriyordu, “beni taklit edin” diyordu; ama onlar
masal dinler gibi kayıtsız bakıyorlardı, tamam, önce dikkatliydiler; ama çabuk
sıkılıyorlar, heyecan arıyorlar, birbirlerine sataşıyorlardı.
Sürekli
tetikte ve dikkatli olmaları gerekirken çok serbest, özgür ve neşeyle
takılıyorlardı, açlık canların sıksa da siyah kurtun liderlerine güveniyorlar,
“nasıl olsa yiyecek bulacağız” diye bakıyorlardı durumlarına, kötü hiçbir
olasılık yoktu zihinlerinde ve siyah kurtu çok sevmişlerdi onu çok tutmuşlardı,
onu babalarından daha çok sevmişlerdi kısacık zamanda. Siyah kurt da baba
olarak görülüp sevilmekten pek memnundu ve yüreği bu yüzden fazlasıyla cana
yakın ve korumacı çarpıyordu onlara karşı.
Kafa
kafaya vermişlerdi ve onları yenecek bir güç yoktu ormanda, besili kurtlar öyle
düşünüyordu. Sabırsızdılar, gerçek bir savaş, gerçek bir ölüm kalım savaşı hiç vermemişlerdi,
siyah kurt bunun her an olabileceğini anlattı ve onlar da bir olay beklentisi
içine girdi.
bir şey
patlak verse ve bütün güçlerini ortaya dökmek için sabırsızlandılar, kısa bir
süre sonra o beklenen olay olmadığını görünce eski ruh hallerine, şımarık ve
oyuncu minik kurt hallerine döndüler.
Olaysızlık,
bildik rutin açlıktan daha çok canlarını sıkan bir şeydi onlar için. Sıcak
kavurucuydu ve gölgeye geçtiler, akşam çökünce avlanmaya çıkacaklardı, siyah
kurt bunu söyledi ve iyice gölge bir yer bulup kıvrıldılar oraya. Sıcak zaten
bütün hareket enerjisini tıkıyor ve canlarından bezdiriyordu onları. Enerjiyi
boşa harcamayıp uyuklamak, beklemek en doğrusuydu.
Çok
kısa bir süre geçmişti, kafadar kurtlar sıkılıp dolaşmaya başladı, biri siyah
kurdun yanına gelip onunla şakalaşmaya başladı, diğeri ise dolaşmaya çıktı,
çevreyi kolaçan edip geleceğim demişti; ama uzun bir süre geçtiği halde
gelmemişti, diğeri de ona bakmaya gitti, şuna bir bakıp geleyim, başını belaya
sokmasın diyerek.
Onun
uzaklaşmasından çok kısa bir süre geçmişti. Siyah kurt aniden gözlerini açtı,
içindeki ses ona tehlikeli bir şey olacağını söylemişti, hemen fırlayıp onları
aramaya girişti. Ayak izlerini, kokularını takip ederek ilerliyordu, izler
vadinin aşağısına gidiyordu, orası açık düzlük araziydi ve ağaç hiç yoktu
orada. En tehlikeli, en gidilmemesi gereken yerdi orası. Eğer oraya
gitmişlerse, ormandan çıkmadan onları yakalayabilirdi. O düzlükte
köylülerin
ektiği tarlalar ve köy vardı. Siyah kurt onları beklemeye karar verdi, belki de
geri dönerlerdi, eğer dönerlerse onu bulamazlardı, eğer ormandan çıkmışlarsa
yapabileceği bir şey yoktu, peşlerinden giderse açık arazide saklanacak yeri
olmazdı ve köylüler onu öldürürdü. Ama dostların başına kötü bir şey gelmesini
hiç istemezdi ve belki bir şans onları kurtarabilirdi. Ona açık araziyi, köyü
anlatmıştı, oraya asla gitmemeleri konusunda uyarmıştı onları. Bir an durdu, bu
avanaklar yüzünden hayatını tehlikeye atamazdı, ölemezdi. Ya onları kurtarma
şansı varsa? Bir an büyün düşünceleri hesap kitabı boş verdi ve bastı. Ölecekse
onlar yüzünden ölürdü. Daha güçlü ve kararlı bastı. Bütün gücüyle koşuyordu,
mermi gibi, devrilmiş ve çürümekten olan ağaçların üstünde atlıyor, çalıları
rüzgar gibi yararak ilerliyordu. Yolundaki eğik dalların üstünde atlıyor, iri
yapraklı bitkilerin boşluğundan ok gibi geçiyor, ara durup yanlış rotada gidip
gitmediğini kontrol etmek için yeri kokluyor, kokuyu alıyor ve fırlıyordu
yeniden ve giderek daha çok hızlanıyordu. Onu gören can düşmanından kaçtığını
sanır ve şaşkınlıkla bu süratli hayvanın hız büyüsüne kapılırdı, kendini ruhunu
vermesine, o hız ve kıvraklık üstünlüğüne. Çünkü hız büyüleyicidir. Engellerin
aşılması ve o önüne çıkan bütün
engelleri hızını düşürmende aşmasını başarıyordu; işte en büyüleyici olan
buydu.
“Bakalım
çarpacak mı geri zekalı, nereye toslayacak, bir toslasa da görsem, çok gülerim,
bunun sonu ne olur?” diye durup bakakalırsın ya, işte bu öyle enterasan bir
sahneydi, can alıcı, vurucu, gözleri kendine esir edip kilitleyen.
Binanın
tepesine biri çıkar, altta kalabalık oluşur, cep telefonlarıyla çekerler.
Derdi
var adamın; ama derdi aşağı atlamak değil; dikkat çekmek derdine, çözüm ister.
Beklemekten
sıkılır kalabalık:
“Atlasana
şerefsiz!”
Araçlar
yarış pistine yapışmış son sürat giderken pilot yol kenarında bir kadına bakar,
kadın tişörtünü çıkarıp memelerini göstermiştir pilota, sutyeni yoktur.
Siyah
kurt gözlerini engelleri aşmaya, onları kurtarmaya vermişti ve ormanda hiçbir
şey gözlerini alamazdı şimdi, şu kardeşlerin can güvenliği her şey onları için,
imparatorluk ilk günden yara almamalıydı. Belki de civarda dolaşıp bir dişi
kurt bulabileceklerini ummuşlardı.
Onlar
gideli ne kadar süre geçmişti, ilki gideli on dakika denebilir.
Şimdi
onları bulması gerekliydi. Etrafa bakınıyordu.
Koku
bitmişti, buradan bir yerde olmalıydılar. Birkaç ağaç vardı ilerde, ondan
sonrası ağaçsız düzlüğe iniyordu, usulca yaklaştı ve dalların ve iri
yaprakların arasında başını uzattı, bir şey görünmüyordu, az aşağıda harabe bir
yapı vardı, oradan bakmak için etrafı iyice araştırdı ve harekete geçti. Harabe
yapıya girdi, bir ahıra benziyordu burası. İlerledi ve gizlenip baktı,
aşağıdaki manzara gözlerinin önündeydi. Manzarayı tarayıp araştırmaya başladı.
Yoldaşlarından birini gördü. Çok ama çok aşağıdaydı ve çok ufak görünüyordu,
nokta gibi ufaktı. Sürülmüş tarlada koşuyordu, siyah kurt tarlanın kokusunu
duyuyordu. Yoldaşı yukarı, ona doğru koşuyordu. Yani ormana. Giderek şekli
şemali büyüyordu. Arkasında iri, beyaz bir çoban köpeği vardı.
Siyah
kurt öteki tarafta bir hareketlilik gördü, diğer kurttu bu. O da bütün gücüyle
koşuyordu ormana doğru. Onun da peşinde bir çoban köpeği vardı. Siyah kurt
başka bir hareketlilik fark etti, bir köylü yüzü koyun yere yatmış kurtların
menzile girmesini bekliyordu av tüfeğiyle. Tam da avcının tarafına doğru
koşuyordu kurtlar. Köylü bütün dikkatliyle ateş etmeye hazır bekliyordu.
Anlaşılan köylüler kurtları aşağı inerken fark etmiş ve onlara pusu kurmuştu,
siyah kurt ötede bir köylü daha fark etti, o diz çökmüştü, hareket edince fark
etti onu siyah kurt. Kamuflaj giymiş, giysisi toprak renginde, avcı seçilemiyor
orada. Hayalet gibi duruyor orada.
Siyah
kurt her ikisinin de ölüm kalım savaşı verdiğini görüyordu, gözleri yaşardı,
ilk kurda baktı, konaklama yerini terk eden. Geveze olandı.
Ona
“geveze” diyelim.
İkinci
kurt, ona da “şakacı” diyelim.
Gevezenin
ardındaki çoban köpeğinin tek hayali vardı, o da bir kurt öldürmek; şimdiye
kadar mümkün olmamıştı, bu yüzden çok gayretli konuyordu, genç bir köpekti.
Eğer geveze dişini sıkıp hızını düşürmeden koşarsa canını kurtarabilir; ikinci
safhada ise köylünün menziline girecekti, onun mermisinden de kurtulursa, o
zaman diğer köylü çıkıyordu karşısına, onun da mermisinden kurtulması lazımdı.
Tabi başka gizlenen bir köylü ya da birkaç köylü daha varsa kurtların hayatta
kalma şansı Allah’a kalmıştı. Yani kurtulmaları imkansız gibi bir şeydi.
Çoban
köpeği aradaki mesafeyi git git kapatıyordu.
Çoban
köpekleri kısa koşuda hızlıdır; ne var ki koşu
ne
kadar uzarsa o kadar çok yorulur ve koşuyu kesmek
zorunda
kalır, iri bir iri çoban köpeği düşmanını yüz ya da yüz metrede ya da 5
kilometrede yakalarsa yakalar.
Çoban
köpeğine “Kangal köpeği” diyelim, kangal gibi köpekler kurt öldürür.
Kangal
kurdu belli bir mesafede yakalarsa yere yıkma şansı elde eder. Zaten balyoz
gibidir gövdesi, göğsü. Kuvvetli boynu ve çenesi. Kuvvetli ayakları yere
güreşçi gibi sağlam basar. Kangala ağır siklet boksör diyelim. Dövüşçü. Roma
çağında arenada gladyatör diyelim kangala. Kurt ise onun kat be kat altında.
Onun kirli ayaklarını yıkar ancak.
Kangalın
karşısında bir kurtun şansı sıfırdır. Tek şansı vardır: Koşmak, ondan hızlı
koşmak, ondan hızlı koşarsa kurtulur.
Kurt da
işte bu güce sahiptir. Hızlı koşmak! Dinlenmeden çok hızlı koşmak.
Kangal
onu kısa mesafede yakalarsa işini bitirir.
Kangal
çok iri olduğu için uzun mesafede tıkanır.
Kurtlar
ise uzun koşucudur, maratoncudur. Kurtlar da hızlı koşar.
Siyah
kurt gevezeye seslenmek istedi:
“Bastır,
koş, dayan, dayanabilirsen pes edecek, sakın bırakma.”
Mızıldadı,
dişlerini sıktı, gözleri sahneye çakılıydı, ne olacaktı yoldaşları, bir o
tarafa bakıyor, bir bu tarafa bakıyordu.
Susmak
zorundaydı, bu ölüm kalım savaşı nasıl sonuçlanacaktı?
Çoban,
iki kurdun sürüye saldırırken fark etmiş, köpekler kurtları çok önceden fark
etmişti. Köpekler kurtların sürüye iyice yaklaşmalarını beklemişlerdi sinip
saklandıkları yerde.
Köpekler
başından beri oradaydılar, uzandıkları için kurtlar koyunları başı boş
sanmışlardı, çoban da oturmuş çay içiyordu çadırında. Yani çobanı da fark etmemişlerdi.
Çoban
cep telefonuna sarılıp kurtların yerini bildirmiş, iki akrabası da taka
motosiklete atlayıp hemen vadinin yukarısına gelmiş, köpekler işi bitiremezse
diye pusu kurmuşlardı.
Aslında
bütün plan akrabalarından biri yapmıştı; çünkü 20 koyununu kurtlar parçalamıştı
ve illaki bu kurtları gebertmek istiyordu, koyunlarını öldürenin bu kurtlar
olduğunu düşünüyordu.
İki
amatör kurt koyun sürüsünü fark edince hemen birini gırtlaklayıp yemek
istemişler, o sırada oturmuş çay kaynatıp içen köylüyü ve sürünün iki farklı
yerinde devriyeye dinlenme molası veren çoban köpeklerini fark etmemişlerdi.
Fark
etiklerinde ise çok geçti.
Ve
siyah kurt onlara koyunlardan, sürü sahiplerinden ve çoban köpeklerinden söz
etmişti. Ama öyle uzun boylu söz etmemişti, etmeyi planlıyordu, onlara sürüyü
uzaktan gösterip anlatacaktı. Ne var ki sürüyü bulan onlardı.
İşe
yarar mıydı, belki yarardı; ama birçok anlattığının onların bir kulağından
girip ötekinden çıktığını fark edip üzülmüş, ne olursa olsun pes etmemeliyim,
pes edersem onlara bir şey öğretemem diye düşünmüştü.
Koyunları
ve çobanı onlara gösterip canlı canlı anlatacaktı; o zaman kayda değer olurdu,
unutmazlardı bunu, bilgi kalıcı olurdu kafalarında. İşte o zaman siyah kurda
inanmaya başlarlardı. Gözleri görmeyince ona inanacakları yoktu.
Çoban
köpeği gevezeye yetişti ve kurda saldırdı, kurt kendini savunmaya çalışıyordu;
ama çoban köpeği pehlivan gibiydi, ona karşı koymak boşunaydı. Siyah kurt daha
bakamadı, geveze parçalana parçalana ölecekti, her yerinde diş izleri hissede
hissede, çoban köpeği onu gırtlaktan kapacaktı, sıkıp sıkıp duracaktı, ta ki
hiç hareket etmeyene kadar.
Siyah
kurt başını çevirdi, şakacı kurt, o başarabilecek miydi?
Şakacı
kurt arkasındaki çoban köpeğiyle arasını açmayı başarmıştı, bu sırada köylünün
ilki ateş etti, ıskalamıştı, şakacı fırtına gibi hızlıydı.
Siyah
kurt sevindi: “Kendini kurtaracak! Erken sevinme. Ama umarım kurtarır.”
Şakacı
devam ediyordu koşuya.
Onu
bekleyen ikinci köylüyü fark etmişti, köylü heyecana kapılıp ayağa kalkmıştı.
Tüfeğinin şakacıya çevirmişti. Şakacı yön değiştir.
Köylü
iki kez ıskaladı.
Şakacı
nerdeyse ormana dalacaktı, 50 metresi kalmıştı, avcı son kez ateşledi tüfeğini.
İşte o an şakacı sendeledi. Son anda vurulmuştu. Yere yığılıp kaldı.
Siyah
kurt bu işe çok üzüldü.
“Vurdum
onu vurdum onu Mustafa!” diye bağırdı.
Siyah
kurt oradan uzaklaşacaktı.
Şakacı
yerinden doğruldu, ölmemişti, topallıyordu, zorlukla yürüyordu ve ormana daldı.
Siyah
kurt ormana daldı ve ilerledi, koştu bütün gücüyle aniden durdu, ağaçların açıldığı
alanda geveze kurdu gördü, çoban köpeğinden kurtulmayı başarmıştı.
Ağlıyordu,
titriyordu, kan revan içindeydi: “Birçok yerimden ısırdı, o sırada nefeslendim
ve bastım aniden, kesildi, takip edemedi, aslında bilerek arayı kapatmasına
izin verdim, tamamen taktik yaptım, anlattıkların aklıma geldi, plan yaptım ve
başardım.
Köylülerden
de kurtulmuştu demek.
“Çabuk
kaybolman gerek buradan, köpekler geliyor.”
Kaç
kaçabildiğin kadar. Ayrılsak iyi olur. Böyle şansımız fazla olur.”
“Kardeşim
nerde?”
“Burada
bir yerde olmalı. Köylüler av köpeklerini alıp gelir ve seni bulur, dağlara
kaç.”
“Böyle
nasıl ilerlerim?”
“Mecbursun.”
Siyah
kurt ilerledi ve şakacıyı buldu.
Ayağından
vurulmuştu.
Arka
ayaklarından biri iptaldi. Kıvranıyordu acıyla ve kan kaybediyordu.
Canı
çok yanıyordu. Gözleri yaşlıydı, titriyordu ve ağlıyordu.
Siyah
kurt ona yaklaştı ve yarayı yaladı.
Gerçek
hayatın, hayat mücadelesinin acı çığlığını görüyordu onun gözlerinde, dehşeti.
Bir
ağacın dibinde soluk soluğa duran kan revan içindeki yoldaşına sokuldu. Şakacı
kurt titriyordu, ağlıyordu: Ölecek miyim?”
“Sanmam.
Kurtulma şansın var. Dereye git. Çamura sok ayağını. İyi gelir. Yara iltihap
kapıp çürümeye başlayacak, sürekli yala orayı, kemiklerin de çürüyecek. O kısım
kopup düşer. Dayanırsan hayatta kalırsın. Tek bacağın olmaz. Sürümde böyle
vurulan bir kurt vardı; hayatta kalmıştı. Şimdi gidiyorum. Seni bırakmak
zorundayım, yolun açık olsun.”
“Geveze
ne oldu?”
“Başardı.
Hiç sanmıyordum; ama başardı. Sakın onun yanına gitme. Kolay harcanırsınız.
Kendi yoluna git.”
“Ama o
benim kardeşim.”
“Kardeşlik
bitti. Ders almadın mı?”
“Haklısın.”
“Ayrıca
ölebilirsin bu yara yüzünden.”
“Yapma.”
“Umarım
hayatta kalırsın. Köylüler av köpeklerini alıp seni bulmadan çok uzaklara,
dağlara git.”
Siyah
kurt bastı. Deli bir mermi gibi ormanın derinliklerine daldı, sevinçle. Çünkü
yoldaşları hayatta kalmıştı, tam da onlardan umut kesmişken başarmışlardı.
Gözlerinden mutluluk yaşları düşmüştü,
Bir
kurudun kaçışını izlemek zevklidir.
Yarış
pistinde son sürat giden aracı.
Yarış
pistinde son sürat koşan atı seyretmek zevklidir.
Ama
onlar canını kurtarmak için koşmaz.
Vahşi
kurt canını kurtarmak için koşuyordu ormanda.
Sıçrıyordu
engellerden, son sürat koşarken yaklaştığı engeli aşmak için çözüm arıyor, ta
son ana kadar bazen çözüm bulamıyordu, tek salise yavaşlayamazdı, yoldaşları
gibi olamazdı, bir saçma istemiyordu gövdesinde, bir çoban köpeği dişi.
Çok
sonra nefes nefese durdu, arkasını dinledi, köpek sesi var mı yok m diye
dinledi.
Dostları
aklına geldi.
“Umarım
kendilerini kurtarırlar” diye düşündü.
Yürüdü
ve dinlendi ve böylece koşacak gücü buldu.
Saatlerce
bunu yaptı. Ta ki hava kararana dek.
Dağın
eteğinde ilerliyor, karşıdaki dağa ilerlemeye çalışıyordu, vadiye inecekti
önce, su içecekti, ağzı kurumuştu.
Gece
yaklaşıyordu ve gökyüzünde binlerce yıldız vardı, dereye indi, gökyüzünde
parlıyordu. Kana kana su içmek için muhteşemdi manzara ve gece. Böcekler
ötüyordu, kurbağalar vıraklıyordu. Su içti ve kurbağalardan birini yakalayıp
mideye indirdi. Çok uğraştı; ama başka kurbağa yakalayamadı, dereden çıkarken
bir yılan fark etti, parlıyordu gövdesi, fırladı ve saldırdı, iri yılan neye
uğradığını şaşırdı, siyah kurt defalarca yılan yakalamıştı ve mecbur olmasa
bunu yapmazdı ve daha önce sokulmuştu ve günlerce sarhoş gibi gezmek zorunda
kalmış ve ateşi çıkmıştı.
Uygun
bir oyuk buldu taşların arasında ve içeri girdi. Yoldaşlarını düşündü.
İnsanlara
ve yerleşim bölgelerine asla yaklaşmama kararı vardı ve yoldaşlarının başına
gelenler bu inancının güçlendirmişti. Koyunlar mı; asla, açlıktan ölse bile
onlara yaklaşmazdı ömrü boyunca.
O gece
mahzundu, tedirgindi, takip edildiğini düşünüyor, uykuya dalamıyordu, daha çok
uzağa gitmeliydi; ama yorgunluktan ölüyordu. Göz kapakları düşüyordu, engel
olmaya çalışıyordu ama olmuyordu, onlar kapandıkça o direniyor, onları açıyor,
az sonra yine düşüyordu göz kapakları, uykuya daldığında kabus görüyor, kabusta
insanlar tarafından kuşatılıyor, üstüne köpekler salınıyor ve kabustan
uyanıyor, bunun kabus olduğunu anlayıp seviniyor; ama uzaktan birileri ona
yaklaşıyor mu diye kulak kesiliyor, bir türlü yakalanma paranoyasından
kurtulamıyordu.
Uyku
uyanıklık arasında iki yoldaşını düşünüyor, sonra sürüsüyle geçirdiği zamanları
düşünüyor, hatırlar gözünün önünde capcanlı oynuyordu film gibi. Ve ağlamaya
başlıyordu, ana kucağı sıcağında mutluluk yaşarken her şeyini, bütün
tanıdıklarını ve akrabalarını yitirmişti ve koca ormanda tek başına mücadele
vere vere hayatta kalmayı başarmıştı.
Siyah
lider kurt sürüsüyle fırtınasında ilerliyordu güç bela. Arada durup arkadakiyle
arayı açmamaya özen gösteriyordu, ara ara sürüden sesler yükseliyordu, onların
seslerini işitmek onu sevindiriyordu, olumlu ya da olumsuz ses çıkarmaları ona
sorumluluklarını hatırlatıyordu. O ağır baskıyla canlanıyordu ayakları, bir
alev hissediyordu sırtında. Göğsünde bir ateş topu hissediyordu, ilerlemek için
kurtlara özgü vahşi, parlak ve pis güçten başka bir güçle ilerliyordu sanki.
Kar fırtınasıyla birlikte bu zifir karanlık ne kadar uyumlu, güçlü ve kusursuzdu.
Bu hava ona en derinde yatan vahşi güçlerini, ilk atalarından kalma cesareti,
ne olursa olsun kendine güveni ve ölümüne kapışmayı ve istediğini muhakkak
almayı hissettiriyordu, bu hava onun derinlerinde yatan en çılgın dürtüyü
kışkırtıyordu. Kara bata çıka ilerliyorlardı, siyah lider kurt sendeledi. Bu
sırada bir inilti duyuldu, az sonra inilti daha güçlü geldi. Kurt sürüsünden
iki kurt heyecanla mızıldadılar ve iniltinin geldiği tarafa fırladı.
Lider
kurt fırlayıp gidenleri iyi biliyordu. Heyecanları ve cesaretleri hiç azalmayan
bu genç kurtlar sürünün en parlak yeni yetmeleriydi. Zamanı gelince sürüden
kovulacaklardı, o zamana dek öğrenmeleri gereken yüzlerce şey ve almaları
gereken binlerce ders vardı. Ancak o zaman sürüden kovulmayı hak ederlerdi, cahil
hiçbir kurt belli bir süre eğitimden geçmeden def edilmezdi sürüden. O
iniltinin domuzlara ait olduğu çok açıktı. Sürü olduğu yerde beklerken siyah
lider kurt genç kurtların peşinden fırladı. Onların başına kötü bir şey
gelmesini ya da onları kaybetmeyi hiç istemezdi.
Onları
çok severdi ve onlara öğreteceği daha çok şey vardı. Onları bulamadı, ses
çıkardı, dolandı, yine ses çıkardı, yanıt alamıyordu nedense. Daha ilerde
olduklarına karar verdi ve bastı, çok gitmedi, az sonra bir yükseltiden aşağı
yuvarlandı. Genç kurtların sesini işitti.
Genç
kurtlar mağaranın önündeydi ve domuzlar içerde saklanıyordu. Giriş çok dardı,
oraya girmeleri imkansızdı, ve domuzların sesi kesildi. Etrafta bir yavru
domuzun çığlığı duyuldu. Onun peşine düşülmezdi, kim bilir nerdeydi, ufak bir
domuz sürüyü doyurmazdı. Yanlışlıkla ya da oyun oynarken mağaradan dışarı çıkıp
kaybolmuştu büyük ihtimal.
Siyah
lider kurt direktif verdi ve oradan uzaklaştılar.
Sürü
yola koyuldu.
Aslında
genç kurtların tek amacı sürü için bir şey yapmaktı, kendi açlıklarını
düşünerek koşmamışlardı.
Bir
domuz yakalayıp övgü almak, gözlere girebilmekti amaçları, lider kurt bunu
duyunca onlardan umduğundan da fazlası olduğunu düşündü ve acayip çok sevindi.
“Ben onların yerinde olsam yapmazdım ama. Korkardım. Bu kar fırtınasında tam
bir çılgınlıktı yaptıkları. Hiçbir zaman onlar kadar çılgın olmadım, olamadım.”
Onların
açlık baskısıyla fırlayıp gittiklerini sanmıştı.
Kaybolsalardı
çok kötü olurdu, çok üzüldü, onları uyarmıştı.
Genç
kurtlar çok sıkılmıştı aynı giden atmosferden, diğerleri de, artık ne olursa
olsundu bir şeyler, kötü bir şeyler olacaksa olsundu, iyi bir şey mi olacaktı,
olsundu bir an önce; ama hiçbir şey aynı gitmesindi. Bir hareket, başka bir şey
olsundu.
Hepsinin
bir yeniliğe, bir olaya ihtiyacı vardı, açlıklarının sesini dinlemek, düşünmek,
düşünmek, ilerlemek, güç bela ilerlemek. Ne büyük sıkıntı. Zaten göz gözü
görmüyor; işte asıl sorun buydu.
Genç
kurtlar bir süre o heyecanla açlıklarını unutmuşlar, doğuştan içlerinde yatan
yırtıcı duygularla acayip biçimde tatmin ve mutlu olmuşlardı.
Açlıklarını
bastırıp bastırmamak önemli değildi. Önemli olan kurtluk yapmalarıydı, önemli
olan bu hüneri sergilemekti, bu hüner sergilenince ruhları canlı, kalpleri
zehir gibi ve zihinleri pırıl pırıl kalıyordu. Yenilmez olduklarını
hissediyorlardı.
Bu
esnada ruhsal bir varlığa dönüşüyorlardı, fiziksel gücün ötesindeki bir gücün
kalbinde koşturuyorlardı, işte bunun adı mest olmaktı, bir büyü.
Kurtluk
yapınca şahane hissediyorlardı ve kurtluk yapmak onları dayanıklı ve olağanüstü
dirençli yapıyordu. İşte o zaman kar fırtınasına ve açlığa meydan
okuyabildiklerini görüyor, akıl almaz o manevi güçle yenemeyecekleri varlık
olmadığı hissine kapılıyorlardı. Kar fırtınası ne kadar acımasız olursa olsun
onu yarıp geçerlerdi. İşte onu ezmek de esaslı tatmin sağlayandı.
Evet,
toy kurtlar sürüyü bırakıp kar fırtınasında domuz peşine düşmüştü, bu
hareketleri belli bir süre sürüde konuşulacak, böylece güzel bir yankı elde
edeceklerdi. Evet, bir gerçek hikayeleri olmuştu, ilk kez.
Lider
bıraksa o domuzları oradan çıkarırlardı. Ufak domuzlar için güçlerini heba
etmek akıl alır şey değildi.
Bir
deneyim, baştan bizzat geçen deneyim milyon öğütten iyiydi, “öyle” dedi lider,
“ama ölebilirdiniz. Bir dahaki sefere bu kadar şanslı olmayabilirsiniz. Bunu
unutmayın. Saf ve ani duygular canınızdan olmanızı sağlar. Bunu bir daha
yapmamanızı önerimim. Akılı kurt geberircesine bekler, hiç acele etmez, iş
garanti gibi gözüktüğünde kurt harekete geçer, harekete geçtiğinde ise avın %
99 kaçma şansı var, diye düşünerek titizlenir. Titizlenmesi avda başarılı
olmasını sağlar.
Genç
kurtların olayı sürüde bir motivasyon sağlamıştı. Bir kısa süre de olsa cayır
cayır hissettikleri açlıktan alabilmişlerdi kafalarını ve sabırları çok süratli
biçimde aşınıyordu.
Lider
siyah kurt arada şöyle mızıldanıyordu:
“Az
kaldı yoldaşlar” diyordu, az kaldı, sıkın dişinizi, bir ziyafet çekeceğiz. O
etin her zerresini hak edeceğiz. Hak etmeden yok. Kolay yok. Acı çeke çeke,
gebere gebere elde edeceğiz zaferimizi, sırt sırta vererek.”
“Bir
canavarlık yapmak için yanıp tutuşuyorum.”
“Beklesin
o. Sen daha fazla sık dişini.”
AÇ KURT
7
MEZRA
EVİNDE
Melek
küçük el aynasını aldı ve kendine bakmaya başladı, kırmızı tokasını açtı ve
saçları iki yana düştü. Başını sağa sola çevirip nasıl göründüğünü inceliyordu.
Gözlerini
kıstı, şuh baktı, öfkeli baktı, kesmedi ve kendine dil çıkardı.
Annesi
bu sırada onu izliyordu: “Gece gece ne kadar güzelim ya da güzel miyim diye
kendine mi bakmak istedin?”
Melek
güldü: “Aynen öyle. Ne bileyim.”
“Şapşik
seni.”
“Bunu
ilk kez söyledin?”
“Ne
bileyim.”
Annem
bana arada öyle derdi, şapşik. Şapşal gibi bir şey demek herhalde. Tarağını
getir de saçlarını tarayayım.”
İçerdi,
odasına gidip tarağını getirdi ve annesine sırtını döndü.
Ali
uyanmış onları dinliyordu.
Kalktı,
onların yanına gitti: Abla ben tarayayım mı?”
“Sen
anlamazsın.”
“Saçların
da bir şeye benzese. Kirpi gibisin.”
“Ali
doğru konuş; yoksa gıdıklamaktan öldürürüm seni.”
“Şaka
yaptım. Ya azcık tarasam olmaz mı?”
Annesi
verdi tarağı: “Az tarasın.”
Tarağı
verdi annesine.
“Mutlu
oldun mu?” dedi Melek.
“Oldum;
kuaför parasını sonra alırım.”
“Tabi
canım.”
Güldüler.
Tarama
işi bitti Melek annesinin yanına uzandı.
Ali
tarağı alıp saçını taramaya başladı, aynada kendine bakarak.
“Ali,
tarağımı bırak!”
“Ne var
be, elmas mı; azıcık kullanıyorum, bit geçmez!”
“Senin
tarağın var, eşyalarımın kullanılmasından hoşlanmadığımı bilirsin.”
Anne
dedi ki: “Melek saçlarını keseyim mi; rahat edersin?”
“Küçükken
ilkokula giderken tavuk yolar gibi kesmiştin. Unuttun mu?”
“E
kafan bitlenmişti.”
Güldüler.
Ali
tarağımı bırak dedim.
Melek
kalkıp onun elinden tarağı aldı. Ona vurur gibi yaptı.
Ali ona
dil çıkardı.
Melek
şamar atar gibi yaptı.
Melek
annesinin yanına uzandı: “Anne bir şeyler anlatsana
“Ne?”
“Ne
olursa?”
“Ne
bileyim, aklıma bir şey gelmiyor.”
Ali
mumu yakıp çeri gitti, odada bir şeyler karıştırıyordu, Melek sesi duyup içeri
gitti.
Ali
karıştırıcıdır zaten, sıkılır, oyun arar; mutlaka bir şeyler bulur içerde ya da
dışarıda. Bir türlü kıçının üstüne oturup sakin durmaz ki.
Bağrış
çağırışlar yükseldi. Ali zırlıyordu. Sonra uzlaştılar.
Ali
Meleğin eski eşyalarını sakladığı sandığı karıştırmış, içinde eski defterlerini
bulmuştu.
Melek
onları hatıra kalsın diye saklamıştı.
Ali
yüzü üstü uzanmıştı kilime, bir defter vardı önünde. Meleğin elinde çok eskiden
tuttuğu bir defter vardı. Arada Ali’yi kontrol ediyordu. Ali’nin baktığı
defterin her sayfasında bir çiçek ya da bitkiler vardı, altlarında da adları
yazıyordu.
“Ali
nerden esti de gidip sandığı karıştırıp buldun o defterleri? Alemsin!”
“Gece
gece seni saçını taramaya başlatan delilik gibi bir şey olsa gerek.”
Güldü
Melek, Ali de güldü.
“Ali, o
deftere yazdığın zamanları hatırlamıyor musun?”
“Yok,
çok çirkin yazısını varmış bir kere.” Güldü.
“Sen
yazdın!”
“Sanmıyorum.”
“Kendi
yazını tanıyamıyorsun tabi ucube gibi yazdın, aklın kim bilir nerelerdeydi.”
“Nasıl
hatırlayayım abla, o zamanlar kurbağa kadar ufaktım.
Ta
ilkokul birinci sınıf defteri bu.
Nerden
buldun onu?”
“Sandığın
altında.
Bu
defteri 9 yaşında oluşturmuştum.
Eski
hatıralar canlandı gözünde.
“Dikkatli
aç, çiçekler düşmesin.”
Birine
dokundu, çiçek ufalanmaya başladı.
“Abla
bunlar tozlaşıyor.”
“Elleme.”
Ali
yeni bir sayfaya geçti. “Bu sayfada kurbağa resmi vardı.”
Vay be.
Çok güzel çizmişsin. Kelebek resmi. Eşek resmi. Kartal resmi.”
“Bak en
iyisi kartal.”
“Onları
ben mi çizdim. Unutmuşum. Evet evet, onları ben çizdim. Şimdi hatırladım.
Kurbağanın remini çizebilmek için onu bir tahtanın üstüne bir çivi çakıp
sabitlemiştim.”
“Demek
canavarlık yaptın.”
“Ney?”
“İşkence
yani.”
“Alakası
yok. Resmini çizdikten sonra serbest bıraktım onu. Sineklerin ayalarına ip
bağlayıp onları uçurduğun geçen sene. Aslı işkenceci sensin.”
Güldü
Ali. “İnsan sıkılınca oyun arıyor. Ne yapayım.”
“Sinek
işi bana da çok saçma geldi şimdi. Geçen sene çok çocukmuşum.
Abla
yaz gelsin senle çok eskiden yaptığımız gibi puf kabıyla bal arısı toplayalım.
Ne kadar toplayabilirsek. Sonra onları kasaya koyup şekerli suyla besleyelim.
Küçük bir delik açalım. Çiçeklerden nektar toplayıp getirsinler. Bal üretim
işine girelim.”
“Harika
olur.”
Anne
güldü.
“Öyle
olmaz ki. Üretmek için kraliçe arı lazım. Kovan lazım. Kraliçe arı.”
“O
zaman bana söyle bir kovan kadar arı alsın.”
“Baban
uğraşmaz onla. Bu işten hiç anlamıyor.”
“Köyde
yapanlar var, işi biz öğreniriz.”
“Ali,
defteri bana versene.”
Ali ona
uzattı defteri.
Melek
duygulandı ve gözlerinden yaşlar düştü.
İlk
çiçeğe baktı. O gün cayır cayır bir sıcak vardı, tarladan ekinleri
kaldırıyorlardı, sonra bunlar traktöre yükleniyor, harman makinesine atılıyordu
bohça bohça. Samanlığın yanında. Ekini bir kısmı saman olup samanlığa akarken
buğdaylar ise plastik kovalara akıyordu. Saman tozları uçuşuyordu orada, iş
yapanlar ağızlarını kapamıştı.
Yeşil
eski makine büyük bir ses çıkararak çalışıyordu, melek manzarayı uzaktan
seyrediyordu ağaçların altında, bu sırada evden annesiyle babasının kavga
seslerini işitmişti, yemek hazır
olmadığı için babası annesine kızmıştı, annesi de ona saydırıp ağlamaya başlamıştı,
işçiler olduğu için yemeğin zamanında hazır olması konusunda çıkışıştı babası,
çünkü işçiliğin ne demek olduğun biliyordu ve utanmıştı birkaç işçiden. Melek
anasının ağlamasına üzülmüştü.
Anasına
sokulmuş, eteğine tutunmuş ne oldu anne demişti, çekil git başımdan be, bi de
senle mi uğraşayım, işim başımdan aşkın git oyna deyip azarlamıştı annesi onu.
Annesi kolundan tutup öteye itmişti onu, kolu acımıştı, kalbi çok kırılmıştı,
ağlamaya başlamıştı, annesi; onu avutmak için akşam helva yapacağım, ağlamayı
kesersen. Sonra gözlerinin içi parlamıştı bir anda, un helvasını çok severdi.
Ağlamayı hemen kesip ağacın altına gitmişti. Burası serindi, burada salıncağı
vardı, salıncağında sallanmaya başladı. Sallanmaktan sıkılmıştı, aniden
gözlerine çimendeki çiçekler ilişti. Salıncaktan indi, çiçeğin birine yanaştı,
mor çiçekti bunlar, orada burada biten mor çiçekler işte. Yüz üstü uzadı ve
çiçeği incelemeye başladı. Merhaba dedi çiçeğe. İçine bir ışık düştü, bu
içekleri annesiyle babasının arasındaki sorunu, kötülüğü yok etmek için
kullanabilirdi, evet, evet ya, annesinin yüzünün gülmesini isterdi sonsuza dek,
babasının da, bu sırada annesi pınardan su almaya gidiyordu, bidonlarla
taşıyordu suyu, odunun iki kenarına bidonlar bağlıydı, odunu omuzladın mı
dengeli biçimde ilerledin mi su taşımak kolay, çeşme suyu nerde, burada su
taşınırdı, taşıması da büyük eziyetti.
Melek
annesine baktı, annesinin peşinden gidecekti, ama çiçekten gözlerini alamadı.
Annesi döndü, eğilim aniden çiçeği kopardı ve kızının bir kulak arasına koydu,
melek ağlamaya başladı. Çiçeğin koparıp koparmamaya karar verememişken. Annesi
gülüp gitti. melek kulağının arasındaki çiçeği alıp baktı, kokladı, güzel
kokulu çiçekler gibi kokmuyordu, ama kendine özgü bir kokusu vardı. Sonra evden
uzaklaştı, bu çiçekleri toplayıp onlardan taç yapıp birini babasını başına,
diğerini de annesinin başına koymayı hayal ediyordu; ama çiçekleri koparırsa
hayatlarına son verecekti.
O gün
tek çiçek koparmamalıydı, annesini kopardığı çiçeği bir avucunda tutarak
uyuyakaldı.
Uyanca
çiçeğin solduğunu fark etti. Bir rüya görmüştü: rüyasında çiçekler insanlara
dönüşüyordu ve şeffaflıkla, insanların içlerinden geçebiliyorlardı; ama
insanlar onları görmüyordu, geceleyin parlıyordu ışıklar, içlerinde damarlar
vardı ve renk renk parlıyorlardı, aslında onlar toprağa bağımlı değildi, geceleri geziyorlardı, sonra annesi ot
biçmeye gitmişti ve biçilen otlar arasından çiçekleri bulup toplamıştı, bir taç
yapmıştı, alnına çabuk bozulmuştu, o da çiçek koleksiyonu yapamaya başlamıştı,
her birini deftere kaydediyordu ve her birine uyduruk isimler takıyordu, narin,
kelebek, akıllı, böyle isimler.
Şimdi
elindeki bu defter, o zamanlar, çocuk kafasıyla ne çok yoğunlaşıp sevmişti
onları. Yaptıkları çok garip geliyordu gözüne.
“Öreyim
mi saçlarını dedi annesi, ilkokula giderken örmüştüm
“Ör
dedi.
Annesi
saçları örmeye başladı.
“Saçların
ne güzel. Yumuşacık. Benimkiler at yelesi gibi sert ve asi.
Melek
güldü.
Şu at,
ayağı sakatlanan ve vurulan atın hikayesi nedir anne, onu anlatır mısın.
“Ben mi
dedim
“Hı,
küçükken atımız vardı dediydin ya.
“Hı.
Hatırladım. Nerden başlasam. Atlar çok hislidir. Eskiden buralarda çok at
vardı. Üretilip satılırlardı, bir adam vardı.
Köyün
dışında bir yerde, mezarlığa yakın bir yerde fakir bir adam yaşardı, köyde
kimsenin beğenmediği bir gözü kör, bir ayağı topal kadını ona vermişlerdi. O
buna çok sevinmişti. Kadın onun hayat sevinci olmuştu, kadının da hayat sevinci
olmuştu, ama ne var ki tarlaları yoktu. Adam köylünün tarlalarında çalışırdı.
Sonra ikiz kızları oldu, çocuklar ilkokula gidiyordu, yaz ayında ağaçta
salıncak kurup sallanırken biri düştü ve sakat kaldı, doktora götürdüler ama
yapacak bir şey yoktu. Sonra köyün yaşlı ve dindar kadınlarından biri geldi
eve, kıza baktı, onun saçlarını okşadı, ona kırmızı şekerler verdi. Bir at
alın, atla gezerse düzelir. Kızın anası sevindi. Düzelecek diye kızı. Ama
doktorlar düzeltemedi atla nasıl düzelir dedi adam. Karısı bir at istiyordu her
şeyden çok, sonunda adam bir at bulmaya karar verdi. Köyün civarında dolaşan
sahipsiz atlardan birini yakalamak için birkaç köylüden yardım aldı. Bir at
yakaladılar ve getirip evin önüne bağladılar. Yavaş yavaş atı alıştırdı, ona
bir baraka yaptı, genelde at sinirliydi ve kendine kimseyi yaklaştırmıyordu,
ama tekerlekli sandalyesiyle kız yaklaşınca ona karşı koymuyordu her nedense.
Diğer kıza da ses etmiyordu, diğer kız onun sırtına biniyor ve geziyordu,
sonunda baba sakat kızını da ata bindirmeye başladı. Kısa bir süre sonra küçük
kızın bedeninde bir değişim oldu ve ayaklarını hareket ettirmeye başladı. Artık
ayakta durabiliyor, adım atabiliyordu. Köye yurt dışından gelen bir köylü o atı
ve kızı görmüş, bu şifa yönteminin hasta ve engelli çocukların tedavisinde
kullanıldığı merkezden söz etmişti. Bir çocuğun, özelikle hasta bir çocuğun bir
atla teması onda ve enerjisinde bambaşka ufuklar açıyordu. Otistik, engelli ve
başka çocuklar. Bir uyuşturucu bağımsı genç bir atla tanışsa dünyası bambaşka
olurdu; çünkü at üstünde ilerlemek bambaşka bir şeydi.
Adam
atı artık bağlamıyordu, at kafasına göre geziyordu, zaten bağlı kalmayı his istemiyor,
bağlı olduğunda bağırıp duruyordu, arada sürüsüyle kalıyor, günlerce
gelmiyordu, küçük kız tamamen düzelişti. At sürüde bir diğeriyle kavga edip
kaçmıştı ve yaralıydı.
Aç ve
bitkin ve hasta halde bizim evin önüne geldi.
Babam
onunla ilgilendi. Sahibi vardır diye düşündü. Ama sahibi çıkmadı, atla
geziyorduk her gün. Müthiş eğlenceliydi. Kış gelmişti ve bir gece atın ahırına
kurtlar saldırdı, at korkup kaçtı, ertesi gün piyasaya çıktında ayağı
kırılmıştı. Babam onu alıp ıssız bir yere gitti, tüfeği vardı elinde. Tabi at
gitmeden kaderini anlamış gibi bize yaklaştı, başını öne eğdi, özelikle benle
vedalaştı. İşimi bitirin, çok acı çekiyordum der gibiydi bakışları. Sonra onu
rüyamda gördüm, cennetteydi, koşuyordu, hasta çocuklar vardı yanında, çocuklar
onula gezmek için sıra bekliyordu, yalnız koşmuyor, uçuyordu da, dev kalanları
vardı. Bana buraya geldiğinde görüşürüz dedi bana. İç sesini duydum. Cennete
hasta çocukla vardı, kalpleri yaralı çocuklar, annelerinin özlemiyle kararmış
çocuklar, at onları neşelendirip eğlendirmek ve aile, kardeş hasretlerini
gidermek için görevlendirilmiş. Öyle anlattı bana. Yani hiçbir at boşuna
yaşamaz, hiçbir insan da kızım.
AÇ KURT
8
OSMAN
Osman
kar fırtınası içinde güçlükle ilerlemekteydi, buralar ne zordur kışın, ne
çekilmez ve ne acımasız, asit gibi eritir insanın umutlarını ve içindeki
iyiliği ve güzelliği, doğa şartları işte. Akşam indi mi kışın kabus gibi
inerdi. O perişan eden giyotin öyle düşerdi ki, köy evinin hayatla bütün
bağlantısını koparır, onu adeta gömerdi zift gibi karanlığa ve bu insanı
korkuturdu. Öyle ama, insanın umutlarını ve yaşam sevincini gül gibi patlatan
ve püskürten şeyler de vardı burada, kuzenini içinde (fırın) pişen ekmeğin
kokusu, onu tereyağlı yemek, ahırın önünde havlayan köpek, ahırda doğumu
yaklaşan ineğin acılı inleyişi, bir örümceğin sabır ve umutla ağında bir sinek
bekleyişi. Küçücük şeylerde kozmos vardır, evrenin gülümsemesi, ilahi gücün
yenilmez kılıcı, şu kısa yolu bir an önce tüketip geri dönmeliydi. Aslında
sabaha kadar bekleyebilirdi. Geçen sene köyde hamile kadının biri
hastalanmıştı, sabahı beklemişler ve kadın sabah ölü bulunmuştu yatakta, aynı
şeyi başıma gelir korkusuyla yola çıkmıştı. Aniden uzaktan ir yerden silik bir
kurt uluması duydu, arkasında bir noktadan gelmişti uğultu, nicedir kurtların
sesini duymamıştı, en son 2 yıl önce duymuştu ulumalarını, kurtlar hayalet
gibiydi, ne görünüyorlar ne de sesleri geliyordu, çok iyi saklanıyorlardı, buralarda
genelde çakal ve tilki olurdu. Bir kurt sürüsüyle bir kar fırtınasında
karşılaşma olasılığı parladı kafasında, tüfeği ve mermisi vardı; ama bu sürü
açlıktan gözü dönmüşse, içini bir korku kapladı, çok eski ataların anlattığı
kurt sürüsünün parçaladığı köylülerin hikayesi döndü kafasında, o çocukken
babasının ve köylü çocukların anlattığı hikayeler. Kurtlar çok zeki
hayvanlardı, pusu kurarlardı, plan yaparlardı, arkadan yaklaşırlardı ve hepsiz
bir avı yakalamak için organize hareket ederdi, her şeyi hesap ederlerdi,
avlarının peşinde gece gündüz delice bir sabırla giderlerdi. Kurtlar bir tür
seri katil gibi hareket ederlerdi. Ve çok aç olduklarında kaybedecekleri hiçbir
şey yoktu, bütün bir sürü birden hücum ederdi, o esnada zifiri karanlıkta hangisine
ateş edebilirdi, tamam el feneri vardı ama dört bir yandan saldırırlarsa;
(kurtlar askeri tim gibi hareket ederler, devrimci gerillalar misali, bu
yazarın uydurduğu bir şey değildir.) işini çok çabuk bitirirlerdi. Ama 45
yaşındaydı, 45 yaşına dek hayalinden geçtiği gibi bir manzaranın merkezinden
olmamıştı, ava çıkmayı severdi,
Başta
boğazına et girebilmesi için ava çıkardı, sonra bu işe alıştı e buralarda et
bulunan en zor şeydi. Bekardı o zamanlar, 18 yaşındaydı. Avcılığa yeni
başlamıştı. Dedesinden kalma eski tüfekle.
İnsan
18 yaşındayken hayat bambaşkadır gözünde,
Yapamayacağı
devrim oktur, aşamayacağı engel tanımaz, bir amaç uğruna, onu fethetmek uğruna
gecesi gündüze karışsa fark etmez, ne büyük saflık merak heyecan ve umutlar
hissederdi Osman. Dedesinin artık tüfek senin dediğini gün, gözleri parlıyordu.
Bu sen artık adam oldun demek gibi bir şeydi. Dedesi tüfeğe kimsenin ellemesine
izin vermezdi, yeşil gözlerinin soluğu vardı bu tüfekte, nice güzel anısı.
Tüfek onun ciğerinin parçası gibi bir şeydi.
Tüfek
karısı gibi bir şeydi, onu neden versin ki torununa, ama torun başkaydı. Bahar
ayıydı, Osman yazın gelmesini, sonra kışın gelmesini deli gibi bekliyordu, kış
gelsin ki ava çıkabileyim, ve sonra yaz geldi, ekinler kaldırıldı tarlalardan,
daha önceden hiç dikkat etmediği ya da umursamadığı bir şey oluyordu, boş
tarlalarda, güvercin sürüleri akın akın gelip otların arasına düşen ekin
tanelerini topluyordu, yüzlerce güvercin göğün bir noktasında süratle gelip
dalga dalga yayılıyordu tarlalara, Osman elinde tüfek varmış gibi nişan alıp
ateş ediyordu. Köyü o zamanlar daha çok köylü gibi hareket ediyordu ve köylü
olmak o zamanlar için çok kazançlıydı. Buğdayın mısırın genetiğiyle oynanmamış
zamanlardı. Bereket vardı, çevre kirliliği oktu, her şeyin saflığını koruduğu
zamanlardı insan ilişkilerinin… o gün Osman basından dayak
yemişti, çok kızmıştı kırılmıştı ama sakin kafala düşününce hak etmişti bu
dayağı. Köyün asi gençleriyle oturup içmişti, sabaha karşı gitmişti eve.
Kurdukları tek bir hayal vardı, yaz muhteşem yaz gecesinde, tarlanın kenarında
çimene uzanmış, ellerini ensesinde birleştirmiş yıldızlara dikmişti gözünü,
derenin sesi geliyordu kuşlaklarına, şıngır mıngır akıyordu, sarhoş kafayla bir
de şeftali bahçesine dalıp gelmişlerdi ateşin başına. Gülerken korkuyla
atıyordu kalpleri, oysa buradaki kimseler olmazdı, şeftali bahçesinde bir
hayvan, bir şey görmüşlerdi; ama ne olduğunu anlayamamışlardı ya kurt ya çakal… ya ayı…neydi o diyorlardı koruyla, derede
kurbağalar vıraklıyordu, bir Ağustos böceği ötüyordu kararlılıkla, bir baykuş
öttü. Ateşe çalı attı dört gençten biri. En küçükleri oydu, 14 yaşındaydı. Ama
en boylu poslu olanı da oydu. Mehmet, Ahmet, Veysel ve Osman. Dörtlü bir çete
oluşturmuşlardı, köydeki hayat belliydi, okumak kendini kurtarmak; ama
hiçbirisi liseyi bitirememişti. Tarlada bağda bahçelerde çalışıyorlar,
sığırlara ya da koyunlara çobanlık ediyorlar, kasabanın mezbahanesinde
çalışıyorlardı. Köyde hayat belliydi, askere gidersin, gelirsin, ailenin
seçtiği kızla evlenirsin, hiçbirisi bu hayatı istemiyordu, köyün kızlarını
beğenmiyorlardı ki. Köyün kızları da onları. Köyün zenginlerinden olsa iş
başkaydı tabi. Çalıştıkları bütün paraya aileleri el koyuyordu, ses
çıkaramıyorlardı. Osman bir tarak almıştı kendine, bir çakı, çıkarıp bunları
gösterdi. Mehmet tarağı aldı ve saçını taramaya başladı, yapma dedi kızdı, o
pis kafana sürme, Mehmet çok kızdı ve onu bacak arasına sürüp verdi, herkes
gülmeye başladı, bit ne gezer bende, tarağın kadar konuş namussuz, Osman da
gülüyordu, özür diledi. Ahmet söze başladı, lan biz niye bu köyde fakir olarak
doğduk ki, başak bir ülkede zengin bir adamın oğlu olarak doğmadık ki.. babamın
gülümseyen gözlerinden çok sert yumruklarını hatırlıyorum, sizce bu garip değil
mi… herkes gülmeye başladı. Herkes şehirde nasıl bir hayat
kuracağından söz ediyordu. Hatta birlikte gitmeyi planlıyorlardı, yaz biter
bitmez bavullarını alıp köyü terk etmek, eh tabi gizlice. Bu sürekli
konuştukları, tasarısını yaptıkları bir hayaldi. Hep burada gelip konuşurlardı
bunu, ne iş yapacaklar filan. İnşaat işi. Tabi. Anlamadıkları iş de değildi.
Kasabada yapılan kimi binalarda çalışmışlardı. Amelelik yani. Osman o günün
sabahına kadar yapılan p planlara, kurulan o hayallere sonuna dek bağlıydı,
ölümüne, ama akşam iş değişmişti ve bunu kimseye söylemiyordu, sırt üstü uzanıp
yıldızlara bakmasının perde arkasında bambaşka şey vardı, ötekiler onun
şehirdeki yaşantıyı hayal ettiğini
sanıyordu, oysa ilgisi yok, Osman o günün akşamı çeteyi terk etmişti aslında.
Köyde bir düğüne gitmişti. Muhtarın kızı evleniyordu, muhtarın kızı karşı köye
gelin gidiyordu, evin bahçesinde ufak bir düğün oluyordu işte. Osman’ın gözleri
kızlardan birine takıldı, kızlar ayrı bir bölümde eğlence yapıyordu, kız dışarı
çıkınca onunla göz göze gelmişti. Ufak tefek, saf bakışları olan meleksi bir
kızdı bu, o sırada içerden Mehmet’in bekliyordu, Mehmet muhtarın amcasıydı, kim
bu kız dedi, damadın en küçük kız kardeşi. Osman’ın içinden bir alev akıp
gitti, çarpıştı, onu o an tam anlayamadı ama saatler sonra farkına vardı,
çarpılmıştı, evleneceği kız oydu. Ve çetenin hayallerinin saçma sapan ve asla
gerçekleşemeyecek olduğunu düşünüyordu şimdi. İpe sapa gelmez hayaller…hepsi… evlenip onunla bu köyde yaşamak. İlk kez bu köyle
derin bir bağlantı kurduğunu hissetti. Tıpkı çocukluğundan olduğu gibi.
Dedesinin hediye ettiği tüfeği düşündü, kışın gelmesini delice arızalandı,
şehirde yaşasa orada avlanma imkanı olmazdı ki. Para sorunu olursa ya kasabada
bir işe girerdi ya da gurbete çıkardı, çiftçi olarak neden geçinemesin ki. Ötekiler
hep böyle ocak olmamış mıydı, isyan edip gidenler hakkında hiç iyi şeyler
duymamış, işleri rast gitmemiş, şans adeta onları terk etmişti. Babaya isyan
hiç iyi sonuçlar vermemişti, böyle hikayeler duymuştu köyde. Basıp gidenlerden
üçü hapse düşmüştü. Biri takıldığı kadını öldürmüş, diğeri ev sahibini, diğeri
ise borçlu olduğunu birini. Üçlü şehirde yaşama hayallerini süsleyip püsleyip
birbirlerine anlatmış, Osman tek kelime etmemişti, can sıkıcı; hatta şeytani
bir sessizlik ortamı sallıyordu, Osman en sessiz olandı
şöyle
deyiverdi bağırarak: Çocuklar siz martı değilsiniz, kanatlarınız yok,
uçurumlardan düşüp ölürsünüz. Az akyalarınız yere bassın. Anca konuşup
duruyorsunuz. Bence bunların aslı astarı yok. Askere gidin. Dayak yiyin.
Aklınız başınıza gelir. Babam böyle der. Anne sesini duymasanız bir hafta dünya
başınıza yıkılır. Hepsi gülmeye başladı. Ya kardeş sesi. İçlerinde bir
dermansızlık, karanlık çöktü. Bir yandan uyanır gibi oldular. İçlerinden dine
en yakın olan Ahmet dedi ki: en iyisi neyse o olsun, canım.
En
iyisi neyse o olsun, canımızı yaksa bile. Canım.
Muhakkak
ki Allah’ın bizim için özel bir planı vardır, harcanmamızı istemez, kimsenin
harcanmasın istemez. Şamata kesir gibi oldu ama düğün hakkında sohbet dedikodu
başladı bu kez, düğüne gelen kızlar hakkında. Osman yıldızlara bakıp dalıyor,
içinde bambaşka bir sızı, hayatında ilk kez duyuyor, bir çığlık kopuyor
yüreğinden, sonra yenisi çıkıyor, dalga dalga, kıyasıya onu düşünmek istiyordu.
Evet, ilk kez canıyla kanıyla sevdiği, uğruna ölebileceği dostlarıyla ararında
bir ayrılık belirmişti, daha önceleri kavga erler, kırılırlar ama çok geçmeden
barışırlardı, çok iyi biliyordu ki; bu muhabbetler zaman gelip bıçakla kesilir
gibi kesilecek, herkes kendi yoluna gidecekti, herkes kaderinin yolunda olacaktı,
artık o neyse. Bu dostluğun sonsuza dek süreceğine inanırdı, sürmeyeceğini
anlaması kalbini kırmıştı, gözlerinden yaşlar düştü, ne için ağlıyordu, aşık
olduğu için mi dostlarıyla bütün güzel günlerin tükeneceğini görmesinden midir.
Sordular,
o da dedi ki: “Bu günleri çok ararsını dostlar. Çok.”
Ertesi
gün tarlada babasına yardım ediyordu, tuvalete gidiyorum deyip kaçtı, evden
oltasını yiyeceğini alıp ormana gitti. balık tutayım dedi; ama balık yoktu, o
da sevdiği kızı düşünerek şarkı mırıldanarak ormanda ilerlemeye başladı. O
kadar çok yol gitti ki; şimdiye kadar hiç ayak basmadığı bir yer keşfetti
ormanda, burada küçük bir göl vardı, rüya gibi güzel bir yerde burası, soyup
suya girdi, sonra kenardaki kayının üstüne uzandı, ağların gölgesi altındaydı,
ağlamaya başladı, mutluluktan. Ben burada yaşamayım dedi kedine, ne olursa
olsun.
Osman
kafasındaki düşüncelerden sıyrıldı, kar fırtınası aynı şiddetle devam ediyordu
ve yol bu gidişle gidilmesi imkansız hale gelecekti adımlarını hızlandırdı.
Şimdiye kadar gelmiş olması lazımdı, peki nerdeydi bu çiftlik evi. Durdu, bir
an kafası karıştı, bir an bir kabusta mı yoksa gerçekte mi olduğunu anlayamadı,
kendini kaybolmuş gibi hissetti. İleri baktı, ışık mışık hiçbir şey yoktu,
zifiri bir karanlıktan başka hiçbir şey yoktu.
ZULÜM
VE BASKI ADAM ÖLDÜRMEKTEN DAHA AĞIRDIR, Osman inşaatta, sona koy bunu. Metnin
sonuna o uygun hikayenin sonuna.
Zulüm
ve baskı ölmekten ya da öldürmekten daha ağırdır.
AÇ KURT
SÜRÜSÜ
Siyah
kurt durdu, başını arkasına çevirdi, onları görmedi, nasıl görsün zifiri
karanlıktı; kulakların kabartmıştı, ayak seslerini duydu, kara bata çıkan
ilerleyen sürüsü, nefes alıp vermeleri, sımsıcak, ateş gibi sımsıcak nefesleri.
Sürü ona çok yaklaşmıştı, hareketlendi, midesinden gelen açlık feryadını duydu,
öfke hissetti, öfke ise içindeki, derinlerde yatan güç duygusunu harekete
geçirdi, kendisini çin değil, sürüsü için, iyi bir lider sürüsünü heba etmez,
ki heba oldular çoktan. Canı sıkılıyordu yine. bir an önce yiyecek bulmalıydı,
şansa önlerine bir av çıksa; ama bu boş bir ayaldi, boş hayallere yer yoktu,
ama bu sıkıntılı anda kafasını oyalıyordu işte bu saçma sapan düşünce, burada,
doğada kazanmak için delice, ölümüne çarpışmak, diğer deyişle gayret etmek
lazımdı, gayretkeşlik, sonuna dek, avı yakalayamasan bile, hı, her av de
kurtulmak için canla başka yani delice mücadele eder,
Açlığın
baskısı ve zulmü, kar fırtınasının baskısı ve zulmü. Zulüm ve baskı ölmekten ya
da öldürmekten daha ağırdır.
Siyah
kurdun eski sürüsü (ataları) aklına geldi, büyükleri sürekli dolanırdı, gece
gündüz, bazen günlerce gelmezdi mağaraya, o ve diğer bebek kurtlar onları
beklerdi, bakıcı kurtlarla. Onların nerelerden gezdiğini merak ederdi, onlarla
takılmak isterdi ama bakıcılar izin vermezdi. Büyüdükten sonra onlarla
takılmaya başladı ve avlanmanın ne büyük sıkıntılı ve tehlikeli olduğunu gördü,
arka planda kalmaya, işi diğer kurtların bitirmesini istiyor, bekliyordu,
pasifti ama bu kez de yemek sırasında sona düşüyordu. Kim ne kadar emek
harcarsa avı tuzağa düşürmek için yemekte o kadar öncelikliydi. O da sona
düşmemek için önde olmaya, cesur davranmaya başladı, böylece genç kurtlar
arasında sivrildi, saygı ve itibar görme başladı, diğer genç kurtlar ondan
korkardı, siyah kurt büyüklerinin de takdiri topluyor, herkes bu kurt büyük
işler başaracak dedirtiyordu; ama diğer kurtlar birlikte üstüne atak yaptığında
da fazla ses çıkaramıyor bu sırada sürünün liderleri araya girip onları
azarlayıp sakinleştirip kendi köşelerine gitmelerini sağlıyorlardı. Sürüde iç
çekişmelere, kapışmalara göz yumulmazdı. Diğer genç kurtlar yemek sonrası oyun
oynardı, sonra kıvrıldıkları yerde uyurdu, siyah kurt ise hemen temizliğe
başladı, her yerini yakalayıp tertemiz ederdi, oyunla uğraşmazdı, oyun oynamayı
sevmezdi, sürünün lider ve sözün geçen güçlü kurtlarını izlemeye alırdı,
onların hareketlerini tavırlarını sözlerini ölüp biçerdi. Sürünün en yaşlı
dişisinin yanında oturur onun hikayelerini dinlerdi, yaşlı kurt en zorlu
yıllardan sağ çımayı başarmıştı, ona öğütler verir, kimseye vermediği bilgileri
aktarırdı. Diğer genç kurtlar çocukça takıldığı için onları yanında kovardı,
hırlayıp korkutup kaçırırdı; ama siyah kurda ilişmezdi. Çünkü siyah kurt
dinlemeyi severdi. Çok saygılıydı. Yaşlı kurt onda bir parıltı görmüştü, deha,
eğer o kumaşı ilenirse onda birçok yetenek gelişebilirdi ve şansı varsa, nice
kurdun çok basit hatalarla ölüp gittiğine tanık olmuştu, siyah kurt da
bunlardan biri olabilirdi ve bu düşünceyi hiç unutmuyordu; çünkü o da küçük bir
hatası yüzünden ölürse ardından üzülmek İstemiyordu, hayatı boyunca yoldaş
bildiği çok kurdu kaybetmiş ve onları kaybetmenin derin acısı ruhunu sarsmıştı,
enkaz olmuştu ve yaşlılığın güzel döneminde yenden eskisi gibi kahrolmak
istemiyordu, zaten bazı hastalıkları vardı, çok yaşamazdı, son zamanlarını
kimse için üzülerek geçirmek istemiyordu. Ona evlat diyordu. Siyah kurt da ona
baba diye sesleniyordu, bazen hiç ses etmiyorlar, bakışarak konuşuyorlardı.
Bütün kurtlar arsında böyle bir ilişki, anlaşma vardı ama bu iki kurt
arasındaki iletişim, bağlılık bambaşkaydı.
Genç
kurtlar uzaktan sürü liderlerinin avlanmasını izliyorlardı, saklandıkları
yerden. 15 kurt domuz sürüsünü kıstırmaya çalışıyordu, açık arazide
yakaladıkları domuz sürü ormana kaçmaya çalıyordu, kurtlar onlar çembere
almıştı, kış yaklaşmıştı ve sabahtan beri yağmur yağıyordu, domuz sürüsü uzun
otların arasına kayıp kayboldu ve hayalet oldu bir anda. Kurtların kafasın
karıştı, bellediler ve ses vermelerini beklediler, sağanak yağmur domuzların
sesini gizliyordu. Sonra domuzlardan birkaçı genç kurtların önünde belirdi.
Siyah fır en iri olanını kapmak için fırladı, büyüklerinin avı nasıl
yakaladıklarını, neler ettiklerini çok iyi biliyordu, şimdi iş ondaydı, kalbi
heyecanla çarpıyordu ve öfkeliydi de, onları görür görmez öfke hissetmişti.
Diğer kurtlar saklandıkları yerde korkup başları biraz daha eğdi aşağı. Siyah
kurt ise mermi gibi fırlamıştı. Dört ayağıyla koşuyordu ama aslında kalbi
fırlayıp gitmişti ve ayakları arkadan geliyordu, ruhu aslında fırlayıp
gitmişti, akyalar çok gerideydi, akıl alamaz bir arzu onu ok gibi fırlatmıştı
ileri. Hiç olmadı kadar hızlı, hiç olmadığı kadar çevikti, bütün kaslarını
hissediyordu, ıslak otlar, çamur içinde er yer kayarak ilerliyordu, gözleri en
iri domuza kilitlenmişti, çünkü iri domuz sürüyü doyururdu, domuza çok
yaklaşmıştı, büyüklerinin yaptığı gibi tam arkasında hücum edecekti, evet, atam
arkadan, adımlarını hesaplıyordu, uçarcasına gidiyordu, arkadan yaklaşacak, bir
pençesiyle ayaklarından birine vuracak, domuz yuvarlanacak ve o esnada
gırtlağını kapacaktı, domuz arkadaki üç yavrusuna ve eşine baktı, erkek domuz
korku çığlığı attı, kaçın sinyalini vermişti. Karısı ve üç bebeği karışıp bir
anda gözden kayboldu, siyah kurt bunu beklemiyordu, erkek domuz ona dönmüş
bekliyordu, siyah kurt böyle olmaması gerekiyordu diye düşündü, ama cayacak
değildi, korkuyordu ama onun gırtlağını yakalayacaktı, o korkunç öfkeyi
hissetti, genlerindeki öldürme güdüsü, saplantısı. Sanki bir robot gibiydi ve
sanki hipnotize olmuş gibiydi. Ayağı kaydı ve yuvarlanmaya başladı, ağaç vardı,
bu gidişle ağaca çarpacaktı ve domuz da ona doğru geçiyordu, evet geliyordu, o
da kurt da doğru koşmaya başladı. Daha önce bir domuzun bir kurda neler
edebileceğini hiç görmemişti, tek gördüğü kaçan domuz sürüsü ve onları
kovalayan büyükleriydi. İçinden bir ses, burada bir yanlışlık var, dur, gitme,
toparlan, burada bir yanlışlık var diyordu kurt sezisi. Onun kaçması
gerekiyordu neden kaçmıyor e bana doğru geliyor. Az sonra çok kötü bir şey
olacak, ya bana ya ona.
Domuzların
çok kuvvetli çeneleri vardır sırtlanlarınki gibi. Kemiği parçalar. Siyah kurt
bunu bilmiyordu. Siyah kurt yuvalandı, ağaca çarpacaktı, dört ayağıyla ağaca
vurdu ve üstüne atılan domuzun üstüne sıçradı, bu esnada domuz kurdun ön ayaklarından
birini yakaladı ve silkti. Siyah kurt da kulağında kaçtı, iki taraf da acı
duydu, birbirlerini bıraktılar ve domuz otlar arasında kayboldu ve siyah kurt
yerde inliyordu. Ciyaklıyordu. Ciyaklamasını sürünün lideri ve diğerleri geldi.
Lider ve birkaçı domuz sürüsünün peşine düştü, yaşlı kurt geldi ve ayağına
baktı, ayağını yaladı, ucuz atlattın der gibi. Pişmen lazım, ayağın kurulsa
işin bitmişti der gibi baktı. Siyah genç kurt o gün hayatının en önemli dersini
almıştı. Ancak şaşkın bir kurt o iri domuza saldırırdı, bütün sürü onun
cesaretin konuştu çok uzun bir süre. En büyük dersi: Hiçbir av için hayati
riske girme. Olmuştu. Ölümcül açlık haricinde. Kurt sürüsüyle hareket et, tek
başına yeniliri çünkü. Sürü güç demekti, dert ve bela paylaşımı. Sürü dayanışma
demekti. Ortak bilinç ve şuur demekti. Sürü hayatta kalmak demekti. Kahramanlık
yapmaya kalkanlar, korkusuz olanlar çok çabuk ölürdü doğada. Kurt kokak kalırsa
hayatta kalırdı.
Şans
mı, şans varsa eğer o gün o domuzun elinden kurtulmasıydı, yiyecek bulmak için
çarpışmaktan başka bir şey yapılamazdı doğada ve bunu bütün kurtlar bilirdi.
Ancak tembel, zayıf hasta ve yaşlı kimi kurtlar çöplüklerden ya da leşlerden
beslenirdi. Dişleri pırıl pırıl, jilet gibi keskin ve güçlü kurtlar o dişleri
ava geçirmek, avın tadının kanını, kanındaki korkuyu hissetmek isterler, o
vahşi iç güdüler tatmin olmak ister çünkü, onda korku yaşatmak isterler,
sımsıcak ateş gibi sımsıcak nefeslerin onların enselerine, gırtlaklarına
püskürmek isterler; çünkü onlar kurt. Ve bir kurt doğasında ne varsa işte bu
vahşi içgüdüleri gerçekleştirmek ister. Bebek kurt bile narin; ama keskin
dişlerini geçirdiği bir av görür rüyalarında, aşıktır öldürmeye. Öldürünce
rahatlar, öldürünce üstünden ve içinden tonlarca yük kalkar. Öldürme güdüsü
ondan delilik halidir, o derece şiddetlidir. Öldürmese hasta olur, bunalıma
girer. Ruhu isyan eder öldürmedi diye. Vahşet çığlıkları atar ruhu, kalbi ve
kafasının içindeki alev alev parlayan ışık, zihnin koridorlarındaki acımasız
tapınak. Onun tanrısı: Katil olmaktır, açlık için ya da zevk için.
Siyah
kurt sürüsünden gelen bir homurdanmayla geçmiş düşünce ve hayallerden sıyrıldı.
Öteki bir şikayeti önemsedi ve oludu, bir diğer ise isyan amaçlı uluyarak
destekledi bu ulumayı, diğer isyan için cesaret veren biçimde, korkmayın bu
budaladan, haydin, yürüyün, gidip boğalım şunu iddiasındaydı, öteki onlara
kızarak; kapayın çenenizi, hiçbirinize bu zor durumda yarar getirmeyecek
karışıklığı, az dişinizi sıkın, yitecek bulacağız, lider de bizim kadar aç, çocuklar
dercesine homurdandı. Siyah kurt sorumluluklarını yerine getiremediği için
üzüldü, derin bir acı duydu, herkes haklıydı, bir şeyler yapmalıydı,
yapabilmeliydi, öyle ulumaya başladı k; bu uluma kalp acısı doluydu, gözyaşı,
bu ulumada bebeklik günleri vardı, bu ulumada çocukluk döneninin parlak
ışıkları vardı, bu ulumada gençlik günlerinin çılgın ve hapis olmaz ve karşı
konulamaz ilk heyecanları ve tatlı sabahların göz kamaştıran ilk ışıkları
vardı, bu ulumada çöken akşamların verdiği huzur ve ailesiyle sürüsüyle güvende
olmanın ve onların anında kıvrılıp uzanmanın müthiş keyfi ve kendi olmanın
tarifsiz mutluluğu vardı, bu ulumada karlı kış gecelerinde inlerinde karnı
doymuş halde dışarıdaki fırtınanın korkutucu cayırtısını dinlediği anların kalp
tınısı vardı, bu ulumada sürüdeki genç yoldaşlarıyla itişip kalkıştığı, bir
kemik etrafında dönen oyuna, kemiği kim kapacak yarışındaki coşkulu ve sert
anların gerilimi vardı, bu ulumada ıssız ve ayak basmamış ormanlara sürüsüyle
girdiklerinde etraftan korkuyla kaçışan kelebeklerin göz kamaştırıcı renkleri
ve ormanın soluk alıp verişi vardı. Bu ulumda sürüden atıldığı gün duyduğu
hayatın ilk derinden sarsıcı acısı, ruhundaki amansız mahvoluş vardı, bu
ulumada sürüden atıldığı ilk gece duyduğu perişan eden açlık ve tek başına
olmanın verdiği parçalayan korku vardı, bu ulumada artık tek başımayım, karımı
nasıl doyuracağım, kardeşlerim, annem babam yok, bakıcı teyzeler yok, acısı
vardı, bu ulumada sürüsüne duyduğu
korkunç özlem vardı, bu ulumada ormandan gelen seslerin onda yarattığı panik,
endişe, her an bana kötü bir şey olacak okursu ve çevresine kulak kesilip bir
oraya bir buraya başını çevirdiği anlardaki karanlık ıslık vardı.
nice
zor zamanları atlatmamış mıydı, o zamanlardan biri parladı zihninde.
Tek
başınaydı ve ilerliyordu, ormanda pinekliyor, akşamı aç geçiriyor, av bulmak
için çevreye bakınıyor, bir şeyler kokluyor, sürekli biri şeyleri tarıyordu,
gözleriyle, burnuyla, kulaklarıyla, ama her nedense hiçbir şey göremiyordu, o
ormanın ö bölgesine adım atmadan dakikalar önce sanki gizli bir güç ötelerde
ormanda yaşayan bütün canlılara haber veriyor, ve bütün canlılar saklanıyor,
orman ölüm sessizliğine bürünüyordu, çıldırıyordu et için, çıldırıyordu
süründeki gibi et yemek için, kan için, zevk ala ala, parça parla yemek için, o
mükemmel yutkunmalar için ve doygunlu sonrası deden kana kana içtiği sular,
yemek sonrası su içmek kadar güzel bir şey yoktu, s içmek onu ne kadar çok
mutlu ederdi, su bambaşka bir şeydi, karnında suyun durduğunu işaret eden o
yumuşak ve yenilmez his gibisi yoktu., Bütün o cehennem zamanlarından sağ
kurtulmayı başarmıştı, direnmişti ve şansı da vardı ve direnişi sayesinde
hayatta kalmayı başarmıştı, püf nokta burasıydı, en zor zamanlardan direniş
göstermesiydi, ölüm kalım savaşı verdiği anlar, evet, kader denilen şey işte
tam bu anlardan çiziliyordu, şayet kendini bıraksa, teslim olsaydı çoktan ölmüş
olacaktı ve bu sürünün lideri olamayacaktı, evet, şimdi de öyle bir zamandı;
ama bu zaman en zor zamandı, daha önce benzerini hiç yaşamamıştı, tek olsa
neyse, ama koca sürüsü söz konusuydu, sorumluluğun ağır baskıcı korkunçtu,
kendi ölse sorun olmazdı ama koca sürünün heba olup gitmesi bu kar
fırtınasında, belki de onları ölümün kucağına fırlatacak kararlar alıp
duruyordu; ama bu korkunç şartlarda bile elinden gelenin en iyisini yapmaya
çalışıyordu, tek gayesi vardı, sürüyü ne pahasına olursa olsun hayatta tutmak,
tek bir fire bile vermemekti. Çünkü her biri bireyin sürüye inanılmaz büyük
katkısı ve gücü oluyordu, bir fazlalık sürüyü büyük ve güçlü gösterirdi.
Düşmanları korkuturdu. Eğer bir haftadır yanlış kararlar veriyorsa; ki muhtemel
ya da değil. En zor zamanda kendine güvenmek gerekir ve öyle yapıyordu, şayet
yanlış seçimler kullanıyorsa yapabileceği bir şey vardı, çok güzel bir seçim,
burada liderdi, söz sahibiydi, o ne derse o yapılırdı, uçurumda geçmek için
uçurumdan aşağı atmamak gerekiyorsa yüz metre aşağı; o uçurumdan öyle
geçilirdi. Lidere ciddi, adamakıllı isyanın tek sonucu vardı, lider onu
boğazlardı, öldürürdü, bunu lider yapsa bile sürüde güç merkezi olan diğerleri
yapardı, sürüdeki sistem buydu. Lider arkasını döndüğünde birileri ona
saldırırsa sürünün içindeki lider yanlıları onları gözden kaçırmazdı.
Şimdi
lider kaybeden olacaksa bile savaşarak kaybetmeyi yeğlerdi. Ne var ki düşman
kar fırtınasıydı, fırtına nasıl yenilir ki. Ezip geçer dümdüz ederdi kurtları,
savaşılacak olan bir av ise sürü zaten yapacağı işi, kuracağı oyun zaten çok
iyi bulurdu. Bu kar fırtınasıyla savaşmanın tek yolu sabrederek ilerlemek,
direnç göstermek, karşı koymadan kabullenmek ve onlunla uyum sağlamak, onunla
bütünleşmek; ama onu güzellikle ve iyilikle aşmaya çalışmaktı. Yani son derece
olumlu olmaya çalışmaktı, siyah lider zaten en zor zamanları o durumu
hazmederek algılanmasına ve gelecek günlere umudu içinde fırtına gibi harekete
geçirmesine borçluydu, yeni bir şeyler olacak, yeni ir dizayn içinde bulacaktı
kendini bunu kafasında kurmuştu, bunu bütün yüreğiyle destekleyip kazmıştı
yüreğine, yırtına yırtına, acı çeke çeke, aç kala aç kala. Mahvola mahvola.
nice
zor zamanları atlatmamış mıydı, o zamanlardan biri parladı zihninde.
Sürüsünden
atıldığı ilk günlerdi, dağlarda, el ayak değmemiş karanlık ormanlarda
dolaşıyor, yiyecek bir şeyler arıyordu, o zamanlarki kafası ve içgüdüleri
buralarda bir yerlerde yiyecek olduğunu söylüyordu; ama en yanlış yerlerde
geziyordu, üstelik boşun boşuna ve enerji (yakıt) harcıyordu, günden güne daha
çok zayıflıyordu ve bir deri bir kemik kalmıştı, yiyecek ararken; yani hayatta
kalabilmek için dahil olabileceği, yani onu kabul eden bir sürü de bulmalıydı,
ama hemcinslerine dair iz ya da koku da bulamıyordu, aralarına katılmak
istediği sürü onu öldürebilirdi de; henüz bunu bilmiyordu, yiyecek konusunda en
bakılmaması gereken yerlerdeydi, bulduğu ufak leşlerle beseliyordu, kokuşmuş
bir sincap leşi, kokuşmuş bir tavşan leşi. Pis iri bir böcek. Bir lokma yitecek
bulup onu sonsuz bir keyifle çiğneyip midesine gitme manzarasını ağır ağır
hissederken dünyada ondan mutlusu ve ondan çok ferahlayanı yoktu, aç olunca bir
kırıntının bile anlamı vardı ve bu konuda muhteşem bir coşku ve hayatta
kalabileceğine dair büyüleyici kıvılcımlar saçıyordu kafasının derinliklerinde.
Bir ağcın altına tünüyor, kir pas pislik içindeydi, çevresinde binlerce
sivrisinek uçuyordu, cehennem çukuru ormanın yiyecek aramak için yanlış yer
olduğunu anlamıştı, gizli kapaklı yerlerde zaten görüşü kısıtlıydı ve onlar
içini saklanacak ne çok şey vardı, ölü yılanı bulduğunda çabuk bitmesin diye
onu günlerce az az yemişti. Yemek bitince hüsran, o sarsıcı ve acıklı hikaye
yeniden başlıyordu, her sabah aynı çile. Kurdun hayatı buydu, sürüsüyle
yaşarken işte bu en önemli şeyi bilmiyordu. Sürünün güvenliği ve sevgi çemberi
içindeydi ve her şey ast üst ilişkileriyle çizilmişti. Güvenlik, sevgi, refah
duygularının sağladığı konfor içinde ne düşünebilirdi k tamamen kuşatılmış
kafası ve kalbi şimdi sefil bir halde olacağını nasıl görebilirdi ki.
Anlıyor
ki, sürüyle oluşun mutluluk bitmişti. Ve başını çaresine bakabilmeye konsantre
olmuştu; ama eski tatlı günleri düşünmek istemese de an gelip onlar yıldız
sağanağı gibi patlıyordu tepesinde, baktığı sahne ve manzaralarda. Eskiden bir
şeyle ilişkilendiriyordu gördüğü bir şeyi, şeyleri. Av bulma ve hayatta kalma
içgüdüsüyle ilerlerken aniden bir sürüyle karşılaşacağını, onlara kendini
sevdireceğini ve onay alıp aralarına kabul edeceklerini hayat ediyordu sık sık
ve bu zorlu ve tek başına süren mücadele bitecekti. Sürü güvenliği içinde
olacak ve karnı da doyacaktı. Ama bir türlü o sürü karşısına çıkmıyordu,
düzlüklere, ağaçların yoğun olmadığı bölgelere indi, çöle benzeyen taşlı
topraklarda, verimsiz topraklarda ilerliyordu, rüzgar sert esiyordu, burada
çalılıklar ikenler çoktu, buralarda hayat yoktu, susuzluktan mahvolmuş, bir
damla suya hasret ilerliyordu. Yorulmuştu, burada pinekleyip yıllarca uyumak
istiyordu, ölüm ona çok yaklaşmıştı, ölüm ensesindeydi. Tepesine baktı bir an,
akbabaları gördü. Bu on öfkelendirdi. Ertesi gün hava çok sıcaktı, kavurucu
sıcakta ilerlemek daha da belalıydı. Bazı yerlerinde yanıklardan dolayı yaralar
çıkmıştı. Ve dünden beri su bulamıştı. Taşlı sert ve pis dikenlerle dolu
arazinin sonunda bir yerde yaşamın ve suyun olduğu bir yer olduğuna inanıyordu.
Ama gücünün son damlarlarını harcıyordu; çok yavaşlamıştı. Çalıların arasına
girip uzandı, yine kavurucu güneş altındaydı oysa. Yaşamla olan bağları
gevşemişti, gelecek günlere dair hayal kuramıyordu, yiyecek bulma hayali, bir
sürü bulacağına dair, hem de her an capcanlı duyduğu arzu ölü gibiydi.
Tükenmişti.
Çünkü dayanacak gücü kalmamıştı. Artık öleyim de bitsin bu işkence der gibiydi
zihni.
Umursamıyordu
hiçbir şeyi. Ama açlık ve susuzluk dindirilmek istiyordu, fiziksel varlığı
isyan ediyor, onu yeni bir adım atmaya teşvik edip sürüklüyordu, bu susuzluğu
gidermek ve sonra ölçmek, evet o zaman ölebilirdi, acıdan başka bir şey
yaşatmayan doğada işin neydi ki. Sürüsü yok olup gitmişti. Kendi neden hayatta
kalmıştı ki. Neden onlarla ölmedim ki diye düşünüyordu. Yarım saat daha
ilerledi. Tek adım atmaya gücü tükendi. Önünü görmekten zorlanıyor, her şey
eriyip birbirine karışıyordu. Çalılığın yanındaydı. Çöktü kaldı. Açık kapadı
gözlerini. Gözleri kararmaya başladı, kapadı gözlerini. Öleceğin düşünüyordu,
birden sürüsündeki çok mutlu zamanlarda
birinin içinde buldu kendini ve sonra koptu. Gözlerini açtığında sabahın alaca
karanlığını buldu karşısında. Ölmemişti. İyi hissediyordu, uyku gücünü
toplamasına yardımcı olmuştu, açlığın ve susuzluğun feryadını hissediyordu.
Kalktı ve ilerlemeye başladı. Sürüdeyken sürüde sözü edilen fikirler,
ideolojiler ve felsefeler aklına geldi. Ama hiçbirinin açlık ve susuzluk
karşısında bir anlamı yoktu, şahane şeyler dinlemişti, evet, uğruna
ölünebilecek güzel ve iyi şeyler; ama hepsi aşağılık ve değersizdi; çünkü
hiçbirinde şu anki durumuna cevap verecek nitelik bulamamıştı. Ağaçlık bir
alana gelmişti. Gözlerine inanamadı. Dereyi buldu karşısında, fırladı ve hemen
içmeye başladı. Kabus bir parça olsun bitmişti. Ölümcül kabusta bir delik
açabilmişti nihayet. Denin ötesine göz attı, kenarda yuvarlak taşların orada
bir kurt gördü, orada bir şey yiyordu. Siyah kurt yavaş yavaş ona yaklaşıyordu,
bu çok iri bir kurttu, çok iyi beslenişti, anlaşılan avlanmasını beceriyordu,
siyah kurt bu kurttan kapabileceği çok şey olduğunu düşündü, ona yaklaşıyordu
ama nasıl bir tepki alabileceğini biliyordu, korkuyordu, adımlarını daha da
yavaşlattı, iri kurt onu fark etti, başını kaldırıp dikkatle baktı ve yemeğine
devam etti. O yokmuş gibi davranıyordu. Böyle tepki vermesi siyah kurdu
sevindirdi ve güven verdi. Delice heyecanlandı. Sonunda karnını doyurabilecekti.
İri kurt başını yine kaldırdı, ağzının kenarındaki kanı yaladı ve ona ters ters
baktı. Siyah kurt gerisin geri diye kaçacaktı, hazırdı, kuyruğunu salladı
dostça, selam diyordu bakışları, sevecen görünmeye, kendini sevdirmeye, ben
zararsızım, sana zarar verecek halim yok demeye çalışıyordu.
Siyah
kurt meseleyi anlamıştı, çöktü, avı bulan o olduğuna göre sırasını
bekleyecekti. İşler böyleydi kurtlar arasında; ama ufak ufak sürünerek
yaklaşıyordu. Derenin yukarısında boğulmuş ve sürüklenerek aşağı gelmiş bir
koyun cesediydi bu, yeni ölmüştü. Kan ve etin kokusu siyah kurdu mıknatıs gibi
kendine çekiyor, başını döndürüyordu. Siyah kurt kontrolünü yitirecek gibiydi,
hemen fırlayıp az ötesindeki koyundan bir parça almak için kıvranıyordu. Uydu
deliliğe, biraz daha yaklaştı, baktı, iri kurt hiç tepki vermedi ama bir
gözünün ucuyla onu kesti, ahbap ne yaptığından haberim var, dikkatli olursan
sağlığın için fena olmaz der gibiydi. Siyah kurt koku ve endişeye kapıldı,
panikliyordu. Ete bu kadar yakın olup bir lokma alamamak onu delirtiyordu. Ama
kurtların kendi aralarındaki sözleşmede avı ilk bulan karnını doyurmadan
yabancı kurt oraya yaklaşamaz. Hazine; diğer adıyla leş onu önce buna aitti ve
ilk hak onundu. Ama sözleşmeleri umursayan kim, içgüdüler amansızdı, git al bir
lokma diyordu.
Sürüdeki
kurtlardan biri daha fazla ilerleyemeyecekti. Gücü tükenmişti. Kurdun biri
homurdanıp lidere sinyal verdi. Siyah kurt geçmiş hikayesinden sıyrılıp hasta
kurdun yanına fırladı.
MEZRA
EVİNDE
Simsiyah
gecede Kar fırtınası mezra evini dövüyordu, daha doğrusu köy evini kar
yığınları altına gömüyordu, saniye köy evi daha çok gömülüyordu kar tanelerine.
Anne
dedi ki: “Oğlum sobaya odun at."
Kuzine
bir yanı soba, bir yanı fırın, üstü de su ya da çay ısıtmak için uygun bir sobadır.
“Odun
bitmişti. Alıp geleyim.”
Ali, el
fenerini alıp gocuğunu giyip kapı önüne çıktı.
Kapının
önüne, kulübesine bağlı köpek onu görünce acayip sevindi, kulübesinden çıktı,
sıçrayıp sevgi gösterisi yapmaya başladı, Ali onu okşadı.
Evin ön
tarafına odun diziliydi. Melek de ona bakıyordu kapı ağzından.
Al el
fenerini çenesine tuttu, aşağıdan, şaka olsun diye.
“Tipsiz
Ali. Ne etsen boş. Kimse almaz seni, derenin taşları kurbağası
bile senden yakışıklı…” Kikir kikir güldü.
“Konuşma
kız, geç içeri, aynadan kendine bak pırasa suratlı” dedi.
“Eve
gel görüşeceğiz, ağzını yırtacağım!”
Melek
içeri geçti.
Ali
ilerde, solda kalan ahırın önüne vardı, diğer çoban köpeğinin başını okşadı.
Kara bata çıka evin arkasına gitti. tavuk kümesinin yanına vardı, kapı sağlamdı,
ilerledi. Güvercin kümesinin yanına vardı, kapısı aralıktı, oysa 2 ay önce bu
kümes bir çift posta ve bir çift taklacı damızlık güvercin vardı. Daldı gitti.
Köyde
ve ilkokulda en iyi arkadaşı Özcan’dı. Kuş besleme işine önce Özcan başlamıştı,
ali de ondan özenip almıştı. Kuşa nasıl bakılacağını ondan öğrenmişti. Özcan’ın
amcası eskiden kuşçuymuş. Gurbete gidip çalıştığı için kuşlar savmış. Ama özlem
bastırınca yeniden başlamış o kuşçuluğa ve yokken yeğeni Özcan bakıyordu
kuşlarına, amca arada eve geldiğinde ancak bakabiliyordu onlara. Özcan’a her
şeyi öğretmişti. Posta güvercini bakmak diğer kuşlara bakmak gibi değildi.
Onları başka bir şehirden saldığında gelip yuvasını bulabiliyordu. Adından da
anlaşılacağı gibi eskiden bu kuşlar posta işlerinde kullanıyordu.
Ali de
başlamıştı kuşçuluğa, ama gece gündüz onların aşkıyla yaşıyordu ve derslerini
ihmal etti, bu yüzden Osman Ali’ye kuş bakma işini yasakladı ve Ali kuşları
Özcan’a teslim etti, eğer derslerindeki noktaları yükseltirse Osman kuş bakma
işine müsaade edecekti. Ali bu heveste deli gibi ders çalışıyordu. O günleri
iple çekiyordu. Özcan’la yaşadığı maceralar aklına geldi. Özcan’la ne çok şey
yaşamıştı. Sapanla köyün dışında dolanır, kuş avlamaya çalışırlardı, köydeki
bazı çocuklar da onlara katılırdı. Karlı günlerde elde sanlar, ayaklarında
çizmelerle dolanırlardı ormanda, üşümekten yanaklarında kırmızı bir domates
olur, solukları görülürdü. Sürükleri akardı, ta kasabaya kadar inerler, resmi
kurumların bahçesine girerlerdi, çam ağlarına baykuşlar konardı, onlara taş
atarlardı, eğlence olun diye. Karlı günlerde uzun bir merdivenle yokuştan
kayarlardı, 15 çocuk merdivenin basamaklarına dizilirdi, tabi en sonra kanal
vardı, kana düşmeden merdiven herkes oturduğu yerden kendini yere, kara atmak
zorunda kalırdı, bu riskli ve acayip eğlenceli bir oyundu, tencere kapalı, ya
da leğen ya da kalın plastik tek kişi olarak kaymak için mükemmeldi, plastik ve
naylon müthiş hız yaptırıyordu, aleminyum kapak da öyle. Kızağı olanlar kızakla
kayardı; ama kızağı olmayanlar içini bir naylon parçası yeterdi. Tabi önceden
kızak yolunu düzeltip kar koyar, sertleştirir, zemini iyice hazırlarlardı.
Burada ir lunapark yoktu, eğlenceli bütün oyunları icat ederlerdi bir şekilde.
Mesela yaz ayında köyün toprak yolarında otomobil lastiğini elle çevirerek
oynarlardı; bir tür bisiklet ama üstüne binemiyorsun, inşaat tellerinden minik
at arabaları yaparlardı, bunları uzun sopa ucuna monte ederlerdi, küçük adamlar
yaparlardı tellerden, telefon kablosu tellerinden. Çamurdan oyuncak arabalar
yaparlardı. Yazın çalıştırılan ve kışın marsta etmesin diye salınan eşeklere
binmek için peşlerine düşerlerdi. Tabi onları bazıları çok tehlikeliydi,
ısırırlardı. Hava şartları ne olursa olsun köyde bir oyun icat ederlerdi.
Mesela köyün dışında naylon ve kartonlardan çadır kurarlardı, kampçılar gibi.
Çadırda ateş yakarlar, evde getirdikleri yiyecekleri ortaklaşa yerlerdi, artık
o gün evlerinde ne yiyecek varsa. Yazın derede yüzerlerdi kurbağalı çamurlu
suda donlarıyla. Burada balık da avlarlardı, gübrelerin içinden sarı
böceklerden toplardı ve solucan bunları yem olarak kullanırlardı. Derede balık
avlamak, orada sabahtan akşama dek vakit geçirmek dostlarıyla ya da tek
Özcan’la bambaşkaydı, acında getirdikleri yiyecekleri yerlerdi, ekmek arası
domates salatalık peynir zeytin en çok yedikleriydi. Acıkınca bu yiyecekler
sihirli oluyordu, hatta sadece zeytin ve ekmek bile.
Sonra
güneş batmaya başlardı yavaş yavaş, buradan ayrılmanın verdiği can sıkıntısı
başlardı
Köyde
her yeni gün çocuklar için yeni bir şey sunardı, sunmasa bile onlar onu bulup
çıkarırlardı.
Mesela
saklanıp tilkileri izlerlerdi. Uçan kuşlarla ilgili tahliller yaparlardı, açık
arazide, sıcakta buldukları kaplumbağalarla oynarlardı. Ama alinin içinde taşıp
onu kendine mıknatıs gibi çeken bir düşünce vardı, şehre gitmek, orada bir
yaşam sürmek, şehirden gelen ekmeğin tadı ona göre güzeldi. Pasta gibiydi.
Şehirden gelen çikolatalar, şekerler… şehirdeki deniz…
Özcan’ın
bir amcası gemi adamıydı ve yurt dışında çalışıyordu gemisi. Özcan da gemi adamı
olmaya karar vermişti. Ali de bunu düşünüyordu; ama sürekli gemide olmanın iyi
bir şey olduğunu sanmıyordu, toprağa basmaya alışmıştı çünkü. Özcan çok para
kazanmak ve amcası gibi yeni yerler görmek istiyordu. Ali ise bir süreliğine
gemi adamı olabilirdi. Çünkü ailesinden temelli uzakta yaşamak istemezdi.
Birilikte bir gemiye gireceklerdi liseden sonra. Ama bu hayal sadece birlikte
olduklarında konuşulan bir hayaldi. Ali büyük ihtimal devlette bir işe girerdi.
Annesi ve bası böyle istiyordu, üniversiteyi bitirdikten sonra.
Ali bir
keresinde gemi adamı olacağını söylemi babası ve annesi çok kızmıştı bu işe.
Özcan’la
yazın dikenliklerden (potur) böğürtlen toplamıştı. Yardımlaşarak, dikenliğe
tahta dayamışlardı, Özcan ufak tefekti, o toplarken ali diğer eliyle onun elini
tutardı. Arazi satın alıp ceviz üretimi işini konuşmuşlardı, ceviz çok
pahalıydı, eğer yüzlerce ağaç dikerlerse bu işten iyi paralar kazanabilirlerdi.
Ya da yurt dışından Romanov koyunu getirmek. Bu çok kuzulayan bir koyun ırkıydı
ve Özcan’ın babası Romanov koyunu getirmek için yurt dışında bir koyun
çiftliğine başvuru yapmıştı. Bu iş Ali’ye çok uyuyordu. Bu koyun işini babasına
anlatmıştı, bu babasının çok hoşuna gitmişti. Zaten almayı düşünüyorum param
olsun demişti Osman.
Keçi sütü
iyi para ederdi, pastacılar tatlıcılar tatlılarında bunu kullanırdı ve pahalı
restoranlarda kuzu pişirilirdi. Aliye kuzuların öldürülmesi canice gelmişti, e
o da kuzuları kestirmezdi. Mesela 30 sığırları olsa, kimi kasaba verilse, kimi
kurbanlık satılsa, sığır işinde de iyi para vardı. Bunlar Osman’ın sürekli ev
içinde karısıyla konuştuğu ve onu heyecanlandıran konulardı; Ali bu yüzden
böyle şeyler yapmak istiyordu. Bir keresinde Özcan’la banka soyup babasına
çiftlik kurabilmek için yardım olmayı düşünmüştü. Ama o zaman birini
öldürebilir ya da ölebilirdi ve ayrıca polis onu yakalardı, namuslu yoldan
çalışıp babasına ve ailesine yarlı olmak en büyük ve önemli düşüncesiydi.
Şimdi
evden babası yoktu, tek erkek oydu ve kendini buranın sorumlusu olarak hissediyordu.
Gitmeden
önce babası ne demişti, annenle kardeşine iyi bak sana emanet ettim onları…
Ahıra
ilerledi. Ahırın üstünde sığırlar yiyeceği vardı, mısır sapları. Ayak sesini
duyan kedi başını delikten dışarı çıkardı, siyah beyaz dişi bir kediydi bu.
Orası onun yuvasıydı. Ali el fenerini ona tutmuştu, sersem ve korkmuş
bakıyordu, içeri kaçtı. Bu kedi yavruyken sefil bir halde kapıya gelmişti
yiyecek için. Ona bakmaya başlamışlardı, kediler sürekli olurdu burada, biri
kaybolursa bir başkası gelirdi, o alıp başına giderse başkası gelirdi. Çünkü
gezegen kedi doluydu, kendine iyi bir yer arayan kedilerle. Ala kedi geçen
seneden beri bu evin kedisiydi. Kedinin gençlik çağlarıydı, evde sıçan
dolaşıyordu, Ali’nin aklına kediyi mutfağa salmak geldi, annesine benim kedi
işi haleder demişti, hemen gidip kediyi alıp geldi, kapıyı pencereyi
kapattılar, kilimi kaldırıyorlardı, kedi sıçanı aniden gördü, ve birden atladı,
yakalamış ve sıçanı yutmuştu bir anda, annesiyle deli gibi gülmeye başlamıştı,
ali kedinin ağzını tutmuştu, at o pis şeyi diyordu, mide bulandırıcı sıçanı
yutmasını istemişti. Yavru kedinin doğuştan kabiliyetine şaşıp kalmıştı.
Ali
gözlerini kuş kümesine dikti. Bu kümesi Özcan’ın yardımıyla yapmıştı, o kendi
başına yapmaya uğraşırken başarılı olamamış, gidip Özcan’ın çağırmıştı. Özcan
evinden tahtalar getirdi, yoksa o eski çürük tahtalarla iyi bir kümes
yapılmazdı, menteşeleri çakıyorlardı, gres yağı vardı, Özcan dedi ki: bu da
çikolata gibi, acaba tadı nasıl. Bakalım mı, ali güldü, Özcan bir parça gres alıp
ağzına götürdü, Özcan dedi ki: deli misin oğlum. Al sen de tat. Kafasına
koymuştu, ailesi karşı çıksa da liseden sonra bir süre gemide çalışacaktı,
Özcan’la birlikte, Özcan olmasa ne işi olurdu gemide. Özcan gazetelerden
kestiği gemi fotoğraflarını bir defterde biriktiriyordu; bu defter gemi
resmileriyle doluydu ama arada mayolu kadın resimleri de oluyordu. Birkaç kadın
resmi. Ali gülmüştü onları görünce. Annen görse bunları keser seni la. Yok
atmıştım bunları unutmuşum. Fena kızdı. Bir daha yaparsam çamaşır suyu
içireceğini söyledi. Öldürse daha iyi. Çamaşır suyu içsek gırtlak filan kalmaz.
Gülüyordu Özcan. E herhalde aslanım.
Özcan’la
elektrik kablolarının geçtiği plastik siyah boruyla birbirine külah atmaca
oyunu oynadıkları zamanlardan birini hatırladı, bir keresinde Özcan külah ucuna
iğne koymayı akıl etmişti, belirledikleri hedefi vuruyorlardı, bu oyunu bütün
koy çocuklarıyla oynardı, ama en zevkli oyun kayış saklamacaydı, 30 kişilik
grubun lideri büyüklerden biriydi. 14, 15 yaşındaydı. Bu oyunu o öğretmişti
onlara, belki de uydurmuştu. Gruptan birinin kayışı alınır, ebe olan kayışı
saklar, sonra herkes kayışı aramaya çıkar, ebe kayışın olduğu yeri yönergelerle
söyler, yaklaşırsan sıcak,- uzaklaşırsan soğuk diye. O esnada herkes deli gibi
kayışı aramaktadır, bulan ise önüne geleni kayışla dövecektir, yavaş koşan
yanar; yani dayağı yemeye başlar, kayış çok acıtır, herkes kayışı bulandan
kaçar, ötede bir çizgi vardır, o çizginin ötesine varan kayıştan kurtulur, oyun
yeniden başlar,
dayak
yiyen kayışı skalama hakkı elde eder, tabi bu oyun sırasında korku, panik, at
sürüsü kaçma ve dayak yiyene deli gibi gülme söz konusudur, kayış yiyen
ağlamaya başlar, kaçar, ta ki kurtuluş çizgisinin ötesine gidene kadar kayışı
yer kafasına sırtına, artık neresi denk gelirse. Merhamet yok, bazısı çok sert
vurur kayısı, ve kayış çok can yakar.
Yaz
geldiğinde ne güzel olur buralar, sıcak yaz gününde esen rüzgar, tarlada bağda
bahçede yapacak iş yoksa tek kale ya da çift kale maç yapardı köylü çocuklarla,
suyunu, cılkını çıkrana kadar, yapılan eğlence ya şamata ne ise onun cılkını
çıkarana kadar devam ederlerdi; çünkü zaman onlarındı. Yaz geldiğinde buraları
bambaşka olurdu. Yaşama dürtüleri canlanıp budaklanırdı, yokuş yoldan aşağı
bilyalılarıyla kayarladı. Uçurtma yapalardı.
Evin
kapısı açıldı, melek dedi ki: “Ali nerdesin, annem öldürecek seni!”
“Tamam
kız, geliyorum” dedi.
Kendini
buranın patronu gibi hissediyordu, şu tavuk bozmuştu atmosferi. Odun yüklenip
içeri girdi.
Kuzineye
odun attıktan sonra ablasının yanına oturdu, üşüyen ellerini onun ensesinden
içeri soktu, Melek onu itekliyordu, donmuştu ensesi, şakayla karışık kavga
başladı.
OSMAN
Osman
kar fırtınası içinde ilerliyordu hayalet gibi, bir kurdun acı acı uluduğunu
duydu, çok uzaktan geliyordu ses, durdu ve el fenerini çevresine tuttu, ses
soluk yoktu, bir çık yoktu, nefes alıp verişini duyuyordu. Korku duymuştu.
Devam edip ve bastı, ayakları daha da derine batmaya başlamıştı, bir süre eve
döndüğünü hayal etti, bu ona çok iyi hissettirdi, bu gecenin güzel noktalanacağını
düşündü. Bu ona kuvvet ve azim verdi.
Dedensin
verdiği tüfekle ava çıktığı ilk günü hatırladı.
Kış
yeni gelmişti mezraya, birkaç gündür kar aralıksız yağıyordu ve kar
tutmuştu, Osman kara bata çıka
ilerliyor, çevresine bakınıyordu avanak gibi, ayakları kara her battığınca bir
ses çıkarıyordu, bu ses güzeldi, kar dolu dallar sarıyordu, orman beyaz örtü
altında ölü gibi yatıyordu, küçüğündeki geceleri hatırladı, kuzinenin başında
otururdu ailesiyle, sıcak diye oradaydı yer yatağında yatardı, yalnızdı,
kuzineden sesler gelirdi, yanan odunların sesleri, yağmur sesi olur dışarıda,
ya da atmadan önce karın yağdığını görmüştür, yarın sabah kalkıp karda
oynayacağı için sevinçlidir. İşte o gecelerde ormanı hayal ederdi, ormanda
nasıl bir yaşam vardı, ormanda tek başına kalsa neler olurdu, ormanda tek
başına yaşayabilir miydi? Ormanla ilgili hikayeler dönerdi kafasında, ayılarla,
kurtlarla tilki ya da çakallarla ilgili hikayeler, annesi ya da abileri
anlatırdı, uyduruk hikayeler. Hayalini kurduğu şeyin içinde olduğunu fark etti,
gülümsedi.
Bir
şeyi gerçekleştirmeyi dilersin. Ve o şeyi gerçekleştirdiğini hissettiğinde
başka türlü mutlu olursun. Çünkü ona ulaşana dek çok acı çekersin ya da çok
beklersin ya da birçok engeli aşmak zorunda kalmışsındır. Osman mutluydu, şu
tüfek işi, avlanma, ona göre değildi ama yola çıkmıştı bir kere. Tüfek kendini
bildi bileli sevdiği bir şey değildi. Tüfekten korkardı, a bir kaza çıkarsa,
köyde ava çıkan arkadaşları vardı, biri yanlışlıkla ötekini vurmuştu, vurulan
kurtulmuştu ama yüzünün bir bölümü büyük hasar almıştı. Dedesi tüfeği hediye
ettiğinde sevinmiş, ama aklı başına gelince; bununla ne edeceğim diye sormuştu
kendine. Köyde ondan dört beş yaş büyük abla diye hitap ettiği birine yolda
rastlamıştı, ava çıkıyorum demişti, bir şey avlarsan sana getiririm, demişti,
eğer bir şey avlayacaksa o ablası için yapacaktı bunu, öldürmek ona göre
değildi, Osman merhametli biriydi, ha, sapanla kuş avlardı, ufak tefek av
kuşları, bunu eğlencesine yapardı ve çoğunlukla kuş vuramazdı, ama tüfekle kimi
av hayvanları vurmak, bu şimdi gözüne korkunç geliyordu, güvercin avlarım
demişti, hayal kurmuştu; ama şimdi o sahneni içinde olunca iş başkalaşmıştı,
gül ablaya söz vermişti, gül annesinin en yakın arkadaşıydı.
Kızı
esma Osman’ın emsaliydi, ilk okulu beraber okumuşlardı, sonra esma köyden
biriyle evlendi ilk okulu bitirdikten sonra ve büyük şehre taşındı, kocası
orada eskicilik yapıyormuş.
Gül
Osman’ın annesiyle muhabbette etmeye geldiğinde Osman için küçük de olsa bir
hediye getirdi, kraker, bisküvi gibi şeylerdi bunlar, ve Osman beş kişilik
ailenin en küçüğüydü ve sevilirdi. Gül, köydeki diğer köylü kadınlar gibi
değildi. Matraktı, acı çeken ya da toprakla ve geçim sıkıntısıyla boğuşan
insanlarda bunu göremezsiniz. Ama gül matraktı, insanın ruhuna neşe verirdi.
Yeryüzünde çok insan vardır ve çoğu dert ve balalarla boğuşur ve bu insanlar
neşeli olmayı unutur, bu aslında bir yaratılış meselesidir. Bazı insanlar en
zor durumda bile neşeli olur, binlerce insan tarlada çalışır akşama dek, akşam
eve döndüklerinde onları aynı sıkıntılar bekler, ailevi sıkıntılar, eş evlatlar
evle ilgili sorunlar, bu durumlarda kaç tanesi bulundukları trafik konuma
gülebilir, ya da onunla alay edebilir, yaşamın amacı nedir, gün boyu çalışıp
akşam eve dönüp başka sorunlarla uğraşarak ezilip çürümek mi yavaş yavaş.
Yaşaman anlamı güle göre matrak şeyler bulabilmekti güle göre, insanı mahveden
sorunlar içindeyken bile.
Osman
çoktan unuttuğu bir günü hatırladı birden.
Annesi,
gül teyzesi ve o ot biçmeye gitmişlerdi, Osman ufak olduğu için onu da
almışlardı yanlarına. Ot biçmek çok yorar insanı, ya orakla biçersin otu, ya
tırpanla, kadınlar orakla biçiyordu, eğilerek yapılan bir iş olduğu için beli
çok yorar. Biçilen otları çuvallara doldurmuşlardı, sonra iplerle bohça gibi sırtlanıp
samanlığa taşıyacakları, bu iş akşama dek sürecekti, kan ter içinde yere
oturmuşlardı.
Osman
sıkılmıştı, gül cebinden şeker çıkarı verdi, kırmızı kesme şekerler, Osman
acayip sevinmişti. Bu sırada gülün kızı çaydanlık ve tepsiyle geldi, çay içmeye
başladılar, o yorgunlukla en çok yapılmak istenen demli çay içmektir, o durumda
çay insanın yorgunluğunu diğer deyişle elementlerini bambaşka türlü yorumlar ve
çay içtikten sonra yenikler insan ve öyle güçlü kuvvetle çalışır, çay içerden
gül kalktı ve Osman’ı tutup kendi çevresinde döndürmeye başladı, tam bir kadın
ama çocuk kadın, sonra onu ot yığının içine fırlattı. Büyü sana kızımı
vereceğim, ama büyü ve adam ol. Osman gülüyordu. Gül yorgundu ve annesiyle
sohbete ara verip çayına, onu mutlu ediyordu, gül sahiden muhteşem bir kadındı.
Beş kızı değil beş kurbağası olsa Osman onları alırdı, sana kızımı asla vermem
adam olmazsan, bir kurbağa veririm ama dereden, kadınlar aralarında gülmeye
başlardı. Osman’la kafa bulurdu gül.
Osman
ormanda ilerliyordu ve çevresini tararken ciddi bir romantizm duyuyor, kendini
bir gezgin gibi hissediyor ama ormanda her şeyin bir durağanlık içinde olması
onu sıkıyordu, karın olması sebebiyle hiçbir canlı göremiyordu, enerjici gücü
yerindeydi, onu hareketlendirip ateşleyecek bir şey olsa güzel olurdu, belki de
bu gezintiyi bir doruk noktası yaşamadan bitirecekti, buraların bu kadar ölü
olması can sıkıcıydı.
Aklına
gül teyzesi geldi, o ot biçme günü ya da diğerleri hatırına ona bir hediye
götürebilmeyi derin biçimde arzuladı bir an. Asıl mesele günlerdir evdeydi ve
çok sıkılmıştı, evden uzak durma istemişti; ormanı erken terk etmek işine
gelmiyordu, ağabeyleri gurbete çalışmaya gitmişti ve tek onu bırakmışlardı
evde. Evde de yapacak ne olur ki kışın, yat uyu, sığırlara bak. Bu işi annesi
zaten yapıyordu, Osman’ı boş boş durmak çileden çıkarmıştı ve bu av evden
uzaklaşmak için bir ilk yardım simidiydi aslında. Uzakta bir yerde Kendi başına
kalıp kafasının içini yenilemekti istediği. Epey bir süre daha gitti, tek bir
kuş bile göremedi, bu işin fiyasko olduğu açıktı, sevindi, ama canı eve dönmeyi
hiç istemiyordu, eve girerse bunalıma girerdi, burada heyecanlı bir şey
yaşamasa da başka bir işe yaşamalıydı. Geceyi ormanda geçirmek çok cazip geldi.
Çuvaldan bozma sırt çantasına zaten gerekli her şeyi koymuştu. Ormanda
ilerlemeye karar verdi ve bastı, bu sırada dün sabahtan beri durmuş olan kar
başladı ve kısa sürede hızlı arttırdı, Osman yorulana dek ilerledi ve uygun yer
gözüne kestirdi konaklamak için. Sırtı çantasını indirdi ve ağaçtan dallar
kesmeye başladı, önce sığabileceği biçimde bir barınak inşa etmeye başladı,
buna ara verip ateş yakmak için ağaçların iç bölümlerinden kuru dallar kesti,
ateşi yaktıktan sonra barınak işine girişti. Bu sırada gökyüzünden bir yerde
gelen karga sürüsü yakındaki ağaçların birine koydu. Oturup kargaları izledi,
dinlendi ve işe devam etti, barına aşağı yukarı bitmişti, ince detayları
kalmıştı, sonra ormanın başka bölgelerine ilerledi, gece boyunca odun lazım
olacaktı, bir süre dolaştı ve çürük ama kuru kalmış bir ağaç buldu, onu
parçalara ayırıp konaklama yerine taşıdı. Sonra ateş başında ısındı, sabah
erken kalkmıştı, uykusu geldi ateşin sıcaklığıyla mayışmıştı, bir an her
nedense gözlerini araladı ve karşıya baktı. İlerde bir şey vardı, ne olduğunu
anlayamadı, bir hayvan vardı orada, hayvan hareket etti, bu bir geyikti. Erkek
bir geyikti, önce kalakaldı, yılardır köyde yaşıyordu ve yaban geyiği hiç
görmemişti. Aklına gül teyzesine dedikleri geldi Ve eli tüfeğe gitti, geyik bu
sırada aniden gözden kayboldu.
Ne
tarafa gitmişti, bir tahmin yaptı ve hazırlanıp peşine düştü, epey dolandı
ilerledi ama bir iz yakalayamadı.
Geri
döndü, ama yerini bulamadı, ahmaklık yaptığını düşünüp kendine kızıp duruyordu,
yılmadı yerini bulmak için çırpınıyordu; ama orasını bir türlü bulamıyordu,
yeni bir konaklama yeri yapmak saatlerini alacaktı ve akşamın gelişi
yakınlaşmıştı. Kaybolmuştu, ormanın bir yerindeydi ama neresi. Gidiyordu bir
tarafa. Bir saat ilerledi, kafasından yaptığı hesaba göre, hava kararmasına çok az kalmıştı, harabe halinde bir yapı
buldu, bu yapının bir kısmı pirket tuğla, bir kısmı ahşaptı, ahıra benziyordu
pirket kısmı. İçeri girdi. Başını sokabileceği yer bulmuştu. İçerde bir soba
vardı, kimi tahtaları kırıp sobayı tutuşturdu.
Hava
kararmıştı, annesine dedikleri aklına geldi: geceyi ormanda geçirebilirim, öyle
olursa merak etme..
4 yumurtası vardı, küçük sahanı çıkardı, soğanı peyniri zeytini
helvası vardı, ve köy ekmeği. Tereyağını ısıtıp yumurtaları kurdu ve yemeye
başladı. Şu geyik işin rengini değiştirmişti, gülümsüyordu, onun görse vurur
muydu, vurmazdı; ama vururdu gül teyzesi için, o ot biçme günü ve diğerleri
hatırına, gül teyze için çiğ tavuk yerdi, gül teyze için neler yapmazdı ki… canı verirdi seve
seve. Ayrıca kendi evine de et götürürdü, kaç zamandır et yedikleri yoktu ki.
Osman küçükken lunaparka hiç gitmemişti, zaten böyle yerlerin de var olduğunu
bilmezdi, ama şehirde balerin diye bir dev oyuncak vardı, bir arkadaşı şehre
gidip ona binmişti, Osman o balerinin gül teyzesinin onu çevresinde döndürdüğü
gibi bir şey olduğunu anlamış, ben onu zaten yaşadım deyip dostuna hava
atmıştı.
Ne yaşadın angut. Diye kızmıştı arkadaşı. Osman’ın ondan önce
binmesini hazmedememişti. Gül teyzem beni tutup çevresinde döndürdü. La sakal o
öyle değil ki.
Cebinden şekerlerden çıkardı, yolda rastladığı gül teyzesi ona
çocukluğundaki gibi şeker vermişti. Kırmızı şekerlerden, eşek kadar olduğu
halde gül teyzesi ona şeker veriyordu ve şu geyiği bir görse işini bitirirdi,
ah bir görse onu.
Dışarıdan kurt ulumaları duydu, sesler çok yakından geldi, o
kadar yakından geldi ki Osman korkuyla tüfeğine sarıldı. Kar yağıyordu
dışarıda, siyah gölgeler gördü, koşan, kaçan ve saklaman, ağların ardında bir
yerde pusuda bekliyordu kurtlar.
Bu
sırada yapının arka bölümlerinden bir yerde tıkırtı duydu, neydi bu, arayıp
bakmasa içi rahatlar etmeyecekti, bu bir kurt olabilirdi, belki de burası
onların yuvalandıkları bir yerdi. Eğer öyleyse bu onun için hiç iyi olmazdı.
Her canlı yuvasını savunurdu düşmanlardan. Eski çuval parlarını sarıp tahta
ucuna dolandı ve meşale yaptı kendine, diğer enlide tüfekler ağır ağır
ilerliyordu, durdu, sesleri dinliyordu ve sesin geldiği yöne yaklaştı. Meşaleyi
tuttu, bu o geyikti, uzun ve kurumuş otların içinde yatıyordu, korktu ve başını
öne eğdi, Osman’ın hemen onu vurmayı düşündü, o istek aniden hücum etmişti,
eğer saniyelerin geçmesini beklerse, uzun uzun düşünürse bu işi yapamayacağını
biliyordu, gül teyzesinin yüzü, gülüşü düştü içine yıldız gibi. Ve ona geyiği
tek senin için vurdu, bir parça de kendim için aldım, dediğini düşüyordu, yap
çabuk bitir bu işi ahmak, daha ne duruyorsun diyordu içindeki ses; ama
düşünüyordu, geyik neden kaçmıyordu, yakından gelen kurt ulumalarını duydu,
geyiğin kokusunu almış olmalı ve onun işini bitireceklerdi büyük ihtimal, o
halde geyiği vurursa çok daha iyi ederdi; tüfeği çıkardı, geyik başını kaldırdı
ve ona baktı; ve başını önüne eğdi, öyle sessiz sedasız bekliyor ve ölümü
kabullenmiş görünüyordu; iyi de onu nasıl vuracaktı, yüreği karşı çıkıyordu bu
işe. Onu hak etmediğini söylüyordu, zavallı geyik saklanıyordu kurtlardan ve
onu vurmak adil görünmüyordu gözüne. Geyik yine başını kaldırdı; ona baktı, bu
bakış Osman’ı daha da yıldırdı; yıldırmaktan çok yaraladı, beni vurma, ama
vurursan da senin bileceğin iş diyordu sanki. Yolum buraya kadarmış diyordu;
Osman’ı bu rahatsız ediyordu, onun kaderini belirleyen kişi olacaksa eğer bu
onu vurarak
olmamalıydı; onun
kaderini belirleyecekse eğer onu yaşatmak için olmalıydı, peki ne diyecekti gül
teyzesine. Üzüldü. Onu mutlu edemeyecekti. Birden parlak bir düşünce geldi
kafasına, gül teyze senin için bir geyiğin hayatını kurtardım, elime düştü onu
kurtlardan ve kendimden, insani zaaflarımdan, kurtardım, insan olmanın
kötülüğünden. Ama nerdeyse onu vuracaktım seni mutlu etmek için. Yani onu azat
ettim. Evet..evet. evet. Bu yüreği geniş gül teyzesini onun etini yemekten daha
çok mutlu ederdi, evet, kesinlikle.
Köydekilerin
durumu, birbiriyle ilişkisi aklına geldi. Şehirlerde dönüne hayatları duyardı
ve onlar birbirlerinin kaderini değiştirme olasılıkları ellerline geçtiğinde
bunu onların hayatlarını kaydırmak biçiminde yapıyorlardı, birbirinin kuyusunu
kazmak.
Ve
Osman dışarı çıktı, ateş etti havaya, kurtlar kaçıştı.
Avının
yanındaydı, onun korkusunu hissetti.
O gece
uyumadı, az gözlerini kapadı, daldı, gidip baktı, geyik sabah karanlığında
uzaklaşıyordu, durdu, geri baktı, teşekkür ederim der gibi.
İnsan
olmak kolay değil dedi kendine. Hayvan olmak çok daha zor.
Duruma
kalpteki iyilikle bakmış ve işi bitirmişti, noktayı koymuştu olaya.
sevinçliydi, çok mutluydu.
Sonsuza
dek kazanındı, geyik, gül teyzesi, annesi ve kendisi. Zaman bu işe faiz
getirisi sunar mıydı, sunar dedi evren. Bir cılız iyilik yap yete ki sen. Onun hatırına
kurtuluş bulursun.
Osman
düşüncelerden sahnelerden sıyrıldı, kar fırtınası acımasızca yağıyordu tepesine
ve el feneri arıza yaptı, Osman zifiri karanlığın içinde kaldı, salladı el
fenerini, ışık geldi, yüreği ferahladı, bir an önce varsa şu eve muhteşem
olacaktı, olacak kesinlikle olacak gece güzel bitecek aslanım devam et dedi
kendine, bir şarkı mırıldanmaya başladı.
AÇ KURT
SÜRÜSÜ
Siyah kurt hasta kurdun başında derin bir inceleme yapıyordu,
ilk teşhisi bütün umutlarını kırıp yerle bir etti, bu kurt yoldaşının hayatta
kalma şansı çok az görünüyordu, 2, 3 güne kalmaz öleceği açıktı, ama tekrar
yaklaştı ona ve nefesini kokladı, iç organlarının birinde bir iltihap vardı
kesinlikle, çürük kokusunu almıştı,
kurtlarda insanınkinden kat be kat gelişmiş koku alma duygusu vardır ve
siyah kurt ikinci kez teşhis yaptı ve artık şüpheye yer yoktu, bu genç dişi
kurt nerden hastalık kapmışsa çok yaşayamaz görünüyordu.
Ama onu burada terk etmek istemedi, onu yüreklendirmek istedi,
başını onun başına yaklaştırdı, duygusallaşmıştı, onunla ilgili hatıraları ve
sürüye kattığı anlamları düşündü ve birden yola devam etmesi gerektiği aklına
geldi ve bastı, liderlik yerine geçti, diğer kurtlar da hasta kurdun başında
bir süre geçirip onunla vedalaştı, genç kurdun sürüsü kar fırtınası içinde
ilerlerken hasta kurt yattığı yerde kıvrılmış, uyku haline geçmiş ve düşler
görmeye başlamıştı. Ölümün gelişine kendini teslim etmiş, bekliyordu.
Siyah kurt hasta kurtla geçirdiği saniyeleri çok çabuk unutmuş,
o bildik açlık ve güvenlik endişesiyle ilerliyordu. Çünkü hayatta kalma
mücadelesi bunu gerektiriyordu, hiç üzülme, üzülürsen de çabuk unut ve yeni
duruma adapte ol, duygusal takılanlar kör olur ve mağlup olmayı hak ederler, ve
sürekli tetkikte, akılı başında olanlar duyularının keskinliği sayesinde
hayatta kalmayı ve av bulmayı hak ederler.
Siyah kurt yarım bıraktığı o eski yıllarda kalan sahneye geri
döndü.
Açlıktan mahvoluyordu ve koyun leşinin başında iri bir kurt
vardı, huyunu suyunu bilmediği bu kurdun sert ve keskin bakışları vardı ve
siyah kurt onun karnını doyurmazsını sabırsızlıkla bekliyordu, sonunda iri kurt
karnını doyurmuş, ağzının kenarını yalamaya başlamıştı ve bakışlarını siyah
kurdun üzerine dikmişti, iri kurdun lacivert gözlerinde siyah kurdu sarsan bir
acımasızlık vardı, belki de siyah kurt onu yanlış algılıyordu; ama bu kurttan
her nedense çok çekiniyordu, lacivert gözlü kurt kenara çekildi, otların
üzerine uzandı ve orasını burasını yalayıp temizlenmeye başladı. Siyah kurt
sevinçle atıldı ve koyun leşinin karnına çenesini gömüp keskin dişleriyle
birkaç parça çıkardı, süratle yiyordu, bir lokma tam çiğnenip bitmeden saldırıp
diğerini çıkarıyordu, az sonra açlığı sakinleşmişti, yavaşladı, karını şişene
dek tıka basa yedi, o an ilk kez başını kaldırıp iri kurdu aradı, yoktu,
sevindi, koyun onundu artık, ama susuzluğunu gidermek için bayırdan aşağı
inince siyah kurdun su içtiğini ve yukarı geldiğini görüp kenara çekildi, ona
yol verdi. Siyah kurt suyunu içti ve yukarı çıktı, iri kurt koyun leşinden az
uzakta ağacın altındaki gölgeye geçti yayıldı, uyuklar vaziyetteydi, siyah kurt
çevreye bakındı, gidebileceği en güzel yer ağacın altındaki nefis gölgeydi; ama
orada iri kurt vardı, çekinerek yaklaştı, güneşin altında beklemektense gölgede
durmak yeğdi ve mesafeyi korusa iyi ederdi aksi halde bu iri kurdun onu perişan
edeceği açıktı, korka korka yaklaşırken, ben dostum, sorun çıkmasını
istemiyordum diye sevecen bakarak yaklaşırken iri kurt tek gözünü açıp ona
baktı, sakın yanlış bir şey yapma, ciğerini sökerim dercesine. Siyah kurt
usulca ilerledi ve onun karşı tarafına uzandı, onun gibi. Birbirimize zarar
vermemiz gerekmiyor dostum der gibi bir bakış attı ona ve bekledi, iri kurt
aynı sert bakışı attı, şimdiye kadar hücum etmediğine göre bu iri kurt iyi bir
kurt olmalı diye düşündü, ona baktı, uyuyordu, siyah kurdun içi rahat etti, o
da gözlerini kapadı, ama az sonra gözlerini açıp onu kontrol etti, yabancı kurt
bu, sağı solu belli olmaz, neyse ki sakin görünüyordu ve derin uykudaydı, siyah
kurt uykuya dalmadan önce yine tedirgin oldu, lacivert gözlü kurt ne ediyor ne
yapıyor bilip güvenmek ve rahatlıkla derin uykuya dalmak istedi, ona baktı,
lacivert gözlü kurt çok güzel uyuyordu, ne güzel uyuyordu, siyah kurt memnun
oldu ve gerindi, esnedi sessizce ve gözlerini kapadı. Bütün yaşadıklarını şöyle
bir gözden geçirmek istedi. Günler süren sarsıcı açlık geçirmişti, şimdi karnı
etle şişmiş, gerilmişti, peşine suyu içinde tatmin olma duygusu pekişmişti,
uykuya yaklaştıkça mutluluk, huzur ve güven sinyalleri atıyordu, nice zor ve
belalı günden sağ çıkıp etme buluşmayı başardığı için gurur duyuyordu kendiyle,
mücadele ettiği için, pes etmediği ve sonunda tam istediği olduğu için. Ama tek
sıkıntı şu iri kurttu, o da çekip gitse ne güzel olurdu; ama zararsız birine
benziyordu, zararsız, güçlü kuvvetli ve yüce kurtla eğer böyle giderse sıkı
dost olmayı umuyordu çünkü doğada tek kurt ölüme çok yakın demekti; ama el ele
veren kurt ölümle güreşebilir ve onu alt edemeyebilir demekti.
Siyah kurt düşler görüyordu, aniden sırtında ve ensesinde bir
acıyla uyandı, ne kadar süre geçti biliyordu ama iri kurt üstündeydi, böyle bir
haince saldırıyı yapmaz diye düşünmüştü ama yapmıştı ve korkup cıyakladı;
kaçmaya çalıştı, ondan sıyrıldı ve diş gösterip hırlamaya başladı. İri kurt
onun sırtına çıkıp enseden şakayla ısırmıştı, oysa şaka yapmak istemişti.
Siyah kurt iri kurda dikmişti gözlerini nefret ve dehşetle.
Üstüme gelirsen seni mahvederim hırlamasıydı bu. Onu göz hapsine almıştı; am
iri kurtta bir gariplik, acayip derin bir yumuşaklık, şapşallık fark etti, iri
kurt gülümsüyordu ona, çok dostça bakıyordu, siyah kurt şaşkındı, bu dostlar
arasında gerekli olan parlak gülümsemenin bu acımasız kurdun suratında ne işi
vardı, gözlerine inanmadı, evet, bu parlak gülümseme sadece yoldaşlar arasında
geçerliydi ve bu bir parolaydı, sonsuza dek dostuz, senin için ölümüne
kapışırım, senin iyiliğin için. Peki bu acımasız kurt bu gülümsemeyi neden
takınmıştı, bu bir numaram mıydı, onu boğmak için, siyah kurt sana inanmadım,
seni sahtekar der gibi hırlıyordu, avunun yalarsın, benden uzak dursan çok iyi
edersin, beden dokunulmazlığı diye bir şey var, bana dokunmaya hakkın yok,
yaklaşma bunu pahalıya ödersin. Ama iri kurdun tavrı değişmedi, bu bir geri
zekalı mı nedir diye düşünüyordu siyah kurt, bu kurt, bu korktuğum kurt değil.
Bu başka bir kurt, ama en başta gördüğüm kurt nereye gitti. aslında çok sevindi
bu duruma, bir dost bulduğuna, ama emin olmak istiyordu, iri kurt bir numara mı
çekiyordu, emin olmalıydı ve hırlamayı sürdürdü, baktı ki iri kurt yerine geçti
ve dizleri üstüne uzattı başını, ona dostça ve parlak sevimli bir ışıkla
bakıyordu, o lacivert gözleri ilk kez bu kadar cana yakın ve vazgeçilmez
geliyordu siyah kurda, bu kardeş bakışıydı, bu kardeşlerin en güzel ve en
mahrem, en baş başa oldukları anda birbirlerine attıkları bakıştı, sürüsü
hatırladı, kaybettiği canın merkezi, canını yarısı ve her şeyi sürüsünü, o
sürüde bu bakışları üstünde çok hissederdi, canı acıdı, kalbi kırıldı, acıyan
yerinde bir alev hissetti, ulumak istedi ve başladı ulumaya, bu alsında bir
ağıttı, her neydeyseniz sizi çok özledim, burada çok yalnızım, lütfen bana
kendinizi bir şekilde hissettiren dercesine bir ulumaydı bu. Ve kaç zamandır
unuttuğu anlılar, sürüsünde geçen mutlu ve güvenli zamanlar akın etti
hafızasına. Hayatta kalma savaşıyla betonlaşıştı yüreği, geçmişiyle arasına
duvar çekilmiş gibiydi ve geçmişiyle arasındaki kanal açılmış, şimdi geride
bıraktığı kendisini, o eşsiz manzaraları bütün berraklığıyla görüyor ve
yaşıyordu, kalbi bambaşka bir güzellikle ve iyilikle, huzurla, mutlulukla ama
sızıyla çarpıyordu; çünkü yoktu onlar ve asla geri gelmeyeceklerdi. Bu çok ama
çok kalp kırıcı ve acıtan bir şeydi, ama ne var ki açlık ve hayatta kalma derdi
her şeyden daha üstün ve baskındı, iri kurda arkasını döndü, yok canım gerçek
olamaz diyordu içinden, bu işin içinde bir iş var, belki de onun rakibini
mağlup etme yöntemi buydu, evet, herkesin bir stratejisi vardı ormanda, her
kurdun bir kendi içinde yürüttüğü hayatta kalma planı ve diğerini saf dışı
edebilme kabiliyeti. Dönüp ona baktı, dili dışarıdaydı ve gülümsüyordu, siyah
kurt da gülümsedi, kapılmıştı ve kendini alamıyordu bu gülümsemeden, tabi eğer
bir yerden çıkıp gelen dostları varsa, acımasız dostları ve o zaman hapı
yutmuştu, gülümsemeye çakılı kalmıştı ama kafasının iççinde bir işleyip ve
tatlı tatlı bir işleyiş vardı, bu parlak ve mıknatıs gibi kendine çeken
gülümsemede
Ne çok anısı vardı, sanki iri kurt bunların hepsini biliyordu,
hepsine tanıklık etmişti.
Kavuran
sıcakta açlıktan midesi birbirine yapıştığı gün babasının getirdiği tavşan
ölüsünü yemeye başlamışlar ve kardeşleriyle çatışmaya başlamıştı, ama az sonra
tavşanın her bir köşesinden tutup çekip çekiştirmişler, herkese bir pay düşmüş,
suratlarını ete gördüklerinde birbirilerine bakıp gözdağı niteliğinde sakın
yaklaşma bilmem ne çocuğu diyerek gülümsemişler, sonra kanlı suratlarını ve
patilerini (pençe) fark edip birbirlerine gülümsemişler, birbirinin sırtına
çıkmaya, birbirlerini yere devirme oyunlarına girişmişler, sevinçle oyundan
oyuna dalmışlardı. Ne çok açtık, açlık kırdı geçirdi bizi, ama bizimkiler
ağızları boş dönmedi diyerek olayın kritiğini yorumlamasını yapıp sohbete
dalmışlardı kendi aralarında., evet, sonunda aç suratları gülmüştü. Başka ve
güçlük barındırmayan bir evrene, bir tür cennete ışınlanmış gibi rahat, mutlu
ve huzurlu kardeşleriyle yan yana uzanıp uykuya dalmışlardı.
Siyah
kurt bu işe bir iş var, bu yabancı kurtla hiçbir şey paylaşmamıştı, ha koyun
başka, onunla birlikte el ele verip bir savaşa, bir mücadeleye girişmişti, onu
ilk kez görüyordu hayatında, bu sırnaşma, bu sululuk, bu lakaytlık nedendi.
Tarzı mı buydu, eğer öyleyse iki zırt karakteri barındırıyordu anlaşılan.
İri
kurt olduğu yere çömeldi ve sonra kırıldı, gözlerini ona dikmişti, konuşacak
çok şeyim var, korkma yaklaş yoldaş der gibi bakıyordu, ama siyah kurt henüz o
gülümsemeyi, o candanlığı anlayabilmiş ya da hazmedebilmiş değildi, kurt olalı
ilk kez böyle bir şey başına geliyordu, ilk kez böyle gülümseyen, böyle yumuşak
gülümseyen ve böyle gülümseyerek iyilik saçan bir gülümsemeyi ilk kez
hissediyordu içinde ve kalbinde. Tamam, bu gülümseme kardeşleriyle aralarındaki
gülümsemeye ikiz kardeşi kadar benziyordu ama çok emindi ki o gülümsemeye
fersah fersah aşan bir gülümsemeydi bu, yüce, güven veren ve bir tür ilahi ışık
barındıran bir gülümsemeydi bu, benim canım senin sağlığın için sonsuza dek
çarpışır dostum der gibi, siyah kurt buna inanamıyordu; ama bütün kalbiyle
inanmak istiyordu, zaten aç susuz perişan onca gün ya da hafta boyunca böyle
bir umut, böyle bir dost hayal etmişti kafasında.
Vakit
ilerlemişti ve siyah kurt ve iri kurt uyuyordu, köpek sesleri duyuldu, siyah
kurt hareketlendi hemen, köpek seslerinin geldiği yöne baktı, siyah kurt da
onun yanına gelip ufka baktı, siyah kurt 7, 8 köpek saydı, bir an yanındaki
kurtla göz göze geldi. İri kurt bastı, siyah kurt da onun peşinden bastı,
buraları biliyor olmalıydı, siyah kurt buradaki hoşnut ve karnı tok geçirdiği
zamanın tükendiğini ve buraya bir daha dönemeyeceğini biliyordu; koyun leşini
bırakmanın acısını duydu, başını çevirip geri baktı, iri kurt kendinden emindi,
nereye gidiyordu böyle. Ona uysa iyi ederdi, onda iyi bir şey olduğunu
anlamıştı ve ondan zarar geleceğine dair şüphesinin de yersiz olduğunu anlamıştı.
İri kurt yukarı bölgelere doğru gidiyordu. Su dolu bir çukurda su içtiler ve
yola devam ettiler,
Akşam
olmuştu, ağaçların sık olduğu bölgede dinlenmeye çekildiler, siyah kurt
başından gelenleri anlatıyordu, iri kurt pek konuşmadı, dinledi sadece, siyah
kurt birlikte iyi bir ekip olabileceklerini anlatıyordu, karanlıkta bir ses
duydular, iri kurt hemen fırladı, siyah kurt bunun bir tavşan olduğunu
anlamıştı çıkardığı sesten, iri kurt tavşanı yakaladı ve onunla oynamaya
başladı, tavşanı bıraktı, tavşan çalıların arasına girip gözden kayboldu, bu
siyah kurdu çok sinirlendirmişti, yiyecekleri elden kaçmıştı, iri kurt neden
böyle çocukça ve saçma bir şey yapmıştı ki; bu işe çok kızdı, bir şeyler
diyecekti ama sustu, iri kurdun bildiği bir şey vardı belki de.
Gün
aydınlanıyordu, siyah kurt üstünde ağırlık hissederek uyandı, iri kurttu bu,
ona şaka yapıyordu, siyah kurt sert sert baktı, daha afyonum patlamadı ne
yapıyorsun sen der gibi, iri kurt ona aldırış etmedi ve güreşmek için atak
yaptı, siyah kurt sabah sabah bu oyunun ne anlamı var diye düşündü ama ona pas
verse iyi ederdi, biraz oynadı ve geri çekildi, onun tuhaf hareketlerine bir
anlam veremiyordu, neden ciddi değildi ki, sanki her şeyi yerli yerinde ve dört
dörtlük bir hayatı varmış gibi keyifli, mutlu ve sorumsuz hareket ediyordu, iri
kurt gözden kayboldu bir an, siyah kurt sevindi, biraz daha kestirme imkanı
bulacağı için.
Uzandı
kıvrıldı ve gözlerini kapadı, az sonra çalıların arasından bir takım sesler
geldi, bir şeyler oluyordu, ama boş verdi, uykusunu almadan harekete geçerse
bütün günü zehir olurdu. Az sonra iri kurt göründü, ağzında bir tavşan vardı,
bu dün yakalayıp oyun için bıraktığı tavşan olmalıydı, eğildi ve onu önüne
bıraktı, tavşan fırıldak gibi kaçıp saklandı yine. Siyah kurt tavşanın saklandığı
yere koştu araştırdı ama tavşan yoktu, canı sıkkın biçimde döndü iri kurdun
yanında, ona ters ters baktı, senin neyin var, geri zekalı gibi davranmanı
anlayamıyorum, hani ekiptik, böyle ekip olur mu, sabah kahvaltımızı bıraktın.
İri kurt dostça gülümsedi, canını sıkma, zavallıcık çok küçüktü, sonra büyüğünü
yakalarız. Dedi gözleriyle. Siyah kurt başını önüne eğdi üzüntüyle. Ona kalsa o
tavşanı asla bırakmazdı, küçük olsa kimin umurunda, hemen parçalardı onu,
ayrıca tavşan kurt olsaydı eğer onun gibi mi düşünürdü, hayır, onu hemen yerdi.
Bunu anlattı ona. Sorun etme dedi iri kurt bakışlarıyla.
Yola
düştüler, buldukları ufak tefek leşleri yiyorlardı ve bunlar çok pis koktuğu
için tatları da berbattı; ama çaresizdiler onları yemeseler ilerleyecek güçleri
bulamazlardı.
İkinci
gündü, siyah kurt leş yemekten bıkmıştı, gurur kırıcıydı bu, yağmur başlamıştı
ve toprağın altına bir mağa buldu siyah kurt, oraya girdiler, hava kararıyordu.
MEZRA
EVİNDE
Mezradaki
ev kar fırtınası içindeydi ve gaz lambasının aydınlığı yansıyordu cama, solgun,
ölgün bir ışık. Kapı önüne bağlı köpek kulübesine uzanmıştı, gözleri kapalıydı,
kulakları açıktı, farklı bir ses yakalasa sevinecek, havlayacak, kendini köpek
gibi hissedecekti. Ahırın önüne bağlı köpek kulübesinden çıktı, karanlıktaki
eve, küçük pencereden yansıyan solgun ışığa baktı, can sıkıcı sessizlik ve
hareketsizlik onu deli etmişti, kar sırtında birikmişti, silkindi ve kulübesine
geçti, huzursuzlukla mırıldandı, başını öne uzattığı ayakları üstüne yasladı,
yapacak bir şey yoktu uykudan başka, olay yok ne etsin.
Çay
istemişti Leyla, kızı ona çayı uzattı,
Senin
saçların Sencan’ın saçları gibi güzel, Dedi kızına,
Kıyı
şekeri uzattı, sonra kendi çayını aldı.
Anne
oğluna baktı, Ali çay istemiştin, uyuyor dedi. Ört şunun üstünü.
Genç
kız duvar dibine yığını yorganı alıp kardeşinin üstüne örttü.
Ne
biçim örtüyorsun, tahta değil ki o
Beni
sinir etti.
Düzeltti
kız. Annesinin yanına oturdu.
Sencan Leyla’nın
genç kızlık arkadaşıydı. Başak birçok arkadaşı vardı ama Leyla’nın kalbinde
yeri bambaşkaydı, 14 yaşındaydılar, mısır tarlasının kenarında, kilim üzerinde
oturmuş çay içiyorlardı, güneşli bir havaydı, o bir köylü kıza değil; daha çok
şehirden gelen kızlara benziyordu. Yürüyüşü güzeldi. Konuşması kibardı.
Bakışları zarifti. Mavi bakışlarında güzel rüyalardakine benzer bir tatlılık ve
yumuşaklık vardı ve o bakışlar insanı kendisine çekerdi ve insan ona uzun uzun
bakma ve onu inceleme isteği duyardı. Ona göz koyan pek çoklarını kibarda
reddederdi Sencan, harbi kızdı, kimseyi aldatmazdı, kandırmazdı, taliplerine
övgüler düzer; ama kabul edemeyeceğin belirtirdi. Üniversiteye gideceğini,
meslek sahibi olmak istediğini söylerdi. Köylüde olmayan bir şuur vardı onda,
kasabadan kitaplar alıp gelir, onları evlerinin verandasında okurdu.
Leyla
ve Sencan ortaokulda aynı sınıfta okuyordu, kasabaya giden bir dolmuş onları
yol yolunun iki ayrı noktasından alırdı, birkaç kız daha vardı okuyan.
Uzun
mısırların gölgesinde çayla Sencan’ın yaptığı kekleri yiyorlardı, Sencan pasta
filan yapma konusunda çok becerikliydi. İkisi de öğretmen olmayı planlıyordu,
ama ikisinin de maddi durumları iyi değildi. Sencan’ın 6 ablası, vardı, babası
erkek evlat istemiş, ha bu kez oldu ha bu kez olacak derken 7 çocukları da kız
olmuştu.
hani
şöyle derler, ne yemek yapacağımı şaşırdım, bunu yoksunluktan söylerler, eğer
Sencan’la şehirde olsalardı bunu her gün derdi annesi. Ama köyde oldukları için
bahçeleri tarlaları olduğu için her gün pişirecek yemekleri olurdu, sebze
ekerlerdi bahçeye, tavuklar, sığırlar vardı. İkisini de hayali okuyup iş sahibi
olup evden kurtulmak; ama ailelerine maddi yardımda bulunmaktı, çamaşır leğeni
delinmişti Sencan’ların, annesi çok üzülmüş, ağlamıştı, alacak para da yoktu,
bazen bir kutu kibrit almaya paraları olmuyordu. Ve anne çok ilkeliydi, kimseni
kapısına gidip borç para istemezdi.
6
sığırları vardı, onun sütünü pazara gidip satardı, kocası gurbete gitmişti,
doğru düzgün çalışmaz, eve para göndermezdi, kafasına göre takılıp arada içer
yatardı.
Zora gemlemeyen, sakin ve iyi kalpli bir adamdı.
Sonra
ailesini hatırlar, elinde biraz parayla gelir, bir süre evde kalır, kadın onu
gidip çalış eve para getir der evden kovar, adam da tekrar çıkardı gurbete,
bazen elinde fazla para olurdu bazen elleri dolu gelirdi.
Leyla’nın
da durumu onlarınkinden farklı değildi. Güç bela geçiniyorlardı, yiyecek
lokmaları vardı ama köy ruhlarını sıkıyordu, uçarı, heyecanlı ve coşkulu
gençler köy gibi yerlerde mahvolur, onlar da öyle hissediyorlardı ve köyü ve bu
pis şehre terk etmeyi planlıyorlardı, yaz ayıydı ve işten güçten başlarını
kaldıramıyorlardı, bir basit giysi, bir basit bir şey almak isteseler para yok
cevabını alırlardı alilerinden, kasabaya gezmeye inebildiklerinde (çok nadir)
bir poşet çekirdek almaya bile paraları olmazdı. Başka şehirlerde bambaşka
hayatlar yaşandığını biliyorlardı, her ne olursa olsun bu baskıcı köyü terk
edeceklerdi. Kafaları uyumlu olduğunda ise okullarını bitirip öğretmen
olacaklarını iddia ederlerdi, düşe kalka ilerliyorlardı ve biriktiriyorlardı
onlara yapılanları, haksızlıkları ve işkence diye adlandırdıkları tepkileri,
sözleri. En büyük dertleri iş güç yaptıkları halde akşama dek neden canlarının
istediğini yapamıyorlardı, evden az uzaklaşsalar sorun olurdu, izin almadan
kıpırdayamazlardı, ha, erkek olsalar iş deşirdi tabi, geçen yol kenarında gezip
çiçek topluyorlardı, dağdan inen bir karavan yanlarında durdu, iki kadın vardı
içerde, yabancıydılar, yarım yamalak Türkçeleriyle konuşuyorlardı turist
kadınlar kasabaya iniyordu ve geri çıkacaklardı, bazı erzakları tükenmişti. Kızlara
da gezersiniz gelin dediler ve kızlar da kabul etmişti. Turist kadınlar
30’larındaydı, Leyla ve Sencan’a birkaç giysi aldılar, sonra erzaklarını alıp
köy yoluna düştüler araçla.
Köyün
yukarısında bir yerde kamp kurdular, ateş yaktılar, Leyla ve Sencan da onlara
yardım etti, akşam oluyordu, ateş başında sohbet ediyorlardı, kızlar
çikolatalarını yiyorlardı, turist kadınların esmeri yemek pişirecekti, geceyi
bizle geçirin dedi turist kadınlar, kızlar da ailelerinden izin almak için
oradan ayrıldılar, aileleri turistleri görmek istedi, inanmak istediler,
Sencan’ın en büyük ablası ve Leyla’nın en küçük abisi ellerinde biraz yemek
öteberiyle yaklaştılar ateşe, tanıştılar sohbet ettiler ve büyükler evin yolunu
tuttu,
Yemek
pişti ve yemeye başladılar, turist kadınlar albümlerini çıkarıp
gösteriyorlardı, ülkelerini anlatıyorlardı, vakit geç olmuştu, çay içiyorlardı,
aniden sessiz şimşekler çakmaya başladı, gök gürledi çok geçmeden ve sağanak
yağmur tek tük yağmaya başlamıştı, el ele verip alel acele eşyaları toparlıyorlardı,
onlar karavana kendilerini attıklarında fırtına başladı, çok şiddetli bir
sağanaktı, Leyla, ne güzel kokuyorsunuz, karavanın içi de deyince, esmer turist
kadın parfümlü deterjanı gösterdi, senin olsun dedi, sonra parfüm çıkardı, o
nasıl parfümse mükemmel bir koku yayıyordu kadınların ikisi de, mumları
yakmışlardı, turist kadınlar ülkelerinden getirdikleri çikolatalardan ve
gofretlerden verdiler, zaman ilerliyordu, sarışın turist gitar çalıp şarkı
söylemeye başladı önce kendi dilinde, İngilizce ve sonra yarım yamalak
Türkçesiyle, karavanın camları iri yağmur damlaları dövüyordu, usul sesle şarkı
okuyordu, bıraktı, uykuları gelmişti, mumları söndürdüler ve Leyla düşüncelere
daldı, bu anların bitmemesini dilerdi ama bitiyordu işte, yarın erkenden kadınlar
dağa çıkacaklardı, birkaç gün orada kalıp başka yoldan başka bir şehre
gidecekti, Leyla ve Sencan kendi aralarında usul sesle konuşuyorlardı, uyumanda
önce söylenen basit birkaç söz ve ilk kez gördükleri bu iki kadın onlara
kardeşleri gibi davranmıştı, buna şaşıyorlardı, başka memleketler, yerler ve
şeyler daha da tutkulu biçimde oralara kavuşmak arzusu uyanmıştı içlerinde,
hani uzaklara gitmek, başka insanlar görmek, bu hayal rutindi, ama başka bir
ülkeden gelen iki kadınla sohbet edip yakınlaşmak o köyden kaçıp gitme
dürtüsünü ete kemiğe bürüyordu ve bürümüştü, onlara yapabilmişse, kızlar neden
yapamasın, kadın balarına gece gündüz yollardaydılar, hem de başka bir ülkeden
gelmişlerdi ülkemize. Leyla gözlerini açtığında sabah olmuştu, turist kadınlar
ve Sencan uyuyordu, zaman ne sabuk geçmişti, onlara bakarken düşünüp duruyordu,
zaman ne çabuk akıp geçmişti, onlarla geçirilen mükemmel zaman, turist kadınlar
yan yana uyuyordu, onları bir daha göremeyecekti, ama adreslerini almıştı, bir
gün oralara gitme imkanını elde eder diye adresi almıştı, belki de onları
sonsuza dek göremeyecekti, ne büyük bir acıydı bu, geceyi düşündü, anladı ki
güzel anlar çok hızla geçip gider, öyle dedi içinden, sonra diğerleri de
uyandı, kahvaltı yaptılar dışarıda ve Leyla ve Sencan evlerini yolunu tuttu.
Köyde
akşam yaklaşırdı, ya Sencan Leyla’ya giderdi oturmaya ya da Leyla Sencan’a, bu
ikisi birbirini sürekli arardı ve birlikte vakit geçirirdi, kapı önünde ya da
bahçede yere oturup mısır mı ayıklanacak, kafa kafaya verip yaparlardı, kış
için domates toplanıp turşu mu yapılacak, birbirinin ailesine yardım ederlerdi.
Köyün yolu akşam çökerken mahzunlaşır ve böcekler ötmeye başlar, deredeki
kurbağalar, ılık yas esintisi eder, bir traktör sesi duyulur yolda giden, köyü
gören tepenin üstüne çıkarlardı, burası Leyla’nın evine çok yakındı, oradan
köyün ışıklarını seyrederlerdi, parlayan sönen ışıklar, bu ışıklara bakarak
dünya hakkında konuşurlardı, gökyüzünde binlerce yıldız olurdu, onlar olunca ve
genç olunca konuşacak çok şey olurdu, gelecek bir an önce gelsin ve onlara arzu
ettikleri hayatı versin isterlerdi, zaman ne ağır işlerdi bu köyde, köyün
rutinleri dışında hiçbir şey yoktu burada, eğlence yoktu, varsa bir eğlence
onlar kendi içlerinden bulup çıkarırlardı, gerçek bir dost insana neşe verir,
ilham verir ve bu ikisi birlikte oldukça bunları yaşıyorlardı, bazen Leyla
Sencan’da kalır, bazen ise Sencan Leyla’da kalırdı, sabah kahvaltı yapıldıktan
sonra eve dönülürdü, köyde böyleydi, kızlar kızlarla arkadaşlık ederdi,
erkekler erkeklerle, kızlar erkeklerle arkadaşlık ederse dedikodu çıkardı, ve
burada insanlar dindardı. Yine de ayaküstü sohbetlere kimse kötü bir yakıştırma
yapamazdı, buradakiler dindar olsa da manyak değillerdi, yani uç düşünceleri
yoktu, burada abi kardeş bilirdi kızlar erkeleri, erkekler kızları, bir
mesafeli dostça dayanışma, burada kimse kötü olamazdı, hainlik yapamazdı,
yaparsa burada barınamazdı çünkü. Belli ilkeler ve ahlak yürürlükteydi. Yazılı
olmasa da bunlar yürürlükteydi, ama yüzyıllardır olduğu gibi burada da kötülüğe
ve uyumsuzluğa meyleden insanlar vardı birkaç tane ve diğerleri onları
olabildiğince idare ederdi, ki onlar aşırıya gidene dek.
Anne
hikayesini kesti ve bir bardak çay istedi.
OSMAN
Osman
kar fırtınası içinde kimi zaman ağır biçimde ilerliyordu, zifiri karanlıkta tek
başınaydı ve elindeki el fenerini ara ara söndürüyordu ki; pilinin bitmesinden
endişe ediyordu, bu yol her nedense fazla uzun sürmüştü; belki de öyle
algılıyordu, ve uzun bir yolda tek başına karanlıktaysanız, düşüncelere sarılırsınız,
düş ve gerçek arasında bir yere gidersiniz, umutlara sarılırsınız, geçmişe
gidersiniz, sizi oyalayacak, size güç verecek, sizi neşelendirecek bir şey
ararsınız ve bu konuda geçmiş, anılar benzersizdir, eşelersiniz oraları ve
ister istemez yüzeye birçok şey gelir, unuttuğunuz şeyler, sevdiğiniz ve
sevmediğiniz şeyler, bir kanal açmış olursunuz ve sizi eğleyecek, sizle
karşılıklı sohbet edecek şok şey bulursunuz ve Osman can sıkıntısıyla, yolun ve
kar fırtınasının ezişiyle bambaşka biçimde sarılmıştı geçmişe ve orada olumlu
ya da olumsuz her şeye.
10
yaşındaydı Osman, çok sıkıntılı zamandı. Köylü, çiftçi için sıkıntılı zaman
bitmez ki. Ve Osman’ın babası Abdullah parayı yettiremiyordu, pazarda bir
şeyler satıyorlardı, Osman ortaokulu o sıra bırakmıştı, babasına yardım ettiği
için çoğu zaman gidemiyordu okula. Adam gibi bir bulup yapmak istiyordu ama
köyde iş imkanı yoktu, ama belki kasabada iş bulabilirdi, nisan ayı geliyordu
ve köye bu sırada ziraat odası başkanı geldi, muhtarla köy meydanında köylülere
konuşuyordu. Ziraat odası başkanın birkaç kez daha görmüştü, sık sık köye
uğrar, ilçedeki ofisinde akşama dek oturup çay içmez, insanlarla boş
muhabbetler yapmaz, sürekli hareket halinde sevecek ve heyecanlı bir adamdı.
Herkesle konuşurdu, köylü kadınlarla, gençlerle, çocuklarla, çocuklara
nasılsınız çocuklar, “selam size muhteşem insanlar!” derdi bağırarak. Sakız,
şeker dağıtırdı, Süleyman şöyle diyordu köylülere: Toprak işleme, gübrelemede,
sulama ve ıslah gibi faaliyetler gibi yabancı otla mücadelenin de önemli
olduğunu anlatıyordu. Hububat ekili arazide yabancı otun verim kaybı yanında
kalitenin düşmesi, tohumluk değerinin azalması gibi dolaylı zararlara yol
açtığını vurguluyordu. Verimli ve kaliteli ürün alınabilmesi için çiftçilerin
yabancı otla mücadele konusunda ihmalkar davranmaması gerektiğini belirtti.
Buğday ve arpa ekili arazilerdeki yabancı otlun yüzde 20-30 civarında verim
kaybına neden olabildiğine işaret eden ziraat müdürü, ayrıca kalitenin düşmesi,
ayrıca tohumluk değerinin azalması gibi dolaylı zararları olduğunu anlattı.
Yabancı otla mücadeleni nisan sonuna kadar tamamlanması gerektiğine dikkat
çeken ziraat müdürü, “yabancı ot mücadelesi buğdayın kardeşlenmeyi bitirip sapa
kalkmadan önceki zamanda yapılmalıdır. Diyordu. Bu durumda buğday 10-15
santimetre olur. İlaçlamanın hava sıcaklığına göre 8-10 derece arasında olduğu,
rüzgarsız ve yağışsız havada yapılması gerekir dedi. İlaçlı mücadele yapılan
yerlerde arı ve hayvan sahiplerinin de zehirlenme olaylarına karşı tedbirli
davranması gerekir.”
Süleyman’ın
konuşması bitmiş, köylerle başka konular hakkında konuşuyordu, hal hatır
soruyor, gönül yapıyor, onları mutlu edecek şeyler söylüyordu, herkesle bir
irtibatı vardı ve bunları unutmamıştı. Arada şakalar uçuşuyordu havada.
“Başkanım
ben iş arıyorum, bana bu konuda yardım edebilir misin?” dedi Osman.
Başkan
gülecekti; çünkü çocuk adam gibi ciddiydi. Başkan ciddiyetini bozmadı, “git
oyun oyna, babana tarlada yardım et” diyecekti, caydı.
“Kasabada
tanıdıklarım vardı” dedi, Bu konuda senin için elimden gelen bütün yardımı
yapacağım.”
Yalandan
kim ölmüş, çocuğu avutmak işine geldi. Zaten çocuk yarın öbür gün bu irtibatı
unuturdu.
“Bir
süre beklemen gerek.”
Süleyman,
Osman’ı ve ailesini iyi tanırdı, ertesi gün Süleyman yine köydeydi, birileriyle
bir şeyler konuşuyordu arazide, Osman’ı fark etti:
“Osman
gel yanıma” diye bağırdı.
Osman
koşup geldi heyecanla.
Başkan
ceketinin cebinden bir poşet şeker çıkarıp verdi.
“Beni
unutmamışsın; ama ben şekerle yetinecek değilim. Bu şeker için bedel ödemedim.”
“Sözümü
unutmadım, şansına bir iş çıktı. Ama bu iş zor, yapabileceğini sanmam, imanın
gevrer bu işle.”
“Yok
canım, ben azimliyim, neymiş söyleyiver.”
“Doğada
salyangoz toplamak. Bu işte para var.”
Osman
güldü: “Benle dalga geçiyorsun?”
“Yok
oğlum.”
“Sümüklü
böcek toplayacağım, ha? Para alacağım üstelik.
O pis şeylerden.”
“Öyle.
Ben sana demiştim yapmazsın diye.”
“Denerim.”
“Başka
kimi şehirlerde köylüler salyangoz topluyor ve bunları kilo başına bir fiyatla
satıyorlar. Köyde bu işi yapacak çok çocuk bulursan tamam. O zaman
salyangozları alacak olan tüccarı köye davet ederim.”
“Anlaştık
başkanım.”
Osman,
köyde dolanıp bu işi yapabilecek kişileri, arkadaşlarını arıyordu,
Bir
sürü çocuk buldu. O gün başkana
bildirdi.
Ertesi
günün erken vakitleriydi, gün yeni aydınlanıyordu köyde, Osman çoktan uyanmış,
salyangoz toplayacağı arkadaşının evine gidiyordu, ikişerli guruplar
belirlemişti ve kendisi ilkokul arkadaşı Mehmet’i seçmişti, onunla iyi
anlaşırdı, kapıdaki köpek Osman’ı görünce havlamaya başladı.
Mehmet’in
küçük ablası çıktı cama: “Sabahın köründe burada ne arıyorsun, yakışıklı?”
(Ona
“yakışıklı” diye takılır sık sık)
“Elinin
körünü.” diye söylendi.
“Ne
dedin duyamadım?”
Duydu
aslında.
“Mehmet
nerde demiştim?”
“Onu
demedin ya neyse. Ne yapacaksın onu?”
“İş.”
“Ne işi?”
“Salyangoz
toplayacağız. Satacağız bunları. Dün anlattım bunu ona.”
“Ha şu
iş mi? Bana demişti. Saçma gelmişti. İnanmamıştım. Organ mafyasının eline
düşmeyin de… Salyangoz para etmez bildiğim.”
“Yok.
Para ediyor.”
“Ederse
saçma değil. Sizi kandırmasınlar da.”
“Yok
abla.”
“Ağzını
yerim senin.” Güldü. “Mehmet şimdi uyuyor.”
“Söyle
kalksın.”
“Kızar.”
“Bu iş
erkenden yapılır.”
“Salyangozlar
sana biz erkenden çıkıyoruz mu dediler sana. Bu telaş ne oğlum?”
“Salyangozluk
yapma Sevda abla.”
Sevda
güldü: “Bekle.”
Bu
sırada, yan odada uyuyan Mehmet konuşmaların bir kısmını duyup uyanmıştı.
Pencereye geldi az sonra: “Az bekle” dedi, içeri gitti, süratle kahvaltı yapıp
elinde poşetle dışarı çıktı.
Bahar
gelmişti; ama ayaz vardı, ara ara yağmur yağıyordu ve bugün hava ısırır gibi
soğuktu. Yağmur çiseliyordu. Salyangozlar bahar ayında, yağmurlu zamanlarda
ortaya çıkar. Öyle demişti Süleyman.
Kafadar
çocuklar köyün tepelerinde, ısısız yerlerinde ellerinde poşetlerle yere
bakarak, yeri tarayarak geziyordu. Araştırıyorlardı toprağı taşı.
“Sıkıntılı
iş. Bir tane bile yok meretlerden.” dedi, boş küçük paslı teneke kutuyu
tekmeledi, kutu uçup uzağa attı.
“Buluruz,
sabırsız olma.”
“Ne
olacak bu salyangozlar?”
“Kozmetik
ürünler yapılacak bunlarla.”
“Deme. Krem
gibi mi?”
“Öyle
herhalde. Ruj. Bunlarda cilde iyi gelen şeyler varmış.”
Mehmet’in
içine bir tiksinti gelmişti: “Şehirli karılar kızlar kullanır bunu değil mi?”
“Başka
ne. Köylüler gres yağı kullansa bile olur. Günleri bok püsür içinde geçiyor
zaten.”
Mehmet
güldü: “Geçen sene hatırlıyor musun bilyalının bilyasına gres yağı sürüyordum,
tadı nasıl acaba demiştin, ben de tadına bakmıştım.”
“He la”
dedi Osman gülerek, “Ne yapayım, gres yağı çikolata gibi güzel görünüyordu. Gübrenin
bile cilde faydası varmış. En sağlıklısı da buymuş.”
“Deme”
dedi, güldü.
“He la.
Şehirli kadınlar Deve bokunu bile karılar yüzüne sürüyormuş. Cilde iyiymiş.”
“Kozmetik
demek” diye mırıldandı Mehmet.
“He”
dedi Osman.
“Şehirli
kadınlar…Aklımda hayalimde süslü püslü
biçimde canlandılar,
Onlar
bizim analarımız gibi iş yapmazlar,
yapamazlar, ot ya da bok ya da patates yüklü sepetle dağ bayır uçurum
kenarından gitmezler. Güçleri olmaz. Makyaj yapıp kuaföre giderler, araç
kullanırlar. Ben bu işi yapmam birader, kendimi hain gibi hissettim!”
Mehmet
çöktü olduğu yere. Yerden bir ot koparıp bir ucunu dişlerinin arasına alıp çiğnemeye başladı.
“Anlamadım,
ne zırvalıyorsun?!”
“O tatlı,
minik ve sevimli ve harika salyangozcuklar o süslü püslü kadınların cildi güzel
olsun diye üretilen kremler için mi can verecek, bu beni kahretti.”
Osman
güldü: “Kalk dostum. İşe devam. Yılma. Saçmalama.”
“Ne
kadar kötüsün.”
“Onu
bunu boş ver de topla, kilo başına para alacağız.”
Mehmet
yerinden kalktı isteksizce.
“Çakal
gibi hissediyorum kendimi, hırsız gibi ve hain, bu güzel.” Güldü.
“Salyangozcuklar
onun için ölmemeli.”
Osman
işi matrağa vurdu: “Zaten ölüp gidecekler boş yere. Değerlendiriyorlar.
Öleceklerse ne için ölmeli, dedin ya?”
“Yüce
bir şey için, yüce bir amaç için.”
Ara ara
buldukları salyangozları poşetlere atıyorlardı: “Bu çok küçük ve hem kardeşi
vardır, salayım gitsin. Ayrıca belki de halasını ziyarete gidiyordu, çok büyük
ihtimal. Aceleciydi ve elimi görünce çok korktu. Başını hemen içeri çekti.”
Osman
güldü: “Haklısın.”
“Ne
için?”
“Kardeşi
vardır.”
“Kafa
bulma benle.”
“Çok
küçüktü. Ayrıca halasına da gidiyor olabilirdi.”
Mehmet
güldü: “Bu noktada anlaştık.”
Mehmet
çene çalıp duruyor, sık sık oturuyor ve Osman’ı seyrediyordu.
Osman
kızdı: “Bak aslanım tembellik yapıyorsun, doğru düzgün çalışmıyorsun, bu
gidişle poşetinde bir kilo bile salyangoz olmayacak.”
“Dert değil.”
“Bu
çiseli günde birlikte kafamıza göre takılıyoruz.”
“Orası
öyle. Ama bak salyangoz demek para demek. Şeker alabiliriz bakkaldan, gofret ve
çikolata. Cips.”
“Geçen
gün dayım geldi bize şehirden. Bir sürü şey getirdi, çikolata gofret.
Patlayasıya yedik. Sana da ayıracaktım; ama kardeşlerim hepsini yedi.
Osman
ona gaz verecek bir şey düşündü; ama bulamadı, az sonra aklına müthiş bir şey geldi:
“Para biriktirip bisiklet alırsın o zaman.”
Mehmet’in
gözleri parladı birden. Taksi lastiğini eliyle çevirerek dolanırdı yollarda.
Iskartaya çıkmış lastik.
“O
tekeri elinle süreceğine oturup bisikleti sürersin.”
Mehmet’in
hayaliydi bisiklet sahibi olmak. Gayretlendi.
Bulundukları
bölgede çok az salyangoz bulmuşlardı, “şu taraf gideli” dedi Osman, “Köyün
birinde günde 5 ton topluyormuş köyüler, düşünsene aldıkları parayı. Kilo başı
3,5 liradan satacağız salyangozları. Mayısa kadar devam edermiş iş. Günde 50
kilo toplarmış o köylüden her biri. Biz de öyle toplasak elimize güzel para
geçer la. Sığır gibi para la. Mehmet, delice güldü. Gözlerinden yaşlar geldi.
“He ya!
O zaman bisiklet alabiliriz. Ama o da paramızı birleştirirsek.” “Bilmem” dedi
Osman, “Önce salyangozları toplayalım da. Para işi sonra.
Ama
hızlı olmalıyız. Şunlar ne yapıyor orada?”
İki
arkadaşları vardı ilerde.
“O dandikler
oturmuş muhabbet ediyor, sigara var Aslan’ın elinde,
Salyangoz
toplayacaklarına. E kendileri bilir.”
“Aslan
bu gidişle kanser olacak.”
“Gebersin
adi. Keşke onu çağırmasaydım. Hasan’ı da bozuyor inek.
“Deme
öyle. Hali en kötü olan aramızda o.”
“E
çalışsın kardeşim. Sen devam et, şunu
haşlayıp geleceğim.”
Osman
Aslan ve Hasan’ın yanına geldi: “O sigarayı at Aslan.”
Aslan
sigarayı yere atıp çiğnedi.
“Yarımdı,
yerde buldum.”
“Yapma.
Bu son olsun.”
“Tamamdır
şef.”
Güldü
Osman.
“Hasan,
bu bir daha sigara içerse bana de.”
“Olur
şef.”
“Yalaka.”
Hasan
güldü.
Osman
Mehmet’in yanına geldi: “Bunlar da hayat yok, gevezelik ediyorlar, Bu Aslan
besinsizlikte bir deri bir kemik bir de yolda bulduğu sigarayı içiyor.”
“Bisiklet
olayına bunlar da para ekleyecek mi?”
“Bu
gidişle ekleyemeyecekler.”
“Eklemesinler.
Biz ikimiz alalım bisikleti. Hem onlar yok sen çok kullandın bisikleti diye
mızıkçılık yaparlar, sonra kavga çıkar ve sonra birimizin babası o bisikleti
bir balyoz darbesiyle ikiye böler. Ayrıca bisiklet köyün kötü yollarında çabuk
eskir ve yüksek gerilime konan çarpılmış karga gibi olur, yani leşi çıkar.”
Osman
güldü: “Haklısın, hiç böyle düşünmemiştim. Hasan’ın da babası yok. İki abisi
hapiste. Zavallı. İşi zor hayatta.”
“Ortaklık
hiç iyi değildir iyi anlaşamadıklarınla. Annem öyle der.”
“Haklısın.”
“Bisiklet
olayı bir tür lanete dönüşmesin de.”
Osman
güldü.
“Geçelim
bisikleti, alamayız belki. Başka şeyler alırız.” dedi Mehmet, “Takıntılı
olmayalım.”
“Orası
öyle. Can sıkmaya değmez.”
Yağmur
hızlanınca çayırdan uzaklaşıp bir köy evinin arka duvarına yanaştılar, tentenin
altındaydılar.
Osman
dedi ki: “40, 50 gün sürermiş bu iş.
Sıkı çalışırsak güzel para alırız. Süleyman amcanın sözünü ettiği ilçede bahar
geldiğinde 100 aile bu işi yaparak ek gelir elde ediyormuş.”
Mehmet,
bu işten bezmişti; üşümüştü ve yorulmuştu; ama dostunu hayal kırıklığına
uğratmak istemiyordu, kendini zorluyordu.
“Burada
pek çıkmadı” dedi Mehmet, “yağmur da azalmadı. Eve dönelim. Yarın yaparız.”
“Bahçe,
göl kenarı ve taşlık alanlara bakın dedi Süleyman amca. Şimdi dönemeyiz.”
İlerlediler.
Arkadaş
aşkına Mehmet devam etti, çok salyangoz buldular.
“Burası
salyangoz deposu be dostum!” dedi Mehmet, “Banka burası.”
Güldüler.
Poşetleri
dolmuştu. Ama sırılsıklam ıslanmışlardı. Dönüş yoluna geçtiler. Su kanalından
geçiyorlardı, Mehmet’in elinden poşet kaydı ve suyun dibini boyladı.
“Yuh.
Hepsi gitti.” Güldü, Bütün emekler boşa gitti.” Küfür etti.
“Takma
kafana, benim poşet ikimizin ortak.”
Annem
çok kızacak, evden çıkmadan demişti, yağmur yağacak, çıkma, fazla kalmam,
yağarsa hemen gelirim demiştim. Şemsiye vermişti, almamıştım. Kafamı kırar
kesin. Hasta olursam dışarı çıkmama izin vermez.”
Aceleyle
ilerliyorlardı, Osman’ın elindeki poşet yırtıldı ve salyangozlar çamura
dağıldı.
“Boş
ver onları; gidelim.” dedi Mehmet.
“Sen
git. Toplamasam boşa mı zaman harcadım?!”
“Haklısın.”
“Hava
kararmadan evde olayım.” Koşarak gitti.
İki
adım attı, ayağı kaydı, yüz üstü çamura kapaklandı. O sırada Osman ona
bakıyordu, kahkahayı bastı.
Mehmet
toparlandı, yürüyerek uzaklaştı.
Yağmur sertleşecek
gibiydi. Osman toplama işine devam etti, çalıları arasında bulduğu eski çuvala dolduruyordu
salyangozları. Uzaktan gelen gözüne takıldı. Şemsiyeli adam köyün demircisinin
çırağıydı. Genç adamın elinde poşet vardı.
“Mahmut
abi sen de mi salyangoz topluyorsun?”
“Kardeşlerim
için. Hem maksat oyalanmak. Babam işte biliyor beni. Akşam olunca döneceğim
eve.”
“Demircilik
işi ne oldu?”
“İstifa
ettim. Daha doğrusu kavga ettik. Yumruk attı… Pek azimlisin.”
“Öyle. Devam.
Bura benim yerim. Uzak dur.”
“Olur.
Şemsiyen bile yok, ıslandın sıçan gibi hasta olursun, sonra ilaç almak için bir
sürü para harcar baban, çocuk.
Osman
kızdı: “Ayıp edersin gitmezsen.”
“Tamam,
gidiyorum.”
Osman,
onun kardeşlerini severdi. Fikir değiştirdi: “Şaka yaptım gel” dedi, “Kimden
duydun bu işi?”
“Çocuklardan;
kimden olsun. Bahçemize girmek istediler. Bunlar bahçeler, yeşil alanlarda,
ağaç dipleri çöplerin bulunduğu nemli yerlerde olur. Burada herkese yetecek
kadar çok salyangoz var aslanım. Köyün dış mahallerine yönel, oralarda çok olur
bu meretlerden. Bahçe kenarları, duvar dipleri… benim bahçedekilerin hepsini toplattım kardeşlerime.
Bunlar fidanlara yapışıp zarar veriyormuş, kibarca alıp yere koyduğum bu
böceklerin para etmesine sevindim. Köydeki bahçe sahipleriyle konuş,
oralardakini temizle derim sana, ben koca adamım, utanırım, sen bence oraları
hallet.”
“Tamamdır,
sağ ol.”dedi Osman, “bunlardan köyün birinde geçen yıl 20 ton toplamışlar.”
“İyi
para kazanmışlar.”
“Öyle
herhalde, ben kaçar” dedi el edip oradan uzaklaştı Osman.
Osman
bir ağacın altında bekledi. Yağmur kesilir diye. Hasta olmaktan korktu, eve dönmeyi
düşündü. Bastı.
Köy
yolundan ilerliyordu, başını kaldırdı, az ötedeki evin penceresinde Mehmet
vardı: “Ne arıyorsun burada?”
“Halamlara
geldim. Isınıp kuruyup öyle gideceğim.”
“Az
bekle dedi, içeri gitti, “Gel içeri; ısın, halamdan izin aldım. Hem yemek
yersin.”
Osman bahçeye
girdi. Çuvalı kenara koydu. Eve girdi.
Yere
kurulu sofraya oturdu. Fırınlı sobanın yanına.
“Annen
oyacak seni. İyice kuru da öyle gidersin.” dedi evin kadını. İçeri gitti.
Mehmet,
heyecanlı heyecanlı konuşup kırmızı bir bisiklet almaktan söz ediyordu. Sonra
lafı değiştirdi, acı gerçeklere geldi. Elinde tereyağlı ekmek vardı, Mehmet’in ağzından çenesine yağ akıyordu.
Çenesini sildi.
“Önce
eve gideyim dedim, annem komşudan çıkıyordu, yolda gördü beni, iki şamar
patlattı, baban öldürecek dedi. Ben de buraya geldim. Ekmek çamura düşer, alıp
öperler alınlarına koyarlar ve sonra kenara, ya da tavuğa verirler. Bize de
böyle davransalar. Kaçıp gideceğim günün birinde buralardan…
O
otomobil lastiğini sürüp duruyordum köy yolunda, geçen yazdı, şehirli bir çocuk
gelmişti köye, beni görmüştü, şebekmişim ya da böcekmişim gibi bana bakmıştı.
Kız gibi güzel kırmızı bisikletiyle yanımda durdu, dedi ki: O seni süreceğine
sen onu sürüyorsun, bu işte bir
yanlışlık yok mu, güldü, dedim ki, kendini benim yerime koy, kırmızı bisiklet
alacak para yok, sence bu yaptığın densizlik değil mi? Benden özür diledi.
Kabul etmem dedim, ver bisikletini, bir tur atarsam özrünü kabul ederim. Verdi
bisikleti, bir tur attım. O gün onunla akşama dek bisikletle dolaştık, ben
bisikletin çatalına oturdum. O gün öyle güzel geçti ki. Sen yoktu köyde. İşte o
günden beri kırmızı bir bisiklet hayalim var.”
“Yenisi
olmasa bile kullanılmışını alırız. İkinci el. Eskicilerde var. Yazın çalışırız
alırız.”
Osman’ın
üstü başı kurumuştu. Evden ayrıldı.
Osman Mehmet’in evinin önünden geçiyordu. Mehmet’in
annesi bahçede kütük üstünde baltayla odun kırıyordu: “Mehmet nerde?”
“Halasında.”
“Yağmurda
ıslandı mı?”
“Hayır.”
“Yalan
söyleme!”
“Biraz
ıslandık; ama sorun değil.”
“Daha
yeni iyileşti. Hasta olup geberecek. O hasta olursa sorun değil’i sana
gösteririm Osman!”
“Senden
izin aldığını söylemişti.”
“Almadı,
babası da hayır diyemedi.
“Her
neyse. Annene de selam söyle.”
“Baş
üstüne.”
Tek
katlı evin birçok penceresi beyaz naylonla kapatılmıştı, Mehmet’in küçük
kardeşleri oyun oynarken kırmışlardı, cam yaptırmaya paraları yoktu, evde halı
ve kilim bile yoktu, çıplak döşemede geziyorlardı. Köyün en yoksul
ailelerindendiler.
Osman
geri döndü.
Mehmet
diye seslendi. Mehmet cama çıktı: “Ne var? Ne oldu, çok haşin, karanlık
bakıyorsun?”
“Bisiklet
işi boka sardı.”
“Neden?”
“Annen
çok kızdı. Ondan izin almamışsın.”
“Eğer
eve gelmezse kafanı patlatacakmış ve geceyi tavuk kümesinde geçirecekmişsin.”
“Gerçekten
öyle mi dedi?”
“Kafanı
patlatması doğru da tavuk kümesi olayını uydurdum.”
“E
niye?”
“Ya eve
dönsen iyi olacak. Annem hasta olmandan korkuyor.”
“Derdim
değil.”
“Onu
annene anlatırsın.”
“Bisiklet
hayali işi mezarlıkta dolanan ceset hikayesine döndü.”
Osman
güldü: “Aynen öyle.”
“Belki
o mankafa belediye başkanına gideriz.”
“Neden?
“Bizi
bu belaya o soktu. Köye bir bisiklet alsın. Çocuklar ödeşmeli biner. E bir
bisiklet alacak parası vardı koca belediyenin.”
Osman’ın
gözleri parladı: “Hay aklında bin yaşa!”
“Nerden
aklına geldi belediye başkanından bisiklet istemek?”
“E
okula toplama kitaplar geliyor ya, bir akıllı da birkaç bisiklet yollasa.
Kitaplarla oyun olmaz ki.”
“La
Mehmet sende süper zeka var. Bu kafayla sen çok yükselirsin hayatta.”
Mehmet
gülüyordu.
Osman
dedi ki: “Demek belediye başkanından bisiklet isteyeceğiz. Utanırım ben. Hem
annem kızar. Dilencilikten hiç haz etmez.”
“He,
ben konuşurum, merak etme. Ama arkamda olacaksın ve köyden 10 çocuğu da ikna
edeceksin bizle gelmeye; söz mü?”
“Söz.”
“Sözünün
tutmazsan oyarım seni bak sağmam söz ver
Osman
güldü: “Söz. Ama ya belediye başkanı bizlere almazsa bisiklet.
“Alır
canım, almazsa onun sorunu o. Adam olan alır. Sana köy çocukları gelse almaz
mısın, küçük çocuklardan utanır da alırsın.”
Güldüler.
“Utanmaz
çıkarsa?” dedi Osman.
Canımız
sağ olsun geçer gideriz. Otomobil lastiklerini süreriz.”
“Süreriz.
Ben yarın salyangozları götürüp satarım. Senin paranı da getiririm dedi Osman,
“Ama annen öldürecek seni.”
“Biraz
dayak yerim ama olsun.
“Mücadeleyi
yarım bırakmadın. Bırakmadık. Önemli olan budur.
“Ama
zoruma giden şehirli boş kadınların suratında olacak o muhteşem sevimli
salyangozcuklar. Krem olarak. İçim acır buna.”
“Bunu
konuştuk ya, bak bunları yiyorlar Avrupa ülkelerinde.
“Sahi
mi?”
“Ne
bileyim. Öyle dedi Süleyman abi. Düşünsene. Kadının yüzünde yanık var.
Salyangozlar krem yapılacak. Kadın kremi kullanacak ve iyileşecek. Diyelim
kalıcı yanık izi var. Kadın salyangozdan üretilen kremi kullanıp yanık izini
yok edecek makyajla, sokağa çıkmaya yüzü olacak.”
“Hı,
vay be, hiç böyle düşünmemiştim!”
“Çapsız
düşünme kardeşim. Büyük düşün. Evrensel düşün.
“Evrensel
nedir la? Uyuz uyuz konuştun!”
“Anlamadığın
için uyuzum değil mi?”
Güldü:
Aynen. Ne demek istedin? Evrensel nedir?”
“Büyük
çaplı yani. Sevgiyle bakmak yani. Her yerde geçerli olan güzel görüş yani. Ahmak
ve çıkarcı köylüler gibi bakma hayata yani. Babamdan öğrendim bunları.”
O gün
Osman güzel bir dayak yedi annesinden.
Ertesi
gündü.
Köyde
Mehmet’in öldüğü haberi duyuldu. Gece ateşi çıkmış ve sabaha karşı yatakta can
vermiş. Mehmet zaten zatüreyi yeni atlatmıştı. Osman ağlıyordu. Derin bir
suçluluk duyuyordu. Eğer Mehmet’i salyangoz işine bulaştırmasa ölmeyecekti.
Kendini suçlayıp duruyordu.
Osman gece
uykudan uyandı. Kabusmuş; delice sevindi.
Bir
daha asla salyangoz işine bulaşmamaya yemin etti.
Ertesi
gündü. Osman topladıklara salyangozları köye gelen tüccara satıyordu. “Kilosu
1,5 lira” dedi tüccar.
“Daha
fazla demişti Süleyman abi? Keriz yerine koyma beni. Lütfen.”
Adam
güldü: “Bak aslanım, ben bu fiyatta alıyorum.
Satmak istemiyorsan sen bilirsin; ama sana biraz daha fazla para
veririm.”
“Sağ ol.”
Osman
parayı alıp oradan ayrıldı.
Köy
bakkalından bir şeyler aldı ve koşarak ilerledi.
Birkaç
kuruş.
Önemli
olan bu buydu, bu kadarıydı: Dostla paylaşmak.
Osman,
Mehmet’in evine gitti.
Sobanın
başındaydı Mehmet. Hastalanmıştı. Ateşi vardı, limonlu çay içiyordu.
Osman,
ona aldıklarının çoğunu verdi: “Kardeşlerine de verirsin.”
“E çok,
senin payın.”
“Yolda
yedim.”
Halbuki
yememişti.
“Koca
adamlar salyangoz işine karılarına
sarılır gibi sarıldı. Hayretler içindeyim.” dedi Osman.
Mehmet,
gülmeye başladı.
“Karılarına
sarılır gibi, ha?”
“Karılarına
ya da hayalarına… Gerçekten öyle. Köylü aç, sefil.
Açlar ama çaktırmıyorlar.”
Ertesi
gündü. Köyün üstüne kızgın bir güneş vardı.
Öğle
vaktiydi ve Osman Mehmet nasıl diye bakmaya gitti. Onun hastalanıp ölmesinden korkuyordu çünkü.
Şu kabusun etkisini atamamıştı. Mehmet’i mutlu etmek istiyordu; ama aklına bir
şey gelmiyordu. Dün sattığı salyanyoz parasının bir kısmını diğer cebinde
unutmuştu, parayı bulunca dünya onun oldu sanki. Aklına iyi bir fikir geldi ve koşarak bakkala
gitti, bir plastik top satın aldı.
Mehmet,
kapıda oturuyordu. Keyifsizdi.
Osman, bahçeye
girdi ve usulca onun yanına oturdu. Topu bir eliyle arkasında saklıyordu
poşette.
Osman
ona baktı. Mehmet başını önüne çevirdi.
“Neyin
var?” dedi Osman.
“Ne
bilem. Keyfim yok.”
“Bir
şey var. Söylesene gardaş?”
“Şu
bisiklet olayına kafayı taktım. Anneme dedim belediye başkanından
isteyeceğimizi. Çok kızdı, süpürgeyi fırlattı bana, biz dilenci değiliz. Abin çalışır alır dedi, eğer belediye
başkanıyla görüşmeye gidersem bana bir kamyon dolusu dayak atacakmış.”
Güldü:“Takma
kafana.”
“Nasıl
takmayayım. Öyle kurdum ki kafamda. Şu salyangozcukları toplayıp para
bitirecektik hesapta. İnsan kafasında canlandırınca ve o hayal gerçekleşmeyecek
gibi görünüyorsa üzülmez mi? Kurduğu
hayal canı gibiyse hem de.”
Osman, arkasından
topu çıkarıp gösterdi: “Sana bir hediye aldım. Bunu bir kırmızı bisiklet olarak
kabul et lütfen.”
Mehmet,
futbolu çok iyi oynardı, en sevdiği oyundu futbol. Topa çok sevindi. Dostuna
sarıldı sonra topa sarıldı. Osman buna güldü.
Mehmet
ayağa fırladı, topu yere koydu ve duvara şut attı. Top duvardan sekti ve boş eski
zeytinyağı tenekelerinden birinin tırtıklı kenarına çarptı, kırmızı top “tısss”
etti anında patlamıştı.
“Anasını
seveyim; böyle şansın içine tüküreyim! Gitti ya la yepisyeni top!”
Osman
güldü. Mehmet ağlıyordu. Uzun süre ağladı. Osman da içinden ağladı. Osman ayağa
kalktı, kapı kenarındaki süpürgeyi eline aldı, süpürgenin uzun sapı vardı,
Mehmet’in yanına geldi.
“Bak güzel
kardeşim; bu bir bisiklet. Kırmızı bir bisiklet.
Ben
süreceğim, sen de orta bölüme oturacaksın, tamam mı?”
Mehmet
güldü: “Sen kafayı mı oynattın la?”
“Yok,
atla haydi, yokuş aşağı son sürat gideceğiz.”
Mehmet’e
çok saçma sapan geldi bu; ama salakça da olsa; “bu oyuna uyayım, bakalım ne
edecek?” diye düşündü.
Osman,
bisikleti sürer gibi başladı.
“Yokuş
aşağı gidiyoruz. Saçlarında rüzgarı hissettin mi?”
“Hayır.”
“Hissetmeye
çalış.”
“Nasıl
hissedeceğim yahu!”
“Hisset
şapşal seni!
“Hissedemiyorum.
Gerçek bisikletin yerini tutmaz bu.”
“Bana
uy. Kasma. Yokuş aşağı gidiyoruz. Bilyalıyla giderdik ya.”
“Ha,
tamam çıkardım.”
“Saçlarında
rüzgarı hisset.”
“Galiba.”
“Yakaladın
mı?”
“Biraz.”
“Hani o
gün mavi bir kazak giymiştin. Dedenin kazağı.”
“Hayret!
Unutmamışsın, evet. Şahane bir gündü. Aklımdan çıkmaz!”
“Şimdi
pedallara basacak kardeşim. Çok daha hızlı gideceğiz.”
Osman, Osman
hayali bisikletin pedallarına basar gibi yapıyordu.
“Şurada
taş var, dikkat et” dedi Mehmet.
Osman
güldü: “Bunu sevdim. Sağlam dur.”
“Daha
sıkı sür şunu, uçalım””
“Tepe
taklak oluruz.”
“Yok
bas sen. “
Güldüler.
Osman,
ses çıkarıyordu, bisikletin zincir sesi. Arada rüzgar sesi çıkarıyordu.
Osman,
evin önünde geçen yaşlı adamı gördü.
Dedi
ki: “Orada biri var, geldiğimizi görmüyor.”
“Muhammed
dede bu, elinde poşet var. Hayret. 85 yaşında. Fosil olmuş; ama salyangoz
toplamaya gidiyor.”
Osman
güldü: “Fosil deme; duyacak!”
“Dede
çekil yoldan!” diye bağırdı.
“Salyangoz
topluyorum” diye bağırdı.
“Yoldan
çekil!” dedi.
Osman,
yana attı kendini.
“Dede
neden çekilmedin?”
Yaşlı
adam çocukların yanına geldi.
“Nasılsınız
çocuklar?”
“İyiyiz.”
“Fosilim
demek?”
“Şakasına
dedim dede.”
“Salyangoz
toplamak senini işin değil dede” dedi Osman, “Yat evde aşağı. Uyu keyif yap.
Dua et.”
Yaşlı
adam güldü: “Kocakarı evden attı. Hep oturuyorsun, yatıyorsun. İçin geçti. Seni
kirli mutfak elbezi gibi görünce sinirlerim tepeme çıkmıyor. Az hareket et
dedi.”
Çocuklar
güldü, dede güldü.
Dede, şaka
maka derken ağlamaya başladı.
“Elime
poşet tutuşturdu. Gidip salyangoz topla, bir işe yara dedi. Dizlerim ağrıyor.
Ama salyangoz da toplamam lazım.”
“Dede,
sen otur biz toplarız senin yerine” dedi Osman.
“Hayır.
O kamyon takozu suratlı kocakarı haklı aslında. Hareket edince dizlerim
açılıyor. Karışmayın. Az dinleneyim toplarım salyangoz…Siz ne yapıyorsunuz?”
“Bu
süpürgeyle oynuyoruz. Yani onu kırmızı bir bisiklet olarak hayal ediyoruz.
Yokuş aşağı giderken sen çıktın yola. Çarpıştık.”
“O da
ne ki” dedi. Bastonunu gösterdi: “Siz hiç uzay gemisiyle uzayda yol almadınız
demek?”
“Ney, nasıl
nasıl?”
“Atlayın
bakalım.”
Çocuklar
birbirine baktı şaşırarak. Gözlerinin içi sevinçle parladı. Bir şamata
olacağını sezmişlerdi.
“Dikkat.
Kapı tısss diye açılır otomatik. Duman çıkar.”
Çocuklar
gülmeye başladı.
“Orada
yeşil düğme var. Ona basın.”
“Neresi
ya, anasının kökü nerde bulamadım?”
“Rastgele
bas kanka, hayal et mankafa, hayal gücün mü dondu?”
Güldü:
“Numaradan öyle yaptım.”
Güldüler.
Basıp
içeri geçtiler.
Yaşlı
adam kapı sesi çıkardı: “Tısss.”
Çocuklar
ciyaklayarak güldü.
“Şimdi
galaksiler arası ışık hızından daha hızlı biçimde yol alacağız çocuklar.
Göktaşları vs. karşımıza çıkabilir. Bir tanesini alıp o takoz suratlı
kocakarının başını indirmek lazım. Siz astronot kıyafetlerinizi giyip bir
miktar toplayacaksınız, anlaştık mı?”
“Kıyafetler
nerde dede?”
Ne
dedesi!? Mr.
Spock diyeceksiniz. Mr. Spock diye hitap eksik kalır
mı, böyle bir uzay gemisine biniyorsunuz, eşek herifler! Kaptan Mr. Spockım ben!”
Çocuklar,
gülme kopmasına, komasına girdi.
“Sen onu
nerden biliyorsun kaptan bay spak?”
“Kim
bilmez ki onu” dedi, takma dişini çıkardı, “çocuklar bu yolculukta şeker
ihtiyacınız baş gösterecek, şu çikolatadan bir miktar ısınırın bakayım.” Takma
dişi uzattı.
Çocuklar
ürkerek birbirine baktı.
“Tadı
harikadır. Bir parça ısırın. Nasıl olsa siz de takarsınız kocayınca.”
Çocuklar
takma dişi aldı sırayla, ısırır gibi yaptı.
“Çikolatanın
tadı mükemmelmiş kaptan bay Spak.”
Dede,
takma dişlerini ağzına yerleştirdi: “Biraz de ben yiyeyim. Hım. Çok güzelmiş
çikolata. Çocuklar. Saatte 300 kilometre hızla insan uçtuğunu düşünür. Ve dünya
saatte 112 bin kilometre hızla dönüyor ve hissetmiyoruz. Hayatta öğrenmeniz
gereken çok şey var ve siz keşfetmeniz gereken ufuklara yol almalısınız. Asla
pes etmeyin. Asla vazgeçmesin. Kocakarı
bana dedi ki: Git salyangoz topla, sat, dışarıda bir işe yara, git topla
salyangoz, bana para getir ve kaybolan yıllarımı getir. Anlaşılan eskileri
düşünüp üzüldü, gençlik zamanlarını…Neyse. Bu yolculukta canınızı sıkmayayım. Eğlenme zamanı! Nerde hareket orada bereket. Emniyet kemerlerini neden takmadınız, at nalları!
Çocuklar
deli gibi gülmeye başladı.
Gülerek
dedi ki Osman: Neneye kızdın, hırsınız bizden çıkarma Kaptan bay Spak, yolcuları
eziyorsun. Kibar ol lütfen.”
“Çok
konuşma, emniyet kemerini bağla yoksa atarım sizi çöp gibi uzay boşluğuna.
Fırlatma koltuklarının düğmesi orada, kontrol panelinde, canımı sıkanı hiç
acımam atarım vallahi, uzay boşluğuna.
Çocuklar
yine deli gibi güldü.
Osman
dedi ki: “Tamam Bay Spak, sakin ol lütfen. Bağladık emniyet kemerlerimizi.”
“Şimdi konsolunuzdaki
kutuyu açın ve kırmızı şekerlerinden alın.”
“Ooo,
süper!” dedi çocuklar, “Burası tam size göre düzenlenmiş.”
AÇ KURT
SÜRÜSÜ
Aç kurt
sürüsü acıması olmayan kar fırtınası içinde ilerliyordu, nasıl acıması olsun
ki. Kar bildiğini okuyor, okuyor; ne var ki bütün canlılar merhamet duyar,
merhamet ister, dört ayaklı canlılar, iki ayaklı canlılar hele de açken
merhamete daha çok ihtiyaç duyar. Ve karın ruhu yapması gerekeni yapar. Nasıl
ki altında solucanların ve böceklerin uyuduğu kaya ya da taş nasıl görevini
yapıyorsa kar fırtınası da görevini yapıyordu kusursuz ve içtenlikle.
Siyah
kurt bu işten hiç hoşlanmıyordu, ne zaman ara verecek bu kar fırtınası diye
düşündü. Ne kadar can sıkıcı, ne kadar can sıkıcı! Onun sürüdeki lakabı
baba’ydı, sürüde her bir kurdun lakabı vardı, lakabı her kurt zaman içinde, hareketlerine ve eylemlerine göre alırdı. Siyah kurt bütün
kurtlar arsında baba olarak söylenirdi çünkü o bir büyük yürekli baba gibi
davranırdı, bütün kurtları ayırt etmeden bağrına basardı. Kolay kolay
sinirlenmezdi; ama ters bir bakışı karşı tarafı korkutur, öldürmekten beter
ederdi, o bütün kurtlar üstünde öyle bir otorite sağlamıştı ki. Bunu baskıyla,
zor kullanarak ve acımasızlıkla değil; sevgiyle başarıştı. Ve herkes onun
keskin dişlerinin nasıl bir acıya yol açtığını bizzat yaşaması da bilirlerdi.
Hissederlerdi ve zaten çatışmalar diş gösterme seviyesinde kalırdı; çünkü
başlarsa kan çıkacağını bilirlerdi ve kan dökmeden sürü düzeni
sağlanıyordu. Ama siyah kurt hiç
çekinmeden ve kimsenin gözünün yaşına bakmanda kan dökebilirdi, çok kesin,
keskin ve netti. Harcardı, mahvederdi ya da o kurt kimse onu sürüden
atardı. Açtı ve girgindi. Ve sürüsü açtı
ve o babalık yapmıyordu, sürüsü sefildi ve onları bu pis havda yola çıkarıştı.
Arkasındaki kurt yuvarlanıp ona çarında patladı ve ona hırlayıp gırtlağına
yanaştı, zavallı kurt cıyaklayınca siyah kurt kendine geldi, ses etmedi ve
devam etti yoluna. Arkadan, sürünün ortasında ve geriden de kızgın ve perişan
ve gözleri karamış hırıltılar, isyan sesleri, çileden çıkmış sesler geliyordu,
bittik, yeter artık, nerde yiyecek. Bir halt bulamadık homurtuları. Siyah kurt
uludu, ben burayım, ben varken kafanızı yormayın, kılınıza zarar gelemeyecek ve
delice beslenip karınlarını şişireceksiniz tonu vardı bu ulumada, güç
göstermek, ruhunun gücünü ve kalbindeki azmi göstermek amacıyla uluyordu, ne
yaptığımız çok iyi biliyorum, sabredin, az kaldı. Şansa ve kazara yol
almıyoruz, yılların tecrübesi var bende. Dayanın sabredin. Canınızı dişinize
takın. Bu sağlam, yürekli , cesur ve
azimli uluyuş sürüde dalga dalga bir etki yaptı, ama az sonra hepsi bunu
unuttu, çünkü açlık ve kar fırtınasında ilerlemenin güçlüğü baskın gelmişti.
Sabırlar her saniye daha da çok aşınıyordu, sürüde birbirini yeme dürtüsü
uyanacak gibiydi. Çatışma hali patlak verecek gibiydi. Sinirler akyalar
yıpranmıştı, kimsenin kimseye tahammülü kalmamıştı, yılar yılı süren sevgi ve
güven bağları yırtılıyor gibiydi. Yaşını almışlar dayanıklıydı ama genler böyle
kar fırtınasını ilk kez deneyimlediği için sabırız ve kendileri mahvolmuş
hissediyorlardı.
Siyah
kur geçmişine savruldu.
Hava
kararmıştı ve aç aç uykuya çekilmek çok can sıkıcıydı, yorgundu siyah kurt.
Lacivert kurtla sığındıkları mağarada çok dardı, ikisini zor almıştı, sağanak
yağmurun sesine kulak kabartmışlardı. Siyah kurt yoldaş edindiği kurdun bir
zihinsel engelli olduğunu düşünüyordu, bazen bundan eser yoktu; ama bazen tam
öyleydi. Yoldaş edindiği kurt baş belasıydı belki de. en kısa zamanda ondan
kurtulmayı hesap ediyordu, belki de gece yarsı onu burada bırakırdı, bu sefil
ahmak yaratık yakaladığı avlarla oyun oynayayım derken onları kaçırmıştı. Ama
lacivert gözlü kurt çok cana yakındı,
“Biz
sonsuza dek yoldaşız, değil mi?” dedi.
“Hı”
dedi siyah kurt umursamazca.
Uludu:
“Bu senin içindi.
“Anlamadım?”
“Senin
şerefineydi dostum senin için ölürüm.”
“Onu o
zaman görürüz.”
“Nasıl?”
“Lafla
olmuyor bu işler.”
“Demek
öyle.”
“Öyle.”
“Sana kanıtlayacağım.
Benden iyi dost bulamazsın.”
Lacivert
kurdun çenesi düşmüştü. Karnım çok aç dostum. Şu otları bile yitecek olarak
görüyorum.”
“Tavşanı
bıraktın, sersem!”
“Öyle
deme dostum, ölü sandım. Hem onunla oynamak çok hoşuma gitti.”
“Oyun
çocuk kurtlar için. Koca kurtsun sen.”
“Çok
sevimliydi. Dayanamadım. Oyun öyle zevkliydi ki.”
“Sen bu
zihniyetle gidersen çok yaşamazsın.”
Sırıttı
saf saf: “Neden ki?”
“Kurt
gibi davranmıyorsun. Çocukça saçma sapan düşüncelerin var.”
“O
koyun leşini buldum ama. Sen de tıka basa yedin.”
Ezilerek
sırıttı: “Orası öyle canım.”
“Bu
ormanda mutlaka yiyecek bir şeyler vardır, olur, açlıktan ölmem ben.”
“Ölürsün
ölür. Kendine çok güvenme. Kış gelince ne yapacaksın?”
“Birlikte
bir şeyler yaparız.”
“Hiç
sanmıyorum.”
“Biz yoldaşız
sanıyordum?”
“Eğer
öyleysek gerekenleri yapmalısın. Tavşanla oynayıp onu kaçırmana çok bozudum.”
“Özür
dilerim dostum. Benim yerimde olsan sen de aynısını yapardın.”
“Öyle
bir şey yok. Tavşan buldun mu sıkacaksın boğazını ki hemen ölsün.”
Lacivert
gözlü kurt güldü.
“O
sevimli minik yaratığı öldürmek istemedim. Bu bana çok adice geldi. Bir an
öldürmek istedim açlığımı hatırladım. Ama sevimliliğiyle oyunla beni mutlu
etmişti. Kaçıyordu hesapta. Can derdindeydi. Pençemi bir vursam sersemlerdi ve o an atılıp sıksam boğazını; işi biterdi.
Ama yapmadım. Yapamadım. Onu çok sevdiği ormandan ayırmak istemedim. Bana
gereken mutluluğu verdiği için serbest kalmayı hak ettiğini düşünüyordum ve o
sırada fazla düşündüm, duraksadım ve kaçmayı başardı. Belki de onu mideye
indirdim ve sen de payına düşeni alırdın.”
“Acımak
yok, tamam mı?”
“Şey…”
“Şey
mey yok. Acımak yok dedim!”
“O
zaman öyle olsun. Ne geçiyor aklımdan biliyor musun, şöyle 50 koyun. Belki de
25 tane. Hepsi yemeye hazır, birine girişsek. Of. Ne güzel olur. Ağzım sulandı
şimdi.”
“Boş
hayalleri bırak. koyunlara dalmak istedin, başına ne geldi gördün. Koyun varsa
bir yerde insan ve köpekler de vardır. Bunu aklından çıkarma. Kimsin sen?
Nerden geldin. Nereye gidiyorsun?”
“Geçmişime
dair hiçbir şey hatırlamıyorum. Tek hatırladığım yaşlı bir adam ve yoldan
geçerken bana bir şey çarptı.
“Sana
ne çarptı?”
“Hatırlamıyorum.”
“Kafandan
bir arıza olmuş demek ki.”
“Bilmem
ki.”
“Şu
tavşanları sevimli bulman. Hiçbir gerçek kurt böyle düşünceleri aklından
geçirmez. Bir tavşan gördü mü onu yakalayıp hemen mideye indirmek ister. Senden
bir tuhaflık var.”
“Bilmem.”
“Nerden
büyüdün?”
“Hatırlamıyorum.”
“Biz
yoldaşız, değil mi?”
“Bilmem.”
Güldü.
“Neden öyle dedin?”
“Sürekli
bilmem sözünü kullanıyordun. Bir kez de ben bilmem demek istedim.”
Lacivert
gözlü kurt güldü.
Bir ses
duydular.
“Sen
rahatsız olma yoldaş” dedi lacivert gözlü kurt, “Gidip ne olduğuna bakayım.
Eğer bir tavşansa söz sana; yakalayıp getireceğim.”
Siyah
kurt umutlandı. Bu sözler gerçek olmasa bile çok hoşuna gitmişti.
Az
sonra lacivert gözlü kurt geldi.
“Bir
kirpiymiş. Yakalamak istedim. Dikenleri battı.”
Siyah
kurt güldü. “Sen kalın kafalı mısın? Kirpi yakalanmaz.”
“E ne
yapayım. Onunla da oyun oynamak istedim. Dediklerin aklıma geldi. Ve aptalca
bir nefretle saldırdım ona ve dikeni burnumu mahvetti.
“Şapşalsın
sen… Yaklaş. “
“Neden?”
Ona
yaklaştı.
Siyah
kurt onun kanayan burnunu yalamaya başladı. İyice yaladı ve bıraktı.
Lacivert
gözlü kurt şaşkınlıkla şöyle dedi: “Vay canına! Bu çok iyi geldi. Biz yoldaşız.
Değil mi?”
“Bilmem.”
“Bu çok
özeldi bence.”
“Ney?”
“Burnumu
yalaman.”
“Neden?”
“Bunu
yapsa yapsa ya annem yapardı ya da babam. Çok tatlı bir histi, sen özel bir
kurtsun.”
“Saçmalıyorsun.
Her neyse.”
“Saçmalıyorsun”
dedi; ama işittikleri kendisini özel hissetmesine yol açmıştı, epey hoşlanmıştı
ondan. Onu yalarken aynı tatlı hissi o da hissetmişti.
Yan
yana uykuya dalıyorlardı.
Siyah
kurt bir ses duydu ve gözlerini açtı. Lacivert gözlü kurda baktı. “Ne yapacağım
bununla” diye düşündü. Ona acıyordu, ben olmasam hayatta kalamaz. Onun bakıcısı
da olmama ki. Başımın çaresine bakmam lazım. Eper onun bakıcı olmaysa kalkarsam
hayatım riske girer. Bir hafta yaşamaz bu zavallı. Ölür gider. Bir fırsatını
bulduğunda onu terk etmeyi kafasına koymuştu. Onun yumuşak ve saçma sapan
düşünceleri zaman kaybından başka bir şey değildi. Kim bilir başına ne zorluk
ve belalar gelecekti ve bu koca bebek yanındayken ne yapabilirdi, eli kolu
bağlı olurdu,
Gökyüzünde
ay vardı, siyah kurt düşüncelere daldı, kaybettiği aile fertlerini düşündü tek
tek, hayatta kalan tek oydu, ne yapıp edip hayatta kalmalıydı, ailesinin sesini
soluğunu ve ruhunu taşıyordu çünkü, neslin devamını sağlamalıydı, kendini
onlara borçlu hissediyordu ve bir intikam dürtüsü de vardı; ama bundan
hoşlanmadı, daha kaç belayla baş edecekti, kaç açlıkla ve açlık sorununu her
zaman çözebilmeliydi, avlanmada gelişmeliydi, bilmediği her şeyi öğrenmeliydi,
her gün bir ders sunuyordu, her gün çok şey öğrenmeliydi ve kış geldiğinde
avanak avanak gezemezdi ormanda, avlanmanın bütün püf noktalarını ve
inceliklerini öğrenmeli yeni yerleş keşfetmeli, kendi kurt sürüsünü
oluşturmalıydı, ama bu yanındaki varken. Ona bakıyordu, bebek kurt gibi mışıl
mışıl uyurken arada homurdanıyordu, rüya görüyor olmalıydı, bu oyunbaz, sevecen
ve iyi kalpli kurdu yalnız bırakacaktı ve o da çok geçmeden ölüp gidecekti, bu
içini sızlattı, ne yapayım, orman kanunu, güçlüler hayatta kalır, zayıflar ölür
gider. Ailem de öldü gitti. duygusal düşünemem ne yazık ki diye düşündü.
Lacivert gözlü kurdun dediklerini düşünüyordu. Aklına sürüdeki olay geldi. Gece
yarısı ormanda ilerliyordu, yaz gecesiydi, gökyüzü yıldız kaynıyordu, sürü yeni
yerleşecek ve avlanacak topraklar arıyordu, aniden karayolu çıktı karşılarına,
karşıya geçerken sürünün en güçlü kurtlarından birine araç çarptı, bir süre
kaldı olduğu yerde ce can havliyle kaçıştı ormana, çok geçmeden sürünün
arkasında belirdi, bütün sürü onun hayatta olmasına çok sevindi, ama kan
kaybediyordu ve giderek güç kaybediyordu, zor yürüyordu. İç kanaması da vardı,
sürü onu orada bırakmak zorunda kaldı.
Siyah
kurdun aklına başka bir olay düştü, sürünün av sırasında görevli kurtlardan
biri geyiğin saldırması sonucu bir bacağını kırmıştı, kış ayıydı, o kurdu da
orada bırakmak zorunda kalmışlardı; çünkü yürüyemiyordu.
Trafik
kazasıyla lacivert gözlü kurdun kafasında bir arıza, bir zihinsel engel
oluşmuştu, büyük ihtimal buydu. Ondan dolayı çocukça hareketleri vardı.
Şimdi
siyah kurt tıpkı sürüsünde liderlerin karar verip diğerlerinin de onayladığı
gibi bu çocuk ruhlu kurdu bırakacaktı yalnız başına ve başının çaresine
bakacaktı.
Çok
kısa zamandır dost olmalarına rağmen kanı çok kaynamıştı ona ve tekrar yalnız
yola düşmek cehenneme düşmüş gibi hissettirecekti ona; ama yapacak başka şeyi
yoktu. Sürüsünde diğer kurtlarla yaşadığı kardeşliğin bir benzerini onda
hissetmişti. Zaten sürüsünü kaybettiğinden beri delice açtı o hislere ve
yalnızlık ve tek başınalık korkunçtu, şimdi yine öyle yalnızlıkla ormanda akıp
gitmek hiç de olur şey olarak gözükmüyordu gözüne, bunun bir çözümü olsaydı
diye düşündü. Çok canı sıkılmıştı ve uykusu kaçmıştı. Tekrar ona dikti
gözlerini, geride, yani onu bıraktıktan sonra şunu yapsaydım diye bir düşünce
geçecekse eğer, geçmesin diye ona bakıyor, bir tür veda eder gibi kalbini ve
yoldaşlığını sunuyor, adeta bir tören yapıyordu, gözleri lacivertti. Evet,
gördüğü ilk ve tek lacivert gözlü kurttu bu, sürüsünde her kurdun bir adı
vardı; ama lakabı da vardı ve genelde lakaplar kullanırdı, eğer bu iri kurt o
sürüde olsaydı lakabı kesinlikle iri lacivert olurdu ya da lacivert. Kalkıp
gezse iyi olacaktı. Kımıldadı. bir baykuş öttü. Siyah kurdun tuvaleti gelmişti,
uzaklaşıp tuvaletini yaptı, geri dönecekti, aklına onu terk etmek düştü, evet,
iyi bir fırsattı, başını kaldırıp gökyüzüne, aya baktı, düşüncelere daldı,
yarın tek başına olmak düşüncesi gözüne hiç hoş gelmedi, ertesi gün bu işi
düşünmeye karar verdi, arkasından bir çıtırdı duydu, korkarak başını çevirip
baktı. Lacivert gözlü kurttu bu.
“Sen
miydin?”
“He ya,
ben.”
“Geldiğini
hiç duymadım.”
“Duymazsın.”
“Nasıl
duymam; hayret!”
“Duymazsın.”
“Çocuk
kurtun tekisin sen.”
“Belki
de değil.”
“Çocuk
kurtsun.”
“Belki
de öyle. Sorun mu var yoldaş?”
“Yok.”
“Sorun
var galiba: Eğer öyleyse yol senin. Tek başına devam et gücenmem.”
“Yok
canım.”
“İyi o
zaman.”
“O
zaman tamam” dedi, “Anlaştık iri lacivert.”
“Ne
dedin sen?”
“İri
lacivert.”
“O da
nedir?”
“Senin
adın?”
“Adım
mı?”
“Evet.”
“Adın
yok ya. Ad koydum sana. İri lacivert ya da daha kısa ‘Lacivert’
“Sevdim.
Bak kanka beceriksizin teki gibi görünsem de becerikli olabilirim. İnan bana.”
“Sorun
yok.”
“Tavşan
olayında haklıydın.”
“Takma
kafana.”
“Ama
sen sanki beni terk edeceksin?”
“Neden?”
“Aptalca,
çocukça hareket ettiğim için. Tavşan meselesi.”
“Onu
unut. Zaten bir daha yapmazsın.”
“Neden
seni terk edeyim ki?”
“Sana ayak
bağı olduğumu düşünüyorsun.”
“Yok
canım.”
“O
kadar da kalın kafalı değilim dostum, bana bir şey çarptı ve kafamda sorun
oluşmadı, emin ol, sen sadece beni tanımıyorsun ve ben de kendimi. Geçmişimi
unuttum çünkü… O da nedir?” dedi.
Çalıların
arasından bir ses geldi.
“Sen
dur” dedi lacivert, “Ben gidip bakayım. O bir tavşansa onu yakalayıp sana
getireceğim.”
“Umarım.”
Az
sonra geldi Lacivert, “bir kaplumbağaydı bu.”
“Bırak
onu. “
Yere
koydu.
“Ama
yiyecek bu?”
“Nasıl
yiyeceği? Kabuğu çok sert. Bırak onu aldığın yere seni tosbağa!”
“Lacivert
desen daha iyi.”
“Peki
Lacivert, onu yerine koy lütfen.”
Gülümsedi
Lacivert:“İyi miydi? Bir yiyecek yakalayıp getirdim?”
“Evet.
Bu kez eline yüzüne bulaştırmadığın için sevindim.”
“Bir
tavşan olsaydı görürdün sen. Kesin yakalayıp sana getirirdim. Hepsini sen
yerdin.”
“Takma
kafana. Gidip uyuyalım. Yarın zor bir gün olacak.”
“Öyle
mi dersin?
“Öyle.
Bir kurdun her günü zordur yoldaş.”
“Yoldaş
kelimesini gerçekten mi dedin?”
“Evet.
Sürekli şüphecisin. Bunu bıraksan iyi edersin.”
“Ama
gece ansızın beni terk edersen?”
“Etmem
yoldaş. Sen iyi kalpli bir kurtsun ve zamanla av yakalamadan uzmanlaşacaksın.”
“Sahi
mi?” dedi gözleri parlayarak.
“Evet.”
“Buna
inanıyor musun?”
“Tabi,
Lacivert.”
“Bir
daha de, çok güzel dedin.”
“Evet
yoldaş, bay Lacivert.”
“Neden
ters edersen beni cehennemin öbür ucunca olursan gelip bunun gırtlağına
yapışırım ama.
Siyah
kurt güldü: “Çok şakacısın.”
“Şaka
yapmadım. Senin sevdim dostum.”
Mekanlarına
geldiler. Yan yana uzandılar.
“Ormanda
gezinmekten mutluyum dedi lacivert ya sen?
“Açlıktan
başka bir şey düşündüğüm yok ki.
“Orası
öyle ama güzellikleri de kaçırmamalısın. Ben de açım.
“Öğrenmem
gereken çok şey var
“Bence
tadını çıkarmalısın. Benim gibi.
“Senin
gibi yaparsan yeni şeylere öğrenemem.
“Bence
benim gibi yaparsan da yeni şeyler öğrenirsin.
“Sanmıyorum.
“Kısa
zamanda çabuk kaynaştık. Seni sevdim.
“Olabilir
ama ilerde sevmediğim bir yönümü fark edebilirsin.
“Olabilir.
Ama yoldaşlığımıza engel olmaz bu. Ama bak sana samimi söyleyeyim. Beni sevmemiş
olabilirsin yoluna yalnız devam etmek istersen bu gece senin. Aksi halde bunu
kabul etmem.
“Sen
çok sahiplenicisin.
“Bilmem
ki. Dostlar sanırım sahiplenir. Dostluk böyle değil mi?”
“Böyle.
Ama öyle şartlar olur ki ayrı kalmak zorunda olabiliriz. Beni çok sevme.
“Sevdim
bir kere.”
“Bana
geçmişinden söz eder misin. Nerden nereye gidiyorsun başında geçenleri merak
ediyorum.”
“Sonra.
Şimdi değil. Rahat bir zamanda anlatırım. Ama şimdilik şu kadarını söyleyeyim.
Ailemi kaybettim. onlarla sonsuza dek olacağımı sanırdım. Ama aniden kaybettim
onları. Bu yüzden bana fazla bağlanma derim. Belki birkaç gün sonra ölürüm.
Bağlanma fazla. Ölürsem çok üzülmesin ve yoluna çok yaralanmadan devam edersin.
Karamsarsın.
Geçmişimi hatırlıyorum ama ben de kötü şeyler yaşamışımdır. Ama senle
karşılaşana dek birkaç gün önce ormanda kötü şeyler yaşadım. Bir ayı saldırdı
mesela, yavrusunun fark etmedim, meğer yavrunun yanından geçiyormuşum, ayı bana
saldırdı, nerdeyse gebertiyordu beni.
“Ormanda
her an dikkatli olmak lazım. Beklenmedik anlarda yaklaşır büyük tehlike.”
“Ama
böyle tedirgin yaşanmaz.”
“Seni
istediğin gibi yaşa.”
“Orası
öyle. Ya dostum nedir biliyor musun mesele, et, şu koyun leşi aklıma geliyor,
ağzım sulanıyor.”
“Çok
berbat bir şeydi o. hayatım boyunca yediğim en kötü yemekti.
Şöyle
30 koyun hayal ediyorum, otuzunu da yiyebilirim.”
“Orası
zor.”
“Baba,
yarın umarım koyun buluruz.”
“Baba
mı?”
“Ne?”
“Baba
dedin bana az önce?”
“Dedim
galiba. Ne olmuş?”
“Ha,
tamam, senin lakabın da baba olsun. Uyar mı?”
“Uyar.
Ama bak söyleyeyim. Koyunu geç. Koyun yüzünden başımız belaya girdi. Koyunları
sil at kafandan tamamen.”
“Öyle
olsun. Merak ettiğim bir şey var. Sürüde adın var mıydı?”
“Meraklı’
derdi annem bana, kardeşlerim de. ama bir lakap koyulmamıştı henüz. Lakabı
yaptığın eylemlere göre verirler. Bir şey yaparsın, efsane gibi, parlak bir şey
ve o şeyi biri sana lakap olarak söyler ve lakabın ortaya çıkar. Bu senin bir
özelliğinden yola çıkılarak da koyulmuş olabilir.”
“Acaba
benim adım ve lakabım neydi?”
“Düşün
belki hatırlarsın.”
“Bir
gün hatırlayacağımdan eminim.”
“Şu
tavşanlar. Onlardan yarın umarım yakalarız.”
“Ufacık
tavşan.”
“Yok
dostum. Ha evet. Ama bak mutluluk için küçük şey lazım. Ve onlarla saflığını korursun.”
“Tavşanla
doymayız ki. “
“Orası
öyle. Ama küçük şeyler daha lezzetlidir.”
Siyah
kurt ona bakıyordu, şaşkındı: “Dostum
sen bana başta geri zekalı gibi göründün; ama ağzın iyi laf yapıyor. Yani
geçmişte kimsen epey bilgili biriktirmişsin. Ben anlamam böyle felsefelerden.
Ben anlarım vahşi kanlı şeylerden.”
“Demek
söylediklerimi ütopik buluyorsun?”
“O da
ne demek; anlamadım?”
“Ulaşılması
imkansız şeyler yani.”
“Evet,
aynen budur.”
“Aslında
imkansız şeylerden bahsetmiyorum; sen çok vahşice yaşmışsın ve bundan başkasını
tanımıyorsun.”
“Bak bu
olabilir.”
“Bak
sen gerekirse cehennemin en karanlık ve en can yakan deliklerine girebilirsin
ilerde.”
“Neden
böyle dedin?”
“Sezdim.
Zor yolları seviyorsun ve zor şeyler yaşayacağını sanıyorum. Kurt kafasında
yaşattıklarını yaşar. İnandıklarını. Bir kurt neye inanıra odur bence.”
“Buna
katılırım.”
Sen
ormanı savaş meydanı olarak görüyorsun. Bense tam tersi. Ama bunu sakın unutma.
Sana zarar gelmesine izin vermem, vermeyeceğim yaşadığım sürece. Ve senini için
gerekirse ölürüm.”
“Böyle
şeyler deme kardeşim. Yarınların ne getireceğini bilmeyiz. Benim için ölme. Ben
başımın çaresine bakarım.”
“Yok
dostum.”
“Öyle
bir ahlak, öyle bir değer geliştirdim, yolarımızı kontrol edemediğimiz sebepler
yüzünden ayrılacak olursa kalbin çok kırılır. Kalbinin kırılmasını hiç istemem.
Burada orman kanunları geçer
Saplantılı
biçimde kötü şeyler geçiriyorsun kafandan. Boş ver. Kafana göre takıl bence.
Hayatın zenginliklerini keşfet ve tat. Güvenlik alarmı verip durman enerjini
düşürürsün.”
“Demek
öyle.”
“Dostum
kafanı gereksiz yere çok çalıştırıp yoruyorsun. Rahat takıl.”
Gün
doğuyordu. Karanlık ağır ağır çekiliyordu ormandan. Siyah kurt uyandı, açlık
hissediyordu, midesine girebilecek bir lokma kokuşmuş kurtlu ete bile razıydı,
bugün, bu sabah, bu erken saatlerde yiyecek bir şeyler bulmak, bu düşünce
heyecan ve azim verdi ona, açlığın ezici ve zayıflatan tesiri almıştı
iradesinden. Lacivert gözlü kurda sokuldu.
“Sabahın
körü, ne var?” diye homurdandı.
Gitmemiz
gerek.
Gün
aydınlanmadı.
Gitmemiz
gerek. Yiyecek bir şeyler bulmamız lazım.
Ben
kalkmamam.
Sen
bilirsin dedi siyah kurt, çevresini kolaçan etti ve uyuyan kurda baktı ve
usulca ayrıldı oradan, arada eğilip yer, otları kokuluyor, bir av kokusu almaya
çalışıyor, buralar hakkında bilgi topluyordu. İki kere burnuna bir koku geldi,
et kokusu, bu domuzlara ait bir kokuydu, iyi bilirdi onların nasıl koktuğunu,
sürüsündeyken domuz eti yemişti defalarca. Arada başını arkasına çevirip dostu
geliyor mu diye bakıyordu, birkaç kere daha baktı ve gelmemesine üzüldü, umarım
şansı yaver gider diye düşündü, tekrar yalnız kalmanın ve böyle ilerlemenin
acısını duymaya başladı, ne güzel kardeş ve yoldaş olmuştu. Uyurken bir an
lacivert başını onun başına yaslamıştı, bu hareketinden çok hoşlanmıştı,
sürüsündeyken güvenli mağarada ufak kardeşleriyle hep iç içe yatardı.
Kardeşleri geldi gözünün önüne. İçi acıdı. Açlıktan nefeslerinin koktuğu ve
birbirlerini gebertmeyi gerçekten arzulayarak oynarlardı, açlık dürtüsü
psikolojilerini bozar, birbirlerine sataşırlar, taraflardan biri ciyaklayana
dek öteki taraf kendine gelmezdi ya da büyüklerden biri el atardı kavgaya.
Zorlu kış dönemlerinde domuz eti çok yemişti, çnkü onları avlaması kolaydı. En
zor zamanlarda, en zorlu kışlarda domuz eti yiyerek hayatta kalmışlardı, ve
domuzlar gezip dururdu otlamak için ve çok ürüyorlardı ormanda. Hava
şartlarının ağır olduğu zamanlarda en çok gezebilen, görünen domuzdu. Onlar
gece gündüz gezerlerdi sürü halinde. Saklanıp geceyi beklemezlerdi ama en çok
gece çıkarlardı beslenmeye; çünkü gecenin örtüsü onları görünmez kılardı; ne
var ki avcı kurtlar da avın ayak izinde dallarda ortada burada bıraktığı,
havaya saldığı kokuyu almakta sorun yaşamazdı.
Siyah
kurt izleri takip ediyordu acele etmeksizin, seviniyordu, izler dereye
çıkıyordu, domuzlar dereden su içip ya yuvalarına gitmiş olmalıydı. Tam bu
sırada dereye yaklaşan bir domuz sürüsü gördü, bunlar genç domuzlardı, altı
taneydiler, anneleri ve babaları da burada bir yerde olmalıydı, siyah kurt
olduğu yere sindi, ot ve çalıların arasında görünmez olmuştu, bu genç
domuzlardan ikisi su içip onun tarafına doğru geliyordu, heyecanlandı, domuzlar
başlarını o tarafa bu tarafa uzatarak otluyor ve yaklaşıyordu, bu sırada
arkadan gelen seslerden ürken domuzlar bir anda yok oldu oradan, kaçıp
gitmişlerdi. Lacivert gözlü kurt fincancı dükkanına giren fil gibi gelmişti.
“Yoldaş
ne yapıyorsun burada?
“Elinin
körününü!
“Kalmadım
dostum. Kusura bakma.
“Az
önce domuz avlayacaktım, pusudaydım, sesini duyup kaçtılar, her şeyi berbat
ettin.
“Sıkma
canını. Buluruz onları, birlikte çok daha kolay olur işimiz.
“Sessiz
gelemez miydin?”
“İzini
kaybetmekten endişelendim. Seni kaybetmekten. Canını sıkma. O domuzların işini
bitiririz. Önemli olan yoldaşlık değil mi
Siyah
kurt kızgındı, ses etmedi. Kurt gibi hareket et, eğlence merkezi gibi değil.
Eğlence merkezi gibi yürüyorsun, az sessiz ol. Yiyecek bir şeyler lazım.
Açlıktan öldüm.
Lacivert
gözlü kurt güldü.
Demek
eğlence merkezi gibi patırtılıyım. Peki sen öyle bir yere gittin mi hiç
Hayır.
Ama kardeşlerim o merkezlerden milyon kat iyiydi, onlar ne güzel oyun arkadaşıydı.
Takma
kafana dostum.
Siyah
kurt üzgündü. Her neyse. Şu izleri takip edelim ve domuzları gafil avlamanın
bir yolunu bulalım.
Bulalım
yoldaş.
İlerliyorlardı.
Hiç
çaktırmıyorsun ama çok yumuşak yüreğin var. Çoktan bana defalarca tekme
basabilirdin. Sana boşa baba dememişim. Baba kalbi var sende.
Bu
analizleri geceye, baş başa kaldığımız anlara saklasan iyi edersin, izlere
konsantre oldum, kafamı karıştırma.
Peki
usta.
İlerliyorlardı.
Siyah
kurt bu taraftan dedi.
Hayır,
bu taraftan gidelim,
Neden
dedi siyah kurt, içimdeki ses aradığımız şeyin bu tarafta olduğunu söylüyor
Ama
izler dediğin yönün tersini işaret ediyor. İzlere göre gitmemiz lazım.
İlerlediler,
epey bir süre gittiler.
Siyah
kurt bu kez onun sessiz kalmasından sıkılmıştı.
Ne
sessiz kaldın.
Susmamı
söylemiştin.
Bu
domuzlar da nerede
İri
yapraklı dalların arasından geçtiler ve durdular, ikisi de sinsi.
2 yavru
domuz ve annesi ve babası,
Annesini
sen aslan, babasını bel alsam…olacak gibi değil. Bunlar çok iri.
Dedi siyah kurt. Oradan uzaklaştılar.
Susamışlardı,
öğle vaktiydi ve sıcak bunaltıcıydı. Ufak tefek leşler bulmuşlardı, bir karga
leşi, bir baykuş leşi. Bir de yılan leşi. Bu kokuşmuş leyleri yemek zordu;
çünkü bozulmaya başlamışlardı ama onları ayakta ve iradeli tutmaya fazlasıyla
yetmişti.
Dere
kenarına indiler, su içip kayaların arasındaki mağaraya kuruldular, burası in
gibiydi ve dışarıdan fark edilmiyordu. Lacivert kurt derede yüzen balıklara
gözünü dikmişti.
Epey
bir süre geçmişti, sıcak fenaydı, yatmak en iyisiydi.
Akşam
olmuştu, kafadarlar güç toplamıştı, zihinleri yenilenmişti ve her ikisinin de
gözleri parlıyordu, bu birlikte yola devam etmenin verdiği huzur ve güvenlik
hissiydi, yürek yüreğe vermişler ve şimdilik bir kardeşlik geliştirmişlerdi.
Avlanmak için çok güzel bir akşamdı. İlerliyorlardı, siyah kurt düşüncelere
dalmıştı. Karanlığa kalıp yuvasına ulaşamayan bir hayvan varsa ve şansları
yaver giderse bazılarını yakalayabilirlerdi. Bunun en önemli ilk yolu
koklamaktan geçiyordu ve çevreyi koklayarak ilerliyorlardı, karanlıkta gözler
işe yarar ama koku duyusu daha baskındır, neyin ne olduğunu şırak diye
bilirlerdi, o şeyin üstüne yüzlerce farklı analiz yaparlardı. Hava kararmadan
bütün canlılar yuvalarına dönerdi, yuvanda uzaklaşırlardı çünkü yiyecek yuvanın
çevresinde yakında ya da uzakta olurdu, bazılarını yakalama şansları çok
yüksekti. Birçok canlı kurtlar gibi akşam ya da gecenin ilerleyen saatlerinde
ya da sabaha yakınken beslenmek için yuvarlından çıkıp ormana dağılırlardı.
Suyun olduğu yerde mutlaka sudan faydalanan birçok canlı vardır, siyah kurt
bunu sürüsünde öğrenmişti ve geldiği çevrede su kaynağı var mı diye
araştırıyordu.
Gözünü
dört aç dedi yanındakine.
Aynen
öyle ortak dedi lacivert gözlü kurt, onu hiç takmıyor gibi gözüküyor, neşeyle
ilerliyordu. Gökyüzünde ay vardı.
Yere
sessizce basar mısın?
Farkında
değildim yoldaş
Nedir
biliyor musun, çıkardığın ayak sesi senden 5 kilometre önce gidiyor ve orada
bir eğlence partisi düzenleyip bütün ormana şöyle diyor: kurtlar çok aç, usul
usul yaklaşıyor, canını sevenler hemen saklanırsa iyi ederler
Bu
iyiydi dedi lacivert gözlü kurt. Epriri yeteneğin de bayağı gelişmiş. Hayret
ettim senin gibi vahşi bir kurdun böyle söylemesinden
Tahta
ya da taş mıyım, ebette benim zihinsel yeteneklerim de güçlüdür.
Öyledir
yoldaş, şüphem yok.
Vahşi
kutların da epri yetenekleri vardır bence sen çok yumuşak büyütüldün dostum,
seni kim büyütmüşse.
Bilmem.
Ama senin de yumuşak bir yanın var, çünkü istesen beni terk ederdin, benim gibi
çuvallayan birini kim yoldaş olarak kabul eder ki.
Kapa
çeneni ve sessiz ol da şu izlerin sahibi nefis domuzlardan birini yakalayıp
midemizi şişirelim.
Od
yoldaş, dişlerimi o kanlı ete gömmek için sabırsızlanıyorum.
Sustular.
Yeni
izler bulmuşlardı. İzleri takibe koyuldular az sonra izler ikiye ayrılmaya
başladı, siyah kurt işaret etti, sen oradan, ben bu taraftan.
Sonra
burada buluşup bilgi alışveriş yapacaklardı.
Siyah
kurt izleri takibe koyuldu, uzun otların arasındaki patikada izler belirgindi.
Sezgisi o fareyi yakalayacağını söylüyordu, umarım cılız bir şey değildir diye
düşündü, ilerledi, çok geçmedi, fareyi orada bir şey yerken gördü, iriydi,
arkası dönüktü, fırladı ve atıldı üstüne, fare oraya buraya kaçayım dedi ama
siyah kurt onu üçüncü hamlede yakaladı ve sıktı ve hemen yemeye koyuldu onu.
O
yumuşak şey…kafasını çiğnerken kırılan kemik
sesleri geldi..ama diğer bölümleri lezizdi. Küçükken annesinin ona kusup
midesinden çıkardığı lapa gibi etler gibiydi fare. Aklına dostu geldi, onunla
paylaşmamıştı fareyi. E n yapayım, o da kurtluk yapsın, yakalasın fare diye
düşündü, ilerledi ve domuz izlerini takibe koyuldu. İzler sık çalılığa
gidiyordu ve burada bitki örtüsü çok yoğundu, oradan ancak ufak domuzlar
geçerdi ve görüş kısıtlıydı, geri döndü.
Lacivert
gözlü kurtla sözleştikleri yere geldi.
Lacivert
gözlü kurt bir süre domuz izleri takip etmişti, sonra dikkati dağılmıştı, bir
kelebek dikkatini çekmiş ve peşinden gitmişti. Kelebek bir oraya bir buraya
konuyor, onu peşinden sürüklüyordu, çok zaman sonra lacivert gözlü kurt oyundan
uyandı. Nerde olduğunu bilemedi, yoldaşıyla sözleştikleri yere nasıl giderdi,
izleri kaybetmişti.
Siyah
kurt çok bekledi ve onun gelmeyeceğini anlayınca bir kez uludu yola koyuldu.
Üzüldü
başta. Yok canım böyle olduğu iyği oldu, ondan baş belasından başka bir şey
olmazdı. Tek takılmak iyiydi, er ya da geç güçlü kurtlarla yoldaşlık yapardı,
ama o iri lacivertle zaten bu iş yürümezdi ki. Epey bir süre daha gitti ve
dinlenmek istedi. Geldiği yere şöyle bir bakındı ve içinden ulumak geldi. Uzun
uzun üç kere uludu ve uzandı ağacın altına. Uykuya daldı. Sırtında bi ağırlık
hissederek uyandı. Üstündeki iri lacivertti.
Nereye
kayboldun dostum
Seni
bekledim ama gelmedin.
İzlerin
peşinden çok gittim. Ama sonra bir kelebek aklımı aldı. Öyle düzeldi mi?
Kelebek
ha?”
Sana
beş domuz gördüm, birini yakalayacaktım nerdeyse diye uydurabilirdim. Dürüstüm
ben odlaş. Her neyse. Sen ne ettin?”
İzler
fos çıktı.
Demek
öyle. Yolda ufak tefek bir şey yakaladın mı?”
Yok.
ha. Bir iri fare yakaladım.
Vay
canına. Ne güzel, peki bana neden ayırmadın. Bu nasıl yoldaşlık?”
Bir
lokmaydı dostum.
Peki
sen bir şey yakaladın mı?”
İri bir
tavşan.
Neee!
İri bir tavşan mı? Ben o pis kokulu fareyi yedim. O nefis tavşanı benle
paylaşmayı düşünmedin mi; hani biz yoldaştık, yoldaşlık böyle mi olur,
yoldaşlık kardeşçe bölüşmek değil midir?
Şaka
yaptım dostum. Hemen de inandın. İki koca kurduz, ama iki beceriksizden
farkımız yok.
Bak çok
güzel söyledin. Bu işi artık değiştirmemiz lazım.
Ama
bizim suçumuz yok ki. Aslında bu şans meselesi.
Orası
öyle. Ama elbette şansımız döner.
Bir şey
itiraf edeyim. O tavşanı yedim kusura bakma. Sen o an aklımdan uçup gitmiştin.
Aklıma gelseydin bir parça sana getirirdim.
Dert
değil.
Ormanın
içinden çıkmaya karar verdiler, uzun bir süre yol aldılar, buraları orman
işletme tarafında elden geçirilmiş ve ağaçlar seyreltilmişti.
Koyun
sesleri iştiler, tepenin aşağısında, iri lacivert oraya gitmek istiyordu; ama
siyah kurt bunun sorun ve daha sonra büyük çaplı bela ve daha sonra ölümle
sonuçlanacağını, hayatlarını riske atmamak gerektiğini söyleyip duruyordu, ama
aslında siyah kurt da koyunlara saldırmak istiyordu; ama insanlara yaklaşmanın
ve o esnada en ufak bir hata yapmanın hayatının sonu olacağını biliyordu.
Siyah
kurt onun caydırmayı başardı, avlanma konundaki tecrübelerinden söz etmeye
başladı, bunları büyüdüğü kurt sürüsünde edinmişti. İyi avcı bir kurt önce
görünmez olurdu, avcı avcına yaklaşırken hayalet gibi görünmezdir, bu
görünmezlikle ona yaklaşır, hep daha çok yaklaşır, en uygun mesafede ise
fırlar. Karşıda, pusuda bekleyen kurt öldürücü hamleyi yapmak için bekler. Av o
tarafa koşturulur, sağdan ve soldan çevrilir, sürüdeki bütün avcı kurtlar
işbirliği içindedir, kimin ne yapacağı, yapması gereken belirlenmiştir, herkes
yapacağını otomatik olarak, duruma gör analiz edip anlar ve harekete geçer,
uzaktan birbirini görürler. Avlanma esnasında avlanacak sürüde hangi hayvanın
peşinden gidilecek, (en zayıf hasta ya da yaşlı) hangi hayvandan uzak
durulacak, avlanan kurtlar bunu bilir, güçlü bir hayvanı avlamak için
uğraşmazlardı, boynuz darbeleriyle hayatlarını kaybedebilirlerdi. Avlanan
kurtlar avlanacak hayvan ne kadar küçük her fırsatı değerlendirmeyi bilir.
Bir
takım olarak birbirimize sıkı sıkıya birbirimize bağlı çalışmamız lazım. Başka
kurtlara ait topraklara gireceğiz günün binde, ve ölümüne kapışmamız gerekecek,
avladığımız hayvanlarla da ölünme dövüşmemiz gerek.
Gerektiğinde
gözünü tamamen karartman gerekecek. Beni yarı yolda bırakamazsın, ben de seni
yarı yolda bırakmam.
Ekinlerin
yanındaki patikadan ilerliyorlardı, aşağıda çiftlik evini fark ettiler, siyah
kurt huzursuz oldu, ama lacivert o tarafa gitmek istiyordu, fazla kalmayız,
yiyecek bir hayvan bulursak gırtlağına çökeriz. Yoksa yok. hemen döneriz.
Orada
mutlaka köpekler vardır.
Ama
gece gündüz dolaşıyoruz bir halk beceremedik. Riske girelim. Tamam sen
korkuyorsan önden ben giderim. Epey geriden beni takip edebilirsin.
Yok
öyle dedi, korkumdan değil. Sadece aklımı kullanıyorum, oraya gitmek
akılsızlık, o çiftlik evinin sakinleri eli boş beklemez. Tüfeklerinin nelere
yol açtığını gördüm.
“Tamam,
tek başıma giderim. Sana da bir şeyler getirmeye çalışırım.”
“Olmaz.”
“O
zaman gidelim.”
“Evin
ışıkları sönsün. Daha erken. Sabaha karşı yaparız yapacağımızı. Burada zaman
geçirelim. Dinleyip güç toplayalım. Kestirelim.
Bu
şahane yoldaş. Senin hakkında yanılmamışım. Sen yürekli bir kurtsun.
:
Lacivertin
gözleri kapanıyordu: “Koyun yediğimizi düşünüyorum, öyle bir şeyler anlatır
mısın yoldaş. Gittik ve bir koyun yakaladık, işini bitirdik.
Anlatayım
tabi. Biz ahıra girerken çiftlik sahibi ve adamları çoktan bizim geldiğimizi
fark etmiş ve biz pusu kurmuştur. Koyunun birine saldırıyorsun, en de ötekine.
Sevinçten hangisine saldıracağımızı şaşırdık…bir tüfek patlıyor, kaçıyorsun,
diğer tüfek patlıyor, karnından vuruldun. Bana da ateş ediyorlar. Ben de
vuruldum, kaçmaya çalışıyoruz ama iri köpekleri salıyorlar üstüme. Beş köpek
çullanıyor üstümüze. Köpekler oramızı buramızı ısıtıyor,
Yapma
yoldaş. Çok karanlık ve kabus bir hikaye oldu bu.
En kötü
olasılığı anlattım. Bu ş kurt oyuncağı değil. Ailem kemik getirdi arada,
kardeşlerle onunla oynar, pratik yapardık. Oyuncak kemik değil bu iş. Çiftlik
sahipleri kurtları sevmez.
Tamam,
çok dikkatli olacağız, kesinlikle hayalet. Hatta sen bile göremeyeceksin beni o
sırada.
“Çok
tehlikeli görürsem durumu, geri döneriz.”
“Döneriz.
Anlatsana et yediğimizi.”
“Kanlı,
kıpkırmızı.”
“Anlat.
Anlat.”
“Burnun
kan içinde.”
Güldü
lacivert kurt.
Tanrı’ya inanan adam olmak kolay.
Asıl zorluk; Tanrı’nın inanacağı adam olmakta.
“Eti
yerken şapır şupur sesler çıkarıyorsun?”
“E o
olmazsa olmaz. Başka başka.
“Heyecanlandın
mı?”
“Tam
değil.”
“Ne
antika kurtsun be. Hayret. Artık uyuyalım.”
“Biraz
daha anlat n’olursun?”
“Bak
arkadaşım, sana bir şey diyeyim. Bu çocuk kafayla gidersen çok fazla yaşamazsın
sen.”
“Neden?”
“Çocuk
gibisin ve gerçeklerden haberin yok.”
“Seni
sevdim diye, sohbetini sevdim diye çocuklaşmış olamaz mıyım?”
“Hiç
sanmıyorum.”
“Bana
geri zekalı muamelesi yapıp duruyorsun ama çok yanlıyorsun.”
“Yok
kanka onu demek istemedim.”
“Vay.
Bana kanka dedin. Ne güzel, çok hoşuna gitti.
bana
sonsuza dek kanka de yarın bir gün senin yüzünden geberip gitmesem iyi.”
Beriki
güldü.
“Ben
varken kılına zarar veremezler.
“Atıp
tutuyorsun. Bakalım dediğini yapacak mısın?”
“Emin
ol yaparım.”
“Belki
de senin öncellikli yapman gereken büyük dişlerini boğazıma geçirmen. Bilirsin
insanı öncelikleri hep değişir. Açlık böyle bir şey
O neden
ki, ani neden böyle düşünüyorsun
Bilmem
Neden
kanka, neden böyle bir haince düşünce var, yani sana hainlik edeceğimi
düşünüyorsun.
“Kurt
felsefesi.
“Peki.
Sana güvenmiyorsan yollarımızı şimdi tam bu anda ayıralım?”
…
Ben
gidiyorum. Yolun açık olsun.
İri
lacivert uzaklaştı.
Siyah
kurt gözlerini yumdu.
Blöf
yaptığını sanki anlamadım salak diye düşündü.
Ama iri
lacivert siyaha kurdun beklediği gibi az sonra çıkıp gelmedi. Huzursuz oldu.
Yoksa ona alışmış mıydı, farkında olmadan onu cidden sevip bağlanmış mıydı.
Bağlık ne kötü. Gerçekten seversen ve sonunu bilmiyorsan.
Siyah
kurt tam da uykuya daldığı sırada iri lacivert ses çıkarmamaya özen göstererek
yaklaşıyordu, çocuk gibi böö yapıp onu korkutacaktı, siyah kurt o çok cılız
aytak sesini duydu ve gözlerin açmadı, çaktırmayacaktı. İri lacivert aniden
onun üstüne atladı ve kahkaha atmaya başladı.
Ayı
mısın nesin be, çekil git üstümden. Böyle iğrençlik hiç görmedim.
Beriki
deli gibi gülüyordu.
“Nasıl
korkuttum ama?”
“Tam
bir ahmaksın sen. Tam bir insan gibisin sen.”
“Yok.
sen hayvan olamazsın. O sefil insanlar gibisin.”
“Nasıl
korkuttum ama…haha hahahahhahahah!
Dengesiz
manyak. Çekil git. Uzaklaş benden. Tam uykuya dalacaktım. Pis deli.
Kızma
be dostum. Böyle şeyler kankalığın tuzu biberidir.
Kusura
bakma uykunu kaçırdığım için.
Kapa
çeneni git uyu
Peki.
İri
lacivert onun yanına uzandı.
İkisi
de uyumaya çalışıyordu.
“Bir
şey diyebilir miyim?”
“De ama
bu son olsun.”
“Başımı
sırtına koyabilir miyim?”
“Olmaz.”
“Lütfen.”
“Hadi
koy.”
Ona
yaklaştı ve başını onun sırtına uzattı gelin gibi.
Siyah
kurt başını çevirip ona baktı, iri lacivert gözlerini kapamıştı, koca kurt
bebek kurt gibi uyuyordu.
Başını
oynattı az.
Her
nedense bu hareket siyah kurdun çok hoşuna gitmişti. İri lacivert kaşındı,
pençesiyle pireli yeri kaşımaya başladı can havliyle.
Pis
kaşındı kardeş.
Sonra
başını yaslamadı sırta.
Siyah
kurt; “yaslasa ne güzeldi” diye düşündü.
Mutlu
olmuştu.
Az
sonra iri lacivert. Sırtın. Unutmuşum. Kanka.
Başını
onun sırtına uzattı: “Nasılız yoldaş? İyi miyiz?
“Sorun
yok. uyu!”
Siyah
kurt duygulandı, sürüsünde kardeşleriyle sırt sırta, yüz yüze sarmaş dolaş
uyuduğu müthiş karanlık ve soğuk geceler aklına geldi. Yüreği parçalandı.
Gözyaşları düştü gözünden.
İri
lacivert mızıldadı.
Siyah
kurt; “herhalde rüya görüyor olmalı” diye düşündü.
“Umarım
sonsuza kadar tek dostum sen olursun.”
“Umarım
kalırsın.” Diğerleri aklına geldi. İçi yandı. İçi parçalandı.
İçine
içine ağlıyordu.
“Kanka”
dedi iri lacivert,“Neden bilmem ama içimden ağlamak geldi. Sanırım seni çok
üzdüm. Yaptığım ahmaklıklar yüzünden. Oldu. Evet. Açsın ve kızgınsın. Kalbin
çok kırgın bana. Beni üzen bu. Ağlamak istemem bundan.”
“Takma
kafana. Uyu.”
“Duyuyor
musun?”
“Neyi?
“Esinti
başladı. Ağaçların yaprakları hışıldıyor.”
Siyah
kurt ağacın yapraklarına bakıyordu.
“Ne
acayip” dedi iri lacivert. Karanlık sallanıyor,
“Ne,
nasıl ne dedin?
“Karanlık
sallanıyor. Yapraklar sallanıyor ya. Karanlık hareket ediyor gibi. Canlı gibi.”
“Karanlık
canlıdır.”
“Başını
neden çektin?”
“Neden
sordun?”
“Hiç.”
“Rahatsız
olmadın değil mi?”
“Yok.”
“O
zaman koyayım. Böyle çok daha keyifli.”
…
“Keyifli
ya. Kanka. Hem de nasıl. Umarım yarın bir gün bir sebeple düşman bellemeyiz birbirimiz.”
“Yıldız
hiç yok. umarım yıldızlı geceler altında, ay altında yüzlerce kez avlanır ve
karnımızı tıka basa doyururuz.”
“Hayal
kurmak güzel ama bir de gerçekler var.”
“Çarpışma.”
“Ne?”
“Çarpışma
dedim?”
“Neden?”
“Onu
sonra anlatırım sana.”
“Çarpışma
güzel bir kelime sanki. Ama kötü de.”
“İlerde
bir gün çarpışacak mıyız, birbirimizin can düşmanı mı olacağız. Bunu mu demek
istedin?”
“Hayır.
Sonra dinlenmiş kafayla anlatırım.”
“Ha,
anladım kanka. Hayat bizi ne yapacak çok merak ediyorum kanka, harcayacak mı
yoksa bize güzel bir yer mi gösterecek, bir yuva. Korunaklı basit bir yuva bile
taht gibi gelir bana. Öyle şatafat sevmem ben kanka. Başımız yağmur almasın
yeter. Kutu gibi bir mağara.”
Siyah
kurdun kalbinin derinliklerinde sımsıcak, ateş gibi sımsıcak bir his canlanıp
yüzeye çıktı. Sürüsüyle yıldızlı geceler altında ormanın derinliklerinde yuvada
yatarken geçirdiği geceler, ay ışığı da olurdu, ağaçlar ağasından döne döne yer
değiştirirdi. Bazı geceler sisli olurdu. Sis ardında kalırdı ay. Ağaçlar sisi
toplardı ve çişe atardı atlarında.
Siyah
kurt gözlerini yıldızlara diklerdi, aya, büyülenirdi ve tutkular dolanırdı
içinde. Azim hissederdi, yüreğinde kırlangıçlardı azim. Dalga dalga büyürdü.
Çığlık çığlığa uçardı kafasının içindeki gökyüzünde. Bir an önce büyüyüp
avlanan sürüyle beraber hareket etmek, avlananlar yıldırım gibiydi, gözü pek,
sonuna sapına kadar cesaretli:
ÇARPIŞMA
Ölümüne
dövüşürlerdi ava giden ağabeyleri amcaları teyzeleri… amcaları.
Minik
siyah kurt o an bilemezdi ama onun ufak kalbi olağan üstü güzellikler ve
iyiliklerle yaratılmıştı.
Onun
kalbine doğmadan önce öyle parlak bir ışık yerleştirilmişti ki.
Sabırsızdı.
İçi
içine sığmazdı.
Kalelerin
içinde prensesler vardır, hapsedilmişlerdir.
Sistem
o prensesleri hiç sevmez.
Her
yörenin her şehrin her ülkenin prensesleri vardır.
Devlet
başkanları o prensleri mahkum etmiştir. Çünkü onlar prensesleri sevmezler.
Güzel, iyi, adil ve tanrısal olanı.
Minik
siyah kurdun durumu o prenseslerinki gibiydi.
Durma.
Koş. Gücün neyse katkıda bulun.
Sürün
için bir şeyler yap.
Daha
süt dişlerin car ufaklık. Şu kemik parçasını bile haklayamadın. Gelmiş sırtıma
sıçıyorsun. Kuyruğumu çekiyorsun. Çekil git. Bak uyuyacağım. Bir kaparsan
enseni. Fena ısırırım bak. Yürü git. Bak avdan yeni geldim. Geberdim. Öldüm
bittim. Sen gelmiş oyun oyna benle baba diyorsun. Annen şurada. Gitsene onun
yanına evlat. Bak kızdırıyorsun beni. Şurada kardeşlerinle takılsana.
Ufaktı.
Ayaklarında yıldırımlar hissederdi. Çenesinde akıl almaz bir güç.
Kemiğini
kıramıyorsun daha. Onu çatır çutur yemen lazım ufaklık. Çekil üstümden.
İçi
içine sığmazdı minik siyah kurdun.
İşte
bir av yakalayacağım onu
Evlat
ona sakın dokunma. Akrep o. akrepleri yemeyiz. Sokarsa mahvolursun. Az sakin
otursana bak kardeşlerin uzanmış. Sakin dur. Nende yaramazlık yapıp duruyorsun.
Dün bulutları izledin mi. bulutlar sana çok şey öğretir evlat. Çekip gitmeyi.
Sevmeyi ve ölmeyi. Sabret. Zamanın gelecek.
Minik
kurt bir an önce büyümek ister. Büyürse sürüsünün çeklik kanatlarından bir
kanat olacaktır çünkü.
İçinde
kopar nehirler kör eden güneşler.
Pırıltılı
parlak gözlerine ay ışığı üşmüştür, küçük bir yansıması vardır gözlerinde,
merkezinde.
Karanlığa
bakıp dalıp gitmiştir, geleceğini, sürüyle geleceğini, yapacaklarını hayal
etmektedir.
Dağların
omurgasında gezinen rüzgar gibidir. Ağaçların köklerindeki enerji akımı gibidir
geleceğine, sürüsüne duyduğu aşk.
Acayip
derin, sağlam ve sonsuz duygular onu önüne katmıştır yaprak gibi sürükler.
Karanlığı
ilk kez o gecelerde derinden hissetti.
Ve kış
geldiğinde.
Şimdi
iri lacivert ona o geceleri hatırlatmıştı.
“Bu
karanlıkları eriteceğiz dostum değil mi pençelerimizi birbirine katarak.
“Hayat
bilir.
“Sen?
“Bilmem.
Siyah
kurdun içinden şöyle geçiyordu:
“dağları
terk etmedim rüzgar
dağları
terk etmedim rüzgar
annemin
gözyaşları gibi
kardeşlerim
sürüm
hepsini
altın gittin
yapayalnız
kaldım hayatta
bütün
hayallerimi umutları kurup çöle çevirdin hayat.
Yaşıyorsam
eğer
Yaşıyorsam
eğer seni sevdiğim için değil
Mecbur
kaldığım için değil
Ölmekten
korktuğum için değil
İntikam
için değil.
Her
şeyi tersine çevirmek için.
Anılarıma
duyduğum bağlılık için.
Sürüm
Bana
öğretilen her şeyin hakkın vermek için.
Bir
parça sevgi bir an bakış.
Bir
sevgi kırıntısı en zor zamanda.
Kış
günü.
Açken.
Bir
umut pırıltısı her şey çok güzel olacak.
Bir
lokma.
Kof bi
kemik parçası.
Sonsuz
şefkatli yaz gecesi.
Sıkıldığımda
benle oyun oynayan mor turuncu kırmızı kelebek.
Sıkıntıdan
içimi kurtlar kemirirken Başımın üstüne aniden düşen yaprak parçası
Beni
sonsuz mutlu eden kuş cıvıltıları.
Annemin
bir damla sütü kursağımdaki.
Babamın
onurlu mücadelesi. Kan ter dökmesi bir lokma et için.
Hepsine
duyduğum saygı.
Hepsine
borçluyum.
Ayaklarımın
altındaki o sıcak toprak.
Üstüne
Dikildiğim o sonsuz merhametli toprak.
Beni
var eden toprak.
Yeşil
otlar…üstünde uzanıp uyuduğum yeşil.
Otlar. Sarı otlar.
Tepedeki
güneş.
Karanlık…bizi koruyan karanlık…geceleri..dinlendiğimiz geceler..
hayal kurduğumuz ve yeni umutlar icat ettiğimiz en zehir zemberek zor
günlerimiz..açlıkla. fırtınayla yağmurla. Korkarak düşman tehlikesiyle. Her an
birimizi kaybetme korkusu.
Annem
babam yuvaya bugün de dönecek mi
Dönmeyebilir.
Avda ölebilirler. Başlarına başka bir kötülük bela kaza gelebilir.
Onlara
borçluyum. Tepeden tırnağa kadar.
Kalbimdeki
onlara beslediğim merhamet yüzünden devam ediyorum ve asılıyorum hayat.
Bu
hayatın cehennem olduğunu ve tek saniye yaşanmaya değmez olduğunu sürümü
kaybettiğim gece anladım. İçime zımbalandı o kötü his. İğrenç his.
“Kanka
güçlü şeyler var mı sende?”
“Ne?
Nasıl yani?”
“Güçlü
duygular.”
“İşe
yarasalar bari.”
“Birini
anlat?”
“Leopar
desenli. Ormana duyduğum saygı.”
“Çiftlik
evine gitmeliyiz. Bize tek koyun lazım.
“Köpekleri
vardır. Hemen sesimizi duyarlar. Bir lokma yemeden tüfekleriyle gelip vururlar
bizi.”
(çiftlik
evininin ışıklarına dönük uzanmışlardır.)
MEZRA
EVİNDE
Kırsaldaki
tek katlı evin penceresinde solgun bir ışık görülüyordu, dışarıda kıyamet
kopuyordu, kar fırtınası bütün şiddetliyle devam ediyordu. Evin önündeki köpek
kulübesinde bir hareketlilik oldu, köpeğin uykusu kaçmıştı, kulübeden dışarı
çıktı, fırtına canını yaktı, kızdı ve havlamaya başladı. Bu sese sevinen ahırın
önündeki diğer köpek de heyecanla dışarı çıktı, o da havlamaya başladı. Çok
geçmedi ikisinin de iflahı kesildi ve hemen kulübelerine girip kıvrılıp
yattılar. Böyle iyiydi. Mızıldadı biri, öteki de ona cevap verdi. Evin
penceresine baktı ahırın önünde bağlı olan köpek. İçerden biri çıksa ve bir şey
yapsa iyi olurdu. Rutin nöbet can sıkıcıydı ama arada kulübeden dışarı çıkıp
boş boş havlayınca yaşadıklarını hissediyorlar, güç kazanıyorlardı. Bazen can
sıkıcı olsa da mutluydular; çünkü onlar bu evi ve içindeki insanları koruma
görevi verilmişti. Hep bunu hatırlıyor ve bu onları zinde tutuyordu, hava
şartları ne olursa olsun. Durum ne olursa olsun.
Ali
mutfakta yumurta kırmaya girişmişti.
Yerine
otur yoksa kafanı kırarım
Bir
yumurta kıracağım işim hemen biter.
Yerine
otur dedim orayı yeni sildim.
Bu
konuda çok titizdi Melek.
Ali
oturmadı tabi.
Çekil
kenara, kurt mu var oğlum midende. Yiyip yiyip doymuyorsun.
Melek yumurta
kırıp tepsiye koydu onun önüne getirdi çay zeytin ve peynirle.
Ali
yumurtayı yedikten sonra pencere önüne gitti, dışarı çıkmak istedi ama annesi
izin vermedi, ali annesinin odasına gitti ve alile albümünü alıp geldi.
Sayfaları çeviriyordu, annesi ona kızdı, albümü ona getirmesini istedi, Ali
albümü ona getirirken bir fotoğraf kayıp düştü kilime. Anne o fotoğrafı istedi.
Ali uzattı.
Ekin
biçilirken çekilmiş bir fotoğraftı bu. 41 genç kız vardı fotoğrafta. Elerinde
tırpanlar vardı bazılarının. Kimi önde yan yatmış diz çökmüş, diğerleri
ayaktaydı.
Leyla
duygulandı. Geçmişini hatırladı. Bu fotoğrafı çekildiği zaman 15 yaşındaydı.
Köyde
birinin tarlasında çalışıyorlardı, para alacaklardı.
Bir
hikaye anlatmaya başladı.
SONGÜL
Kız
arkadaşlarından biri, çok sevdiği kız arkadaşlarından biri aile kararıyla bir
adamla evlendirilmişti, 40 yaşında bir adamla. Ailenin paraya ihtiyacı vardı,
bu yüzden kızı vermişlerdi, kız da intihar etmeye karar vermişti. Leyla yapmaz
diye düşünüyordu, çünkü Songül ölmekten çok korkan biriydi. Ailesi iyi para
almıştı. Parayla büyük bir arazi satın almışlardı. Songül köydeki kızların en
güzeliydi. Ailesi ve kardeşleri kurtulmuş ve rahat etmiş olacaktı o tarla
sayesinde. Sonra damadın babası eski traktörünü de hediye etti aileye. Ailem
için çok iyi olacak diyordu, düğünden önce intihar edecektim, caydım, ne
verdilerse hepsini geri alırlar.
Kız
belki adamı seversin,
Onu ben
de düşündüm. Belki iyi olur. Bu yüzden bir süre bakacağım bu iş nedir, bazen
kızlar zorla evlendirilir ama mutlu olurlar. Annem de babamla zorla
evlendirilmiş. Sonra içi ısınmış ve dünyanın en iyi insanıyla evlendiğine bütün
kalbiyle inanmış. Eskiden kuş kafalı olduğunu söylemişti. Abuk subuk tipleri
uzaktan sevmiş, ama hiçbir onu cidden sevmemiş. Zaten o ilişkileri bir sona
gitmemiş.
Songül
evlendi ve evinden ayrıldı, başak bir şehirde bir köyde yaşamaya başladı. Üç ay
sonra öldüğü duyuldu.
Derede
boğulmuş. Kendini dereye mi attı yoksa öldürüldü mü kimse bilemedi. Ama
Leyla’ya anlatmıştı, eğer döverse kendimi öldürürüm, yüzme bilmem, en iyi ölüm
şekli bu, zehir içsem intihar etti derler, boğulmak iz bırakmadan ölmek,
bizimkilerde verdiklerini de geri alma imkanları olmaz. Zekice değil mi?”
“Bunu
sakın kimseye söylemem.
Söylemedim
zaten. Bunu tek sen bileceksin.
Ama
Songül’ü tanıyanlar neyin ne olduğunu anladı. Songül 15 senelik yaşamında bütün
sevecenliğiyle sarılmıştı yaşama, onu herkes çok severdi, geriye sağlam
dostluklar, ve büyük kahkahalarını bırakmıştı köyde, dostlarında.
Onun
ölümü bütün kızların canını sıkmış ve erken yaşta göçüp gitmesi dostlarının
sinirini bozmuş ve bunu bir türlü hazmedememişlerdi.
Durumu
Songül gibi olan başka kızlar da vardı. Sevdayı da ailesi istemediği biriyle
evlendirmek istiyordu, Sevda kardeşim Songül gibi olmayacak deyip duruyordu,
ben kendi hayatımı kuracağım. Ailesi lise 1’ den çekip almışlardı onu. Sevda
köyden kaçma planları yapıp yapıp dururdu, kızlarla kafa kafaya verip bunu
konuşurdu, bir gün gelecek ve bunu yapacaktı, nasıl kaçacaktı, nereye
gidecekti, herkes akıl verirdi, herkes ona planı konusunda yardım etmeye
çalışırdı, 3 abisi de gardiyan gibi sürekli gözlerdi onu. Sadece kız
arkadaşlarıyla konuşmasına izin verirlerdi, kızlardan zarar gelemez diye. Oysa
sevda kızlarla bir çete kurmuştu ve kimsenin haberi yoktu. Sevda sürekli plan
yapar, en iyisini seçmeye çalışırdı, kızlar heyecanlanırdı, köyü terk eden bir
kız şimdiye karar gördükleri duydukları şey değildi, çünkü hepsi korkardı,
kendilerine güveni yoktu, köyün dışında şehirlerde bambaşka hayatların
yaşandığını ve olabildiğini hayal edemezlerdi. Ya dindar yetiştirirleri, ya
tarla işçisi, ve kötü bir adamın ve birçok çocuğun kölesi. Onlar vaad edilen
buydu. Bir kötü adamın esiri olmak ömür boyunca. O adamlar o kızlara yeni
ufuklar açmazdı, kızlar ne kadar az bilirse iyiydi, o zaman adamın emrinde ve
hizmetçisi olurdu, o adamlar akıllı ve gözü açık kızları sevmezdi. Kıt akıllı,
kontrol edilebilen, boyun eğebilen iyi kızlar onların işine gelirdi.
Onlar
kızlarla evlenince onların nasıl mutlu edileceğine dair dersler almamışlardı,
belli rutinleri
devam ettirirlerdi,
belli ihtiyaçlarını ve buna uyacak bir eş ararlardı. Yani ortada aslında
kasıtlı bir kötülük yoktu, şuursuzluk ve bir bilinçsizlik vardı. Kadın nasıl
mutlu edilir, o erkeklere öğretilen bir şey değildi. Sevda köyden kaçma
planlarını anlatıp duruyor, zaman geçiyor bir şey olduğu yoktu.
Dalga
geçerek:“Ne o sevda. Kaçma planları suya mu düştü?”
Önce
ters baktı ve gülümsedi: “Hayır canım. Bir zamanı var.”
“Yoksa
korkuyor musun?”
“Aslan
bile korkar. Tabi; ama bu beni yıldırmaz.”
“Senin
köyden kaçacağın yok.”
“Zamanı
gelsin görürsün.”
“Bırak
bu işleri. Songül kadar yürekli değilsin.” Demişti ona Leyla.
Mayıs
ayının başıydı, havalar yağmurlu gidiyordu ama
O gün
sanki yaz gelmişti. Akşam yeni gelmişti.
ruh
alan tatlı bir yumuşaklık.
Sevda’nın
gözlerinde gecenin parıltısı
GECENİN
PIRILTISINDAKİ ÇİÇEKLER ÜSTÜ UFUK: YENİLMEZ!
Sevda’nın
umutları.
Sedanın
parlak kalbi…
Yıkılacak
gibi değiller.
İflas
etmez gözüküyorlar.
Hayata,
hayattaki en tekinsiz şeylere, belalara meydan okuyacak cinsten.
Gözü
kara bir çiçekler üstü ufuk.
Ufak at
da yesinler derler
O
çiçekler üstü ufuk en ufağını atsa yer yerler.
Çünkü
öyle güçlü ve öyle güzel ki.
Kurumuş
çöle dönmüş topraklara can verecek denli azimli haysiyetli ve özgün karakterli.
Nasıl
farkında olabilirsin ki
Bazıları
çok tutkulu yaratılır
Alev
alev
En
istediğin, en sevdiğin biçimde ve içerikte yaratıldın,
Böyle
olduğunu nasıl anlayabilirsin, nasıl sezebilirsin o muhteşem ayarını
zembereğindeki
Bacaklarının
arasındaki kusursuz mekanizmayı?
Nasıl
görebilirsin karnında zihnini merkezinde uçuşan renk renk kelebekleri?
Sevda
tutkuluydu.
Seviyle,
içinin zarifliğiyle, sakinliğiyle bakışı ezerdi kötü bakışları.
Güzel
ve kalpli bakışı uçururdu kötücül enerjileri.
Tam
kafadan.
Çünkü o
gecenin pırıltısındaki çiçekler üstü ufuktu.
Yenilmezdi,
öyle bir his vardı kalbinde, zihninin uçsuz bucaksız yeşil merkezinde.
Devam
et devam et
Asla
yılma
Yılma
çünkü omurgan çığır açacak.
Kalbin
Kafan.
Bu
satırları okuyan kişi.
“Çok
güzel bir hayatım olacak!”
“Zor be
gülüm” dedi Leyla. “Ağabeylerin doğrar seni.
“Bak
orası kesin dedi sevda. Aynı anda gülmeye başladılar.
“Canım
planım var elbette.”
“Nasıl?”
“Plan
söylenmez.”
“Ne
zaman kaçacaksın?”
“Yakın.”
Sevda
orada burada konuşuyor, ama gizemli laflar ediyor, herkesi bir merak alıp
götürüyor, kızlar arasında, yalnız ona sorduklarında, şakayla karışık
zorladıklarında, güç bela ağzından bazı laflar alabiliyorlar. Sevda hep şifreli
konuşuyor, uzak güzel şehirde bütün günler mavi.
Ya da:
sadece samimi olduğu dostlarına bile ne yapacağını açıklamıyordu, bütün
kızlarda bir merak kasırgası vardı, sevda ne yapacak, köyden kaçacak ve şehre
varmadan kısa sürede kirpi gibi enselenecek miydi üç abisinde birine. Ağabeyler
gözü gibi bakıyorlardı ona, evin en küçüğüydü çünkü. Neler olacağını dört gözle
ve dört nala koşan yürekle bekliyordu bütün kızlar, o vakit bir an önce gelsin
ve sevdanın kaçıp kayıplara karıştığını, yer yarılıp içine düştüğünü, bir türlü
bulunamadığını, köylünün seferber olduğunu işitmek ve görmek için
çıldırıyorlardı. Çünkü hepsi kendisini sevda olarak görüyordu, çileliydi köy,
dertli zor ve baş belası, ciddi ciddi bir cehennemdi genç kızlar için. Adamlar
çeker gider, kızlar mahkum gibi kalır. Bütün kızlar büyük bir saygı ve sevgiyle
sarıyordu sevdayı, sevda büyük iş yapıp ezip geçecekti üç abisini. 3 de ablası
vardı. Ailesini özellikle ağabeylerini doğranmıştan beter edecekti. Sevda,
köyün bütün çaresiz kızlarının, o kader dedikleri lanetin, kısırdöngünün,
tabunun, korkuların delik deşik edilmesinde öncüydü. Son derece sinsi ve
akıllıydı. Sevda kızlarla bir araya geldiğinde çok ilginç ve gülünç hikayeler
anlatırdı. Eski model bir araç sürdüğünü, yanında uzun saçlı tipsiz bir
sevgilisi olduğunu, banka soymak gibi sıra dışı hikayelerdi bunlar. Mutlaka
içinde suç oluyordu, ama banka soyarken memurlardan birini öldürmek gibi şeyler
olmuyordu, olursa bu kızların hoşuna gitmiyordu, yani kızların hayal dünyasında
gezmelerini sağlıyordu. Kızlar onun bu şeyleri nerden bulduğuna ve güzelce
hikaye etmesine şaşıyorlar, onun hikayesini gerçekmiş gibi dinliyorlardı. Sevda
onların yapamayacakları şeyleri imkanlı hale getiriyordu hikayelerinde. Kanlı
canlı hikayeler. Uyuşturucu satıcısını tekme tokat dövmesi, sonra adamın silah
çekmesi, sevda kaçıyor,
sevda
kafasının içinde bir şeyleri çok güzel kurabiliyordu, ve kurduklarını çok iyi
ve heyecanlı biçimde anlatıyordu ve bu kız arkadaşlarını delice mutlu ediyordu.
Zaten sıkıntılı hayatlarına renk lazımdı, bir gökkuşağı, sevdanın hikayeleri öyle
bir dinamit gibiydi ve hayatlarını uçuyordu uzaya, cennet gibi güzel bir yere.
Bir yerleşim istasyonuna doğru.
Sevda
hikayenin birinde köyden kaçıyor, bir kapıcı ailesiyle yaşamaya başlıyor,
mahallede bir cinayet işleniyor, polis araştırıyor ama sonuç yok, sevda polis
gibi araştırmaya başlıyor, apartmandan birisi cinayeti işleyen, öyle düşünüyor.
Sevda
hikayede bir köylü kızın hiç yapmadığı, yapamayacağı şeyler yapıyor, mesela
çantasında satır taşıyor, kılık değiştiriyor, erkek kılığına giriyor ve erkekler
dostluk yapıyor gece yarısı.
Tabi
hikayeyi anlatırken sesini erkek sesine çeviriyor ve o kadar sahici oluyor ki.
Kızlar onu bir erkek olarak görüyor. Şaşıp kalıyorlar. Elleri ağızlarında.
Bacaklarımın
arasındaki balyozun tadına bakmak ister misin tatlım.
Kızlar
gülmekten kırılıp düşüyorlar yere.
Oda
yıkılıyor. Odada sanki deprem oluyor.
“Sana
bir sırrımı vereceğim. Ama kimseye söylemeyeceksin. Yoksa keserim seni
Ölürüm
de kimseye demem de.”
“Şu
çoban Hasan geçen gün yanında geçerken selam verdi. İlkokulda en sevdiğim
arkadaşımdı. Sohbet akıp gidiyordu, uzaklara gideceğim dedim. Kanatların yok
dedi, düşer ölürsün. Nasıl dedim. Bazı kızların büyük kanatları olur büyük
kuşlarınki gibi. Sen onlardan değilsin dedi. Sinir oldum tabi. Ya ne dedim
burada mı yaşayacağım. Ruh. Dedi ruhun. Onun ferahlığa ihtiyacı var. Ruhunun
mutluluğa sevince ihtiyacı var. Seni mutlu edecek adamın bunu yapması lazım.
Bunu yapabilirse sen cehennemde bile mutlu mesut yaşarsın. Sen bunu nerden çıkardın?
Seni eskiden beni tanırım. Dedikleri çok hoşuma gitmişti. Burada kal bence. Çok
iyi olur. Bıktım köyden dedim. Seni alırım dedi. Mutlu etmesini beceririm. Ben
de dedim ki: Beni öp. Korkarak baktı bana. Ona gülümsedim. Şeytanca
gülümsediğini biliyor musun dedi. Güldüm. Öp haydi bir daha demem. Keriz miyim
dedi. Anlamadım dedim. Sen köyü terk edeceksin. Seni öpersem üzülürüm uzaktasın
diye. Olsun dedim. Bir kere öl yanına kar kalır. Olmaz dedi.
“Güzel
laflar ediyor. Hassas biri. Ama ben bu köyde deliyorum. Bir de bu delirmeye onu
mu dahil edeyim. Ama ne güzel söylemişti. Sana ruhunu hissettirmek lazım. Bütün
ilacın bu. İnsan kendi ruhunu hissedince gerçek mutluluğu bulur.”
“Ne
güzel. Seni anlayan biri var.”
“Beni
anladığını sanmıyorum.”
“Ama
seni etkileyen sözler söylediğine göre seni anlıyor.”
“Sanmıyorum.”
“Bence
sen kendini tanımıyorsun ve o seni iyi analiz etmiş. İnsan kendini tanıyamaz.
Dışarıdan göz seni fark eder.”
“Bu
köyü tek etmem lazım?”
“Bence
sen onu yeniden bir değerlendir. Belki de sonsuz mutluluğu onla yaşacaksın.”
“Bir çobanla
mı; sen kafayı mı yedin oğlum?”
“Belki
de kafayı yiyen sensin. Haberin yok. gideceğim diye tutturdun gitmiyorsun.
Bence sen palavra sıkıyorsun- bir hayal kuruyorsun ve çok korkaksın. Hiç
cesaretin yok. öyle cesurca kaçacağım edeceğim, bambaşka ve çok renkli bir
hayatım olacak diyorsun ama bunlar kof laflar. Bilmediğin bir yerde bilmediğin
insanlar arasında nasıl hayatta kalacağına dair sağmal bir görüşün yok. hikaye
anlata anlata milleti eğlendirip büyülüyorsun- kendinde eğlenip havalara
giriyorsun- olay bu. Sen gerçeklerin içinde bir solucansın. Yani kaçıp
gideceğim diyorsun ama cesurca laflar, arka planda bir solucan var. Kaçıp
gitmekten ödü patlayan bir solucan.
Sevda
önce güldü. sonra parladı: “Ne biçim dostsun be! Sabrediyorum abuk subuk laflar
edip moralimi bozuyorsun.”
“İçimden
geçeni demeyeyim mi?”
Bak
güzelim iyi bir plan şart. Sonra doğru bir zamanda uygulamaya geçmek lazım.
Aceleye getirilen işler istenen sonucu vermez, başarıya ulaşmaz. Plan tamam da
beklediğim bir şey var demek ki.
“Söyle.”
“Söylemem.”
Söylesen
ne olur
Sonra
yakana yapışırlar ve seni bülbül gibi ötürürüler. Öyle şeyler yaparlar ki
konuşmaya mecbur kalırsın. Belki de kaçmama sen mani olursun. Kimseyi güvenim
yok.
“Bana
da mı?”
“Ne
yazık ki. Ayrıca her şeyi söylersem planıma olan gücüm de azalır gibime
geliyor. Belki de cayarım.”
“Kendinden
korkuyorsun.”
“Hayır.
O enerji kaybolmasın. O cesaret. O güç. Büyü bozulmasın.”
Güldü
Leyla.
“Ban en
iyisi mi sen git yarın çaktırmadan Hasan’la bir konuş. Oradan geçiyormuş gibi
yap. Tart. Dinle onu. Bence size çizili bir yol da da sen körsün.
“Saçmalama.”
“Beni
seviyorsan gidip onunla konuşursun. Yüzüne bak, onunla sonsuza dek olduğunu
hayal etmeyi dene, sevgilin, kocan filan. Bir ev hayal et. İçindesiniz. Bir
bahçe hayal et. Akşamları çay içiyorsunuz filan. Ne bileyim. Seviyorsunuz
filan.
Sevda
delice bir kahkaha kopardı. Gülmekten gözünde yaşlar geldi. Gülmesi bir türlü
bitmiyorsun.”
“Sen
deli misin? Sen kafayı mı üşüttün, o ve ben sevişmek ha. Dünyada tek o kalsa
asla.”
Ama o
iş yaparken belki de muhteşem hissedeceksin, aradığının o olduğunu
anlayacaksın. Yaşamadan bilemezsin ki.
“Annem
gibi laflar etmeye başladın.”
“Beni
kırma. Yarın bir dene bakalım.”
“Beni
kesseler denemem.”
“Ben
eve gideyim” dedi kalktı, yola düştü.
“Sevda
evine git, yolda küçük abisine rastladı, sigara içiyordu, nerdeydin dedi,
arkadaşla az oturdum dedi. Kahvehanenin önünden geçiyordu, ortanca abisi
oradaydı, kalkıp yanına geldi, nerdeydin dedi, ona da bir cevap verdi. Tarlanın
yanından geçiyordu. Büyük abisi tarlada iş yapanları seyrediyor, çay sigara
içiyordu
o da
sordu, ona da bir yanıt verdi.
Üçü de
bir iş yapmıyor, sağda solda gününü gün edip keyif çatıyordu. Eve sadece
babaları bakıyordu. Üç genç adam gurbete çıkmayı planlamıştı ve haber ha geldi
ha gelecekti. Bir aydır beklenen haber yüzünden iş güç yaptıkları yoktu.
Akşam
serinliği çökmüştü köye. Sevda yatağında uzanmıştı, dinleniyordu, pencereden
esen rüzgar içeri doluyordu, gün boyu bu rahatlığı bu uzanışı beklemişti,
kapıdan gelen konuşmalara kulak vermişti. Kapıya gelen az sonra gitti. İçerden
ağabeylerinin sohbeti başladı. Yarın sabah erkenden kasabaya giden dolmuşa
bineceklerdi. Oradan da büyük şehre gidecekleri çimento dolu kamyonla. Baba
inşaat ustasıydı, bir köy evi inşa ediyordu, gecenin 12 si geldi eve, açtı,
karısı ona yemek verdi, karısı oğlanların iş bulduğunu yarın gideceklerini
anlattı, baba da çok sevindi bu işe.
Ama en
çok gizli saklı sevinen sevdaydı. Aylardır kafasında kurduğu planı gerçeğe
dökebilecekti böylece.
Ertesi
gün sabah karanlığında üç kardeş/aralarında 2 şer yaş fark var. Hazırlanıp
annelerinin elini öpüp sarılıp yola çıktılar. Sevdaya gözün gibi bak gözünün
üstünden ayırma dedi en büyükleri. Gözünüz arkada kalmasın dedi anneleri. Üç
kardeş karanlıkta kaybolup gitti.
Gün
aydınlandığında sevda bağırış çağrış gürültü patırtı olmadığını fark etti,
anladı ki ağabeyleri gitmişti. Onlar ev deyken kavga gürültü eksik olmazdı.
Ağız dalaşı. Olmayacak konulardan saatler süren tartışmalar. Erkekçe
tartışmalar. Gittiklerine o kadar çok sevindi ki, sevinç kahkahaları atmak
istedi. Tuttu kendini.
Gün
ilerlerken planını masaya yatırdı, düşünüp duruyordu. Birden kafasına dostunun
dedikleri düştü: gidip hasanla görüşmek. Onunla görüşme fikrini değiştirmezdi,
bu köyü terk edecekti; ama belki onunla görüşme iyi bir şey eklerdi ona, bir
şey kazanırdı belki. Dostu böyle demişse vardı bunda bir şey. Annesine bir
yalan atıp evden çıktı.
Hasanı
dün gördüğü yerde göremedi.
Epey
aradı ama bulamadı. Dağlara doğru gitmiş olmalıydı.
Ertesi
gün de hasanı aradı. Yine bulamadı.
Üçüncü
gün de bulamadı ve öfkeyle deli olmuş biçimde dağdan iniyordu. Kendi kendine
konuşup duruyordu. Kayalık yanından aniden hasan çıktı karşısına,
Hasan
sırıtıyordu. Hasan çöktü. Sevda onun yanına gitti. Az aşağıda koyunlar otluyordu.
Hasan arkasından bir çiçek çıkarıp uzattı. Sevda çiçeğe baktı. Burada onlardan
bir sürü var dedi kayıtsızca, hasan çiçeği atar gibi yaptı, Sevda çiçeği almak
istiyor oysa, kokmaz etmez gül değil çünkü. Ama almak istiyor. Hasan uzattı
çiçeği, Sevda çiçeğe baktı, Hasan’ın kafasına attı çiçeği. Almak istedim çünkü
kafana atarsam iyi olur diye düşündüm. Güldü hasan. Mutlu oldun mu?”
“Tabi.
Ama bu kez taş olsa iyi olur.
Güldüler.
“O da
nedir?”
“Kitap.”
“Kitap
mı okuyorsun?”
“Öyle.”
“Okuyacaksın
da ne olacak; bir çobansın sen?”
Hasan
güldü gül verir gibi.
İçinden
dedi ki: “Kaskafacık.”
“Ne
sırttın?” dedi kız.
“Sen de
okursan iyi olur, dünyan değişir.”
“Ne
varmış dünyamda?”
“İçinden
geçenleri çok iyi biliyorum.”
“Bir
şey bildiğin yok. istediğin kadar oku. Çobansın.”
“Beni
neden aşağılıyorsun.”
“Çünkü
saçma şeyler diyorsun.”
“Nasıl?”
“Çobansın.
Bir çobanı kim ciddiye alır.
Demek
istediğim. Şehre gittin. Başın belaya girdi. Hatırlı zengin dostların olur mu
okuyarak. Yok. paran olursa, hatırlı çevren olur. Emek istediğim küçük dünyanı
aşsan iyi olur. Başka ufuklarda şansını denemelisin.
Ben
gayet iyi durumdayım. Sevdiğim yerdeyim.
Altında
doğru düzgün pantolon yok be. Ne zırvalıyorsun. Kıçındaki pantolon yamalı.
Babamın pantolonu. Hatıra. Uğurlu pantolonum bu. Sana rastlarım diye giydim.
Sevda
güldü.
“Giyecek
başka şey bulsan iyi ederdin.”
“Bu
pantolonla çok komiksin.”
Hasan,
ona sırtını döndü. Gözlerinden yaşlar düştü.
“Hasan
küseceksen giderim bak. 3 gündür senle konuşmak için köpek gibi gezip durdum.”
Hasan
oralı olmadı.
“Hasan
dön bana. Bak yoksa giderim.”
Hasan
ona yüzünü döndü.
“Ağladın
mı sen?”
“Yok.”
“Ağladın.
Bak hasan ağlayacak durum yok ki. Sana gerçeği dedim.”
“Şehirlerde
kızlar yırtık pırtık şortlar ve kot pantolonlar giyer dolaşır, modadır bu.”
“Sen ne
parçalıyorsun?”
Sevda
güldü. “Tamam: ama onlarınki başka. Bir çoban yamalı pantolon giyerse
mecburiyetten, fakirlikten, bu yoksunluk göstergesi, fakirliktir. Ama o şehirli
kızlar yırtık pırtık şeyler giyer. Onlar istedikleri pantolonu alabilir.
Onlarda gülünç olmaz. Ama sende olur.
Bırak
ya. Senin kalbin donmuş. Kötü gözle bakıyorsun her şeye. Ama senin dibini
biliyorum da ses etmiyorum. Üzülüp ağlarsın. Sonra beni öyle hatırlarsın.
Sen ne
biliyorsun be pis çoban parçası. Baldırı çıplak cahil. Köyde kala kala ve eline
geçen saçma kitaplarla adım mı sandın kendini. Babanın pantolonuna bir şey
demedim. O iyi adamdı. Sen onun kılı bile olamazsın. O yıllarda şehirde çalıştı
durdu, geliştirdi kendin. Sen yıllardır burasın. Gitmekten korkuyorsun.
“Bak
sevda açtırma ağzımı!”
“Açarsam
ne olur. Aç da bir görelim bakalım. Seni laflar boğarım hasan. Acıdım geldim
yanına. Üç beş laf edeyim dedim çileden çıkarma beni.”
“Bırak
bu işleri. Ne acıması. Senin dibini biliyorum dedim.”
“Bilemezsin.”
“Bak
tartışmayalım. Kırmayalım birbirimizin kalbini.”
“İstediğini
de. Kırılmaz ki. Güleri geçerim. Senin neyine kırılacağım. Çaresizsin. Senin
ciddiye alsam şamarımı yerdin.”
Hasan
güldü.
“Söyle
dibim neymiş?”
“Boş
ver.”
“Kitabın
arasındaki kağıt ne?”
“Boş
ver.”
“Ver
onu bana. Merak ettim. Okuyacağım.” Güldü şımarıkça.
“Olmaz.”
“Neden?
“Sakıncalı.”
“O
halde dibim neymiş onu de?”
Ağlarsın.
“O
zor.” Güldü.
O şiiri
okur.
Sevda
başını öteki yana çevirmişti ve gözlerinden yaşlar düşmüştü. Çaktırmadan hemen
sildi onları. Ama gözleri yine doldu.
“Bana
bak.”
“Bakmam.”
“Sen
ağlıyorsun?”
“Sevda
gitme buralardan. Buralardan güzel yer bulamazsın ki.”
“Bunu
sakın kimseye deme.”
“Demem.
Ama başına kötü işler gelir. Ne olursun yapma. Burada sevdiğin birini bulursun.”
“Sen
beni sevmiyor musun?”
Hasan
güldü: “Elbette seviyorum.”
“Benimle
evlenmek istemiyor musun?”
“Elbette.”
“O
zaman neden sevdiğin birini bulursun diyorsun.”
“Belki
başkasındadır kalbin. Ne bileyim. Ama ne edersen et seni severim. Gidersin pişman olursun döner gelirsin. Severim seni. Bence
bir süre daha burada kalmayı
denemelisin. Çünkü öyle şeylere bulaşırsın ki sonra geri dönüşün olmaz. O
kapıyı bir kaparsan geri açma imkanın kalmayabilir. Ölmek gibi. Ölümden kimse
geri gelemez ya. Öyle.”
“Buraya
dönmek istemem başıma ne gelirse gelsin.”
“Demek
istediğim buradaki anıları vs her şeyi imha etme en azından. İnsan geri gelmek
ister. Hayatı başladığı yere.”
“Kağıtta
ne var?”
“Bir
şiir.”
“Kime
yazdın?”
“Senin
için.”
“Ay ne
güzel okusana!”
“Üzülürsün.”
“Olsun
oku.”
Hasan
şiire okumaya başladı.
“Sevmek
zor iş: Elmayı sen seviyorsun diye o da seni sevecek değil ya.
Sevmek
zor iş bir köyü bir kenti ya da bir insanı.
İşleri
istediğin gibi gitmez
Hep
böyle olur zaten
Alıp
başını gitmek istersin
Yaşadığın
köy seni sevmek zorunda değil ki.
Önemli
olan senin onu sevmen
O sana
gerekli her şeyi veriyor zaten demişti bana annem.
Eğlenceli
gözükmez sana tarlada çalışmak.”
Sevda’ya
baktı, yüzü başka tarafa dönük.
Belli
ki ağlıyordu. Ses etmedi ve şiiri okumaya devam etti.
“Mutlu
olmak diye bir şey yok.”
“Buna
inancım kalmadı.”
“Annemin
sözlerini düşünüp duruyordum.”
“Burayı
bırakıp gitsem?”
Çok
uzun düşündüm bunu. Aylarca. Sonuç şu oldu: Burayı bırakıp gitsem bu köy
arkamdan gelecekti. Bunu anladığım an köyü terk etme düşüncem yerle bir oldu.”
Sevda
yaşlarını sildi ve ona döndü.
“Köyü
terk edeceğimi kim söyledi?”
“Kimse.
Sezdim.”
Sevda
kalktı, yola koyuldu: “Sakın bir yere gitme. Kal ve düşün. Bu köyde doğan
birçok kişi düşünür bunu. Kaçıp gider bazısı. Bence gitme. Burada bir dene.
Mahvolmanı istemem uzaklarda.”
Sevda
uzaklaştı.
Gece
yarısıydı. Gündüz hazırlığını yapmıştı. İki çantası hazırlamıştı. Odasının
penceresinden dışarı şöyle bir baktı. Hava muhteşemdi.
Dışarı
çıktı ve seri adımlarla ilerlemeye başladı.
Bir an
geri dönüp evine baktı. Zavallı ev diye düşündü. Seni son görüşüm. Köyün çok
dışındaydı, ormanlık alana geldi. Yorulmuştu. Biraz dinleneyim dedi ama canı
kalkmak bilmiyordu. Hasanın dediklerini düşünüp duruyordu. Ya gittiği yerde
başına bir felaket gelecekse? Kötü kötü senaryolar kafasında dolanmaya
başlamıştı. En kötüsü ne olabilirdi ya tecavüze uğramak ve öldürülmek. Böyle
kötü şeyler düşündükçe korkmaya başladı. Asında korkusu yoktu. Şu hasan içine
öyle kurtlar atmıştı ki. Kalkıp biraz daha dişin sıksa, denese burada. Ormanda
kuşlar ötüyordu. Baykuşlar. Kargalar ve ufak ötücü kuşlar. Ağustos böceklerinin
sesi geliyordu. Derede vıraklıyordu kurbağalar.
Vahşi
hayvanların saldırısına uğramaktan korktu ve ateş yakmak için çalı odun
toplamaya başladı. Çok çaba sarf etmedi. Burası yakacak odun doluydu.
Ateşi
yaktı ve başına kuruldu.
Plana
göre yukarıdaki köye gidecekti. Eski bir arkadaşı vardı orada. Çok güvendiği.
Geceyi orada geçirecek ve ot yüklü kamyona saklanacak, kamyon şehir dışına
çıkacaktı. Kardeşten öte sevdiği çocukluk arkadaşı kızın abisi kamyonu
sürecekti. Şehir dışına ara ara ot götürürdü. İşi buydu. Ot götürür, saman
taşırdı. Hayvan götürürdü. Düşünüyordu ve bu iş hiç de kızlara anlattığı gibi
değildi. Berbat hissediyordu. O cesur lafları ve olayın tam içinde olmak apayrı
şeylerdi. Köyden kaçma düşüncesi iyice çözülmeye başlamıştı. Ayağa kaktı. Ateşi
söndürmeye başladı.
Süratli
adımlarla evine doğru ilerlemeye başladı.
Bir ay
daha deneyecekti, eğer bu köyde kalmasına yol açacak bir sebep bulamazsa artık
sonu ne olursa olsun kaçacaktı.
OSMAN
Osman
kar fırtınasında ilerliyordu.
Düşünecek,
kafasını verecek bir şey arıyordu. Birden içine Halit düştü. Halit’le
ilkokuldan arkadaştı. Zaman zaman çok yakınlaştılar bazen uzaklaştılar ve
başkalarıyla daha sıkı takıldılar ama her birbirinden haberdarlardı, her zaman.
Sonra bir şeyler olur, yeniden her gün takılmaya başlarlardı.
İkisi
birlikte kasabada geçici işlerle çalışıyorlardı, 16 yaşındaydılar. Kasabada
inşaat malzemeleri satan bir iş yerinde çalışıyorlardı. Kamyona çimento ve
kireç yüklüyorlardı. Bu iş çok zordu, ama bu işi bulabilmişlerdi ve parası da
diğer işlere göre fazlaydı, Halit ikide bir köyü terk etmekten söz ediyordu,
her akşam köye giderken mutlaka köyden gideceğinden söz ederdi, büyük şehirde
yaşamak istediği hayatı anlatırdı. Halit öyle anlatırdı ki, kanlı canlı bir
atmosfer gelirdi Osman’ın gözünün önüne. Mesela kızlar tasvir ederdi Halit,
onlarla nasıl konuşacağını anlatırdı, o kızları öyle güzel anlatırdı ki. Osman
çok zevk alırdı onu dinlemekten, ara ara hikayeye espriler yerleştirirdi.
Her ne
olduysa Halit o hayali anlatmayı kesti, iyice içine gömülmüştü, Osman deli
olmuştu. Halit neyin va diyor, ama Halit kaçamak cevaplar veriyor, içinde ne
olup bitiyor hiç anlatmıyordu.
Akşamın
o saatinde araç olmazdı köye çıkan, ama köye giden araçlar denk gelirdi traktör
ya da otomobil. O zaman o öldüren uzun yolu yürümek zorunda kalmazlardı. Halit
sessiz olunca o yol da çekilmez oluyordu. Osman bir şeyler anlatmıştı, ama
Halit kendi içinde bir yere gömülmüş gibiydi.
“Sen beni
dinlemiyorsun?”
“Yok;
kulağım sende. Anlat.”
Osman
anlatıyordu bir şeyler. Laf olsun diye. Ama Halit’in kafası kesinlikle başka
bir yerdeydi. Ve onu Osman çok merak ediyordu. Neyi vardı bu hayat dolu
çocuğun?
Köye
vardılar ve bir notada evlerine gitmek üzere ayrıldılar. Osman bekledi ve onu
takibe koyuldu. Halit evine giden yoldan sapmıştı. Osman onu dikkatli biçimde
takipteydi. Bir an her neye bastıysa ses çıktı. Bu taşın taşa değdiği gibi
sesti. Halit dönüp arkasına baktı. Ama Osman onun arkasına döndüğünü görünce
sinmişti. Ne iş çeviriyor bu böyle diye düşündü. Gökyüzünde inlerce yıldız ve
ay vardı. Halit ilerledi ve bir evin bahçe duvarına yaklaştı, içeri atladı.
Osman duvara yanaştı. Orada iki gölge vardı, bahçenin bir köşesinde, bu evin
sahibi adamın üç kızı vardı, Halit anlaşılan onlardan biriyle iş çeviriyordu.
Osman emin olmak istedi. Ve iyice baktı. Evin küçük kızı Rahime o. Ferruh amca Halit’i bir yakalasa, öldürmezdi.
Ama öldürmekten beter ederdi onu. Kızlarına çok düşkündü ve kızlar herkesin
dikkatini çekecek kadar zarif ve alımlıydılar.
Osman
içinden gülerek oradan ayrıldı.
Ertesi
gündü.
Halit
ve Osman kasabada akşama kadar çalışmışlardı. Köy yolunda ilerliyorlardı, in
cin top oynuyordu ve yolda yürümekten yorulmuşlardı.
Yol
bazen pis yokuş bazen yokuş aşağı, bazen kıvrılarak gider, döne döne köye
çıkardı, ağaçlar ormanlar içinden kız gibi akardı yol.
“Para
biriktirip bisiklet alsak çok iyi olacak.”
“Öyle;
ama dünyanın parası bir bisiklet.”
“Eski
püskü olsa yeter.”
“Yokuşu
çıkmaz.”
“Motosiklet
alalım.”
“Zor
iş. Bizimkiler para bekler.”
Ağaçlık
alana geldiler. Yolun kenarına kuruldular. Burada küçük bir dere vardı.
Karanlıktı;
ama cephane gibi ay vardı gökyüzünde.
Halit,
küçük kardeşlerine bisküvi çikolata almıştı ve ekmek. Şehir ekmeğini
seviyorlardı. Gözüne bahçe ilişti.
“Az
sonra geleceğim” dedi ve gözden kayboldu. Çok geçmedi. Geldi.
“Ne
yaptın?”
“Domates
aldım. Salatalık.”
Derede
yıkayıp geldi.
“Yiyecek
misin?”
“Yemesem
olmaz. Kurt gibi açım.”
Bölüştüler
ekmeği domatesleri de. ekmek arası yapıp yemeye başladılar.
“Dün
gece seni takip ettim. Kızla muhabbet ediyordun. Kardeşim neden bana böyle bir
şey olduğunu söylemedin ki.”
“Çok
yeni çünkü. Hem böyle şeyler söylenmez. Ya birine söylersen. Ağzında kaçırdın
mesela.”
“Amacın
ne?”
“Tabi
ki esmayla evlenmek. Ama beni adam yerine koymazlar. Alıp kaçıracağın onu.
Babası
seni alıp kaçırmasın da. Anladın sen onu.”
Halit
gülmeye başladı. Osman baktı garipsedi ve o da gülmeye başladı.
Gülmeleri
bitmiyordu.
Öteden
bir ses geldi.
“Kim
var orada! Ne yapıyorsunuz?”
Bir
tüfek sesi patladı.
Halit
ve Osman fırladı.
Bir
süre sonra kan ter içinde durdular.
Bahçenin
sahibi yaşlı adamı tanırdılar, bahçede onu sebzeleri sularken görürlerdi, bazen
karısını.
Selam
verip geçerlerdi.
Gülerek
alçak sesle konuşarak ilerliyorlardı.
Yumuşak
o yaz akşamında az önceki olay, gümbürtü akıllarını söküp almıştı ve
kurtulmanın coşkusu, sevinci. Yorgunluk filan kalkmıştı üstlerinde.
Halit
birden sutsu. Uçurum dibi gibi bir sessizliğe gömüldü.
“Ne
yapacaksın o kızla?” dedi. Osman.
Güldü:
“Ne bileyim. Evlenirim herhalde.”
“O ne
yapacak senle. Ne dedi?”
“Sormadım.
İyi vakit geçiriyoruz.”
“Başına
bela olmasın.”
“Yok
canım. Ne yaptığımı bilirim.”
“Hiç
sanmıyorum. Sonunda başın belaya girerse şaşırmam. Hapse atarlar seni.
Neyin
ne olduğunu biliyorum. Bana istediğini yapabilirsin diyor. Kim bilecek ki. Çok
dil döktü. Yine de bir şey yapmadım. Sadece ellerini tuttum. Sarıldım.
Yanaklarından öptüm.”
“Bu iş
çok tehlikeli göründü bana.”
“Bana
da. Hani kız teslim olmasaydı çok iyi olacaktı ya. Başta uzaktı. Mesafe
koyardı. Mesafeyi yitirdi ve gözümden düştü. Onunla asla evlenmem.”
“O
zaman neden görüşüyorsun?”
“Arkadaşım.
Çok çocuk. Ama kabul etmiyor bunu.”
Birkaç
gün sonraydı. Sıcak, azap veren bir günün en serin, en rahat ve yaşanılası
zamanıydı, gölgeler kurtarıcı gibiydi ve esinti başlamıştı.
Halit bir
traktörle köye gelmişlerdi kasabadan: “Gel benle” dedi neşe saçarak, “dolaşalım
biraz.” Onu kızın evinin oraya götürüyordu.
“Nereye?”
“Kızla
sen de tanış.”
“Neden?”
“Sık
sık dostluğumuzdan söz ederim ona. Ne bileyim. Her şeyden. Seninle tanışmak
istedi.”
Osman
ses etmedi. Bahçeye girdiler gizlice. Bahçenin arkasına ilerlediler.
Kızın
ailesi yatmıştı. Karanlıktı.
Osman
beklerken Halit geldi kızla. Osman hemen kızın kokusunu duydu. Tatlı, güzel bir
kokuydu, herhalde çamaşırda kullanılan deterjandandı. Ay ışığı vuruyordu kızın
tatlı yüzüne. Kocaman mavi gözleri vardı. Sohbet başladı. Osman şaşırdı, “Halit
bu kıza nasıl aşık olmaz, inek herif” diye sordu içinden. Halit sigara yakmak
için kibriti çaktı ve kızın ne kadar güzel olduğu alev yüzüne yansıyınca iyice
ortaya çıktı. Kız da sigara yaktı. Sen de içer misin. Olur dedi Osman. Cana
yakın kız olduğu gibiydi. İçinde ne varsa döküyordu, içinden ne geçiyorsa
saklamadan söylüyordu. Evden iyice uzaklaşmışlar. Ağaçların arasında bahçenin
en dip ve gizli köşesine ilerliyorlardı.
Halit
dedi ki: “Baban arkadan gelse, diyelim ki biz saklandık. Bizi göremedi ve seni
yakaladı burada tek başına. Ne dersin?”
Kız
güldü hafifçe: “Korkudan aklım çıkar, ne yapacağımı şaşırır. Fener tutulmuş
tavşana dönerim.”
Hep
birlikte güldüler.
“Gözlerimi
kapar uyur gezer numarası yaparım. Asıl sen kendini düşün. Seni bahçede
yakalarsa ne eder.”
Halit
dedi ki: “Osman la. Her gün iş iş. Bıktım la. Kafamıza göre takılsak ne güzel
olur. Bu çiçek de yanımızda olsa.”
Osman
ve öteki güldü.
Halit
dedi ki: “Ne zaman kafamıza göre takılacağız biz.”
“O iş
olacak gibi görünmüyor.”
“Niyeymiş?”
“Sorumluluklarımız.”
“Katır
gibi çalışıyoruz. Böyle bir yere varamayız.”
“Mecbur.
Elden bir şey gelmez.”
“Tuvaletim
geldi. Az sonra gelirim” deyip uzaklaştı.
“Halit’le
çalışmak nasıl?”
“Çok
geveze. Sürekli konuşur. Sizin aranızda ne var?”
“Hiçbir
şey. Halit eğlenceli biri. Beni öpsene.”
“Ney?”
“Beni
öpsene dedim.”
“Ciddi
misin?”
“Evet,
öpüşelim diyorum sana. Halit gelmeden çabuk ol!”
Osman
şok olmuştu.
“Öpüşelim;
ama hayvanlaşma.”
“Bak
düşünme. Bu fırsatı bir daha bulamazsın. Aramızda kalacak.”
Osman
düşünüyordu. Kız öyle deyince alev almıştı. Çok hoşlandığı, adeta kanını
kaynamadan bu kızı şimdi öpse. İçgüdüleri evet diyor ama kafası bu işte bir
yanlışlık var diyor. Yoksa Halit onu deniyor muydu?”
“Beni
deniyor musunuz?”
“Yok
be. Haydi öpüşelim. Nerdeyse gelecek!”
Osman;
“tamam” dedi içinden, diyecekti nerdeyse. Halit’in geldiği yöne baktı.
“Haydi!”
dedi kız.
“Peki”
dedi Osman. Kız usulca ona yaklaştı.
Osman
önce bir şey anlamadı ama az sonra kızın sıcak nefesi ağzına doldu. Sımsıcak
nefesi ağzında hissetti. Bir çıtırtı duydu. Korkarak başını geri çekti.
Kalbi
küt küt atıyordu.
Halit
yaklaştı.
“Ben yokken
ne kaynatıyordunuz bakalım?”
“Hiç”
dedi Osman korkarak.
Kız
gülümsedi: “Özledim seni Halit. Yaklaş ve beni güzelce öp.”
“Bu da
nerden çıktı?”
“Canım
öyle istedi. Öp haydi!”
“Yok. Olmaz.”
“Osman
var diye mi? Haydi öp. Osman arkasını döner istersen.”
“Saçmalama
kızım.”
“Beni
son görüşün olabilir Halit. Beni öp.”
“Akşam
akşam delirdin mi?”
“Öyle.
Öp.”
Halit
güldü. Usulca ona yaklaştı.
Halit
bir şey hissetmiyordu, kız da bu işi bıraktı onun yanağını ısırdı.
Halit
acıyan yanağını ovuşturdu.
“Pis
seni. Çok adisin.”
“Ben
gidiyorum. Siz de kaybolsanız iyi edersiniz.”
“Hayatta
sana başarılar Halit. Osman harikaydın.”
Kız,
güvercin gibi koşarak uzaklaştı. İkisi de fare gibi kaçarak uzaklaştı.
Halit
sordu: “Sana neden harikaydın dedi?”
“Ne
bileyim.”
“Siz
bir halt karıştırdınız ben yokken?”
“Ne
diyorsun sen. Saçmalama!”
“Sesin
başkaydı. Titredi. Ne yaptın ben yokken?”
“Sohbet
ettik.”
“Hadi
öyle olsun ama bence onu öptün.”
Bir
hafta sonraydı.
Kız yer
yarılıp içine girmişti sanki.
Halit
dert yanıp duruyordu: “Nerde bu kız? Canım ciğerim onu arıyor, yanıyor.”
Osman
haberi almıştı: “Görüştüğü biri varmış. Ve anlaşılan seni gibi gevşek değilmiş
ve kızı kapmış.”
“Ne
diyorsun?”
“Kızı
kaçırmış.
“Şaka
mı yapıyorsun?”
“Yok.
Rüstem abinin büyük oğluyla kaçmış.”
“Oto
tamircisi pis sarı bıyıklıyla mı?”
“Evet.”
Halit
kulaklarına inanamıyordu: “Demek ki o gün ondan sana hayatta başarılar demiş.
Keşke onu öpseydim. Ah keşke. Aşık olur yaparım bir hata derdim. Kafama
sıkayım! Kız yok oldu, altın oldu. Ne geri zekalıymışım ben. Keşke öpseydim. Ah
keşke. O pis herif onu cayır cayır öpüyordur şimdi.”
Güldü: “Kaçıp
gidince mi değerli oldu?”
“Ne
bileyim arkadaşım. Yanımdayken kendini teslim etmek isterken çok ucuzdu
gözümde. Canım çekmiyordu. Doğru söyle. O gece onu öptün mü; kızmayacağım?”
“Öptüm.”
Halit
güldü: “Ne sinsi pislik adammışsın sen. Senden hiç beklemezdim. Nasıldı?
“Boş
ver.”
“Nasıldı?”
“Muhteşemdi.
O an dünyayı verseler öyle mutlu olmazdım.”
“Çok
hainsin Osman. Çok hain. Seni ahlaklı ve temiz bilirdim. Nasıl yaparsın bana
bunu?”
“Onunla
aramızda bir şey yok demese yapmazdım.”
“Nasıl
hissettin?”
“Yapışkan
bir şey. Bal tadı gibi. Ondan öte bir şey. Ruhumu hissettim. Ruhumun kanatları
açıldı. Acayip mutlu oldum acayip. Kelebekleştim. Az daha geç geleydin ya
ahmak.”
Halit
güldü.
“Evlensek
ne güzel olurdu derdi. Hayaller kurardı, ses etmezdim. Neden konuşmuyorsun
derdi. Evlenmeye hazır değilim derdim.”
“Öpmedim
kızı. Tarla faresi! Öpseydim keşke. Ben de senin gibiyim.”
Ertesi
gündü. Halit ve Osman otururken patron geldi. Onlara bağırmaya başladı. Halit
böyle şeylere sabredemezdi, o da bağırdı ve işi bırakıp gitti.
Osman
işe devam etti. İş olmadığı için oturduklarını söylemişti Halit. Osman da.
Patron sonra geldi. Pişmandı. Durumu öğrenmişti ama Halit çoktan gitmişti.
Osman patron adına Halit’e durumu iletti, işe dönsün diye yalvardı ama Halit
işe dönmedi.
Ertesi
gün köyden ayrıldı.
Bir ay
sonraydı.
Halit
depoya geldi.
“Patronla
konuştum” dedi. “İşe başlayacağım.”
“Nerelerdeydin?”
“Uzun
hikaye.”
Akşam
köyün yoluna yamandılar. O sıcak ama serin güzel yaz akşamında ilerliyorlardı.
Kuru ot ve çevre ağaçların güçlü kokuları içinde. Orman havasında.
İş
buradan baktığım gördüğüm gibi değilmiş. Yani oradayken burayı hayal edip
durdum. Buradayken burayı beğenmezdim. Orada bir şeyler yaşayınca nerede olmam
gerektiğini buldum. Büyük şehirde insanlar çok acımasız. Sildi mi siliyor.
Burada kavga ederiz, küseriz. Ama bir şey olur, sana bir şey lazım olur, ne
bileyim hastan olur, tarlada ihtiyaç duyarsın, gelir yardım istersin, anısı
benim için de geçerli. Büyük şehirde işler böyle değil. Sildi mi siliyor.
Gerçek duygusal bağlantı yok, ruhani bağ yok. Orada gerçeğin, koşulların
acımasızlığı hüküm sürüyor. Herkes hayatta kalma savaşı veriyor. Her şey para.
Köyde hamur yoğururlar ekmek yaparlar. Fırından ekmek alırlar orada. Bahçeden
domates toplarsın. Aç kalmasın köyde. Ama
şehirde geçerli olan para. Paran varsa yiyecek alabilirsin. Paran yoksa seni
takan kimse yok. şehre gittiğim ilk günlerde iş bulamadım. Sahilde banklarda
yatıyordum. Bekçiler geçiyordu, nesin kimsin sorguluyordu. İş arıyordum kafeler
çoktu, kimse iş vermedi garson olarak. Villanın birinin önünden geçerken
kamyonete takım alet filan yükleyen birini gördüm. Kısa boylu. Ağır bir alet
vardı. Gel bir el at dedim, yardıma gittim. Tesisatçıymış. Çırağı onu bırakıp
gitmiş. Çok sıkıntılıydı. Dert yanıp duruyordu. Adam lazımsa çalışırım dedim.
Tamam dedim, sevindi. İşe başladık. Nerde kalıyorsun dedi, buralarda
oturuyordum dedim. Ertesi gün seni alayım dedi filan. Sabah onun kamyonete
bindik. Şehirden uzakta bir yere gittik. Resmi bir binanın atık su borularını
yerleştirmek için tarla gibi bir yerde, duvar dibinde çalışmaya başladık. O biraz
çalıştı. Kazmayı bana verdi, başladım çalışmaya. Toprak çok sert ve taşlı. Kan
ter içinde kalana dek kazmayı salladım, kürekle de toprağı çıkardım, o diz
çökmüş beni seyrediyor. Yorulduğumu görüyor; ama sıra bende demiyor,
bekliyorum, bekliyorum, seyrediyor beni, sigara yakmış, bir şarkı mırıldanıyor,
sonunda bunun ses edeceği yok, sıra sende dedim. Bozuk suratla baktı bana,
ağzında sigarayla çalışmaya başladı, güya çalışıyor, sigara ağzında, bir iki kazdı, sen güzel kazıyorsun, devam et
dedi kazmayı uzattı bana. İşe yeni başladım, kuvvetli olmam lazım, adam
çalışmanı beğenmedim deyip işime son verebilir, beş kuruşum yok ve acil para
lazım. Kazmayı heybetle sallıyorum; ama gücüm tükeniyor, dayandım, uzun bir
süre sonra işi o devraldı. Kısa bir süre sonra bana bıraktı ve dayanabildiğim
kadar dayandım ve bir an iflahım kesildi. İşi bırakıp kaçıp gitmeyi düşündüm.
Durdum. Bana baktı. Ne durdun der gibi. Sağa sola baktım. Kazmayı elimden aldı.
O an keşke orada işi bıraksaydım. Basıp gitseydim.keşke pes etseydim. Pes etmek
gözüme güzel görünmemişti. Para lazımdı çünkü. Adamla 4, 5 gün çalıştım, katır
gibi çalıştırdı, işi bırakmak istedim, birkaç bira parası verdi, dövecektim
nerdeyse adamı, bırak geç git yoluna dedim, polisle başın belaya girmesin, ya
da bir yumruk atarım düşer başını çarpar yere, ölür diye korktum, ama az da
olsa para vermeseydi yakasına yapışacaktım. Akşam oluyordu. Sahile indim.
Büfeden üç bira aldım. Paramın tamamıyla. Az da çerez aldım. Yürüyüş yolundan
insanlar geçiyordu. O kadar çok kız vardı ki. Şaştım kaldım. O kadar çok şortlu,
mini etekli genç kız vardı ki. Akşam tatlı ve güzel ve kızlar çoktu. Derken iki
gece bekçisi türedi yanımda. Bira içmek yasak dedi. Pılını pırtını topla dedi.
Kumsala indim. Karanlıkta içmeye başladım.
Kaybolan umudum ve enerjim yerine geldi içtikçe. Şansı yakalayacaktım
ısrar ederek. Yeni denemeyeler yaparak. Bir iş buldum mu, o şortlu kızlardan
biriyle de arkadaşlık yapmayı kafaya koymuştum. Sahili çok sevmiştim.
HALİT
SAHİLDE
BİR
GENÇ KIZ, BİR GENÇ ADAM ve YAŞLI ADAM
Halit,
sahili hayatında ilk kez görüyordu. “Deniz” kelimesi onda muhteşem hisler
uyandırırdı. Denizin kokusu, kız gibi sakin dalgalar onu büyülemiş, alıp
götürmüştü. Evet, bir iş bulması gerekliydi, artık ne olursa olsun bulacaktı,
kalacak yer de bulması lazımdı, bulurdu, şimdilik hava sıcak olduğu için
sahilde bir yerlerde, banklarda sabahlayabilirdi.
Sahilde
gerekli her şey vardı, tuvalet kabinleri.
Restoran, kafe ve apartmanların oradaki çöp kutuların yanına poşetlerde
ekmek, yiyecek atıldığını görmüştü.
Bayatlamaya
başlamış ekmekler, sadece bayatladığı için atılan sağlam ekmekler, hamur
işleri, pasta, gözleme, ev yapımı pizza.
Halit
bir poşeti gözüne kestirdi ve çevresine bakındı. Kimse yoktu. Sabahın 3’ydü ve
gidip sansar gibi poşetin ikisini kaptı ve birini panikle açtı. Kokladı,
gözleme yenecek düzeydeydi. Kötü kokmadığına ve taze olduğuna göre yeni
atılmıştı. Hızla oradan uzaklaştı, kumsala indi, burası karanlıktı. Gözlemeler
doyurmamıştı. Zaten iki taneydi. Diğer poşeti açıp sert ekmeği fare gibi
kemirmeye başladı. O kadar çok açtı ki açlıktan kan şekeri düşmüş, bayılacak
gibi olmuştu. Dünden beri bir şey yememişti ve yediği en lezzetli ekmek ve
gözlemeydi bu. Susamıştı. Deli gibi. Çişi de gelmişti.
Tuvalete
giderken yere atılmış, boş plastik şu şişesi gördü, onu eline aldı. Tuvalette
işini görüp çıktı, su şişesini yıkayıp doldurdu, artık yanında taşıyabileceği
suyu vardı.
Asfalt
sahil yolunun ışıkları ne güzel yanıyordu, çevrede kimseler yoktu, kumral
karanlık içindeydi, yürüyüş yolunda da kimseler yoldu.
Bir
yere kıvrılıp yatmayı düşündü; ama uykusu yoktu. Yürüyüş yolunda ilerledi.
Sonra çevreyi öğrenmek için ara yollara girmeyi düşündü ve villalar, aparmanlar
arasına daldı, yakın çevrede dolanıyordu.
Apartman önlerinde çöp kutuları kenarına poşetlerde ekmeklerin
atıldığını fark etti, villanın birinde de demir kapıya birileri alsın diye
poşette ekmekler atılmıştı. Bugün ekmek yemişti; ama her gün sadece ekmek yenir
miydi? Yenmezdi. Katık lazımdı, domates, peynir, zeytin mesela. Acilen iş bulsa
iyi olacaktı. Devriye atan polis aracını
görünce saklandı, geçip gittiklerinde ortaya çıktı. Kısa bir süre dolandı ve sıkıldı,
yorulmuştu. Merak ve buraları çözme
duygusu da sönmüştü. Uykusu gelmişti. Yeri bellediği banka ilerliyordu, orada
birkaç gencin oturup bira içtiğini görünce başka bir yer bakındı. Kimsenin onu
rahatsız etmeyeceği ve kimsenin gelmeyeceğini düşündüğü bir banka yerleşti.
Uykuya teslim olmak için sabırsızdı, uygun bir bank bulup yan uzandı. Ellerini
koltuk altında birleştirdi. Kumsaldan gelen hafif esinti ferahlatıyordu sıcak
yaz gecesini. Çok geçmeden uykuya daldı tatlı biçimde. Küfürlü konuşan birileri
Halit’i uyandırmıştı. Başı kaldırıp baktı: Az ötesine iki zibidi gelmişti. 20,
25 yaşlarında, iyi giyimli, saçları bakımlı güzel çocuklar. Ellerinde bira
kutuları ve sigara. İçip birileri hakkında
küfürlü
konuşuyorlardı, bağıra bağıra. Halit, gidip ikisini de pataklamayı düşündü, çok
öfkelendi, nerdeyse gidip hesap soracaktı. Arkadaşlar, şurada uyuyordum, yüksek
sesle konuşuyorsunuz, biraz saygı.”
“Özür
dilerim arkadaş” dedi biri, kumsala indiler.
Ne var
ki Halit’in uykusu kaçmıştı, mal mal oturdu, kalktı yürüdü uykusu gelene kadar.
Sonra bir banka yattı. Çok geçmeden uykuya daldı. Korkarak uyandı, ayaklarına
bir şey dokunmuştu, ayak ucunda oturan bir adam vardı, 50 yaşlarında. Kel
kafalı, kısa boylu, geniş ve göbekli bir adamdı. Sempatik, içten ve tatlı bakışları
yeşil biriydi.
Halit
öfkelenmişti.
“Uyandırdım
mı evlat? Kusura bakma.” diye sordu, “Geçiyordum, seni görünce bakayım dedim.
Yardıma ihtiyacın vardır diye.”
Hırsız
mıydı neydi? Zararsız birine benziyordu, adamın gözleri ıslaktı. Ağlamış gibi.
Adam leş gibi bira kokuyordu.
Halit’in
uykusu kaçmıştı. Toplanıp oturdu. Adam
“gider diye bir şey diyeyim” diye düşündü; çünkü korkmuştu, zarar görmekten.
“Ben
iyiyim dayı, sağ olasın.”
Adama
dikkatlice baktı, adam süt dökmüş kedi gibi mazlum duruyordu, önüne bakıyordu
dilenci gibi, bir elinde sigara vardı.
Halit
korkuyu boş verdi: “Ben iyiyim. De; senin neyin var? Neden ağlıyorsun? İçtin
sanırım. Derdin ne?”
“Karım
aklıma geldi. 2 sene önceydi. Onu çok sevmiştim.”
“Neden
öldü?”
“Ölmedi;
ama bir anlamda öldü. 2 sene önce en mutlu son zamanlarımızdı… Komşu evde bir adam yaşıyordu, ben yaşlarda. Yeni taşınmışlardı
mahalleye. Ama evde bir ay oturdular. Genç bir çift ve o adam. Çift işe gidip
geliyordu. Eve gelen giden yoktu. Sonra bir gece eşyalar kamyona taşındı ve
adamı bıraktılar boş evde. Yatağıyla. Sonra ev sahibi onu dışarı attı, çok acıdım
adama. Kızı onu terk etmiş. Çok ağladı, gelecekler ve beni alacaklar, bir
yanlışlık var bu işte diyordu, kızım bensiz yapamaz. Birçok komşu adamı evine
almak istedi; ama ben öne çıktım ısrarla. Adama evime getirdim, yemek verdim. 15
gün sonraydı. Dışarıda iş güçle uğraşıp duruyordum. Bir sabah uyandım. Karım
ortada yok, adam da yok. Gece karım aradı, adamla kaçmış. Boşuna polise gitme.
Rezil olursun. Bu işi aramızda çözelim.
Anlaşmalı boşanalım dedi. Olur dedim. Yani iyi bir adama benziyordu.
Karım da öyle bir şey yapacak birine benzemiyordu. Karımın bana anlattığına
göre, seni sevdim, evleniriz, arazilerim var, seni çok rahat yaşatırım türünde
şeyler demiş. Aklına girmiş anlaşılan. Kandırmış karımı. Sonra karım aradı. Bu
adam alkolik dedi, beni kandırdı, hiçbir şeyi yok. Boşanmaktan caydım. Geri
dönsem kabul eder misin dedi. Dün aradı. Ben de şimdi kabul etsem mi etmesem mi
diye düşünüp duruyorum. O yokken kafayı yedim. Şimdi onun da kafayı yemesini istiyorum,
öfkem var. Nasıl yapar bunu bana? O evde durmak istemedim, lanetliydi sanki ve
bütün eşyaları sattım, kirayı da ödeyemedim. Evli barklı iki kızım var, ayrı
şehirdeler. Annelerini sordular. Köye gitti diye yalan attım. Karım şimdi üçüncü
sınıf bir lokantada bulaşıkçılık yapıyor. Köle gibi çalışıp adama bakıyor. Her gün adama
içki almak zorunda. Çalışıp bana bakmazsan senin öldürürüm diyormuş.”
“Abi
sen bilirsin ne yapacağını; ama bence karını bağışla. O adamın elinde çektiği
eziyeti çekmiş zaten.”
“Ben de
öyle düşünüyorum. Birkaç ay geçsin, para biriktireyim. Aradığında gel
diyeceğim. Her şeye sıfırdan başlayalım. Tabi işsiz kalmıştım, birilerine borcum
vardı, adam işte tam bu esnada daldı hayatımıza, yalanlarla… ama iş buldum. Bir haftadır
çalışıyorum. Artık eski hataları tekrar etmeyeceğim… Onunla yeteri kadar ilgilenemedim.
Kadınlar ilgiye bayılır ve onlara can verir bu, ilgi yoksa o evlilik çöker,
bunu sakın unutma. Basit ilgi! Sen neden burada yatıyorsun, kalacak yerin yok
mu?”
“Babamla
kavga ettim, beni dışarı attı.”
“Demek
öyle. Gel benle istersen. Ama uyuşturucu bağımlısı filan değilsin, ha?”
“Yok
dayı. Asla.”
“O
zaman yürü gidelim. Aç mısın?”
“Evet.
Kuru ekmek yedim ama.”
“Yavru
köpek misin ki? Yavru köpek bile yemez onu.” dedi şakayla.
“Onu
bulabildim. Peki sen alkolik misin
“Yok
ya, darlandım bu gece, birkaç bira içtim. Normalde asla.”
Birkaç kilometre ilerlediler. Büyük ve güzel
bir bahçesi olan 2 katlı villaya yanaştılar. Villanın havuzu açık mavi
renkteydi. Bahçenin arkasına ilerlediler. Burada ahşap bir kulübe vardı.
İçeri
girdiler.
Duvarlarda
bikinili kadın resimleri vardı. Bütün duvarlar onlarla kaplıydı. Gazetelerden
kesilmiş.
“Dayı
bunlar ne? Sen ne yaptın böyle?” Güldü.
“Benden
önceki genç elemanın hobisi. Ben de ellemedim. Hatıralara büyük saygım vardır.
Hani derler ya. Emeğe saygı. İşte bu. Çocukcağız çok özen göstermiş. Bana dedi
ki dayı çok emek saf ettim. Onları yırtıp atma. İlerde bu işe dönme imkanım
olabilir. Buranın bekçisiymiş.”
Küçük
tüp üstündeki tencerenin altını yaktı. Isıtıcıyı açtı.
Kıymalı
patates koydu bir tabağa ve bardağa poşet çay koyup sıcak suyu ekledi.
Halit
yemeğe koyuldu.
Korku
düştü içine. “Bu adam bana bir şey yapar mı?” diye. Dikkatli olmaya karar
verdi. Çünkü onu hiç tanımıyordu.
Yaşar
tek kişilik yatağına geçti ve uyumaya başladı. Halit de yerde battaniye üstüne
uzandı. Yaşar’ın uykuya daldığına emin olunca o da uyumaya karar verdi, ne olur
ne olmaz.
Uykuya
dalmadan önce tatlı bir his geldi yüreğine. O güzel şortlu kızlardan biriyle
tanışacaktı, sevgili olacaktı, yaşar belki ona iş verirdi. Bu koca bahçeyi tek
kişi derleyip toparlayamazdı, ayrıca yüzme havuzunun da bakımı vardı, böyle büyük,
gösterişli evin işi, eksiği gediği bitmezdi.
Gün
aydınlanmamıştı; ama yarım saat sonra karanlık erirdi. Halit uykusunu almıştı,
aniden uyandı, kendini hafif ve zinde hissediyordu, kalacak bir ev ve yiyecek
lokma bulduğu için şükretti. Kalktı ve bahçeye çıktı, çam ağaçlarının ve gül
kokularının dalgasıyla karşılaştı, çimene sırt üstü uzanıp gökyüzüne daldı
gitti, sonra kalktı, bahçede ilerledi, villanın bir odasının ışığı yanıyordu.
Işık söndü ve bir kadın çıktı balkona, sigara tüttürüyordu, bir elinde kahve fincanı
vardı. Halit sıçan gibi korkarak geri çekildi ve ağacın arkasından kadına
bakıyordu. O ara gün hafiften aydınlanmaya başlamıştı, kadın sahile bakıyordu,
denize. Az sonra kadın içeri geçti. Halit bahçenin öteki tarafına gitti salanla
sallana, burada kocaman bir yüzme havuzu vardı. Halit, birinin yaklaştığını
duydu, evden ayak sesi geliyordu, Halit, süs bitkilerinin arkasına saklandı.
Evin kapısı açıldı. Halit, başını saklandığı yerden çıkarıp karşıya. Manken
gibi düzgün vücutlu bir kadın çırılçıplak halde havuza yanaştı, havlusunu sandalyenin üstüne astı. Kahvesinden
bir yudum alıp masaya bıraktı ve havuza balıklama atladı. Sarışın, mavi gözlü;
adeta ceylan gibi bebek gibi zarif kadın Halit’in aklını başından almıştı. Onun
iradesini bir anda açlıkla kıvranan sincapa çevirmişti.
Halit
ayıldı, kadını gizlice seyretmek ona doğru
gelmedi ve süratle oradan uzaklaştı.
Yaşar
uyanmıştı, ısıtıcıyı açmıştı. Çay yapacaktı.
“Yaşar
dayı” dedi, “havuza bir kadın giriyor.”
“Evin
hanımı olmalı. Gece geldi.”
“Ne iş
yapar?”
“Doktor.”
Havuza
çırılçıplak girdi.
Yaşar
fırladı: “Deme!”
“Dayı
nereye?”
“Az
işim çıktı; gelirim.”
Halit, ayak
kesti ama o da fırladı. Yaşarı arıyordu bahçede.
Yaşar,
yüzme havuzunun orada, bir ağacın arkasına saklamıştı. Pantolonunu aşağı
indirmişti.
Halit
ona dokundu: “Dayı, ne yapıyorsun?”
Yaşar, korktu,
ona arkasını dönüp pantolonunu yukarı çekti hemen.
“Dayı,
seni işten atarlar. Adım gibi eminim. O bikinili kadın resimleri kulübenin duvarlarına
sen yapıştırdın? Ama ev sahibi onu gözetlediğini görürse işin biter.”
“Her
neyse. Bu aramızda kalsın, evlat. Gençsin. Beni anlarsın. Uzun zamandır
yalnızlık çekiyordum da.”
Gece
oldu, Halit bir rüya gördü; ama sabah hatırlayamadı.
Yaşar
ve Halit kahvaltı yapıyorlardı.
“Menemen
süper olmuş, bu konuda çok beceriklisin dayı.”
Yalnızlık
adama her şeyi öğretir, kadın eli değmesi lazım oysa adama, evine. Sen
anlamazsın, gençsin.”
“Dayı bu açık saçık kadın resimlerini duvarlardan
sökelim bence?”
“Neden?”
“Bir
işe yaradıkları yok.”
“Onlara
bakınca iyi hissediyorum ama.”
“Bırak
dayı. Sökelim.”
“Karışma,
sen anlamazsın. Dua et de hanım seni fark edip kovmasın buradan.”
“İşçi
lazımdır buraya. Söylesen iş aradığımı.”
“Diyemem.”
“Neden?”
“Diyeceksen
sen de. Beni adamdan saymaz. Ciddiye almaz. Ters bir şey derse kalbim kırılır. Seçkin
değilim. Onlarla hiç muhabbetim yok, yeniyim burada. Sen ve ben gibiler onların
gözünde pis kokulu salyangozdan başka bir şey değilizdir, evlat.”
Halit,
eski gazetelerden birini eline aldı. Bir hayvan fotoğrafı gördü: “Bu ne?” diye
mırıldandı.
Yaşar
onun baktığı sayfaya baktı: “Okuman yazman yok mu? Bak İmpala yazıyor.”
“Dayı, aklıma
müthiş bir şey geldi. Duvara İmpala’yı koyalım. Yalnız bir tane değil. Çok.”
“O
zaman çoğaltmak lazım.”
“Neden
İmpala?”
“Güzel
çünkü. Ayrıca buraya o hanım ya da eşi girerse ne hissedersin?
“Sapık
gibi ya da tecavüzcü gibi. Utanırım çok.”
“Peki o?”
“Sapığın
tutsağı gibi hisseder. Korkar ve kaçar. Ve beni işten atar.”
Bence İmpala’yı
koyalım duvarlara. Başka başka hayvanlar. Fotokopiyle çıktı alırsak olur. Şimdi hatırladım. Dün
gece İmpala görmüştüm rüyamda. Duvarlarda İmpala’lar koşuyor. Çayırlık alandı
burası. Duvarlar yoktu. Sanki dünyanın merkeziydi. İmpala’lar vardı her yerde.
Bu angut salak karıların ruhuna verdiği hiçbir şey yok.
“Birkaç
tanesini sökebilirsin.”
Halit,
duvarlardaki kadın fotolarını koparmaya başladı.
“Aslan
yattığı yerden belli olur. Babam böyle derdi. Bunlar nedir ya, bunlar senin
ruhunu yansıtıyor mu, iç güzelliğini? Yok. Bunlar iç güzelliğini imha ediyor
sadece.”
Yanıt alamadı. Başını çevirip ona baktı.
Yaşar
ağlıyordu sessizce. Sandalyeye oturmuş.
“Yaşar
dayı, ağlama ya. Bak üzüyorsun beni. Hep aykırı şakalar yapan adamı böyle
görmek hiç kolay değil.”
Yaşar
kısacık güldü.
“Neden
dertlendin dayı?”
“Karım
terk edince…yalnızlık, can sıkıntısı işte.
Karım neşe verirdi bana, hayat sevinci. Onu kaybedince böyle şeylere kafayı
sardım.”
Öğle
vaktiydi.
Yaşar
yemek pişiriyordu. Kuru fasulye ve pilav.
Yemeğin
pişmesine az kalmıştı. Kulübenin önünde oturup sağdan soldan sohbet ediyorlardı.
Yaşar
dedi ki: “Evin hanımıyla konuşayım da bakalım sana verebilecekleri iş var mı,
bahçıvan olarak bir yardımcıya ihtiyacım vardı zaten. Konuşayım. Onların yüzünü
gördüğüm yok. Yaz geleli birkaç kez gördüm, bir şeyler deyip gittiler. İkisi de
üniversite doktor… Hanım geldiğine göre anlaşılan yıllık
iznine ayrıldı. Eleman lazım mı diye ağzını arayacağım. Dün gece düşündüm,
durumuna üzüldüm, bir iş yapman lazım, bu konuda bir şey yapacağım, ortam
oluşursa da dile getireceğim iş aradığını.”
Yemek
pişmişti. Yemeğe oturdular.
Yaşar,
su gibi terliyordu ve hızlı yiyordu.
“Yaşar
amca bu sürat ne, az yavaşla. Boğulacaksın. Bu ter nedir böyle?”
“Karım
da yavaş ye der. Ne yapayım. Biriyle güreşir gibi de terliyorum. Karımınkine az
dokunuyorum; zırt boşalıyorum.”
“Ney
ney?”
“Cinsel
ilişkiyi diyorum. Onunkine az dokundu mu benim alet; hemen boşalıyorum.
“Yaşar
dayı, bunu bu kadar açık anlatmasan. Hiç anlatmasan cennetliksin.”
“Ne
olacak, evladım yaşındasın. Karımın o adamla işi pişirmesinde onu mutlu edememem
de var, cinsel olarak. Erken boşalma sorunu için doktora gitmem lazım.”
“Abi
dur, bir kaşık aldın, yavaşça çiğne ye yut. Sonra derin bir nefes al, bir süre
tut nefesi ve ver. İçinden ona kadar say. Sonra ikinci kaşığı al. Haydi
başlayalım terapiye.”
Terapiye
başladılar. Az sonra.
“Galiba
kontrol gelişiyor.” dedi Yaşar.
“Evet
abi.”
“Bunu
ben cinsel ilişkide de denesem iyi olacak.” Güldü.
Halit,
ona acıyarak baktı, “yarım akıllı mı, yoksa saf mı bu adam?” diye düşündü.
Bir
çığlık duyduklar. Bir öfkeli acı çığlıktı bu.
Kadın
çığlığı. Kadın şöyle bağırdı: “Kör olasıca yaşar bey, nerdesin?! Hangi
cehennemin dibindesin!
Yaşar
Halit’e baktı: “Allah Allah. Hanım hiç çığlık atmak ve bu şekilde hakkımda
konuşmaz. Bir gidip bakayım.”
“Ben de
geleyim mi?”
“Gel. Kontrolümü
kaybedip hanımın üstüne atlarsam tutarsın beni. Hem tanıştırırım seni.” Güldü.
“Oldu
dayı.”
Panikle
ilerlediler.
Kadın
havuz kenarında öfkeyle sigara içiyordu.
“Nerdesin
Yaşar efendi? Kaç kere seslendim!”
“Özür
dilerim hanım efendi. Duymadım. Yemek yiyorduk da.”
“Kocaman
bir fare geziyor burada. Onun icabına bak. İğrenç bir şeydi. Burada tek fare
görmeyeceğim. Ona göre!”
“Baş
üstüne, efendim. Bu arada bir arkadaşım geldi. İş arıyor. Fareyi çabucak bulmamda çok faydası olur,
kıvrak ve enerjik. Benimle çalışabilir mi?”
“Çalışsın;
ama onu işe alıp almama işini düşünmem lazım.”
“Burada
yardımcı lazım bana efendim. Kaç kişinin yapacağı işi tek başıma yapıyorum.”
“Bunu
sonra konuşuruz. Şimdi kafam yerinden değiş Yaşar efendi.”
“Peki
efendim.”
Kırmızı
mayoluydu kadın, şezlonguna uzandı.
Yaşar
başını çevirip şöyle bir baktı, oradan uzaklaşıp fareyi aramaya giriştiler.
Yaşar
alçak sesle dedi ki: “Su kadın benle arkadaşı gibi sohbet etse dünyanın en
mutlu adamı olacağım, evlat. O kadar asil ve seçkin ki. Bense onun yanında
kendimi fare gibi hissediyorum. Bana dostu gibi değer verdiğini görsem ve güzel
gözlerine salarım kendimi ve vücuduna sapık gibi bakmam bir daha. O zaman çok
mutlu olurum. Böyle güzel bir kadının varlığının yanımda hissetmek muhteşem olur
ve onun beni bir ahbabı gibi görmesi uçurur sevinçten beni. Hadi diyelim aşık
oldu bana. İmkansız ya. Ya bunlar çalışanlarını köle gibi görür. Hani Afrika
filmlerindeki zencileriz biz. Beyazlar patron. Efendi. Biz ağzımızla kuş tutsak
bunlara yaranamayız. En iyisi karım arasa da gel desem. Bu saçma düşüncelerim
son bulur. İnsan yalnızken çıldırıyor be evlat. Ama hanım belki benle yatar.
Bunların sınırsız fantazileri olur.
“O sana
hayatta bakmaz. Pis köle, pis zenci.” Güldü.
Yaşar
güldü: “Ağzına sağlık. Şaka yapıyorum be evlat.”
Fareyi
bulamadılar; ama Yaşar fareyi bulup öldürüp çöpe attığını söyledi evini
hanımına.
Yemek
yediler ve Halit villadan ayrıldı, sahilde çöpleri gezmeye başladı, eski gazete
ve dergi toplamak için. Akşam yaklaşırken getirdi bunları, Yaşar’a gösterdi. Gazetelerden hayvan ve doğa resimlerini kesip
kulübenin duvarlarına yapıştırdılar.
Yaşar
bir an durdu, düşünceliydi.
“Ne
oldu Yaşar dayı?” dedi Halit.
“Bu
kısım, tam şurası, olayın merkezi, orası boş kaldı, elimizde resim varmadı. Çıplak
popo gibi sırıtıyor orası.”
“Yarın
yine gazete buluruz, uygun resim koyarız oraya.”
“Bak
aslanım burası özel, o resimler olmaz, burası merkez, burası tapınağın merkezi.
Oraya çok özel bir resim koymamız lazım.”
Az
sonra; “buldum!” diye bağırdı.
“Ne
dayı?”
“Penisimin
fotoğrafını çektirip oraya yapıştıracağım. Kapış kapış gider.”
“Dayı
saçmalama! Ağır sonuçları olur bunun.”
“Ya ben
hanımım için düşünmüştüm. Hanım duvarda penisimi görünce hoşlanır benden.”
“Başına
baltayla vurmak gibi bir şey olur.”
“Öyle
mi dersin?”
“Aynen.”
“Ama
ben oraya senin penisinin fotoğrafını koymayı düşünmüştüm, ne de olsa genç ve
dinamiksin.”
“Dayı,
bu muhabbeti kapat lütfen. Duyan ilişkiye girdiğimizi sanacak.”
Yaşar,
deli gibi gülmeye başladı.
“E
yeter dayı, seni güldürmek için dedim; ama artık normalde dön.”
“İlişkiye
girmek, ha. İlginç.”
Ertesi
gün de bu işe devam ettiler, boş kaldıkları zamanda. Halit kimi resimleri
fotokopiyle çoğalttı.
Duvarda
boş kalan o yere aslan resmi yapıştırdılar.
Resmi
Yaşar kara kalemle yapmıştı.
Akşam
yaklaşmıştı iyice. Beş on dakikaya hava kararır ve günün en güzel zamanları
başlardı villada, bahçesinde ve sahilde.
Yaşar, gün
boyu çeşitli işler yapmıştı, yorgundu ve kulübede uzanmıştı. Halit ise
çıkmıştı.
Evin
hanımı bu kez beyaz bikini girmişti. Bahçenin ışıklarını açtı. Yaşar’a bakındı.
Görmeyince kulübesine doğru ilerledi.
“Yaşar
bey?” dedi.
Yaşar
duymadı.
Kadın
kulübeye girdi.
Duvardaki
hayvan fotoğraflarını görünce şaştı kaldı.
“Yaşar
bey?” dedi.
Yaşar
uyandı ve korkarak toparlandı.
“Buyurun
Zerrin hanım?”
“Bu
kulübeyi neye çevirmişsin?”
“Bilmem
ki.”
“Kusura
bakmayın. Özür dilerim.” Duvarları eski haliyle sanıyordu, bikini kadın
fotoğraflarıyla kaplı, bir vahşi, kudurmuş halde.
“Yok
yok. Muhteşem olmuş.”
Yaşar,
duvarlara baktı ezilerek.
“Nerden
aklına geldi duvarları bu güzelim hayvanlarla süslemek?”
“Oh!”
dedi içinden, Yaşar ve sevinçle şöyle dedi: “Rüyamda gördüm.”
Kadın duvardaki
fotoğrafları incelerden Yaşar da kadını süzüyordu: Muhteşem memeler. Muhteşem
kalça.
Kadın
güldü. Sandalyeye oturdu ve bacak bacak üstüne attı.
“Dostum,
burası inanılmaz! Bambaşka bir aleme sürüklendim, Afrika’ya, savanaya gittim
sanki.”
“Yok
efendim, kıçı kırık aciz bir kulübe işte.” dedi kendiyle gururlanarak, hayret
etti, kadın kendini saklamıyor, gizlemiyordu
ve çok rahattı. Ve ona “dostum” diye hitap etmişti.
“Çocuk
elinden çıktığı çok belli: Aslan resmini hangi piç yaptı peki? Çok kötü ve
komik olmuş.”
“Ben
efendim.”
“Çok
sempatik diyecektim. Kusura bakma.”
“Sorun
değil efendim.”
“Çay
içer misiniz, efendim?”
“Olur; ama
kahve varsa kahve.”
“Var
efendim. Fakir işi.”
Kadın
güldü.
Yaşar,
iki kahve yaptı hemen.
“Yaşar
bey, bahçe çok büyük, bahçede hayvan bakmak nicedir aklımda. Tavuk mesela. Bir
köpek. Ördek. Tavukları çok severim. Bir kedi mesela. Güvercin. Civciv bul bir
yerlerden. Onları yemlerim büyütürüm.”
“Bulurum
efendim. Ama önce kümes yapmak lazım.”
“Ne
gerekiyorsa yap.”
“Şu
gariban genci işe alacak mısınız?”
Düşündüm
bu konuyu, hayvanlar olacak, tek başına bakamazsın, o genci gözüm tutmuştu
zaten. Ben onunla konuşurum. Geçen hafta sonu misafirlerimiz vardı, çocukların
büyüğü senin kulübeye girmiş ve senin sapık olduğunu söylemişti, inanmamıştım,
duvarlar boydan boya açık saçık kadın resimleriyle süslüymüş, o genç kız seni
işten atmamı söylemişti, Yaşar bey yapmaz demiştim. Yalan söylediğini
düşünmüştüm ve doğru çıktı, o kız uyuşturucu tedavisi görüyor şimdi.
“Yanlış
yapmış, efendim. Ben öyle şeylerle hiç ilgilenmem.”
“Öyle
olsaydı seni işten atardım. Sen evli miydin?”
“Evet
efendim.”
“Kaç
çocuk, eş?
Sohbet
uzadı.
Kadın
orada yarım saat daha kaldı ve gitti.
Halit
geldi kulübeye.
Yaşar
olanları anlattı: “İnsan yerine koyulmak inanılmaz güzel. O kadın bana bir
dostu gibi sevecen davranması o kadar zevk verdi ki bana. Bilemezsin. İnsan
bana yanımda çırılçıplak kalsa, ilişki teklif etse kabul etmem namussuzum.”
Güldü.” “Ederim de hayda hay. Yani demek istediğim insan kalmak değerli evlat.
Yaşlıyım. Çirkin. Ama sen gençsin. Belki sana verir.”
“Neyi
verir?”
“Kendini.”
“Yaşar
dayı bırak bu sözleri. Duymamış olayım! Çok çirkin.”
“Ya
şaka yapıyorum evlat. Seni işe alacağını söyledi. Senle konuşacak.”
“Süper
oldu dayı! Sana minnettarım!”
“Sen ne
yaptın, gezdin mi?”
“Hı.
Bir kız gördüm. Şortlu. Çok güzel. Saf bakışları var. Sanırım benden hoşlandı.
Ona arkadaşlık teklif edeceğim.”
“Sana
bakmaz onlar evlat. Sertleştin mi?”
“Dayııı!”
“Şakaydı.”
dedi sırıtarak.
“Neden
onlar bana bakmaz?”
“Giydiğin
pantolon paçavra. Gömleğin yüzyıl öncesinden kalma gibi görünüyor. Saç tıraşı
olman lazım. Onlar sana bakmaz. Onlar iyi giyimli yakışıklı çocuklarla
ilgilenir.”
“Deme.
Abi çok moral verdin, teşekkür ederim.”
“Sakın
bulaşma onlara. Terslenirsin. Üzülürsün. Yıkılırsın. Seni kalıbın kızlar değil
onlar.”
“Yok
abi. Ezik psikolojisi bu. Yani senin psikolojin kusura bakma. Ben şahane
görünmeyebilirim. Ama kişiliğimle kazanırım o kızı.”
Güldü: “Hiç
sanmam. Sen buraları bilmiyorsun. Bak aslanım, evin hanımı benle sevişmeyi ne
kadar çok ister. Asla istemez. İşte o kızlar da senin için o. Kasap önünde
yalanan aç kedisin. Onlar ise kasap dükkanı sahibi. O kızlar züppe. Havai.
Gerçekten sevmezler. Sevmeyi bilmezler. Erkeklerin ilgilisi, gözlerini çekmek
için kısa, açık saçık ve seksi giyerler. Ama iş yürekten sevmeye gelince o yeni
yetmeler o işi hiç bilmezler.”
“E kimi
seveceğim ben? Kafamı attırma Yaşar dayı!”
“Onu
zaman gösterir.” Güldü: “Dost acı söyler. Gerçeği söyler. Sen sen ol bulaşma o
kızlardan birine. Şimdi derin nefes al, bir süre tut ve ver, sen yokken bunu
çok çalıştım. Yani karımınkine ufak
tıklatınca boşalmayacağım öyle mi?”
Halit,
istemeden gülmeye başladı.
“Abi,
böyle konuşmasan olmaz mı. sonra karını elinden almaya kalkarsam?”
Yaşar
güldü: “Alırsan al. Annen yaşında...”
“Lütfen
pis şaka yapma.”
O gösterişli
kızlardan birini mi sevmek istiyorsun?”
“Evet
abi.”
“Gerçekten
mi?”
“Evet.”
“Bence
senin bütün derdin seks. O kızlardan birini yatağa atmak peşindesin. Sevmek
filan deme bu işe! Gariban içgüdüsü.”
“Yok
abi. Saçmalıyorsun! Bir kız var. Onunla hep göz göze geliyorum. Ona arkadaşlık
teklif edeceğim.
“Bütün
derdin onu yatağa atmak. Pis köylü seni!”
“Yaşar
dayı bana çok itici gelmeye başladın, her nedense.”
Yaşar
güldü: “Şakaydı canım.”
“Ben
bir dolaşıp geleyim” dedi Halit, sahile indi. Boş bankı görünce hemen oturdu.
Çocuğun
biri çekirdek satıyordu, bir bardağı bir liraydı. Gelip geçen çekirdek ya da
haşlanmış mısır yiyor ya da dondurma yalıyordu, en ucuzu da çekirdekti,
Halit’in canı çok çekti; ama parası yoktu. O da kendini avutmaya başladı, gelip
geçen insanlara bakıyor, hayaller kuruyor ve vakit su gibi akıp geçiyordu. Derken
o kız göründü. Yürüyüş yolundan
geçiyordu, az sonra genç adamın önünden geçecekti, Halit, Yaşar’ın dediklerini
düşündü, Yaşar haklı olabilirdi, bunu anlamak için bu kez ona bakmayacaktı, umursamaz görünecekti, onu fark etmemmiş gibi
yapacaktı,
“bakalım
bana bakıyor mu?” diye deneyecekti onu. Başka tarafa baktı ve çaktırmadan onu
izledi. Evet, kız ona bakıyordu ve Halit yüzünü ona çevirdi. Kız tatlı biçimde
gülümsedi. Kız arkadaşıyla geçip gitti ve gözden kayboldu.
Halit,
sevinçle Yaşar’ın kulübesine gitti, soluğu orada aldı.
“Yaşar, dayı kız benle ilgileniyor!”
“Nasıl?
Bacak arasındaki ejderini mi gösterdi sana?”
“Dayı!
Of!”
“Kızın
nasıl tepki verdiğini diyordun?”
“Bana
gülümsedi. İçtenlikle gülümsedi.”
“Yok
be, arkanda başka birine gülümsemiştir. Tanımadığı birine neden gülümsesin?”
Halit,
kapının menteşesini yapmaya çalışıyordu. Gevşemişti ve kapının kapanmasına
engel oluyordu menteşe.
“Anasını
şey yaptığımın menteşesi otursana yerine!”
“Kızma,
yavaşça vur, oturur.”
“Sen
anlamazsın!”
Çok
sert vurdu ve menteşe yamuldu.
“Kapı
artık hiç kapanmaz, çok güzel oldu, yarın hallederim.” dedi Yaşar. Gülümsedi,
aslında kızgındı.
“He ya,
sayende artık içeriyi sivri sinekler basar.”
“Yarına
kadar bir şey olmaz canım. Ufacık canlılara da hoş görü göster.”
“Ama
çok kötü vurdun menteşeye. Yavaşça vur, oturur demiştim.”
İlerleyen
saatlerdi.
İçeriyi
sivrisinekler akın ediyordu.
“Anasını
sevdiğimin sivrisinekleri gidin başka yere! Yediniz bitirdiniz beni!” diye
söylendi Yaşar.
“Abi,
ilaç almak lazım.”
“Bütün
marketler kapalı.”
“Menteşenin
laneti tuttu. Metal bir nesne bile olsa iyi davranacaksın. Yamulttum onu. Sonuç
bu.”
“Bizim
köyde sivri sinekleri kaçırmak için tezek yakarlar.”
“Burada
nerden buracağız tezeği?!”
“Hoş
görü göster diyordun sivrisineklere.”
“Yok
lan, insanın gözünü çıkarıyor bu namussuzlar.”
Ertesi
akşamdı. Ferahlık, umut ve yaşamı sevinci veren bir yaz akşamıydı. Her taraf
cııvl cıvıldı. Bahçelerde insanlar çay kahve içiyor, yemek yiyor, çekirdek,
çerez ya da dondurma yalıyordu, dostlarla Her taraftan müzik sesleri geliyordu,
kahkahalar, söyleşi sesleri.
Halit,
sahile inecekti.
Yaşar’dan
bir miktar borç para isteyecekti. Ama utanıp diyemedi.
“Nereye?”
dedi Yaşar, “çay yapacağım.”
“Sahile
ineceğim. Bunaldım. Çay olana kadar gelirim.”
“Sahilde
ne yapacaksın?”
“Benim kızı
görmem lazım.”
Yaşar
güldü: “Sana bol şans, bay azgın. Kayaklıklarda kimse olmaz. Orada ilişkiye
girebilirsiniz rahat rahat.”
“Dayı,
büyüleyici derinliğine hayranım; ama yapma.”
Güldü:
“Peki.”
Halit, sahildeydi,
bir banka kuruldu ve canı sıkılınca yürüyüş yolundan gelip geçen insanlara
bakarak içinden şarkılar söylemeye başladı.
Çok
beklemesine rağmen mavi gözlü kız görünmedi. Sürekli takıldığı esmer kız
arkadaşı da piyasada yoktu.
Vakit
epey geç olmuştu.
Özlenen
kız ortalıkta yoktu. Halit, buna inanamıyordu.
Oysa
bugün onunla konuşacaktı, punduna getirip konuşabilirse.
Kız
yoktu; yıkılmıştı Halit, yolun sağına soluna baktı. Oraya çivi gibi çakılı
kalmıştı sanki. Eve gitmek istemiyordu canı, kız gelir ümidiyle. Sahil yolundan
arada araçlar geçiyordu ve yürüyüş yolunda turlayan mutlu ve coşkulu insanlar
erimişti. Birkaç serseri ve zibidi kalmıştı sadece.
Halit,
eve dönmeye karar verdi. Son kez yolun ucuna baktı. Bisikletli başka bir kız
gördü
İçi
acıyarak banktan kalktı ve şöyle düşündü: “Yaşar dayı çok haklıymış, o kız bana
asla bakmaz, sen önce aç karnını doyur. Hem onunla kayalıklarda o işi yapmak
istediğimi de nasıl bildi namussuz herif! Eee, yaşlı kurt ne de olsa. Bir kez
hayal ettim canım, bir kez.”
Yerde
duran boş teneke kutuya tekme attı. İçecek kutusu duvara çarptı ve tekrar önüne
geldi. Top saydığı tenekeye tekrar vuracaktı ve onu duvardan aşırıp kumsala
fırlatacaktı. Yoğunlaşmıştı.
“Dur”
dedi kız. “Geçeceğim.” Bisikletinin yanında yürüyordu, bisikletin lastiği
patlamıştı. Kumral saçları kıvırcık, kahverengi gözlü genç kız 20 yaşındaydı,
siyah tayt giymişti. Üstünde beyaz tişört vardı. Güvercin gibiydi. Makyajlıydı,
tırnaklarını kırmızıya boyamıştı.
Halit,
başını çevirip ona bakt aval avalı: O yakıcı kızdı bu. Dona kaldı heykel gibi.
“Ne
baktın?”
“Hiç.”
“Selam
olsun sana” dedi kız, “İyi geceler o zaman.”
Kız,
bir adım atacaktı.
“Dur.”
“Ne?”
“Bir
şey söyleyebilir miyim?”
“Söyle
bakalım” dedi kız.
“Birlikte
yürüyebilir miyiz?”
“Zaten
yürüyordum. Senle neden yürüyeyim ki, seni tanımıyorum?”
Halit,
bir elini üzüntüyle kaldırdı, “kusura bakma” dersesine, onu selamladı,
dudaklarını bükerek.
Halit,
bastı, arkasına bakmadan ilerliyordu. İçinden ağlamak geliyordu, yok olmak
şimdi hemen buradan, utanç içindeydi.
Bankı
gördü ve oturdu.
Kız ona
yaklaştı: “Kalk, yürüyelim demedin mi? Açıklama bekliyordum.”
“Seni
buralarda görmüştüm, sohbet etmek istemiştim sadece.”
“Öyle desene,
neden korkuyorsun ki.” Güldü.
“Adını
öğrenebilir miyim?”
“Sevcan
ben.”
“Ben de
Halit.”
“Memnun
oldum” dedi kız.
“Ben
de. Yarın buralarda mısın?”
“Bilmem.”
“Neden
benimle sohbet etmek istedin?”
“Bilmem.”
“Şu
büfeden bana bir şişe su alır mısın?”
“Bende
var, bunu kullanabilirsin” dedi Halit, şişesini uzattı.
“Onu
yerden buldun; gördüm seni.”
“Yıkadım
ama.”
“Olmaz.
Pistir o. Git büfeden su al bana.”
“Şey, cüzdanımı
evde unuttum da.
“Sorun
değil. Özür dilerim; bunu düşünemedim. Ben gidip alırım. Bisikletime göz kulak
olursun, ha?”
“Elbette
dostum.”
Güldü:
“Dostum demek!”
Genç
kız, bir şişe su ve iki bira alıp geldi. Biranın birini Halit’e verdi.
“Ben
kullanmam.” dedi Halit.
“Niye?”
“Sevmem.”
Genç
kız, birayı açtı, biraz içti. Geğirdi, güldü.
Genç
kız, biradan içti ve geğirdi, bu kez çok geğirdi ve güldü: “İğrenç olduğumu
düşünüyorsun, değil mi?”
“Hayır.”
“Sen
bana ne diyecektin, neden benimle konuşmak istedin, şu meseleyi açık açık
söyler misin?”
“Senle
konuşmak, seni tanımak istedim, seni merak ettim.”
“Başka?”
“Hepsi
bu.”
“Başka
şeyler var mı?”
“Yok.
“Var
bence?”
“Yok.”
“Haydi
şu kayalığa gidelim. Orası ıssız. Denize gireriz. Altımda bikini var. Ne
dersin?
“Olur.”
“Sıcak
çok bunalttı. Acil denize girip serinlemem lazım. Denize geceleri çıplak girmek
acayip bir özgürlük hissi veriyor. O kayalıkta hep yaparım bunu. Haydi gidelim
hemen.”
“Gidelim.”
Genç
kız, aniden durdu.
“Senin
gibi bir sırtlanla oraya gideceğimi mi sandın?! Şapşal! İşiniz gücünüz seks!
Cebinde bir lira yok!
“Yanılıyorsun.”
“Benle
sohbet etmek istiyorsun. Önce paranın olması gerekmez mi. diyelim karnım aç.
Diyelim seksi seven bir kızım. Ama aç karna seks olur mu, beş kuruşun yok ve
seks istiyorsun benden. Kendinden utanmalısın, aç zavallı!”
“Öyle
değil.”
“Yalancı,
takoz seni! Sevgi mevgi umurunda değil. Taytlı halime, vücuduma
kesildin
ve benle konuşmak istedin. Kalbim umurunda değil. Ruhum umurunda değil. Tamamen
hayvanca içgüdülerini tatmin etmek peşindesin. Önce aynada kendine bir bak.
Pantolonun buruşuk. Gömleğin kirli. Pantolonunda yırtıklar var. Ayakkabıların
çok eski. Sakalların var. Dağlıya, sapığa benziyorsun.”
“Sen
delinin tekisin!”
Genç kız
güldü. Mutluluk duydu bu sözlerden.
“Ispanak!
Sen şehirli vahşinin tekisin. Zarif görünüşün çok yanıltıcıymış, sakal bırakıp
elinde tırpan ya da baltayla gezsen çok doğru olacak, ne der usta, ya
göründüğün gibi ol ya da olduğun gibi görün, benim dış görünüşümle alay edip
durman çorak bir zihne sahip olduğunu gösterdi, oysa ben senin içinin değerli
olduğunu sanmıştım.”
Genç
kız şaşkınca baktı ona ve birden kahkaha attı, delice mutluydu, şöyle dedi:
“Hadi
ben sende! İçmişlim. Kolayım, ha? Avucuna yalarsın! O ıssız yere gitsek üstüne
atlayacağımı mı sandın. Gülerim sana. Tamam; görünüşüm süperdir.
Beğenebilirsin. Normal. Ama benim kalbim tuhum yok mu?
“Sen
kalpsizce konuşuyorsun. Çok gaddarsın. Param yok. Sebebini bilsen üzülür ve
benim kucağıma oturmak istersin. Ağlarsın.”
“Aaaa!”
dedi genç kız şaşarak, güldü, “Hadi ben sende! Pis fakir. Uzak dur benden.
Çığlık atarım, toplanırlar buraya bak, asabımı bozma! O sözden dolayı hemen
özür dile benden!”
“Tamam
tamam, özür dilerim, sakın bağırma. Senden çok hoşlanmıştım. Her şeyi bu kadar
çabuk berbat etmek çok mu hoşuna gitti? Ama zihin yapın bok çuvalının tekiymiş,
çok vahşi.”
“Çok mu
zoruna gitti.” Güldü.
“Evet.”
“O
zaman ağzıma sağlık. Git kendin gibi köylü bir kız bul.”
“Seni
anlaşılan birileri çileden çıkarmış. Kalbin katılaşmış ya da bugün berbat bir
şey yaşadın ve bana patladın. Boşaldın.”
“Kızlar
boşalmaz.”
“Boşalır.”
“Senin
neyin var?”
“Asıl senin
neyin var, odun herif!
Nasıl?
“Bisikleti
ben süreyim, sen biranı rahat iç diye söyledin. Çok bekledim. Erkek arkadaşım,
sevgilim olacak saplama satıp gitti beni. Saçma bir kıskançlık yaptı. Küfür
ettim, bastı gitti. Onunla işim bitti.
Su almaya ben giderim demedin. Kırık camların üstünden geçtim, demedin orada
kırık camlar var, diğer lastiği de patlatma. Bira bitti, ver boş kutuyu çöpe
atayım demedin, dersin diye boş kutu elimde penis gibi durdu. Bekledim. Denedim
seni cacık herif! Sen odun ötesi birisin!”
“Ya o
kadar çok heyecanlandım ki seni görünce! Sen tam yanımda olunca normal
olamadım. Kalbim kut küt çarpıyordu ve düşünemedim. Fark edemedim senin
durumunu. Çok haklısın. Öküzün tekiyim.”
“Yürü
git işine be!” dedi kız, bastı gidiyordu. Ağlama sesi duydu Halit. Yanına
koştu.
“Eve
kadar yardım edeyim?”
“Beni
yalnız bırak” dedi kız ağlayarak, “Kalbini daha da kırmayayım.”
“Lütfen”
dedi gözlerin ıslanarak.
“Olmaz.
Benim vahşi biri olduğumu söyledim, sana zarar veririm.”
Halit,
durdu ve kızın gözden kaybolmasını seyretti.
Halit’in
gözlerinden yaşlar düştü. Hayali, İç dünyası yerle bir olmuştu, karanlık bir
enkazdı. Bağırmak istiyordu. Deli gibi öfke ve kırgınlık.
Öfkesi
kendineydi. Ona incelikli davransaydı keşke.
Banka
oturdu, bir paket sigara ve çakmak fark etti, bir dal çıkarıp yaktı. Güldü:
“Bir fırsat vardı ve kaçırdım.” diye söyledi kendi kendine. Tamam güzelim.
Sonuna kadar haklısın. İlk gördüğümden beni bayıldım beyaz bacaklarına. Pembe
mini etek giymiştin o gün. Tamam. Suçsa suç. Günahsa günah. Delice yalamak
istediğim onları. Ama bir çift bacak görürken bir çift çiçek de gördüm. İşte
sana bunu ifade edemedim. Bir çift çiçek. Bir çift gül. Köyümdeki bizim evin
bahçesindeki güllerden. Turuncu güllerden. Onları ben dikmiştim.”
Çocuk
gibi ağladı.
Bu
sırada arkadan ona yanaşan genç kız onun bütün dediklerini duymuştu. Yaşlı
gözlerini sildi. Derin bir nefes aldı. Ona doğru yaklaştı ve Halit’in gözlerini
kapadı, ses tonunu değiştirdi: “Bil bakalım ben kimim?”
“Sevcan!”
dedi öfkeli, güçlü bir ses.
“Baba”
dedi genç kız.
“Nerdesin
kızım, bakmadık yer bırakmadım, gel hemen eve gidiyoruz.”
Genç
kız ona doğru gitti, duvar kenarına koyduğu bisikletini aldı ve başını çevirip
Halit’e baktı üzgün biçimde.
“O
kılıksız kimdi?”
“Hiç.”
“Konuşma
onunla.”
“Yok.”
“Fatih
seni sordu. Kavga ettiğinizi anlattı. Eve gelmediğini öğrenince çok
endişelendi, benimle seni aramaya gelecekti; istemedim.”
“O
piçle işim bitti baba, adını anma!”
“Hani
evlenecektiniz?”
Yok;
bitti.”
AÇ KURT
SÜRÜSÜ
Sabah
karanlığında kafadar kurtlar uyanmıştı, yakında küçük bir dere vardı, gidip su
içtiler. Çiftlik evini kesmeye başladılar.
Çiftlik
evininin ahırına baskın yapıp ne alabiliyorsa yapacaklardı. Bu siyah kurdun hiç
istemediği bir şeydi; ama iri lacivert çok ısrar ediyor, öyle laflar ediyordu
ki; siyah kurt bu işin zor olmayacağını düşünmeye başlıyordu, ama sezgisi
“girme bu işe” diyordu, “ben bu işin iyi sonuç vereceğini seziyordum” dediğinde
ise iri lacivert şöyle diyordu: “Tek başıma girerim, sen buradan beni izle o
zaman. Onun bu işe tek başına girmesini de hiç istemiyordu. Başlarına ne
gelecekti. Siyah kurt bunu kestirmeye çalışıyordu, başlarına ne gelebilirdi?
Düşünüp duruyordu, ikisi de gergindi, akşam geldi ve gece yaklaştı. Gündüz
çiftlik evini, ahırı gözetleyip duruyorlardı.
Civarda
bir tane köpek bile görmemişlerdi, siyah kurt buna çok sevinmişti.
Üç
koyun gördüler, ahırın bir yerinden çıktılar, çevrili alanı aştılar ve ormana
doğru ilerliyorlardı.
“Haydi
şunların icabına bakalım” dedi iri lacivert.
Gündüz
ışığında o koyunların avlamaya çalışmak kendini ölüme atmakla aynı.
Bir
süre konuştular. İri lacivert onu ikna etmeye çalışıyordu.
Sen
gelmezsen gelme. Ben tek başıma giderim dedi iri lacivert. Bu sırada yaşlı bir
adam göründü. Koyunları çağırdı ve koyunlar onun sesini duyar duymaz fişek gibi
ona koştu.
Gördün
mü dedi siyah kurt. Ben sana demiştim güvenli olmadığını.
Haklısın.
Ama burada köpek olmaması işimizi çok kolaylaştıracak ne dersin.
Köpek
olmaması çok tuhaf. Koyun varsa köpek mutlaka vardır. Bu işte bir iş var.
Çok
kolay olacak.
Öyle
görünüyor ama bu işte bilmediğimiz bir şey var. Hiçbir av kolay değildir
dostum. O yaşlı insan buralarda bizim gibi kurtların aç dolaştığını bilir.
Kesin vardır bir numarası. Köpekler öteki tarafta bağlı olmalı.
O zaman
gece o tarafı gidip yoklayalım. Ama köpek olsa mutlaka havlar. Ses çıkarır.
“Orası
da doğru. Bilmiyorum.”
Gece
yaklaşmıştı. Kafadarlar gergin, heyecanlı ve kıpır kıpırdılar. Açık duygusu
içlerini ezmişti. Ama yemek bulacak olmaları onları dimdik ayakta tutuyordu.
“Bir
çarpışma olursa” dedi iri lacivert, “Fare gibi enselenirsek?”
Çok iyi
dedin,
Çarpışırız.
İkimiz kafa kafaya verince onların işini bitiririz.
“Yapma
ya.”
“Ya
ne?”
Ev
sahibi ya da köpekleri karşımıza çıkarsa hemen vın kaçacağız. Ayrı kollardan.
Onlarla ve köpekleriyle kapışılmaz. Benim ilkem zor duruma düşme, insan ve adi
köpekleriyle muhatap olma. Olmak zorundaysan kaç. Onlarla savaş olmaz.”
“Sen de
çok korkaksın be.”
“Bununla
ilgisi yok.”
“Ya
neyle?”
“Akıllı
kurt benim gibi düşünür, avanak seni. Ama umarım
Bizi
enselemezler iş üstünde. E öyle olursa kaçmak için çarpışmamız gerekecektir.
Anlatabildim mi?”
“Anladım
yoldaş.”
ÇARPIŞMA
Bir
kuru kemik parçası için kardeşleriyle kavga ederdi siyah kurt. Göğüs göğse.
Yatıp yuvarlanırlar, hırtlaşırlar, kemiği iki uçtan tutup çekiştirirler, bu
sırada hırlarlar, güçlü olan kemiği alır, kaçardı uzak köşede onunla oynamaya
başladı, yenilen arkadan koşar, kemiği alıp kaçardı.
Çarpışma
olunca kardeşini hissederdi. Yumuşaklığını. Sıcaklığını. Pis kokusunu. Ağzını sırtında ya da başka yerlerinde
hissederdi. Çarpışmaya başlayınca vücut vücuda birçok noktadan temas eder,
baskı uygular, biri birini yıkmaya çalışırdı, kupkuru aptal bir kemik parçası
için. Her şey oyun gibi görünürken taraflardan biri gerçekten kızmaya ve
kardeşini hurda haşat etmek için çılgınca kükremeye başlar. Beri ki de
çıldırmıştır. Oyun gerçek bir kavga döner. İşte o zaman gerçek can yakmalar
başlar. Yavruların gerçek karakterleri şekillenmeye ve ortaya çıkmaya başlar.
Kimi uysal, kimi zeki, kimi atak, kimi pes etmez, kimi gaddar, kimi paylaşımcı,
kimi sevgi dolu, kimi sinsi, kimi şeytanın yaveri misali, kimi ise canavarlık
üstüne rakip tanımaz. Ve kardeşlerini gebertmek ister, siyah kurtta en güçlü
özellik dirençli oluşuydu, ondan güçlüydü kardeşleri, o en son doğmuştu,
kardeşleri canavarca hislerle doluydu, ama en akıllısı siyah kurttu, kardeşlerinin canavarca saldırılarından
kurtulmak için hep aklını kullanırdı. Sevecendi ayrıca, gücü diğerlerinki kadar
değildi ama pes etmez, onunla uğraşanı bezdirip moral bozardı. O güçlü
kardeşleri birbirinden kemiği alıp dururlardı, kemiği alan sevinirdi, zafer
ilan ederdi, sonra öteki bastırırdı ve kemik başka ağza giderdi, hepsi tatmin
olurdu; ama siyah kurt tatmin olmazdı, en sonunda bütün yavruların koşturmaktan
canı çıkardı ve yorgun düşüp
uzanırlardı, bu kez minik siyah kurt kemiği alırdı. Kemiğe hırladı, koşardı
zıplardı. Kardeşleri onu ciddiye almazdı. Neden benimle oynanıyorsunuz
solucanlar der gibi onlara bakar, onları kendine çekmeye çalışırdı. Siz hiç
merak etmeyin. Büyüyünce hepinizi haklayacak kadar güçlü olacağım derdi
bakışları.
Kavurucu
bir sıcak vardı ve ormanda otların arsında çiftlik evini gözlüyorlardı.
İri
lacivert dedi ki: “Eğer acele etseydik yaşlı adam gelmeden o koyunlardan
birinin işini bitirebilirdik.”
Hiçbir
kurt gündüz av aramaz. Aklı varsa ve açlıktan ölecek gibi değilse.
Zaman
da ne kadar ağır geçiyor.
Yerleştikleri
yerde kimse onları fark edemezdi. Hayalet gibiydiler. Bazen uyukluyorlar, bazen
gözleri açıp çevreye bakıyorlar, bazen oralarındaki buralarındaki pireleri
ısırıp kaşınıyorlar, bazen esniyorlar ve huzursuz biçimde zamanın geçmesini
bekliyorlardı, ara göz göze geliyorlardı.
Siyah
kurt bundan çok memnundu, göz göze gelebildiği bir kurdun yanında olması ona
çok iyi hissettiriyordu, iri lacivert de böyle hissediyordu ve bu göz göze
gelme onları mutlu ediyordu ama asıl olan güçlü ve güvenli kılmasıydı, işte bu
yüzden göz göze gelmeler ikisini de mutlu edebiliyordu. Bir yoldaşlık, fikir ve
yol birliği, bir işe adanmışlık, kafa kafaya vermek.. zehir gibi sıcakta
bekliyorlardı ve hiç esinti yoktu, nem korkunç bir düzeydeydi. İki sürüngen
gibi yapışıp kalmışlardı oraya, bütün umutları çiftlik evinin ahırıydı,
düşünüyorlar, hayal kuruyorlardı. Aslında hayal kuran iri lacivertti, koyunları
yediğini düşünüyor ve görüyordu, iri lacivert ise durum nasıl olacak, iş nelere
yol açacak, kafasında en kötü senaryoları çevirip duruyordu ve canı
sıkılıyordu. Bu sırada sıkılan, canından bezen iri lacivert gevezelik etmeye
başlıyordu,
“Ortak,
ne düşünüyorsun?”
“Hiç.”
“Umarım
bu kadar beklemeye değer.”
“Tabi
işler umduğumuz gibi gitmeyebilir.”
“Ne
yaparız?”
“Kaçıp
başka bir yiyecek kaynağı ararız. Ama bana sorarsan o çitlik evine hiç
gitmememiz lazım.”
Ormanda
baykuşlar ötmeye başlamıştı, gecenin karanlığı her yeri vahşi biçimde
kaplamıştı. Kafadarlar gergindi, bir korku, tedirgin bir his kalplerini
yalıyordu. Kıpır kıpırdılar, yiyeceğe kavuşmanın sevinci içlerinde taklalar
atıyordu, delice arzuluydular, son derece kuvvetli ve yenilmez hissediyorlardı
kendilerini, ama o korku hep vardı, hiç gitmiyordu. Konuşmuyorlardı. Çiftlik
evini gözlüyorlardı, ışığın sönmesini ve vaktin epey geçmesini…aşağıda küçük bir dere vardı,
kurbağalar şevk ve mutlukla vıraklıyordu, cır cır böcekleri ötüyordu neşeyle.
Sessizdiler.
Konuşmak istemiyorlardı, havayı kokuluyorlar, çevreyi dinliyorlar, sabırla
vaktin ilerlemesini bekliyorlardı, bazen dört ayak üstünde, bazen yatarak.
Nihayet
uygun zamanın geldiğini hissetmişti siyah kurt.
İri
lacivert hemen hissetti onu, ardından gidiyordu.
“Ben
önden gideyim yoldaş.”
“Neden?”
“Çünkü
oraya gitmemizin iyi sonuçlar doğurmayacağını seziyorsun, şayet başımıza
ölümcül bir şey gelecekse önce bana gelsin, sen ise kaçma fırsatı bulursun.”
“Belki
de başımıza fena bir şey gelmeyecek.
Gelecekse
eğer. Sorumluluğu üstüme almalıyım.”
“Peki o
zaman. Sen önden git bakalım.”
“Ahıra
önce ben girerim.”
“Sakın
vakit kaybetme. Acele de etme. Çok dikkatli ol.
Ben
etrafı gözlerim. Bir sorun çıkarsa ses ederim.”
Dereyi
geçtiler ve çiftlik evinin tellerinin altından geçip araziye girdiler. Hiç ses
çıkarmıyorlardı, toprakta hayalet gibi ilerliyorlardı. Sabah yaklaşmıştı ve
bütün canlılar en derin uykularındaydı.
Siyah
kurt geride mevzilendi. Buradan her tarafı görebiliyordu, iri lacivert ise
ahırın çevresinde dolanıp girebileceği bir yer, bir delik arıyordu. İçerideki
koyunların kokusunu almıştı, sevinçten deliye dönmüştü, içeri bir an önce
girmek için aralık arıyordu heyecanla ve süratle. Bulamadı.
Siyah
kurdun yanına gitti.
“İçeri
girmenin yolunu aradım ama bulamadım. Tekrar bakayım.”
“Boş
ver. Gidelim buradan. Zorlamayalım.”
“Saatlerce
bekledik. İyice denemeden gitmek aptallık olur. Bekle beni.”
İri
lacivert ahırın çevresinde tekrar dolanmaya başladı, küçük bir aralık vardı,
tahttalar eskiydi, çürümüştü, arayı genişlenirse içeri girebilirdi, kemik kıran
güçlü dişleri elbette bu çürük tahtaları kırardı, aralığı büyültüyordu, çok
vakit geçmişti ve siyah kurt telaşlandı. “Nerde kaldı bu?” diye acıyla düşündü.
Biraz daha bekledi ve başına bir şey geldiğini düşünüp fırladı.
İri
lacivert deliği büyültmüş ve heyecanlanıp acele edip sığabileceğini düşünüp
atılmış, ama gövdesinin yarısı deliğe sıkışıp kalmıştı, ne ileri gidebiliyor,
ne geri çıkabiliyordu.
“Ne
bekliyorsun orada?”
“Sıkıştım.
Bana yardım et!”
Siyah
kurt kuyruğunu yakaladı ve onu geri çekmeye çalıştı.
İri
lacivertin canı çok yanıyordu ve bıraktı.
“Böyle
olmuyor. Bütün gücünle zorla.” Tam bu sırada yukarda gözüne bir şey çarptı.
“Yukarda
açık bir pencere var dostum, eğer başını yukarı kaldırsaydın onun görürdün ve
buraya sıkışmazdın. Gözün heyecandan kör olmuş demek ki.”
“Ne
bileyim. Görmedim işte.”
“Arkadan
seni iteceğim. Sen de bütün gücünle it kendini.
Canın
acır ama çıkarsın. Bir iki üç deyince bastır.”
“Tamam.”
İri
lacivertin canı çok yandı ama o dar pis delikten kurtulmayı başardı. O sırada
acıyla inlemişti.
“Umarım
sesi duymamışlardır. Ben etrafı kolaçan edeyim.” Siyah kurt eski yerine gitti,
çevreyi araştırıyordu.
Vakit
geçmişti ve iri lacivert gelmemişti. Siyah kurt fırladı, sıçrayıp pencereden
ahıra girdi. İri lacivert kuzunun biriyle oyun oynuyordu.
Seni
geri zekalı ne yapıyorsun burada.
Şuna
baksana ne kadar sevimli. Beni annesi sandı. Sokuldu. Onu gebertemezdim
herhalde.
İki
öfkeli köpeğin sesini duyduklar
dışarıda.
“Eyvah!
Köpekler! dedi siyah kurt.
Köpekler
öfkeyle hırlıyorlardı, ahırın kapısı önünde.
“Bunlar
gündüz yoktu, nerden çıktılar?!” dedi iri lacivert.
“Acilen
burayı terk etmeliyiz!”
“Önce
sen kaç, eğer seni takip edelerse ben fırlar, peşimden gelmeleri için onları
oylarım. Kurtulursam senle dinlediğimiz yerde buluşuruz. Bir saat içinde orada
olmazsam benden umudu kes ve yoluna git. Bana yaşattığın her saniye için,
geçirdiğimiz günler için sonsuz teşekkür ederim sana yoldaş.
Siyah
kurt dedi ki: “Sen yaşayacaksın!”
Berikinin
içi parladı sevinçle: “Neden biliyorsun?”
“Sezgilerim.”
Siyah
kurt tam çıkacaktı.
Dur
dedi iri lacivert. Yanlış bir plan yaptım. Onlar şimdi çok öfkeli, güçlü.
Süratle koşup yakalayabilirler seni. Önce ben çıkarsam güçleri erir, takatleri
kalmaz. Senin peşinde düşseler bile kısa süreli olur. Ben önce çıkarsam onları
yorar oyalar ve sana zaman kazandırırım.”
“Haklısın.
10 tane olsalar da sorun değil. Kendimi hiç bu geceki kadar cidden bir kurt
gibi hissetmemiştim. Atalarımın ruhu ruhumda sanki. Bana güç verdiler ve ne
senin ne kendimi onlara yem yapmayacağım.”
İri
lacivert pencereden atladı ve köpeklerin seslerinin geldiği ahırın önüne doğru
ilerledi sakince, ve onları az ötede gördü, İki kangal köpeği onları az
ötelerinde görür görmez çıldırdı öfkeden ve onun paramparça etmek için
fırladı
ve iri lacivert de fırlamıştı. Kangalın biri önde, diğeri arkadaydı, on metre
kadar ilerdeydi iri lacivert. Çok çabuk dikenli tellere geldi. Hızını
düşüremedi ve dikenli tellere tosladı ve top gibi geri düştü tepe takla ve
doğrulup yumuldu tellere, tellerin altından son anda geçti ve onun başına gelen
erkek kangal köpeğinin başına geldi ve çok iriydi, canı o kadar yandı ki, acıyla ciyakladı, teller birçok
yerini parçalamıştı. Diğer kangal akıllıydı, yavaş gelmişti sakatlanan kangal
yerde ceset gibi kalırken akıllı dişi kangal bir süre şaşkınlıkla ona baktı,
onu bu kadar aciz ve sefil biçimde ilk kez görüyordu, kalın kafalı seni gidi
der gibi bakıyordu ona. Hemen ayıldı ve fırladı tellerin arasından süzüldü.
İri
lacivert dereye yaklaşmak istiyordu, bütün gücüyle koşuyordu, dere uzaktı, eğer
yaklaşırsa dereye işi çok kolaydı, karşıya geçecek ve geçti mi kendini ormanda
bulacak ve kayıplara karışacaktı, kangal ormana girmezdi, giremezdi, korkardı,
o çiftlik arazinden sorumluydu çünkü. Orman ise başka canlılara, yani vahşi
hayvanlara, kurtlara aitti. Ki evcil köpekler bu ayırımı çok iyi bilirdi.
İri
lacivert asılıyordu. Adeta ruhuyla koşuyordu. Dayan diyordu kendine. Ama
arkadaki erkeğe göre ufak olan kangal mesafeyi git git kapatıyordu.
Bu
sırada siyah kurt yoldaşının başının belada olacağını sezip ayrı yoldan
kaçmamış, iri lacivertin izlediğini düşündüğü rotayı takip ediyordu. Sakatlanan
kangal onu görünce doğrulmaya çalıştı, bir ayağı fenaydı, topallıyordu, havladı
hırladı ama ilerleyemedi, siyah kurt onun ötesinden tellerin altında süzülüp
ilerledi. Daha hızlı ol diyordu içindeki ses, yoksa onun ölüsünü bulacaksın,
daha hızlı. Çok daha hızlı. Eğer koşup ona yardım etmese iri lacivertin
kesinlikle öleceğini zımba gibi hissetmişti kalbinde. Dürtüsü yanılmıyordu ve
rüzgar gibi koşuyordu.
Leş
gibi uzanan ve inleyen iri erkek kangalın yanından geçip gitti. buna ne olmuş
böyle diye geçirdi içinden. Orada dikenli emir tellerin olduğunu unutmuştu, ay
ışığının yansıması parıltısı kımıldatmıştı ve zorlukla durdu, nerdeyse tellere
toslayacaktı, kangalın başına geleni anlamıştı, tellerin arasında kuş gibi
süzüldü.
İri
lacivertin nefesi tükeniyordu. Arkadaki kangal çok yaklaşmıştı. Birkaç metre
daha yaklaşırsa fena olacaktı.
Dişi
kangal onun arka ayaklarına göğsüne çarpıp yere devirmeyi planlıyordu.
İri
lacivert dereyi geçemeyeceğini anlayınca yön değiştirdi. Yokuştu ve yokuş
gücünü kesmişti.
Çiftlik
arazinden aşağı doğru, ama ormanla arayı çok açmadan koşarsa, çiftliğe doğru
koşar gibi yaparsa, onu şaşırtıp ya da ekip tekrar yokuşa asılabilir ve dereyi
geçip ormana dalabilirdi. Orada bir yerlere saklanabilirse…evet…evet… saklanmak…
eğer… öyle yaptı… yokuş aşağı koşmak kolaydı.
Kangal
köpeği şaşırmıştı. Ama ısrarlı koşusuna devam ediyordu. Ona ölümcül bir ceza
vermekte çok kararlıydı.
Siyah
kurt durdu ve ötedekileri duymaya çalıştı.
karanlıkta
yankılan nefes seslerini duydu. Ayak seslerini duydu. Ayakların süratle
yuvarladığı taş toprak seslerini duydu. Tamam, nerde olduklarını duymuştu.
Fırladı. Elli metre kadar ilerledi ve sonra aniden kendini su içinde buldu,
boğulmamak için çırpınıyordu.
Bahçe
sulamak için yapılan eski bir su havuzuna düşmüştü. Su derindi ve çok geçmeden
boğularak öleceğini anlamıştı. Gücü tükenince. Gökyüzünde binlerce yıldız vardı.
İri lacivert ne haldeydi ve kendini burada ölüp gidecekti, ona yardım
edemeyecekti, ölecek olması değildi, zaten çok sevdiği ailesini ve sürüsünü
kaybetmişti, o gündür yaşama sevinci tuz buz olup gitmişti, öleceği için delice
seviniyordu, bu can sıkıcı hayatta kalma savaşı bitecekti, her gün delice
yiyecek bulmak için çırpınıyordu, o çıldırtan açlık duygusunu bir daha
hissetmeyecekti, ölünce ailesine ve sürüsüne kavuşacağından emindi. Bırak
kendini, mücadele etme, boğul ve öl diyordu içindeki bir ses. Ama öteki ses
mücadele et diyordu, buranda kurtulmanın bir yolu vardır. İri lacivert aklından
gitmiyordu, onun canı cana öyle çok karışmıştı ki. Onun ruhu ruhuna öyle
sımsıkı dolanmıştı ki, onunla kardeşlerinden olduğundan yakın bir bağ kurmuştu.
Bunu heba olup gitmesi ve ona yardım edememek…işte en can sıkıcı olan buydu, giderek daha
sakinleşiyor, panik duygusunu atıyordu, birden karşısında yoğun bittiler gördü,
mucize gibiydi. O tarafa gitti, akyalarına bir şeyler takıldı. Evet, çamurdu
burası, kayıyordu ve bitkilere takıyordu ayakları. Ön akyalarıyla bitkilere
tutundu, başta kaydı, bir süre dinlendi ve tekrar denedi ve sıçrardı. Bir parça
kendini yukarı aldı, bekledi, tekrar sıçradı. Ve kendini havuzdan çıkarmayı
başardı. Silkindi ve bastı. Bataklığa dönmüş bu iğrenç havuzda boğulmadıysa
artık ona ölüm yoktu. Sevinçle fırladı.
İri
lacivert zikzaklar çiziyordu. Kangal köpeği başını uzatıyor, onun bir tarafını
tutup çekmeye çalışıyor ama bir türlü başaramıyordu, kurun bu direnişi onu deli
etmişti, hemen önündeydi ve ona bir türlü yetişemiyordu, yetişir gibi oluyor,
bir anlık kurt atak yapıp yine onu arkada bırakıyordu, hemen ardındaydı kangal
köpeği, onun pes etmemesi sinirlerini bozmuştu. İri lacivert zikzak çizerken
ayakları kayıyordu, kangalınki de. kangal bazen soldan yaklaşmak için
çırpınıyor, bazen sağdan asılıyor, bazen arkaya düşüyordu, bu kovalamacada
yarış pistindeki atlar gibiydiler.
Bazen
iri lacivert bu iş bitti diyordu içinden, ama bırakmıyordu, o esnada ise kangal
köpeği atak yapacak gücü bulamıyordu kendinde. İri lacivert onun yaklaşıp onu
devirmediğini görünce şaşırıyor ve yeniden doğmuş gibi koşuyor, adeta
yenileniyor ve güç doluyor sevinçle koşuyordu, işte bittim, sonunda bittim, az
sonra işimi bitirecek diyor, ama o gerçekleşmiyordu.
Pes
etmemsi, direnişi hep lehineydi ve bunun farkında değildi. Kangal köpeği bu
teslim olama karşında ezilip ufalanıyordu adeta ve bu işin uzaması onun
kaybetmesi demekti, bırakmayı düşünüyordu, bu pis lanet kurdun peşini bırakmayı
kararlı biçimde düşünüyordu. Ama gücü cidden tükenmemişti. Biraz daha
zorlamalıydı. Perişan olana dek en azından. Onun peşinden koşmak anlamsız
gelmeye başlamıştı. Heyecanını yitirmişti. Onu parçalamak isteği erimişti.
İri
lacivert koşuyordu ve düşmanı bezdirmenin onu yenmek olduğunu bilmiyordu ama
hayatta kalma içgüdüsü ona devam etme gücü veriyordu. Kangal köpeği için böyle
bir şey söz konusu değildi. Onun itici gücü yoktu, ha, başta sahibinin
arazisini korumak ve sevmediği pis, sefil, asalak kurdu gebertmek şahane
gelmişti gözüne ama çok yorulmuştu.
İri
lacivert yine düşündü: işim bitti.
Kangal
köpeği canhıraş koşuyordu ve şöyle düşündü: “Az sonra işini bitireceğim!”
Kader
böyle anlarda saklıydı.
İri
lacivert yine asılıyordu ve kangal köpeğinin ayağı iri bir taşa takıldı ve
yuvalandı.
İri
lacivert arayı açtı ve karaltılar arasında bir yer fark etti. Eski arı
kovanlarının arasına sığındı. Burada dizi dizi birçok arı kovanı vardı. Çiftlik
sahibi birkaç yıl kadar önce arıcılık yapmıştı ve kovanları buraya yığmıştı.
İri lacivert nihayet nefeslenme fırsatı bulmuştu ama burada fazla kalamazdı.
Güç topladıktan sonra bütün gücünü dereye doğru koşmak için harcayacaktı.
Kangal
köpeği toparlanıp gelmişti. Bir kedi tıslaması duyuldu, kangal durdu ve geri
çekildi. Havladı. Kedi tısladı. Kedinin dört yavrusu vardı. Yeni ayaklanmış
kediler arı kovanı kutusunun arkasına gizlenmişlerdi. Hemen arkalarında ise,
bir kutu sıra arkasına iri lacivert saklamıştı. Anne kedi iri lacivertin sesine
uyanmış, korkmuş, az beklemiş, dışarı çıktığında ise kangalı fark edince
yavrularını savunmak için saldırı başlatmıştı.
Kangal
köpeği bu kediyi tanırdı, çiftlikte dolanan bu kediyle hiç ahbaplığı yoktu ama.
Ona ses etmezdi. Neden böyle tepki verdiğini anlayamıyordu. Oraları kolaçan
etmek istiyordu ama kedi izin vermiyordu, nereye gidecek olsa kendi önünü kesip
tıslıyordu. Kangal köpeği mesafeyi koruyup havlıyor, çekil yolumdan diyordu.
Kedi ise burası benim, çekil git diyordu. Benim mekanımda böyle dolaşamazsın.
İri
lacivert havlamaları ve tıslamaları duyunca yavaşladı.
Dostu
burada bir yerde olmalıydı. Salanmış olabileceğini düşündü.
Sessizce,
adeta hayalet gibi yaklaştı ve zihni meşgul olan kangalın tam arkasına gelip
bir bacağından ısırıp fırladı. Korkan ve şaşkına dönen kangal köpeği çok kızdı
ve canı yandı ve ne olduğunu anlayamadı ama kurt kokusu alıp fırladı.
Havlayarak gitti bir yöne. İri lacivert ortalığın sessizlini dinledi. Uzaktan
gelen sesleri. Dostunun hırlamasını. Kangalın hırlamasını duydu. Kapışıyor
olmalıydılar, canı çıkmıştı koşmaktan ama onu yalnız bırakamazdı. Siyah kurdun
onun kaçması için bu fırsatı yarattığını anlamıştı ama onu yalnız bırakmak
yoldaşlığa uymazdı. Seslere doğru fırladı.
Çok
yorgun ve gücü tükenmek üzere olan kangal köpeği bir yanda, siyah kurt bir
yandaydı, kangal ona yaklaşamaya cesaret edemiyordu çünkü bütün heyecanını
yitirmişti. Hırlayıp köpürüp ona gözdağı verip direncini yıkmak istiyordu. Oysa
iri lacivert oyuna yeni dahil olmuş, bütün gücü kuvveti yerindeydi ve tam bu
sırada iri lacivert sahneye girdi. Hırlayıp diş göstermeye başladı. Şimdi ikiye
karşı birdi. Kangal köpeği çaktırmıyordu ama müthiş bir korku içindeydi. Fırsat
bulup hemen buradan toz olmalıydı.
Siyah
kurt yoldaşını görür görmez müthiş sevinmişti ve cesaretle doldu yüreği. Atıldı
ve kangalı bire yerinden kaptı kangal acıyla cıyakladı. Arkadan da iri lacivert
atıldı, kıçtan ısırdı. Kangal köpeği panikle cıyaklayıp geri çekildi, çok
korkmuştu ve korkuyla panikle yanlış yöne fırladı, çiftlik evinin tam tersi
yöne, ormana doğru ilerliyordu.
Ve
kafadar kurtlar süratle uzaklaştılar oradan.
Neden
kaçmadın. Senin kaçman için fırsat hazırladım. Mankafa.
“Bana
kızacağını biliyordum ama seni tek başına bırakamazdım. Kader nedir dostum?”
“Bu da
nerden çıktı?”
“Kader
nedir dostum?”
“Bilmem.”
Pes
etmemek. Direnmek. İşte bunu yaptın mı kaderini sen şekillendiriyordun
demektir.
“Nerden
çıkardın bunu?”
“Tam
işim bitti dediğim an pes etmedim. Direncim canımı dişime taktım. Ama bir an
cidden geriledim. Basamadım güzelce. Beni yakalardı istese. Ama bir şey oldu.
Ayağı bir şeye takıldı herhalde. Yavaşladı. Ensemdeki soluğu gitti. Ayak
sesleri.
O taşı
oraya tanrı koydu. Aptal köpek. O taşı oraya Tanrı koydu çünkü direndiğimi, pes
etmediğimi gördüğü için.
“İşte
kader budur kardeşim. Peki, neden geç kaldın?”
“Bir
havuza düştüm. Nerdeyse geberip gidiyordum.”
“Bence
yarım kalan işi gidip halledelim. Nasılsa köpeklerin icabına baktık.”
“Bu
delilik olur. Yürü gidelim buradan!”
Ertesi
günün erken saatleriydi.
Ali
dayı köpekler yerinde yok.
Yaşlı
adam uykudan yeni uyanmış evini verandasında çay içip kahvaltı yapıyordu.
Dün
yemek verdim, yerinde olmamalarının imkanı yok.
Gidip
baktılar. Dişi ve erkek kangal ortada yoktu.
“Dayı
onlara çok para verdim. Birkaç gün sonra gelip alacağım dedim. Sense köpekleri
kaybettin.”
Kemal’in
erkek kardeşi trafik kazası geçirmişti.
yolda
almıştı telefon. Köpekleri dayısı Ali’ye bu yüzden bırakmıştı. Köpekleri o gün
satın almıştı.
Çiftliğin
çevresinde köpekleri arıyorlardı.
Erkek
kangalı buldular. Ölmüştü. Delik deşik olmuştu, perişandı ceset. Kahraman
edasıyla kasıla kasıla yeşil çimlerin üstünde yürüyen muazzam heybetli kangalı
böyle görmek yürek yakıcıydı.
“Dayı
ne oldu bu köpeğe?” dedi gözlerinden yaşlar düşerek.
“Bilemiyorum,
çok pis parçalanmış zavallı.”
“Dayı bunu ne yapmış olabilir?”
“Bilemiyorum.
Başka köpekler olabilir.”
“Kurt
olmasın?”
“Uzun
zamandır burada kurt görmedim. Bunu yapsa yapsa güçlü ve büyük bir ayı
yapmıştır.”
İlerlediler.
Dereyi aştılar. Dişi kangal yoktu.
Kemal,
o gün adam topladı. 8 kişi. Av tüfekleri vardı v av köpekleri de vardı.
Arkadaşlarının biri iz sürmede uzmandı. 2 saat sonra aramaya başladılar.
Dişi
kangalı ormanda dereyi geçtikten sonra bir ağacın altında parçalanmış halde
buldular.
İz
sürmede uzman Mustafa bazı tüyler buldu ve bir diş.
“Senin
köpekleri kurtlar parçaladı. Şu tarafa gittiklerini düşünüyorum.”
“Onları
bulacağız. Gece gündüz aramaya devam. Onları bulana kadar devam. Gelemeyecek
olanlar bıraksın, kalanlarla devam ederiz. Gidip tam teşkilat hazırlanmamız
lazım. En az bir hafta dolanacağız peşlerinden. Belki 10 gün.”
Adamlardan
ikisi bıraktı işi. Birisi karısı birisi de işi yüzünden.
Kemal,
delirmişti. Öfke doluydu.
Musa
dedi ki: “En fazla üç gün devam edelim, o kurtlar çoktan gitmiştir. Boşuna
kendimizi perişan etmeyelim.
Buralarda
bir yerdeler. Yukarı köyde, olmadı ötekinde.
Mutlaka
kendilerini belli ederler. Açlar.
DÖRTLÜ
KURT ÇETESİ
Dörtlü
kurt çetesi önlerine ne çıkarsa öldürürdü, aç olmasa bile yaparlardı bunu.
Onlar yeni tanışmıştı. Önce kırmızı gözlü iri kurt tek başına takılıyordu.
Sonra diğerleri dahil oldu çeteye. Kırmızı gözlü kurt liderdi. En güçlüsü oydu.
Bu dört kurt daha önce insanlarla hiç karşılaşmamıştı ve ilk kez
karşılaştıkları iki kangalı da öldürmüşlerdi. Onlar katil doğmamıştı; ama
öldürmekten büyük zevk alıyorlardı. Kırmızı göz en beter şartlardan bu günlere
kadar gelebilmişti. Onlar çok sistemli organize olmayı geliştirmişti ve çok
akıllı hareket ediyorlardı. Korktukları hiçbir şey yoktu. Ve onlar normal
kurtlara göre çok iri yapılıydılar.
Kırmızı
gözün anne ve babası o yöreye yeni gelmişti. Yaz ayıydı ve burada av boldu.
Burada kalmaya karar verdiler ve yavruları oldu. Sekiz yavru doğmuştu. Bölge
sahipli değildi ve yiyecek çoktu burada. Burayı sahiplendiler ve birden bire
verimli bir av sahasına sahip olmuşlardı, mutlu güzel günler geçiriyorlardı.
Buraların
kışının çok sert geçtiğini bilmiyorlardı ve kış aniden bastırdı. Neye
uğradıklarını bilemediler. Kar buradan çıkmalarına da izin vermiyordu. Adam
boyunu kat kat aşan karda neye gidebilirlerdi ki.
Her şey
çok sıradan başladı.
Bir
sabah uyandıklarında kar yağdığını gördüler. Ertesi gün biraz daha, ertesi gün
biraz daha. Ve bir gece kar kesmeden yağmaya başladı ve boylarını aştı. Kar
günlerdir yağıyordu ve burada kapana kısıldıklarını anladılar. Ormanın ücra bir
köşesinde tutsaktılar. Dişi kurt, erkeği, bir dişi kurt ve tek gözlü yaşlı bir
kurt ve sekiz yavru. Avlanmanın imanı yoktu, yuvaları kayaların altındaydı.
Burası topraklı, ve içeriyi genişletmişlerdi.
Yaşlı
kurt hastalandı aç kalınca ve kısa sürede öldü, onu yediler. Ve çok geçmeden
açlık yine başladı. Sonra dişi kurt hastalandı, eş kurtlar onu öldürüp yemeye
başladı, yavrular da yedi. Sonraki günlerde açlık yine başladı. Baba kurt en
büyük yavruyu öldürdü. Onu yediler. Sonra diğer yavru. Kırmızı gözlü kurt bir
gün sıranın kendisine geleceğini biliyordu. Gelecek yıllarında kanına işleyen
bütün karanlık ve kötü şeyleri, hisleri ve acımasızlığı o haftalarda
edinecekti. Ve bu onun karakteri olacaktı. Sürekli öldürme isteği duyacaktı.
Son bir
yavru daha öldürdü baba kurt. Ertesi gün sıra kırmızı gözdeydi. “Neden
birbirlerini öldürmüyorlar?” diye düşündü. Buradan kaçmayı düşündü. Gündüz
saatleriydi ve yuvadan dışarı çıktı, kardan bir dağ vardı çevresinde. Kale
gibi. Arkasında babasını gördü. Ona kükredi. Korkarak yuvaya kaçıp saklandı.
Gökyüzünde binlerce yıldızın olduğu o müthiş güzel yaz gecelerinde babasının
sırtına çıkıp oynar, onu dişlerdi. Şimdi o baba açtı ve onu öldürecekti. Annesi
yuvanın bir köşesindeydi, yavrusuna öfkeyle hırladı. O da annesine karşılık
vardı. O güzel yaz gecelerinin birinde annesi ona ve kardeşlerine tavşan
getirmişti. Tavşan çok lezzetliydi ve tavşanı iştahla parçalarken kardeşleriyle
yiyecek kavgası yapardı, o kardeşlerin hepsi ölmüştü, oysa o mutlu gecelerin
süreceğini hayal ederdi, mutluluk ne kısaymış ve kabus başlamıştı, bunlardan
nasıl kurtulurdu. Katil anne ve babadan!?
Kurt
sürüsünün ininin olduğu yere çok yakın noktadan bir yol geçiyordu, belediye
arası yolu kardan temizliyordu.
Anne ve
baba kurt ve kalan son yavruları sesi işitmişti.
Ve o
gün bölgece bir avcının kaybolduğu bildirilmiş, arama kurtarma ekipleri bölgede
araştırma yapıyordu.
Kurt
ini yakınında bir kurtarma görevlisi onu izleyen kurtları fark etmedi, dişi ve
erkek kurt adama saldırdı.
Adamın
çığlıklarına arkadaşları koştu, adam ağır yaralıydı. Kurtlar kaçmıştı. Ve yavru
kurt cıyaklamaya başladı. Arama kurtarma görevlilerinden biri yavru kurdu
karların arasında aldı. Yavru kurt kaçmak isterken karlara saplanıp kalmıştı.
Yavru kurda araca götürdüler ve yiyecek verdiler. Bisküvi ve süt içinde kendine
geldi. İlk kez insan görüyordu ve bu büyük varlıklardan çok korkmuştu. “Er ya
da geç bunlar da beni yiyecek” diye düşünüyordu.
Araç yola
devam etti, görevlilerin karnı açtı, yol üstünde bir benzin istasyonunda
durdular. O esnada yavru kurt kapı açılınca fırladı ve gözden kayboldu.
Burada
da kar vardı ama büyüdüğü yerdeki gibi değildi.
Benzinliği
arkasında tavuk kümesi vardı, burada ördek tavuk çoktu, yesinler diye ekmek
atıyorlardı pilav ve yemek artığı, yavru kurt geceleri oraya çıkıp karnını
doyuruyor ve sonra ormanda saklanıyordu, eğer onlara yakalanırsa öldürülüp
yeneceğini düşünüyordu, tıpkı anne ve babasının kardeşlerine yaptığı gibi.
Onlara görünmemek için çok dikkatliydi, büyük bir titizlikle hareket ediyordu,
orada bol yiyecek ve su vardı.
Aylarını
böyle geçirdi. Sonra bir gece aklına tavukları öldürmek geldi. O gün hiç ekmek
bulamadı tavukların gezdikleri yerde. İçine canavarca bir his geldi. Onlar beni
görüp yiyeceklerse ben onların tavuklarını gebersem iyi olacak. Tavukların
birini yedi ve doydu.
On
tanesini boğdu. Sonra tüfek sesi duydu ve bastı ormana, orayı terk etti.
“Bunlar da beni öldüremediler” diye düşündü. Onda takıntı olmuştu öldürülüp
yenme endişesi.
Kemal
ve arkadaşlar kamp ateşi yakmıştı, ateşin çevresinde oturuyorlardı.
Saatlerdir
yol yürümüşlerdi ve ayakları çok yorulmuştu.
Kemal
bir an önce eve dönmeyi düşünüyordu, ama yol boyunca iki köy vardı, eğer o
kurtlara rastlarlarsa o köylerin birinde rastlarlardı. Öfkesi zayıflamıştı ve
bitik hissediyordu kendini. Sıcak yatağını özlemişti ve diğerleri de aynı
durumdaydı.
İri
lacivert ve siyah kurt ertesi günün öğle saatlerine ormanda yeni ölmüş bir at
buldular ve tıka basa yediler. Yiyecek çoktu ve birkaç gün daha burada kalmaya
karar verdiler, içecek su vardı, dereye yakındılar ve dinlenip bol bol yiyip
güç toplayacaklardı.
Siyah
kurt dereye su içmeye indiğinde yakından gelen sesleri işitti. O tarafa doğru
ilerledi saklanarak ve av köpekleri tutan adamı ve silahlı bir adamı gördü.
Süratle
koşarak yerlerine döndü. İri lacivert ortalıkla yoktu. Oradan çekip gitmeye
karar verdi. Ama bir an durmak geldi içinden. Durdu ve gri baktı. Bir tüfek
sesi patladı, av köpekleri heyecanla havladı, bir tüfek daha patladı. Arkadan
koşarak gelen iri laciverti gördü. İri lacivert onu fark etmişti. Çok geçmedi
ona yetişti ve birlikte koşmaya başladılar.
Ayrı
yönlerden kaçsak onları ekme şansımızı daha kuvvetli olur dedi siyah kurt. Sen
dere altından koş, ben üstten. Bir süre öyle koş. Sonra dağa doğru git. “Dağda
buluşuruz.”
Ayrıldılar.
Avcı
köpekleri salmıştı. Köpekler fişek gibi ilerliyordu, 2 köpek bir yöne, 2 köpek
başka yöne fırladı.
Çok
geçmedi. Siyah kurt iri lacivertin acı çığlığını duydu, av köpeklerinin
havlamalarını ve bir tüfek patladı.
İri
lacivert belki de ben dere altından gitmeliydim diye düşündü, zavallı dostum.
Saatlerce
koştu. Artık arkasında havlayan köpeklerin sesi yoktu. Küçük bir dere kenarında
durdu, cılız derenin suyu çok soğuktu, terlemişi bitikti. Kana kana içti ve
suya girip her yerini ıslattı.
Büyük
bir umut ve heyecanla onu bekliyordu, gölgeye uzanmıştı, uyku uyanıklık
arasında onunla ettiği son konuşmaları hatırladı, sonra onunla tanışması, ilk
anlar ve gelişen dostlukları. Uykuya daldı. Kargalar ötüyordu. Uyandı.
Kargaların ötmesi onu huzursuz etti, gerindi ve kalktı. Vakit epey ilerlemiş
olmalıydı. İri lacivert görünürde yoktu. Aniden bir yerden çıkıp üstüne
atlayacağını, şaka yapacağını hayal etti. Oturdu ve yine beklemeye başladı.
Çoktan
burada olması lazımdı. Mutlaka gelecek, kaçmanın bir yolunu bulmuştur dedi
içinden. Ya vurulmuşsa. Geleceğine inanmak istiyordu ve inatla bekliyordu ve
artık geleceğine inanmayı sürdürmenin boş olduğunu fark etmeye başladı. Yıkıldı
o an. Burada gitmeliyim diye düşündü. Onun yokluğu korkunçtu, yeniden o
dayanılmaz yalnızlık duygusunu hissediyordu, ona ne çok bağlanmıştı böyle.
Yürürken arkasında ya da solunda da sağında olurdu, başını çevirip ona bakardı,
iri lacivert dostça yanıt verirdi, birbirlerinden güç alırdı ve güven
hissederlerdi. Bir tehlike varsa birbirine sinyal verip uyanırlardı. Bu dostluk
canına can katmış, gelecek günlere umudu artmıştı, ama günün birinde bu
dostluğun ansızın biteceğini de hep düşünüp durmuştu. İşlerin aniden kötüye
gitmesi kaçınılmazı ormanda. Ve her şey aynı gitmezdi. Korkunç değişiklikler
olurdu ve siyah kurt bunu yaşamıştı, korkunç değişikliklerden sonra ormana
adapte olarak, duruma yeni duruma adapte olarak hayatta kalmayı başarmıştı. Çok
üzgündü. Onu perişan eden üzgün bir his vardı kalbinde. Ve ayrılığın böyle
aniden gelmesi kalbini çok kırmıştı. Bir köpek sesi duydu sonra bir tane daha.
İşte o an korkuyla zıpladı yerinden kalbi. Bastı. Süratle orayı terk ediyordu.
O an şöyle düşündü. Belki hayatta kalmayı başarmıştır, eğer öyleyse bir yerde
karşılaşırız umarım yeniden diye düşündü. Bu düşünce içini ısıttı. Ona
adımlarını hızlandırmada büyük bir güç verdi. Azim ve inançla koşuyordu. Rüzgar
gibi. Ama gözlerinden yaşar düşüyordu.
OSMAN
Osman
kar fırtınasında ilerliyordu, kar hız kesmeden yağmaya devam ediyordu, kurt ulumaları duydu, bir uluma arkasından
gelmişti, çok acılı ve karakterliydi, diğer uluma karşı taraftan gelmişti. Sert ve zor tanımaz bir ulumaydı bu, çok
vahşi ve acımasız.
“Bir
tek siz eksiktiniz” diye düşündü Osman. Eski
dostu Halit düştü aklına. “Şimdi ne yapıyor acaba?” diye düşündü.Halit’in
şehirden döndüğü haftaydı. Osman bir köylünün tarlasında çalışmaya giderken uzaktan
derede yüzen birini görmüştü. Tanıdık gelmişti bu kişi ona, yaklaştı.
Halit’i
tanıdı, çok sevindi onu gördüğüne. Çok zor ve acılı günü paylaştığı dostu. Nice
serin yaz gecesinde köyün dışında birlikte yürüyüp sesli hayal kurdukları
günler aklına geldi. Muhteşem gecelerdi onlar. Şehirde şehirli bir kızla
evlenip orada iş tutmaya ve orada şehir konforunda yaşamaya dair.
“Halit!”
diye bağırdı,
Halit
yanıt verdi. Gülerek bir şeyler söyledi.
Osman dereye
indi yokuştan.
“Sabahın
yedisinde dereye mi girilir?”
Güldü:
“Öyle esti. Gece sıcak uyutmadı.”
“Gözüne
ne oldu?”
“Düştüm.”
“Düştün
demek. Yalan atma.” Güldü.
“Yok. Babam
çaktı.” Güldü, “İçerde anamla konuşuyordu, bir baltaya sap olamayacakmışım
filan. Zoruma gitti. Ya baba arkamdan atıp tutuyorsun, olur mu böyle. Yüzüme
desene dedim. Çaktı. Ben de çaktım. Eve sakın uğrama dedi. Dereye bakıp
düşünürken yüzeyim dedim.”
“Hayırlı
evlat, üstünü giyip gel benle” dedi Osman, “tarlaya çalışmaya gidiyorum.”
“Tarla
deme bana!”
“Neden?”
“O
zihniyetle ileri gidilmiyor.”
Güldü:
“İyi o zaman. Sana derede bol şans.”
Osman
ona acıyarak baktı, Halit beyaz külotla giriyordu derere ve çok sefil, çok
acınası görünüyordu. İnsanlığın yüz karası gibi. İri, kıllı, kararmış
vücuduyla.
“Para kazan ve mavi bir şort al kendine. Kedi
değilsin sen. Köpek değilsin. Çocuk değilsin. Beyaz külotla 7 yaşındayken
girerdik dereye.”
Halit
ona baktı ve başını öne eğdi suçlu gibi, sonra sırıtarak ona baktı: “Haklısın
birader. Ne yaparsın, para yok.”
“Gidiyorum.
Geç kalmayayım.”
“Nereye?”
“İş
bekliyor, dedim ya!”
“Ne
güzel muhabbet ediyorduk.”
“Boş
lafa vaktim yok.”
“Dur,
bende geleyim senle. Boş duramam. İş lazım.”
“Tarla
işi bana göre değil dedin?”
Güldü: “Orası
öyle de babam da evden attı. Ne yaparsın. Senle konuşunca yumuşadım, asiliğim
eriyip gitti. Sen çok değer verdiğim birisin, Osman. Senle cehenneme bile
giderim.”
“Babana
çaktın mı?”
“Annem
araya girdi. Tam değil.”
“İyi
yapmadın.”
“Olan
oldu, keşke olmasaydı.
Devasa
soğan tarlasının başına geldiler, ilerde bir kulübe vardı.
“Soğan
toplayacağız” dostum, “zor iş; ama başka ne yapacağız. Ben gidip patronla
konuşayım. Umarım seni alır. Adam
lazımdı, bulduğunuz adamı getirin demişti.”
“Öldüren
bir iş bu, eğilip soğan çıkarmak.”
“Bana
da hiç cazip gelmemişti başta. Alışıyorsun.”
Derme
çatma kulübenin olduğu yere ilerlediler. İşçilerin lideriyle konuştu Osman.
Halit işe alınıştı. Diğerleriyle birlikte tarlaya doğru ilerlediler.
Öğle
vaktiydi. Kulübede yemek yapılmış, üçerli beşerli yer sofralarında yemeklerini
yiyorlardı. Doyan kalktı gitti bir köşeye, saatin dolmasını bekliyorlardı.
Halit ötede tek başına düşüncelere dalan ve uzaklara bakan Osman’ın yanına
gitti, çimene oturdu.
“Bu iş
hiç de öldürmekten beter, mahvoldum” dedi Halit. Güldü.
Osman gülümsedi.
Halit
ses alamamıştı, sohbet etmek istiyordu. Çünkü bu ona iyi geliyordu. Sustu.
Halit onu
konuşturmak için dedi ki: “Bu deli kavuran güneş insanın kapkara yapar. Ben
zaten karayım. Zencilerden beter olacağız. Belimde ağrılar var.”
Güldü: “Dişini
sık. Güzel şeyler hayal et dayanma gücü bulursun.”
İşçilerin
lideri iri yarı adam, yaşlı bir işçiye bağırıp çağırıyordu, derken ona küfürler
yağdırmaya başladı ve bir yumruk attı, yaşlı adam yere serildi. Halit
fırlayacaktı, Osman onu tuttu. Halit, kolunu kurtardı ondan ve iri yarı adamın
karşısına çıktı: “Dayıya el kaldırmaya utanmıyor musun?”
“Sen
karışma, genç adam.”
“Karışırsam
ne olur, neden vurdun ona?! Haksızlığa hiç gelemem de.”
“Benden
borç istedi. Para yok dedim. Küfür etti. Ben de vurdum.”
Yaşlı
adam söze girdi: “Alacağımı istedim, geçen haftadan alacağım var, vermiyor.
Karımı hastaneye götüreceğim, para lazım.”
Kalfa
ona vurmaya çalıştı, ıskaladı, Halit onu tutmak istedi, bu kez Halit’e vurmak
istedi. Halit başın eğmişti.
Arkadan
başka bir adam fırladı Halit’in üstüne. Halit bir yumruk yedi. Osman girdi
kavgaya. Osman Halit’i yumruklayanı yere
serdi. Kalfanın iki adamı daha girdi
kavgaya. Dörde kaçı ikiydi. Halit ve
Osman güreş yapmayı ve yumruk atmayı, kavga etmeyi, yakın dövüşü iyi bilirdi.
İki genç sırt sıra verip onları güzelce pataklıyordu; ama diğer işçiler araya
girip onları ayırdı.
Kalfa,
yaşlı adamın parasını vermişti.
Osman
ve Halit çalıştıkları kadar ücreti aldılar ve işten atıldılar.
“Bir
daha sizi gözüm görmesin buralarda!”
“Yediğin
dayağa doymadın herhalde!” dedi Halit.
Osman
Halit’i tuttu.
Ses
etmeyip oradan uzaklaştılar, yaşlı adam da yanlarındaydı.
Gençler
yaşlı adamla muhabbet başladı, Rıza, buralara uzak bir köyden gelmişti. Aslında
50 yaşındaydı; ama 70 gösteriyordu, bir hastalık geçirip böyle olmuştu. Kızı bu
köye gelin gelmişti. Gençler o kadını ve o aileyi iyi bilirdi.
Kerim
dedi ki: “Çocuklar, size minnettarım, umarım günün birinde sizin için bir
şeyler yaparım. Onca kel, sakallı, gün görmüş adam, sözde adam ses çıkarmadı ve
siz ses çıkardınız. Size ne kadar teşekkür etsem azdır!”
Dayı,
mutlu biçimde yoluna gitti. Gözden kayboldu.
Kafadarlar
sessiz sedasız ilerliyorlardı. Osman, tek kelime etmemişti, uzun süre geçmesine
rağmen. Halit kendini suçlu ve ezik hissediyordu.
“Kusura
bakma Osman. Dayanamadım.” dedi Halit.
“Boş
ver. Olan oldu. Zaten o adama hep bir tane çakmak isterdim. Benim yerime sen
çaktın.”
“Şimdi
işsiz güçsüz olmaz ki. İşinden ettim seni.”
“Sorun
değil. Bir iş bulurum elbette. Doğruluğu olmayan adamın ekmeği zaten yenmez.”
Toprak
yoldan at arabasıyla bir adam geçiyordu, durdu: “Gençler selam!” dedi eşn
şakrak, “olayınızı duydum, elinize sağlık, ben de hiç sevmezdim o adamı. Temiz
dayak atmışsınız. Elleriniz dert görmesin.” Geçip gitti.
Osman
dedi ki: “Sevilmek güzel bir şey.”
Halit
güldü, sonra üzülerek dedi ki: “İşin acı tarafı var.”
“Orası
öyle; ama iyi tatmin oldum. Soğan toplama işi hayattaki en lanetlik iş dostum,
popum çıktı ya, ayaklarımın dermanı, ruhu yok oldu, de bunu kendime bile
çaktırmıyordum.”
“Dişini
sık, güzel şeyler düşün, ha.”
“Eh, o
an için en uygun sözlerdi. Halen de öyle.”
Osman
dostça onun omzuna dokundu: “Sen iyisini bilirsin, iyi adamsın ya.”
“Biri
bize iş verse. Lağımda bile çalışırım. Ne yapmak lazım, çocukluğumuzda
kurduğumuz şehirde yaşamak hayali, bunu mu denesek.”
“Şehre
gidelim” dedi Halit.
“Demesi
kolay, annem 3 buzağı aldı, öyle tatlılar ki. Onlara aşık oldum. Onlar benim
sorumluluğumda, onları bırakıp hiçbir yere gidemem. Köyde başka birçok
sorumluluğum var. Bu işleri de seviyorum.”
“Birader,
seni anlıyorum da buranın buzağısı danası osu busu bitmez ki. Basıp gideceksin.
İçin acır; ama gidersin. Sen çok duygusalsın.”
Üstlerinden
bir karga geçti. Pike yapmıştı.
İkisi
de korkup başını eğdi: “Şu namussuza bak, beynimizi oyacaktı nerdeyse!” Dedi
Halit.
“Yavrusu
var demek buralarda bir yerde.”
Bastılar.
Bu
sırada yanlarından geçen kamyonet yavaşlayıp durdu, arkasında birkaç un çuvalı vardı.
“Gençler”
dedi şoför, “atlayın, gideceğiniz yere kadar bırakırım.”
Kamyonete
atladılar sevinçle.
Kamyonet
harekete geçti.
“İş
arıyor musunuz?” dedi Adam.
Osman
Halit’e baktı: “Evet” dedi ve adama çevirdi gözlerini, “arıyoruz!”
“Bunu
duyduğuma sevindim! Namınızı duydum.” Neşeyle güldü.
“Neymiş?
dedi Osman.
“Adamı
iyi benzetmişsiniz.” Güldü.
Kemal,
onlara sorular sorup duruyor, onları tanımaya çalışıyordu.
Bu
arada Halit sordu: “Ne iş yapacağız usta?”
Güldü :
“Güzel soru. Tarlada güneş altında mahvolmak gibi değil kesinlikle. Ben de
gençliğimde tarlalarda köle gibi çalıştım. Güneş altında imanım gevredi, size
iş vereceğim ve güneş altında imanınız gevremeyecek.”
“Peki
ne bu iş?”
“Gübre
işi.”
“Nasıl
yani?”
“Gübre
topluyorum. Onları müşterilerime satıyorum.”
“Ne
gübresi?”
“Yarasa
gübresi.”
“Burada
o gübreden yok ki. Burada bu işi yapan varsa da biz duymadık. Kimlerdensin?”
“Bak
evlat, bana güvenmiyor musun? Nüfus memuru gibi soru sorup duruyorsun!”
“Sorarım
elbette, in misin cin misin bilelim elbette!”
Kemal aracı
aniden yolun kenarına çekti: “Eğer çalışmakta gözün yoksa in aşağı!”
“Var
abi. Ne kızdın, sordum sadece.”
“Ben
güzel güzel bir şeyler anlatıyorum, beni soruşturuyorsun, güzel para
alacaksınız merak etme, tarlada kavrulup pişersiniz; ama üç beş kuruş
alırsınız, feleğiniz şaşar. Ama benden daha fazla para alırsınız, daha az emek
harcarsınız.”
Kemal,
aracı yürüttü.
“Kasabada
işlerim var. Yarın sabah işe başlarız…Yolun bir tarafına baktı: “Burası da nedir böyle?”
“Mezarlık”
dedi Osman.
“Yarın
sabah sekiz, dokuz gibi burada buluşalım.
Çizmelerinizi
de getirin. İş üstü filan. El feneri. Burada inin, kasabaya gitmem lazım. Yarın
görüşürüz. Yarın burada dediğim saatte olmazsanız başkasını bulurum, ona göre.”
Soru
soracak oldu Halit, ses etmemeyi yeğledi, aynı düşünce Osman’ın içinden de
geçmişti.
Osman
ve Halit araçtan indi.
Araç,
tozlu yolda usul usul gözden kaybolurken ikili bir süre keklik gibi bekledi
orada, araca bakarak ve ilerleyip
evlerinin
yoluna saptılar bir garip sevinçle.
“Bu
adamı buralarda hiç görmedim.” dedi Halit.
“Ben
de.”
“Kim
bilir neyin nesi? Tanımadığımız birine neden güvenelim?
“Orası
öyle. Çok soru sorup durdun, sinir oldu.” Güldü.
“E
herhalde. Döverim bu adamı ben! Limon gibi sıkarım. Tam dayaklık biri” dedi
Halit köpürerek, “beni sinir etti. Şebek!”
Osman
güldü: “Öyle deme.”
“Şebek
maymunu işte!”
“Kimdir
necidir? Bize bir iş etmesin, ne bileyim. Dünyanın kaç bin türlü hali var. Onu
hiç tanımıyoruz.”
“İyi
birine benziyor.” dedi Osman, “tartalım bu şebeği, baktık sakata geleceğiz, boş
veririz. Güzel bir iş fırsatıysa kaçırmayalım, bize burada böyle kim yaklaşıp
da iş verir ki. Dilenci köpek gibi iş arasak zor buluruz.”
“Haklısın
dostum, sineye çekelim şimdilik… İn aşağı deyince nerdeyse patlatacaktım yüzüne, en son soğancıya vurup
her şeyi berbat ettiğim aklıma gelince sakinleştim.”
Ertesi
gündü, otların delice kapladığı eski
mezarlığa ilk gelen Osman’dı. İri bir taşın üstüne oturmuş, can sıkıntısıyla
kıvranırken bir çalıyla toprağa bir resmi yapıyordu. Güneş yükselişe geçmek
için beklemedeydi, şimdi hava serindi, arılar ve kelebekler uçuyordu mezarlığın
oradaki çiçekler üzerinde.
Yola
baktı, gelen giden yoktu, erken gelmekle hata etini düşündü, gözünü ufka,
dağlara çevirdi, kalktı, çimene uzandı, gözlerini kapadı, bir süre uyudu, gelen
giden yine yoktu. Saat kaçtı acaba?
Halit, kopuğu
da görünürde yoktu. Bu paranın olmadığı köyden çoktan giderdi Halit’in yerinde
olsa, o kafasına estiğini yapardı. Uzun boylu düşünmezdi, yeter ki onu bir şey
harekete geçirsin. Halit gibi olmak gerçekten iyi olurdu, iyi hissettirirdi
herhalde; ama bunun çok tehlikeli ve zararı büyük yanları da olabilirdi. Halit,
yaş tahtaya basar, maceralara atılır ve yolun başına dönerdi. Yine de mutlu
olmasını becerirdi, gamsızdı.
Issız
araziler vardı aşağıda, köyün ekili arazilerine bakıyordu. Yerden yeşil bir ot
kopardı, ısırıp çiğnemeye başladı. Tertemiz, açık mavi gökyüzüne baktı. Bir bal
arısı vızıldayarak yaklaştı, yüzüne konmak istedi, başını geri çekti. Otların
arasında birkaç karınca vardı, toprakta, diğerlerini fark etti, ilerde,
taşların arasından bir kertenkele çıktı, Osman’ı fark edince korkup taşların
arasında gözden kayboldu. Osman çevresindeki bu ufak canlıları seyrederken
zamanı unuttu. Halit’in sesiyle başını o tarafa çevirdi. Halit, geliyordu nefes
nefese.
Yaklaştı:
“Geç kalmadım umarım?”
“Yok,
katır gibi bekle bekle öldüm yahu, eşeklik bende, işi kaçırırım diye çok erken
geldim, işi sağlama almak için, sen de yoktun, ne biçim iş bu, deli oldum.”
Halit
güldü: “Bizim çakal geldi mi?”
“Yok.
Neden çakal diyorsun adama?”
“Bence
öyle.”
“Bırak ya. Sen de işin gırgırındasın.”
“Yok. Ayar
oldum ona. Alacağım elime onu.” Güldü.
“Sakın yapma
Halit.”
“Şaka
yaptım… Ama bunu onun hareketleri belirler… Saat ona geliyor birader. Belki de
11 olmuştur. Çoktan gitmişsinizdir diye düşündüm. Adam bizi kandırdı anlaşılan,
ekti.
“İşi çıkmıştır,
bekleyelim.”
Halit, bir
şarkı mırıldanmaya başladı. Bir tarafa baktı, daldı düşüncelere, az uzaklaştı,
hayaller kurdu. Yüzünde bir umut, düşüncelere daldığında bir gülümseme
beliriyordu yüzünde. Başka bir alemdeydi, Osman yanında yokmuş gibi dalgın
davranıyordu.
Osman
onu izlemişti hep: “Sen bugün başkasın?”
“Nasıl?
dedi güldü. “Niye ki?”
“Pek
mutlu, içi aydınlık görünüyorsun. Babanla aran düzeldi galiba.”
Güldü:
“Yok… Gel senle çocukluğumuzda
yüzdüğümüz dereye gidelim.”
“Orası
şimdi sığdır.”
“Olsun
gezeriz.”
“İşin
gücün eğlenmek. Adam gelirse bizi bulamaz taş kafa.”
Yolda kamyoneti
gördü Osman, dedi ki: “Geliyor bizimki!”
Halit
ekledi: “Bu çakal başımıza bir çorap örecek gibi.”
“Paranoyak
olmana gerek yok. Sıradan bir adam.”
“Zavallı
desek.”
“Kapa
çeneni!”
Kamyonet,
yolun kenarına yanaştı. Gençler araca bindi. Araç yürüdü.
“Genç
kaldım. Kusur bakmayın gençler, bir işim çıktı da…”
Araç, yükseğe,
dağlara doğru gidiyordu.
“Çocuklar,
buralarda mağaralar varmış, nerde olduğunu biliyor musunuz?”
“Biliyorum”
dedi Osman.
Halit
dedi ki: “Küçükken yüzdüğümüz derenin orada vardı birkaç tane.”
“Demek
öyle” dedi, “güzeee!”
Bir
süre gittiler ve Kemal, aracı yol kenarına çekti.
Kamyonetin
arkasına geçti: “Şu çuvalları alın. Küreği ve kazmayı da.”
“Ne
olacak bunlar?” dedi Halit.
“Mezar yeri kazacağız.”
“Kimin
mezarı?”
“Senin
mezarını. Çok konuştuğun için.” Güldü.
“Aman
çok komik” der gibi Osman’a baktı Halit.
“Şakayı
severim.”
“Ben
de, ne taraftan gideceğiz?”
Halit,
eliyle işaret etti, Kemal bastı, arkasında Halit ve onun arkasında Osman vardı.
Halit
ona dil çıkardı ve kürekle sırtına vuracak gibi salladı küreği.
Osman gülecek
gibi oldu, kaş göz işareti yaptı.
Kemal dedi
ki: “Halit, sen çizme getirmemişsin.”
“Unuttum.”
“Sağa mı sapacağız, sola mı?” dedi
Kemal.
Halit, eliyle solu gösterdi.
İlerlediler arka arkaya.
Çok dik bir yamaca gelmişlerdi, aşağısı
uçurumdu, ayakları kayarsa uçurumun dibini boylayabilirlerdi.
Halit dedi ki: “Kemal abi mağarada yarasa
gübresi toplayacağız, ha?”
“Evet.”
“Bu define aramak olmasın?”
Güldü Kemal: “Defineci değilim.”
“Yarasa gübresi işinde iyi para var
mı?”
“Var tabi. Yoksa neden uğraşayım.”
“Ne zamandır bu iştesin?”
“Yeni girdim bu işe. Bir arkadaşım bu
işe başladı. Durumu çok iyi. Yarsa gübresi bütün gübrelerden daha iyi. Toprağı
adeta sihirli hale getiriyor… Halit sen önden gider misin?”
“Neden?”
“Sen biliyorsun ya mağarayı.”
“Peki” dedi Halit, öne geçti, Maymun
kadar iyi tırmanıcıyım, ama çocukluğumda, buralarda az dolaşmadık.
Kemal Osman’a göz kırptı ve Halit’e dil
çıkardı.
Osman gülümsedi. Kemal Osman’dan küreği
aldı ve Halit’e vuracakmış gibi yaptı. Onun ensesine tokat atacak gibi yaptı
bir eliyle ve Osman’a göz kırptı, Osman da sessizce güldü. Halit, bir şarkı
söylemeye başladı.
Kemal Osman’ı kenara çekti ve bir kayanın
ardına saklandılar.
Halit, yalnız başına ilerliyordu şarkı
söyleyerek.
Epey gitti ve yalnız olduğunu
bilmiyordu. Geride Osman ve Kemal bekliyordu. Halit, aptallığının farkına
varsın diye. Varamadı, epey gitti tek başına. Ayağı kaydı, bağırdı korku ve
panikle,
Uçurumdan aşağı düşecekti neredeyse.
“Gübre uğruna nerdeyse uçurumun gibini
boylayacaktım! İçine edeyim böyle işin.” Kıç üstüne oturmuştu.
Ardında kimseyi görememişti.
Ötekiler kopup yetişti: “Nerdeydiniz
Allah’ın belaları!”
“Yüzün kireç gibi beyaz” dedi Kemal.
Osman ekledi: “Canın çekip gitmiş gibi.”
“Ölüyordum gübre uğruna!”
“Maymun kadar becerikli tırmanıcıydın
hani?”
“O eskidendi.”
“Kalk,
devam et.” dedi Kemal.
“Yok, sıra sende. Benden bu kadar!
Canımı yoldan bulmadım!”
“Osman sırayı sen al, sonra ben
alırım.” dedi Kemal.
Osman öne geçti.
Osman, uçurumun en tehlikeli yerine
gelince Kemal’in şakacı tavrından tamamıyla sıyrılmış, gerçekliğin can acıtıcı
yerine gelmişti. Bu iş ona da tekin gelmemişti. Korktu ve durdu: “Kemal abi
sıra sende.”
“Teşekkür ederim, çok arzu ediyordum
zaten.”
Öne geçti: “En kesin yer burası, aşağı
düşsem işim biter. 100 metre var burası. Çocuklar çok dikkatli olun, Tahtalı köyü
boylamayalım.”
Çevik ilerledi. Arkasına baktı: “Kirpi
kadar uyuşuksunuz.”
İkili arkada durum analizi yapıyordu,
işi bırakmak ya da bırakmamaya dair bir tartışmaya kaptırmışlardı kendilerini.
Halit, “işi bırakalım” diyor, “başımıza
bir hal gelecek, gelmeden bırakalım. Maymun bile olsa korkar, buralardan
tırmanmaz. Sigortamız yok.”
Osman ise sebat bilmez eski dostuna tersini
diyor, ona umut verip şüphelerini gidermeye çabalıyordu.
Kemal, onların gelmesini bekliyordu,
sigara
yakmıştı. Onları yanında görünce
sevindi: “Çok yüksek burası. Aşağı düşsem ne olur acaba?
Yarasa gibi kanatların varsa sorun
değil tabi.”
Mağaranın önüne geldiler.
“Çocuklar, gidip kontrol edin mağarayı.
Ayı, kurt ya da çakal var mı diye?”
“Yok abi, cesurlar önden gider.” dedi
Halit.
“Şaka yaptım, ben bakıp geleyim, siz
bekleyin. Yarasa gübresi var mı diye bakacağım, varsa gelin diye bağırırım.”
Kemal, mağaraya girdi ve gözden
kayboldu.
Osman ve Halit yer değiştirdi,
çıkıntının altına geçti, burası güneş almıyordu ve uzanacak kadar mesafe vardı.
Yan yana oturdular.
Halit
dedi ki: “Bence bu adam yalan atıyor. Ömrüm boyunca mağarada yarasa gübresi
arayan birini tanımadım, duymadım da. Bence bu adam başka bir iş peşinde.
Defineci belki de. Gübre deyip ayak yapıyor.
“Vay
be” dedi Osman, “evet ya, defineci olabilir. Ya ben salak mıyım ya, senin
düşündüğünü düşünemeyecek kadar! Bu adam defineci olamaz, onlar sinsidir,
tanıdıklarıyla iş yapar. Bir yerlerde duymuştum, yarasa gübresi inanılmaz
faydalıdır toprağa, babam mı anlatmıştı nedir.”
Halit
ve Osman sohbet ederken Kemal’in sesini duydular.
“Kayıyorum
imdaaaat! Yetişin!” diye haykırdı Kemal.
“Eyvah,
bu angut aşağı düştü” dedi Halit.
Osman
ekledi: “Eyvahlar olsun! Adamcağız gitti. Define için pisi pisine gitti.”
Dinlediler,
ses soluk yoktu, acılı bir inleme yoktu.
“Hemen
kaçalım buradan!” dedi Halit panikle, “Birileri çıkar adamı attınız aşağı
derler. Ölür de başımıza kalır. Yıllarca hapis yatarız.”
Kaçıyorlardı.
Sesi işittiler.
“Çocuklar,
orada mısınız?”
Halit
dedi ki: “Ses aşağıdan geliyor. O halde uçurumun dibini boylamadı, çakal.”
Güldü.
Uçurumun
o bölgesine yanaştılar.
Kemal,
uçurum kenarından iki metre kadar aşağıdaydı, uçurum duvarında biten bir ağaca
tutunmuştu. Yüzünü gözü toz ve örümcek ağları içindeydi.
“Bu
ağaç fazla dayanmaz. Kurtarın beni çocuklar!”
Halit,
ona uzanmayı deneyecekti.
“Öyle
tehlikeli olur” dedi Osman, “başka şey düşünelim.”
“Kamyonette
halat var çocuklar, biriniz çabuk gidip onu alıp gelsin.”
Osman,
bir koşu gidip ipi alıp geldi. Kemal’i ipi sardı beline, onu yukarı çektiler.
Toza
toprağa ve korkuya bulanmıştı Tahsin, bazı yerleri yara bere ve diken
çizikleriyle doluydu, kan ter içindeydi. Bir ayağı dizden aşağı yoktu.
“Sol
ayağın nerde Kemal abi?” dedi Halit, gülesi geldi. Tuttu kendini.
“Düştü.”
“Nasıl
düşer ki?”
“Gezmeye çıktı. İsyanlarda. Kafasız herif; Ayağım protez!
Aşağı gidip ayağımı getirin ne olursunuz!”
“Ne kızıyorsun abi. Şaka yapayım dedim.”
Kemal sırt üstü uzandı, ölüm korkusuyla fena bir ter
atmıştı cayır cayır.
Şok içindeydi. Kalbinin deli ritmi azalmamıştı:
“Geberiyordum az kalsın gübre uğruna. Başıma silah
dayasalar yapmam bu işi bir daha.
Osman
sordu: “Abi bir yerinde bir kırık ya da başka bir sorun yok, değil mi?”
“Yok.
Gidip ayağımı uçurum dibinden alın.”
“Onu
alırız. Önce seni buradan çıkaralım. Dereye inmek uzun iş.”
İkisi
onu tutup oradan, o daracık patikadan çıkarmaya çalışıyorlardı. Biri tam kaysa,
diğeri de onun yüzünden kayacak ve hepsi birlikte uçurumdan aşağı
yuvarlanacaktı.
Halit
bıraktı: “Bu iş böyle olmaz.”
“Ya
nasıl?” dedi Osman.
“Bırak;
sürünerek gelsin. Yoksa üçümüz birden aşağı yuvarlanacağız.”
Üçü
birlikte gidemiyordu dar patikadan.
Kemal
dedi ki: “Çocuklar yapmayın.
Osman
söze girdi: “Halit haklı, beline ip bağlayalım, kendi çabanla kaya kaya inersin
aşağı, biz yukardan tutarız seni.”
Kemal’in
beline ipi bağladılar ve onu yavaş yavaş kaydırarak aşağı indiriyorlardı.
“Sürü
Tahsin abi. Sürün.” dedi Osman.
Tahsin
ağlar gibi konuşuyordu: “Çocuklar beni bırakmayın burada. Aman ipi sıkı tutun.”
Halit dedi ki: “Ya bir ayağın yok. Bir
de ne gübresi ararsın arkadaş uçurumlarda. Ayranı yok içmeye, atla gider
çeşmeye. Ajan gibi sinsisin. Baştan her
şeyi açıklasaydın ya. Bir ayağının protez olduğunu. Biz de ona göre tedbirimizi
alır, oraların sana göre olmadığını anlatırdık, sen gelmezdin, biz gidip
gübreyi alıp gelirdik.
Haklısın genç, ama bana itibar
etmezdiniz diye korktum, gelmezdiniz diye.”
Kemal, kıç üstü kaya kaya aşağı
iniyordu.
“Devam et usta” dedi Halit, “oluyor, sağ salim seni aşağı indireceğiz. Seni
gidi kandırıkçı. Define arıyorsun, kandırıp getirdin bizi buraya. Gübreymiş! Ne
kadar da safmışız. Bize sakladığın şeyleri anlat, rahatla.”
“Çocuklar, defineci değilim. Çocukken bir kaza mı geçirdin sen, aynı
zırvayı tekrarlıyorsun. Beni ilk sorgulaman gibi.”
Halit güldü.
“Ben yarasa gübresi peşineyim. Bu
pazarda ben de ciddi bir yer edinmek istiyorum. Zengin müşteriler var.
Bahçelerinde çeşit çeşit bitkiler, ağaçlar filan yetiştirir sosyeteler. Yarasa gübresi peşindeler. Türkiye pazarı, sonra
dünya pazarına açılmak hedefim. Dünya pazarı olunca dolar söz konusu. Yani çok
para demek bu.”
“Böyle bir iş kolu hiç duymadım” dedi
Halit, “Yeme bizi, Kemal abi, bak yaşına başına saygım var. Gerçeği de;
kurtul!”
Osman dedi ki: Halit, Kemal abinin yalancı
olduğunu sanmıyorum, uzatma.”
“Hadi öyle olsun.” Güldü.
Tehlikeli
yeri aşmışlardı. Biri Kemal’in sağına geçti. Öteki soluna. İlerliyorlardı.
Onu
kamyonetin yanına getirdiler.
Osman
dedi ki: “Kemal abi, sen burada bekle bizi. Biz senin ayağını bulup geliriz.
Suyun dibini boylamamışsa ya da akıntıyla akıp kaybolmamışsa.”
“Bulun
onu ne olursunuz. Ayaksız ne yaparım. Ayaksız bitiğim” dedi ağlayarak, “siz
bilmezsiniz bunun ne demek olduğunu.”
Osman,
şefkatle onun sırtına dokundu: “Bulacağız, merak etme.”
İkili yola
koyuldu.
Osman
dedi ki: “Çakal dediğin adam ne çıktı.”
“Ya ne
bileyim.”
Protez
bacağı derenin kenarında, irili ufaklı yuvarlak taşların içinde bulup Tahsin’e
getirdiler.
Kemal,
dünya onun olmuş gibi sevindi ve bacağı öptü, sonra yerine taktı. Sevinç
kahkahası attı, ayağa kalktı, üstüne bastı, birkaç deneme yaptı, sonra asla
gibi dedi ki: “Çocuklar artık bambaşka boyuttayız! Bu arkadaşlığımız bence çok
randımanlı olacak. Sizi çok sevdim, beni acayip sevindirdiniz! Ben de sizi
sevindirmek için elimden geleni yapacağımdan kuşku duymayın.”
“Randımanlı
mı?” dedi Halit, çok ilginç, randıman kelimesini Ali aga pancar motorunu
çalıştırırken söyler, bu sene randıman alamadım, beş dakika sonra benzer cümle
ve içinde mutlaka yine randıman kelimesi olur, kahvehanede hep benzer lafları
der, millet kapa şu randımanlı çeneni dediğinde gülmeye başlar. Sizi nasıl
kanser ettim ama. Şaka mı yapar; yoksa rahatsız mıdır çıkaramayız. Net olan şu:
Adamın hayatı randımanlı gidiyor. Bir evsiz olarak hayatını sürdürebilirdi ya
da kalp hastası olarak. Aslan gibi sağlıklı bir adam. Önemli olan da bu değil
mi? Yani randıman!”
Kemal
dedi: “Ne demek istediğini anlayamadım. Yani randıman meselesini?”
“Demek
istediğim şu; randımanla aram hiç randımanlı değil! Çok konuşuyorsun; bizi
kandırmandan endişeleniyorum.”
Bunları
çok sert, içindeki gizli, bataklığa dönmüş sıkıntıyı saçıyormuş gibi demişti.
“Para
konusun kafaya takmayın, inşallah güzel paralar kazanacağız. Sırt sırta
vererek. İşçi patron ayırımı yok, emekçi sömürüsü yok, siz ne yerseniz ben de
onu yiyeceğim. Zamanla bağlarımız kuvvetlenecek.”
“İşte
bak bu lafı sevdim!” dedi Osman, “Ama senin bu ayakla bu iş zor. Kusura bakma.”
“Yok
be! Ben inşaatlarda bile çalıştım, kalıp söktüm. Ama günün birinde arkadaşımın
tahtaları düzensiz yığması yüzünden kaza geçirdim. Tahta koyarken tahtalar
üstüme yığıldı, sırayı düzgün yapmamıştı, moloz! Sonra patron da beni karşısına
aldı, zaten sigortasız çalıştığımı, başıma bir şey gelirse devletle başının
belaya gireceğini söyledi ve beni kibarca işten kovdu. Beni protez bacakla işe
almıştı zamanında. Kovması zoruma gitmedi.
Sonra
seyyar satıcılık yaptım bir süre. İkiz kızlarım var. 13 yaşındalar. İlk karım
boşadı beni, ayağımı bahane etti ve çocuğumuz da olmuyordu, asıl sebep buydu,
bende bir sorun olduğunu söyleyip duruyordu, o zamanlar pazarcı değildim,
eskiciydim, maddi sorunlarım vardı, boşadı beni ve sonra yeniden evlendim. İşler
daha da zorlaştı. Evden attı bizi ev sahibi.
Hayatın
en zor yüzüyle tanıştım. Hayat çelik yumruğuyla yüzüme patlattı bir tane. Bir
bacak protez olunca işler çok zor ya. Bazen uyanıyorum, ayağım sağlam
sanıyorum, bir de bakıyorum ki; protez. Korkunç bu. Neyse ki aldığım karı
direnişçi çıktı, müthiş mücadeleciydi, soğan ekmek yeriz yaşarız demiyordu;
döşemeleri söküp yeriz diyordu, sen delirdin mi der gibi bakıyordum yüzüne,
sırıtıyordu. Esprisi olan kadın ilerleme gücü verir insana. Kırsal arazide
naylondan yaptığımız çadırda yaşadık kış boyu. Aldığın karı hayatını, kaderini
belirler, iyi karı alırsan hayatın düze çıkar, kötü karı alırsan mahvolursun. Benim
karının içinin kalitesi çok iyi çıktı şansıma. Birlikte zor günleri aşabildik,
sırt sırta vererek. Çeşit çeşit işler yaptım, pazarlarda çakmak, mendil, tıraş
bıçağı, kibrit sattım. Bunlara her zaman talep çoktur. Bu işte geliştikten
sonra sadece çorap satma işine girdim, altı ayda işi öğrenip büyülttüm, sonra
bu eski kamyoneti satın aldım, çorap satma işi iyi gidiyordu, daha fazla
kazanmak için gübre işine girdim, bu işte başarılı olamazsam yine çorap işine
dönerim, yaz kış çorap satıyordum pazarlarda. Bunlar temel eşya, insanlar
bunlara çok ihtiyaç duyar. Kadın iç çamaşırı, badi, atlet, sutyen de
satıyordum. Onları üstüme geçirip şov yaparı pazarda. Bu yüzden size seksi
gelmişsem şaşırmayın.”
Osman ve
Halit güldü başladı.
Halit
dedi ki: “Bence çorap işine dönsen iyi edersin, ben bu işte çalışırım senle.
Gübre işi yaş. Mağarada gübre aramak delilik, hayalperestlik. Ama pazarda
tezgah açmak net ve gerçek.
“Haklısın
evlat, tespitlerini yerinde; hatta harika buldum, pazarcı olur senden; ama denemek
lazım. Büyük işler denemek lazım. Pazarcı olarak kalmak istemem. Bok işi olmadı;
gelirsin çalışırsın benle. Bu arada senin bir randıman meselen var.”
Halit
çocukça güldü: “Ne demek istedin?”
“Var mı
onu söyle. Sen söylemezsen ben söylerim.”
“Var;
ama sen onu bilemezsin ki.”
“Hayatınla ilgili sorunların var, belki de
ailevi, babanla sorunların mı var çözemediğin, anlat, açıl bana. Çekinme.”
Halit,
başını önüne eğdi, gözlerinden sessiz yaşlar döküldü. Bu adam onun can yarasına
dokunmuştu. Bunu bilmesi onu şoke etmiş, ensesinden yakalamıştı adeta ve
yüzleşmek istemediği o duyguyla yüzleşmek zorunda kalmıştı soluk soluğa, tek
yumrukla nakavt olan şampiyon boksör gibiydi. Şampiyon kendini yenilmez sanıyordu ve yerde
başının çevresinde yıldızlar uçuşuyordu.
Kemal,
onun yanına oturdu, sırtına dokundu: “Üzülme evlat. Ben de babamla hiç
anlaşamazdım. Bir gün yanlışlıkla evin camını kırmıştım küçükken, evden üç gün
çıkmama cezası vermişti. İlk o zaman derin bir yalnızlığa düştüğümü hissettim,
ufacık bir çocukken. Ama bu da iyiydi. İnsanın sağlam derdi olunca boş şeylerle ilgilenecek zamanı ve yüreği
olmuyor, dert adamı adam eder, dedi Kemal, ayaklandı. Kamyonetin
arkasına geçti, plastik bidondan erik kompostosu suyu ve bisküvi çıkarıp
getirdi ve ikiliye bardakla ikram etti ve son bardağı kendine doldurdu.
“Erik
suyunu çok severim. Üniversite okurken komposto yapmayı öğrendim, asitli
içecekler içerdim, arkadaşlardan biri zararlı olduğunu söylerdi. Hep tartışırdık onunla, söylemleri bana
salakça gelirdi, devrimciğini de salakça bulurdum. Bir gün pazardan kara erik
satın alıp geldi, erik kompostosu yaptı. Yaz gecesiydi, dolapta asitli içeceğim
yoktu ve bodrum kattaydık. Havalandırma yoktu. Kavruluyorduk orada, bir oda bir
mutfaktı ev, kan ter içinde uyanmıştım gece yarısı sıcaktan bunalıp. Pencere
açıktı; ama tüy kımıldamıyordu, boğucu bir hava vardı. İçim yanıyordu
susuzluktan, dolapta tencerede saatler önce soğumaya bırakılan kompostoyu
gördüm, bakayım tadına dedim, bir tas alıp baktım, inanılmaz lezzetli geldi,
hepsini yiyip bitirdim. Ertesi gün
arkadaşım çok kızdı bana, ona ayırmadım diye. O günden sonra sürekli komposto
içmeye başladım, yapmasını da öğretti arkadaşım. Doğru bir şeyle başlamak
lazım, yiyecek olur, içecek olur, yanlış bir şeyle başlarsan kötü oluyor,
bağımlılık. Kurtulman zor oluyor. Beni kimse vazgeçiremezdi asitli içecekten;
ama vazgeçtim. Erik suyu içince
motivasyonum, enerjim geliyor... Üniversite hayatım güzeldi. Türkçe öğretmeni oldum, tam işe
başlayacaktım, bir hafta sonra, kaldırımda yürürken araç çarptı, gençti şoför,
alkollüydü. Ayağım düzelecek gibi değildi, kestiler. İyileştim, protez ayak
kullanmaya başladım, yerime başkasını almışlardı ve başka bir okula da
almadılar, bir ayağım yok diye. Engelliler okuluna başvur dediler, başvurdum, torpili ve ayakları sağlam olanı
aldılar. Ben de çok kızdım bu işe. Asla öğretmenlik yapmayacağım dedim. Kan, ter ve gözyaşı döktüm çok. Hayatta
kalabilmek için delice gayret etmek zorunda kaldım. Tamamdır, kendimi çok iyi
hissediyorum, biraz sonra mağaraya gideriz.”
Osman
ve Halit birbirine baktı. Osman önüne baktı.
Halit
dedi ki: “Kemal abi, kusura bakma ama biz seninle çalışmayı düşünemiyoruz.
Tahsin
bağdaş kurup oturmuştu, ayaklarını uzattı. Onlara baktı uzun uzun ve arkasını
döndü.
Halit
dedi ki: “Biz gidiyoruz, diyeceğin var mı abi?”
Kemal
onlara döndü, gözlerinde yaşlar vardı: “Yapmayın çocuklar. Siz olmazsanız kimi
bulurum. İkiz kızlarıma ekmek parası götürmem lazım.
“Bu işi yapmayacaktın hani. Dereye düşüp ölüyordun
nerdeyse?”
“Ölüm korkusuyla dedim öyle, bazen yılgınlığa kapılırız.”
“Yokuz biz” dedi Halit. “Sen de bu işi bırak, gidip pazarda
çorak satsan çok güvenli olacak.”
Kemal, acıyla güldü: “Son şansım sizdiniz. Ama tek başıma
da devam ederim, ne yapayım” dedi,
onlara sırtını döndü ve sessizce ağlamaya başladı.
Osman ve Halit az uzaklaşmıştı, dönüp ona baktılar.
Halit
dedi ki: “Ya üzüldüm şimdi. Bu adam zor durumda. Ne yapalım?”
“Ölürse ikiz kızlarını hiç göremeyecek. Kafama
takılan şu: bize son şansımız sizdiniz
dedi, birinin son şansı olmak…şimdi bu
adamı yalnız bırakırsak kafam onda takılı kalacak. Bence bir süre daha yanında
takılalım. Vereceği para umurumda değil.
Bir şekilde ona caydıralım, gitsin buralardan.”
“Ben bu
adamın başımıza bela getireceğini sezmiştim. Tamam; dediğin gibi yapalım. Bir
oyun oynayalım şuna. Gel benle.”
Kamyonetin
arkasına saklandılar.
Bir
süre geçmişti. Kemal ayaklandı. Sigara
yaktı. Kamyonetin ön kaputuna oturdu.
Manzarayı seyrederek düşüncelere daldı.
“Şu
sigara bitsin, işe devam dedi kendine.”
Halit,
arkadan yanaştı, omuzlardan tuttu garip bir ses çıkararak. Kemal, öyle pek
korkmuşa benzemiyordu.
“Neden
korkmadın?”
Ayak
sesi duydum; anladım saklandığınızı. Bak bu iş bitsin Halit, sen kesinlikle
pazarlarda çalışmalısın.”
“Neden?”
Kapasite
var sende, müşteri çekersin. Ses tonunda, bakışlarında ışık var, dört tekerli
bir arabayla domates satsan sokak sokak gezerek iyi iş yaparsın, ben bir süre
böyle çalışarak öğrendim pazarcılığı. Neyse, bugünlük çalışmaya son verelim,
eve gitmem lazım, bazı işlerim var, yarın da deneriz, gübre bulamazsam bu işi
sonlandırırım. Yarın sabah 9 gibi sizi mezarlığın oradan alırım.”
Kamyonete
bineceklerdi.
Tuğla yüklü traktör geçiyordu,
yavaşladı.
Gençlerin çok iyi tanıdığı ve çok
sevdiği Yasin şoförün yanındaydı. 70 yaşında sakallı bir dedeydi Yasin. Hoşbeş
ediyorlardı.
Yasin,
eski evinin oraya beton ev yaptırıyordu ve iki ustaya yardım edecek 2 amele
lazımdı. Gelecek olan iki adamın işi
çıktığı için gelememişlerdi. Yasin genç adamlara iş teklifinde bulundu. Gençler
teklifi seve seve kabul etti ve traktörün römorkuna atladı.
O gün
akşama dek çalışıp evlerinin yolunu tuttular.
Kemal, tozlu
yolda kamyonetiyle ters yöne gitti.
Ertesi
günün öğle saatleriydi. Kemal, buluşma noktasına gelmişti ve gençleri
bekliyordu,
saatine baktı, çoktan gelmiş olmalıydılar.
Acaba ne olmuştu da gelmemişlerdi ve birden dün o traktördeki yaşlı adamla
konuşmalarını hatırladı, kamyonete atladı ve aracı yürüttü. Gübre işini
bırakmayı düşünüyordu; ama gençlere veda etmeden de buradan ayrılmak
istemiyordu, gübre işine belki devam ederdi, bilemiyordu; ama çok sevdiği iki
yürekli gence ulaşmalıydı. Pazarcılığa
başladığı ilk yıllardaki ezik ama azimli kendisini görmüştü onlarda, evet, o
yakışıklı ışık onlarda da vardı, biri ellerinden tutarsa hayatta çok iyi
noktalara gelebilirlerdi. Kemal, pazarcılığa ilk el arabasında marul satarak
başlamıştı, pazarcılar ona destek olmuştu.
Birkaç
kilometre sonra yol kenarına yakın eski evin yan tarafında, yeni evin inşaatında
çalışan aradığı gençleri fark etti ve aracı yolun kenarına park edip iki tarla
ortasından uzanan yola girdi.
Ev
sahibi yaşlı adam bahçede karşıladı onu, çay içiyordu, çay ikram etti. Sohbet başladı aralarında. Kemal pazarcılık
işi yaptığından, ailesinden söz etti.
“Benim
elemanları kaptın” dedi Kemal, güldü, “onları arıyordum.”
“Kusura
bakma.”
“Çayın
güzelmiş.”
“Karnın
aç mı, yemek hazırlasın nene sana.”
“Teşekkür
ederim, aç değilim.”
Kemal,
yaşlı adamın babacan tavrından çok hoşlanmıştı.
“Bir kişi
daha olsa iş çabuk biter, ben hiç işe yaramıyorum, yaşlılık işte. İstersen sen
de çalışabilirsin. Paranı veririm.”
Kemal
de işe dahil oldu.
Vakit
akıp geçti su gibi. İş sırasında muhabbet ederken vaktin nasıl geçtiğini
anlayamamışlardı.
Hava
kararmaya yakındı. İş bitmişti. Gençler
ellerini yüzünü yıkadı, Kemal de ıslak elleriyle hemen bir sigara yaktı.
Gençler, iki usta ve Kemal ayrılacaktı.
Yaşlı
adamın gelini gözleme ve çay yaptı. Gideceklerdi ama hayır diyemediler.
Bahçedeki masada, incir ağacının gölgesinde gözleme yiyip sohbet ediyorlardı.
Köyden yaşlı adamın torunlarından biri geldi bisikletiyle. Heyecanla bir şeyler
anlatmaya başladı: “Köyde jandarma üç defineci peşinde. İki genç ve bir adamı
arıyorlar.”
Aranan
kişilerin tariflerini verdi.
Kemal,
yüzünü başka tarafa çevirdi. Tarif
edilen kişiye aynen uyuyordu. Halit ve Osman çaktırmadan Kemal’e bakış attılar
onu yiyecekmiş gibi.
Bu
defineciler çok adiymiş. İki köylünün 15 sığırını da yürürmüşler gece yarısı.
Kamyonla gelmişler köye. Köylü alarmda, silahlarıyla bekliyorlar. Bu gece onları mermi manyağı yapacaklar
gelirlerse, yolları tutmuşlar.”
Yemek
faslı bitti ve kamyonete doluştular.
Kemal
iki ustayı yol üstündeki evlerine bırakacaktı, inşaat ustalarından biri dedi
ki: “Kemal kardeş, çocuğun bahsettiği defineci ve hırsıza çok benziyorsun.”
“İnsan
insana benzer.” Güldü.
“İşin
nedir?”
“Pazarcıyım.
Sofrada konuştuk ya.”
“Ha,
evet. Unutmuşum. Senin bu kamyonete iki sığar mı?”
“Sığar
da neden sordun?”
“Ne
bileyim.”
Kemal
güldü: “Senin gibi bir sığır çok kolay sığar. Ölüsü kolay sığar!”
Sesi
titreyerek dedi ki: “Yok canım, kızma birader.”
“İçimden
bir ses bu adamı döveceksin ama sabret, şeytana uyuyor diyor.”
“Ya
kusura bakma, bir an senin hırsız olduğunu düşündüm de.”
Ustaları
bir nokta bıraktı, evleri birbirine yakındı adamların.”
Hava
kararmıştı. Kemal bir süre daha sürdü aracı ve yolun ilersindeki ışıkları
gördü: O da neyin nesi, jandarma aracı herhalde ilerdeki.
“Yok
evin ışığı o” dedi Osman.
“Çocuklar
bu durumda köye dönmeseniz iyi olacak. Ortadan kaybolsak iyi olur.”
Halit
dedi ki: “Neden korkuyorsun ki. Sen yarasa gübresi peşindesin.”
“Öyle;
ama bizi onlarla karıştırabilirler. Nice adamlar var ki suçsuzlukları
kanıtlanana kadar onca yıl hapis yatarlar. En iyisi bu akşam köye dönmesek.
Arkada bir sürü alet edavat var. Bizi kesin defineci sanırlar.
Osman
söze girdi: “Geri dönmeyip ne yapacağız?”
“Saklanacağız.
Bir yerde. Gün aydınlanınca da tek tek
yollarınıza gidesiniz. Yollar kapatılmışsa beraber görünmesek iyi olur. Ya da
şu: Ben gidip yolu kontrol edeyim. Jandarma var mı yok mu bir bakıp gelirim.
Siz burada inin. Alet edavatı da indirin.”
“Tamam”
dedi gençler ve aletleri indirdiler aşağı.
Onları yoldan içeri tarafa taşıdılar.
“Bekleyin
beni, geleceğim kertenkele yavruları!” dedi Kemal çok ciddi ve gizemli biçimde
ve bir sinema filmi karakteri gibi, yaratıkları öldürmeye giden infazcı gibi
soğukkanlı biçimde arkasını döndü, usulca ilerledi, araca bindi. Aracı yürüttü.
Araç
gözden kayboldu hayalet misali.
“Deli
bu ya” dedi Halit, “bize kertenkele yavrusu dedi,” birlikte güldüler.
Hava iyice,
simsiyah ve vazgeçilmez, kadife gibi kararmıştı ve binlerce yıldız gökyüzünde
yanıp yanıp sönüyordu. Halit ve Osman çimene oturmuş sohbet ediyorlardı,
gerginlik ve merak içinde; ama bundan delice haz duya duya. Çocukken birlikte
köyden arkadaşlarıyla dağları keşfe gittikleri zamanlardaki duydukları heyecan
ve gizem hissiyatı içindeydiler ve gizem onları süngerin suyu çekmesi gibi
içine çekerdi, kavuran sıcakta serin ve mutlu eden bir his gibi.
Halit dedi
ki: “Bence bu adam bize yalan attı, ikiz kızları filan yok.”
“Köpek
gibi ağladı be. Kimse bu kadar içten ağlamaz. Gerçeği söyleyen biri ancak bu
kadar içten gözyaşı döker. Yalan söylediğini sanmam. ”
“Jandarmanın
aradığı defineci adam ve gençleri merak ettim.”
“Belki
de bizi biri mağaraya girerken gördü ya da yolda gördü.”
Bir
süre sohbet ettiler ve sustular. Uzun bir sessizlikti. Bir cırcır böceği ötmeye
başladı ötede bir yerde. Beklemekten
canı sıkkın gençler buna sevindi.
“Ne
düşünüyorsun?” dedi Halit.
“Hiç.
Peki sen?”
“Evde
olsam da çay içsem” dedi Osman.
Halit, bir
şarkı mırıldanmaya başladı. Yarıda kesip dedi ki: “Aşk nedir sence?”
“Ne
bileyim.”
“Sence
bu köyde aşık olunacak kız var mı?”
“Vardır.
Sende bir gariplik var.” Güldü: “Hiç böyle değildin. Böyle şeyleri konuşmazdın.”
“Köyde
bir kız gördüm de.”
“Eee?”
“Çok
güzeldi. Selam diyecektim caydım, bana kızar diye korkmuştum, ben de gülümsedim.
O da karşılık verdi. Çok güzel gülümsedi
bana, öyle böyle değil yani.”
“Başka?”
“Onun
kalbini hissettim. Sanki onu yıllardır
tanıyorum gibi bir his oluştu içimde. Onunla aramda muhteşem bir bağlantı oldu.
Ve onu hissedince kalbim inanılmaz bir havaya girdi. Huzur buldu, evet, şimdi
bana tam olarak ne olduğunu buldum; kalbim huzur buldu.”
“Nişanlıdır,
belki de evlidir, yanlılıkla gülümsemiştir, öyle hemen havalara girme.” Güldü.
“Haklısın;
harika içine ediyorsun, hiç böyle düşünmemiştim.”
Güldü:
“Şaka yaptım.”
“Yalnız
kafama bir şey takıldı, Kemal abinin çantaları ?” dedi, kalktı, çantaların
yanına gitti. “İçinde ne var acaba? Eşek ölüsü gibi ağır bu. Tarihi eser
olmasın.” Çantayı karıştırdı.
Osman
da onun yanına gitti.
“Bunlar
da ne böyle?” dedi Halit. Çakmağı çaktı.
“Bu
kaya parçalarını niye buraya koymuş bu adam? Birini öldürmek için ideal.”
Güldü.
Çanta,
irili ufaklı taş parçalarıyla doluydu.
“Karıştırma.
Gelince sorarız.”
Kısa
bir süre sonra Kemal araçla göründü.
“Çocuklar,
çantaları aletleri yükleyin. Jandarma falan yok. Gidiyoruz. Sizi de evinize
bırakayım.”
Tam
yola çıkacaklardı, öteden yaklaşan bir ışık göründü.
“Eyvahlar
olsun!”dedi Kemal , ters yöne bastı.
Gazı
kökledi.
“Abi
dur da ne olduğunu anlayalım” dedi Osman.
“Hapse
düşmeye niyetim yok.”
Halit
dedi ki: “Abi panik yapma. Biz bir suç işlemedik ki.”
“Tabi
ki” dedi Kemal, “onlar işlediğimizi düşünüyorsa iş başka. Aranan kişilere çok
benziyoruz. Böyle şansın içine! Kızlarım ekmek bekliyor ve ben kodese girmek
istemem.”
Bir
elini camdan çıkarcı. “Cuv, cıuv” diyordu.
“Abi ne
yapıyorsun?” dedi Halit.
“Ateş
ediyorum tabancamla. Kasaya çık Halit. Ateş et, al tabancamı. İstersen kaçış
arabasını sen sür. Daha önce kaçış şoförlüğü yaptın mı?”
Osman
ve Halit güldü bir süre.
“Gerginliği
azaltmaya çalışıyordum, nasıl güldürdüm sizi ama.” Güldü: “Banka soyguncuları
bankayı soyar ve bekleyen kaçış arabasına atlar. Kaçış şoförü onları kurtarır.”
“Abi,
çok fazla film seyrettin sen. Bırak. Kenara çek. Başınızı iyice belaya
sokacağız kaçınca.”
“Sen
karışma işime! Ben ne yaptığımı çok iyi
biliyorum.”
Kemal,
aracı yoldan çıkardı.
Osman
dedi ki: “Yavaş abi.”
“Nedenmiş?”
“Kötü
olacak.”
“Neden
diyorum?”
“Çok
kötü.”
“Ne
kötü?”
Halit
dedi ki: “Abi oraya sürme. Orada bir göl
var.”
“Göl mü?”
“Evet.
Derinliği beş metre. Tarla sahibi tarlayı sulamak için yaptırdı.”
“Şunu
baştan söylesenize geri zekalı kertenkele yavruları!
Frenler
tutmuyor çocuklar! Bittik.”
Araç,
yokuş aşağı kaptırmış taşlara çarpıp zıplayıp sallanarak ve ses çıkarak, gacır
gucur ederek çılgın gibi gidiyordu.
“Çocuklar
araçtan atlayın. Hadi Allah’a emanet. Herkes başının çaresine baksın.” dedi.
Kapıyı açtı ve birden attı kendini aşağı.
Osman
ve Halit şaşkınlıktan ve korkudan dondular bir an.
Halit
atladı. Peşine Osman.
Top
gibi yuvarlanarak gittiler bir yana.
Kamyonet,
göle birkaç metre kala ufak bir kayaya çarptı bir tekeri, havalandı ve takla
atarak düştü toprağa. Yan yatmıştı. Havada kalan tekerler süratle dönüyordu.
Halit
ve Osman bir araba dolusu dayak yemiş gibiydi. Kalın bir sopayla. Beyinleri sarsılmıştı, taşlara taşa toprağa çimene dikene sürtünüp
yuvarlanmışlardı. Sıyrıklar, ufak yara
bereler, ezikler vardı vücutlarında, belli yerleri yanıyordu acıyla.
Zil
zurna içmiş gibi baygındılar. Usul usul kendilerine geliyorlar, ağır çekimde
hareket ediyorlar, başlarında vızır vızır yıldızlar uçuşuyordu, her yerlerinde
ağrılar vardı.
Osman,
sırt üstü uzanmış acıyla kıvranıyordu, zaman geçtikçe daha iyi hissedeceğine
daha kötü hissediyordu, yıldızlara bakıp inliyordu. Acıdan ağrıdan gözyaşları
döküyordu.
Halit ise
az aşağıda acıyla inliyordu, o da Osman
gibi perişandı, gözlerinden yaşlar düşüyordu. Az sonra daha iyi hissetti ve
güçlükle kalkıp topallayarak Osman’ın yanına gitti.
“Ben
sana demiştim Osman” diyordu Halit. “Ben sana demiştim. Geberip gidiyorduk
nerdeyse!”
“Kapa
çeneni!” dedi Osman, “Kırık var mı?”
“Bilmem.”
Kemal,
yukardan onların yanına geldi sakin sakin.
“Kertenkele
yavruları, iyi misiniz?” Güldü, “aslanlarım benim.”
Halit,
bir küfür savurdu şansına: “Senin yüzünden düştüğümüz şu hale bak.”
“Kusura
bakma. Ama aşağıda gölet olduğunu geç söylediniz.”
“Aniden
daldın yokuş aşağı” dedi Osman, “Neden panik yaptın ki?”
“Olan
oldu, bağışlayın. Fren tutmadı. Amcamın oğlu 15 yıl hapis yattı. O aklıma
geldi. Gerçek katile benzetildi için. Yanlışlıkla 15 yıl yatmak kim ister.
Hayatı bitti. Ama yeniden evlendi, çocukları oldu.
Halit
dedi ki: “Kemal abi, sen sığır hırsızı mısın, itiraf et, çantana baktık,
defineci misin?”
“Evet
lan!” diye bağırdı, “yeter ya! Fitil ettin beni! Ben sığır hırsızıyım, köylünün
15 sığırını çaldım ve ben defineciyim!” Güldü, sakince ekledi: “Aş oğlum şu
paranoyaları artık. Benim yasa dışı işlerle alakam olmaz.”
“Tamam!”
diye bağırdı Halit, “sen sığır hırsızısın, ben de senin baş yardımcın, yarın 12
sığır çalmaya var mısın? Ve define bulmaya.”
“30
sığır çalalım.”
Güldüler.
Yukarda
bir ışık göründü.
“Orda
biri var” dedi Halit. “Susun.”
“Bu
arızalı Hüseyin. Bisikletiyle gezer akşamları. O ışık bisikletinin ışığıymış”
dedi Osman.
Kemal
sevinçle güldü: “Oh şükür!” dedi.
“Çocuklar
kusura bakamayın.”
Hüseyin
bağırdı: “Sığır hırsızları! Pis
defineciler!”
Sizi
bildireceğim!”
“Harika”
dedi Halit, “bir yerlerini yırtarcasına bağırdın Kemal abi, çocuk da duydu,
şimdi gidip herkese söyler. İşimiz bitti. Şakasına sormuştum sana o soruyu,
seni deli etmek için; çünkü kamyoneti yokuş aşağı sürdün, solucana döndük acıdan.
Çocuk hepsini duydu. Harbiden mahvolduk.”
Bisiklet
aniden durduğu noktadan kayboldu ışığıyla.
“Toparlanın
çocuklar buradan gitmeliyiz. En azından bu gece saklanmalıyız. Dağlara gidelim.
Sonra orada ateş yakarız. Burası çok soğuk; gelin benle.”
“Çantalar,
kamyonet ne olacak? Peşte iz bırakmamalıyız. Kamyoneti buradan çıkarabiliriz.”
dedi Osman.
“Vay!
Aslanım! Tamamdır, o zaman tamam, gidip
çantaları alıp gelin!”
Osman
ve Halit yukardan çantaları alıp geldiler.
Yan
yatan kamyoneti düzelttiler.
Kamyonet
çalışınca Kemal çocuk gibi sevindi: “Atlayın, buradan toz oluyoruz! Bir daha yarasa gübresi aramak mı; asla!
Mezardan babam çıkıp gelse şurada mağarada 100 ton yarası gübresi var dese
gitmem, yüz ton altın ya da elmas varsa gitmem.”
Kemal,
kamyoneti yürüttü, epey gittiler ve ormanlık alana geldiler. Kamyonet aniden
durdu. Kemal yapmak için çıkıp baktı, depo delinmişti. Delik ufaktı; ama benzin
kalmamıştı.
“Kamyoneti
burada bulamazlar” dedi Kemal, çalılarla üstünü kapatalım.”
Kamyoneti
dar toprak yoldan içeri aldılar iterek.
Üstünü
ağaç dallarıyla kapatıp oradan ayrıldılar.
Halit
dedi ki: “Ben gidiyorum. Size bol şans arkadaşlar. Bugün çok uç şey yaşadım.
Fazlasına gerek yok. Pederle iyice papaz olamam.”
“Olmaz,
birlikte hareket edelim, birlikte daha güçlü oluruz. Hapishaneden tünel kazarak
kaçan mahkumlar birlikte hareket ederlerse başarılı olur. Bir basit hata
yaparsın, işimiz biter; ama birlikte sağlam oluruz. Kollarız birbirimizi, en
azından bu gece için. Üç akıl tek akıldan iyidir.”
“İyice
hava girdin sen.” Güldü.
“Haklı adam”
dedi Osman, “en azından bu gece. İş daha da zora girmesin.”
Nehir
kenarına geldiler.
Orada
bir ev fark etti Kemal: “Şu evin samanlığına gidelim.”
“Ben o
adamı tanırım, insandan hiç hoşlanmaz.”
“Peki
ne bu adam? Şey demeliyim, ne sever?”
“Biraz
manyak. Tek başına yaşar. Siz de görüyor musunuz? Bir el fenerinin ışığı var
orada.”
Tüfek
patladı.
Osman
fırladı, peşinden Halit, peşinden Kemal.
Tekrar
ormana girmişlerdi.
“O da
neydi?” dedi Kemal. Bir ağacın altında durumu değerlendiriyorlardı, “bizi nasıl
da hemen fark etti?”
“Domuz
sesi duydum” dedi Osman, “gece bahçesini domuzlar talan ediyor, domuzlara ateş
ediyor olmalı. Bunu duymuştum, bir
keresinde kendini yaralamış mankafa. Şu taraftan.”
İlerlediler.
“Buraları
çocukken iyi bilirdim” dedi Halit, “sen unutmamışsın Osman.
Osman
güldü.
Epey
ilerlemişlerdi, kan ter içinde kalmışlardı, gökyüzünde ay vardı balina gibi.
İnsanı kış gecesi anne gibi saran türde ve çok tatlı bir his veriyordu insana.
Oturdular.
“Durun;
arkadan gelen var mı; dinleyelim” dedi Halit.
Dinletiler,
çıt gelmiyordu geriden, sadece çok uzaktan havlayan bir köpeğin yorgun sesi
geliyordu.
Osman
yüzündeki şıpır teri elinin tersiyle silip attı: Çok acıktım, bir öküzü yiyebilirim.” Dedi.
Güldü
diğerleri.
“Ben de
çok acıktım birader” dedi Halit.
Kemal
söze girdi heyecanla: “Tarla marla yok mu burada, mutlaka vardır. Ne bileyim, yiyecek bir şeyler
vardır. Ben de çok pis acıktım, karım köfte kızartır bazı sabahlar, müthiş
lezzetlidir, bir gün gelirsiniz bize. E
söyleyin, kurbağa gibi susmayın, bağ bahçe yok mu buralarda?”
“Şu
tarafta İbrahim amcanın tarlası, bağı bahçesi var. Her sene düzenli olarak
domates, biber eker, iri armutları olan koca bir ağaç vardır odada, elma ağacı
da var” dedi Osman, “demeyecektim, başımız belaya girer diye; ama bu gece aç
geçmez.”
“Tamamdır
kertenkele, süpersin!” dedi Kemal, “ben gidip yiyecek bulup geleyim. Bu gece aç
geçemez, aksi halde birinizi yerdim.” Güldü.
“Kemal
abi, gitme derim; ama açım, gözünü seveyim dikkat et, peşine birilerini takıp
getirme ne olursun.”
Güldü.
Onun sırtına dokundu: “Birkaç domates alacağım. Hepsi bu. Ayrıca bu saatte
mışıl mışıl uyurlar.”
Halit
sordu: “Çantadaki kaya parçaları nedir?”
“Değerli
materyalleri içirip içermediğini test için bir yere göndereceğim onları. Altın,
gümüş, yakut ya da kuvars olabilir.”
“Sen
gübreci değil miydin?”
“Orası
öyle; ama altın yatağı bulursam. Yarasaların olduğu mağaralarda madenler
oluyormuş. Bir taşla iki kuş vurmak. Gübre için giriyorsam değerli madenleri de
var mıdır diye araştırıyorum. Suç değil bu. Tabi mağara bölgesi, toprak bana
ait olmuyor, atlın varsa alıyorsam suç olur. Ama Allah’ın dağı, madeni. Devlet
buralarda değerli maden olduğunu nasıl bilsin. Satın alırsın araziyi. Sonra
madenin sahibi olursun.” Güldü.
“Sen
çok uyanıksın.”
“Yok
be, garibanın tekiyim.” Güldü: “Ben gidiyorum” dedi, “Biri gelirse kaçıp
saklanın, yakalanırsanız sakın beni ele vermeyin.”
Kamyonetin
yanından ayrılırken sırt çantasını, (özel eşyaları var) ve küçük baltayı
almıştı. Sırt çantasını açıp el fenerini çıkardı, iri bıçağı alıp beline koydu.
Sırt çantasını sırtına taktı, bir elinde balta vardı, dedi ki: “Domates
bulamazsam eve girerim, biri yakalarsa baltayı indiririm. Yiyeceklerle gelirim
yanınıza. Hiç merak etmeyin cezaevi firarileri. Filmlerde böyle olmaz mı?” Güldü.
“Kemal
abi, sakın! Sakın bir geri zekalılık yapmayım deme” dedi Halit.
“Korku
filmlerindeki gibi sıcak bir hava. Güzel çığlık atacak bir kız yok mu? Korku
filmi müziği yapın çocuklar. İşi
İyice gerilimli
hale getirsek güzel olur.”
Güldü deli deli ve
uzaklaşacaktı, dedi ki: “Şeyi merak ettim: Adam tek mi yaşar?”
“Hayır,
sekiz çocuğu var” dedi Halit.”
“Deme.”
“Yok”
dedi Osman, “tek yaşar.”
“Köpeği
var mı?”
“Yok.”
“Var
oğlum, bir kangal aldı diye duydum” dedi Halit.
“Kangal
hiç sevmez o, yok abi köpeği. Git sen.”
“Var mı,
yok mu?”
Osman:
“Yok.”
Halit:
“Var.”
Halit
şöyle dedi: “Yoktur umarım.”
Osman
ekledi: “Varsa bile tüylü minik bir şeydir. Fino cinsi.”
Yarım
saat kadar bir süre geçmişti, ikili çok
büyük bir endişeyle bekliyordu Kemal’i. Konuşup
durdular can sıkıntılarını, gergin bekleyişi atlatmak için.
Sonra Kemal’in
gittiği yönden köpek sesleri geldi. Çok
geçmedi, ayak sesi, çıtırtılar gelmeye başladı. İkili sus pus olup saklandı.
Kemal ses verdi: “Sevimli kertenkeleler, nereye gittiniz?” El fenerini çevreye
tutuyordu.
“Kapat
şunu!” dedi Osman, “biri burada olduğumuzu fark edecek.” Saklandıkları yerden
çıkıp ona yaklaştılar. Çöktüler oraya yan yana.
Kemal,
elindeki iki tavuğu yere attı, el fenerini tavuklara tuttu: “Bakın çocuklar.
Size yemek getirdim!”
“Kemal
abi hamile gibi görünüyorsun?” dedi Halit gülerek.
“He,
orada adamın karsıyla denk geldim, yıldırım aşkı oldu, kızıştık, samanlığa
girdik, işi bitirdik ve samanlıktan çıkarken bir de baktım hamile kalmışım.”
Kemal
koynundakileri döktü, domates, biber ve iri sarı armutlar saçıldı yere.
Halit
tavuklardan birini elime alıp dedi ki:
“Ayağına bilezik kaybolursa diye koyuldu, üstünde telefon numarası var. Eyvahlar
olsun! Şimdi kazığa oturduk!” dedi Halit, “Kezban ve Jale bu. Filmdeki hizmetçi kız Kezban ve ev sahibi
zengin marjinal kadın Jale.”
“Ne
saçmalıyorsun be sen?!” dedi Kemal, “Tavuk bunlar tavuk. Kör müsün?!”
“İbrahim
amcanın evladından çok sevdiği, hatta kat be kat üstün tuttuğu ithal süs
tavukları bunlar. Çok sevdiği dizi
filmdeki karakterlerin adlarını onlara verdi ve sen onları katlettin! Başımız
gerçekten belada şimdi.” Ağlamaklı demişti.
“Şunu
baştan diyeydin ya dünya zeka şampiyonu! Katletmedim. Bahçenin kenarındaydı,
tilki birini alıp götürüyordu, tavuğu ağzında görünce koştum peşinden, kaçayım
derken panik yapıp düşürdü tavuğu, gidip baktım, tavuk yeni ölmüş, sıcaktı. Ve
orada bir tane daha gördüm. Her neyse. Bir ateş yakalım ve yiyelim bunları.”
“Köpek
sesleri duyduk, sana saldırdı diye çok korktuk” dedi Osman.
“Evet,
köpek yok dediniz; ama bir fino vardı ve bir kangal köpeği.”
“Yapma
ya” dedi Halit.
“Neyse
ki tilkinin peşindeydiler. İkinci tilkinin.
Sizin verdiğiniz yanlış bilgi yüzünden nerdeyse kıçı kaptıracaktım.
Dikkatliydim ve tilkinin peşinden koşmaya başladılar, bu sayede domates
toplayabildim. Sonra bastım. Kayboldum. Zor buldum yolu. Ondan uzun sürdü
gelmem. Tamam, odun toplayıp ateş yakın, protez bacağım ağrıdı, sırt üstü
uzanmam lazım.”
“Ateş
yakarsak bizi görürler” dedi Osman.
“Bu
saatte kim olur buralarda, geçin o korkuyu çocuklar.”
“En
azından buradan uzaklaşalım, İbrahim amca biz karnımızı doyururken tüfekle
baskın yapmasın.”
Çantaları
orada bıraktılar. Toparlandılar ve ormanın kuytu bölgesine ilerlemeye
başladılar.
“İlerde
bir göl olacaktı, ormanın en gizli kalmış yerinde. Oraya gidelim” dedi Osman.
Bastılar,
Osman eline el fenerini almıştı.
Bir
saat kadar ilerlediler, sıcaktı orman ve yol aldıkça daha sıcaklaşıyordu hava,
yoğun ağaç ve bitki örtüsü burayı adeta gizli bir vahaya çevirmişti.
Sonunda
geldiler küçük gölün oraya. Küçük bir çocuk havuzu gibiydi göl.
Kemal
uzandı. “Öldüm bittim anacım.” dedi, kendi kendine konuşmaya başladı: “Anamın
babamın duasını aldım. Bana kötü bir şey olmaz. Param olsun köye gidip onları
göreceğim, hediyelerle.”
Bu
sırada Halit, ateş yakmak için odun toplarken, Osman tavukları temizlemeye
başladı.
Ateş
çatırdamaya başladı.
Osman
öfkelenmişti: “Birader kafayı mı yedin, nedir?!”
“Neyin
var senin?”
“Mars’tan
görünecek kadar bu denli hayvan gibi büyük ateş yakmanın alemi nedir, herkesi
başımıza toplayacaksın.”
Ateşin
dağıttı, küçük bir kısmını canlı bıraktı.
Kemal
güldü. Osman ayıkladığı tavukları gölde yıkayıp çubuğa geçirip ateş üstüne
koydu. Az sonra tavuk cızırdamaya ve tatlı kokusunu yaymaya başlamıştı, duman
çıkıyordu. Osman pişirmekle uğraşırken diğerleri aç ve sessiz gözlerle onu
seyrediyordu zevkle. Osman bir kısım eti de parçalayıp közün üstüne koydu. Baş
döndüren güzel bir kokuydu, yağı akıyordu tavukların.
Halit
dedi ki: “İbrahim amca bu tavuklar yüzünden karısıyla kötü oldu, yaşlı kadın
bastı gitti baba evine, tavuklar 30 taneydi. Hastalık vurdu, hepsi öldü, kaldı
2 tane. Ayşe teyze tavukların geberip gitmesini isterdi ve dilediği oldu, bak o
bakımdan iyi oldu. İbrahim amca yalvardı yakardı, kadın dönüp geldi yanına.
İhtiyarın hayallerini, aşkını yiyeceğiz.”
Kemal
ve Osman gülmeye başladı.
Osman
dedi ki: “Kemal abi, bir tadına bak bakalım, pişti mi?”
Uzattı
tavuktan bir parça çubukla. Kemal parçayı ağzı yanarak hızla yedi.
“Lokum
gibi güzel!” dedi.
Halit’in
de canı çekti: “Biraz da bana ver.”
Osman,
bir parça da ona uzattı:
Halit
sıcak et parçasını yedi, parmak uçlarını yaladı: “Mükemmelmiş! Ama İbrahim
amcanın elini yermiş gibi hissettim. Kırış kırış yüzünü.
Diğerleri
güldü.
Kemal
dedi ki: Şu domatesleri bölüp közün üstüne koy, pişsin, biberleri de koy, çok
güzel olur tavukla.
Osman
denileni yaptı ve tavuktan bir parça koparıp yedi: “Ömrümde böyle lezzetli
tavuk yemedim!” dedi.
“Durun”
dedi Kemal, çantamda tuzluk ve kırmızı pul biber olacaktı, hep yanımda taşırım.
Yolda izde bir şey yediğimde lazım olur. Çantadan tuzluğu ve kırmızı pul biberi
çıkardı. Tavuklar pişmişti. Tuz ve kırmızı pul biberle tavuğun lezzeti büyülü
hale geldi.
Kemal
dedi ki: “Çocuklar tavuk çiftliği kurmaya ne dersiniz?”
“Güzel
iş” dedi Halit.
“Sermaye
lazım” dedi Osman.
Domates
ve biberden yediler, zevkle kendilerinden geçiyorlardı, yavaş yiyorlardı ve
bitsin istemiyorlardı.
“Domates
bambaşka çocuklar” dedi Kemal, göze çok faydalıdır. Biberin lezzeti öldürdü.
Bizim köyde tepede bir tavuk çiftliği vardı, çiftlik dediğim 2 katlı kaba
keresteden ev gibi bir yer. Ufak bir yerdi, adam yıllarca tavuk baktı orada,
evin yanından geçerken gıdaklama sesi cayır cayır olurdu, ölen tavukları arka
tarafa rastgele atarlardı. Tavuklar hep kapalıydı herhalde. İşte o zamanlar
böyle bir tavuk çiftliği kurma hayalim vardı.
Karınları
doymuştu, tavuktan yine kalmıştı. Onu da sabah yiyeceklerdi.
Kemal,
ateşin yanında yan yatmış, bir elini yastık yapmıştı başına: “Karnımız tok,
ateşimiz var, daha ne isteyebiliriz, burada güvendeyiz, çok güzel bir gece
geçirdik çocuklar, size her şey için çok teşekkür ederim, dilerim bu dostluk
sonsuza dek sürer. Çok heyecanlı bir geceydi, böyle bir serüven hiç
yaşamamıştım.”
Halit
ve Osman ateşin diğer tarafında yan yana uzanmışlardı.
Gece orman soğuktu, arkaları üşüyordu ama ön
tarafları iyice ısınmış, kedi gibi mayışıp gevşemişlerdi.
Halit
ve Osman uyur gibiydi, bir kulakları ondaydı. Çünkü Kemal’in sohbeti onlara
tatlı gelmişti. Kemal kalkıp ateşe odun attı, bağdaş kurup oturdu, uykusu
kaçmıştı konuşmaktan: “Çocuklar çok gençsiniz, ne güzel bir zamandır, deli
dolu, güçlü ve çevik. Ama yıllar çok çabuk akıp geçer ve olursunuz 45 yaşında.
Ah, sizin zamanlarınıza bir dönebilsem, saçlar beyazlamış, dökülmüş. Bir ayak
protez. Bu anları tadını iyi çıkarın; çünkü asla geri gelmeyecek anlar bunlar.”
Bir an sustu ve ateşe dikti gözlerini. “Aklıma bir görüntü geldi” dedi, “şehirde
dolanırken bir kadın gördüm, caddenin birinde sergi açmıştı kaldırıma, yumurta
ve benzeri köy ürünleri satıyordu. Kadının köylü olduğu belliydi kıyafetinden.
12, 13 yaşında bir çocuk vardı, kadının oğlu olduğu belliydi. Sarışın, iri mavi
gözleri olan bir çocuktu, kadın telaşla ona bir şeyler anlatıyor, çocuk
gülümseyerek bir şeyler diyor, kadın sergiyi düzenliyordu arada. Canımı aldı bu
görüntü bir anda, çok sevdim. Belli ki zor geçiniyorlar ve yetiştirdikleri
ürünleri burada satışa çıkarıp ek gelir elde etmeye çalışıyordu, birisiniz,
pazarlarda kar, kış, yağmur, çamur, ayaz demeden ürün satan yaşlı kadınlar
vardır… Gidip
kadından bir şeyler almak istedim, oğlu ve annesi ve bu saf dişi mücadele çok
hoşuma gitmişti. Ama param yoktu. Cebimi yine yokladım belli üç beş yumurta
alacak para çıkar diye. Buldum. Baktım saydım para yetiyordu. Sergiye yaklaşıyordum. Tavukları kesip
parçalamış, pişirmeye tam hazır hale getirmişti kadın, 5, 6 tavuk vardı. O
tavuğun büyümesi aylar sürer, teki kaç lira eder acaba dedim, harcanan emeği
karşılar mı, sanmam. Ama büyük bir mücadele veriyor, ailesi için, tarlada o marulları lahanaları yetiştirmek
kolay değildir, o yeşil soğanları.
Gecesini gündüzüne katıp canla başla çalışıyor. Beş yumurta aldım
kadından.” Kemal sustu, uzun bir sessizlik oldu, Kemal uzandı, protez bacağını
çıkardı, öptü, gözlerinden yaşlar düştü.
Osman soracaktı. Neden diye. Soramadı. Çok duygulandı ve gözlerinden yaşlar düştü,
Halit de duygulanmıştı.
Kemal, uykuya daldı ve diğerleri de kendilerini
uykuya bıraktı.
Gün doğarken
uyandı Kemal, gençleri uyandırdı, çantaları bıraktıkları yere, oradan da
kamyoneti yanına gittiler.
O gece
sığır hırsızları iş esnasında yakalanmış ve jandarmaya teslim edilmişti, 18
yaşında iki genç ve 45 yaşında bir adam.
Kemal, birkaç gün sonra köyün dışındaki birçok mağarayı
gezi ama yarasa gübresi ya da değerli maden bulamadı. Kasabaya indi. Bir iş
teklifi aldı, inşaat malzemeleri satan iş yeri sahibinden, ve Osman ve
Halit’in de oraya girmesini sağladı bir
gün sonra. Bir hafta orada çalıştıktan sonra pazarcılığa döndü, Halit’i de
yanına aldı. Osman inşaat malzemeleri satan iş yerinde kalmayı tercih etmişti.
Osman
geçmişin derinliğinden sıyrılıp çıktı.
AÇ KURT
SÜRÜSÜ
Aç kurt
sürüsü kar fırtınasında ilerlemeye çalışıyordu güçlükle, canlarını dişlerine
katarak, böcek gibi acizdi görünüyorlardı; ama kurtlar çok dayanıklıdır,
özellikle böyle hava şartlarına ve açlığa. İçlerinde en güçlüsünü bile bir
zorlanma, can acısı sarmıştı,
böyle
bir kar fırtınasında her canlı aciz kalır, kalmaya mecbur görünür, bu hava
koşulları kafa tutmaya gelmez. En başta ilerleyen siyah kurt da perişandı;ama
yaratılışı zor şeyleri aşacak biçimde ayarlanmıştı, mayası. Ve belalı çok gün
görmüştü, aşılamayacak gibi görünün ölümcül günleri sağ atlatmayı başarmıştı.
Şimdi
geberecek bile olsa geri adım atacak değildi. Onun pençeleri bildik kurtların
pençeleri gibi değildi, onun çenesi ve dişleri, onun derin ve keskin bakışları,
o güzel güneşli zamanlarda durup
uzakları gözleyip analiz eden araştırmacı bakışları, onun soruşturmacı burnu vardı.
En önemlisi çetin tecrübeleri ona işe, yürüdüğü yola yüreğini koymasını
öğretmişti, bir zaman sonra işe ruhunun gücünü, parlak ruhunun gücünü ortaya
koymasını öğrenmişti. Yaşam enerjisini: Chi. Bunu gezgin bir kurttan
öğrenmişti, onunla çok kısa bir süre takılmıştı. Uzak doğudan ta Türkiye
topraklarına gelen bir kurttu bu. Dünyayı gezmeyi kafasına koymuş ve bunu
başarmıştı da.
Dünyanın
her yerini gezmişti. Pakistan, Nepal, Hindistan ve Çin… Himalaya…
Oraların dağ soğuklarında hayatta
kalmıştı.
Oralardaki dağların zirvelerinde
(Plato) adeta bambaşka bir hayat, bir şehir vardı.
Alpler,
Avrupa’daki, Sibirya’daki, Amerika’daki
kurtlarla tanışmıştı. Oraların dağlarında, milli parklarında yaşamıştı.
İlk
başta siyah kurt onu dikkate almamıştı, gezgin kurt çok zayıftı çünkü ve yaşlı
olduğu hemen göze çarpıyordu, ona bakar
bakmaz şu düşünce ışıklar içinde belirirdi içinizde: “Bu kurdun işi bitik, ha
öldü ha ölecek.”
Siyah
kurt onun son zamanlarını yaşadığını ve bir hastalık taşıdığını düşünmüş, ona
sokulmak istememişti. Hastalık bana da bulaşır korkusuyla.
Yaz
ayıydı ve sıcak ormanı kavuruyordu, akşam olurken rüya gibi bir serinlik bütün
canlıların imdadına yetişmiş, siyah kurdun umutsuzluğa ve iflasa düşen zihnine
sihir gibi dokunmuştu, tünediği yerden sevinçle kalkmış, gerinip omurgasını güzelce esnetmiş, yerinde
zıplamış, bir pençesini silkelemiş ve etrafı zevkle koklayarak, sağa sola
bakarak ve eğilip kokuları analiz ederek ormandan çıkarken bu vakte kadar canlı
kalabildiğine minnettardı.
Ormandan
çıkıp dere kenarına indiğinde sakin ve huzurlu biçimde akan derenin sesine
kulak verdi, hoşnutluk duydu. İri yapraklı bitkilerin ardından başını uzattı,
dereyi gördü ve tam karşısında, on metre kadar ilerde yabancı kurdu fark etti.
Çekinip donakaldı ve onu izlemeye koyuldu. Geri çekildi, saklandı, gözler
hedefe mühürlüydü.
Yabancı
kurt sakin sakin su içiyordu başını dereye uzatmış.
Siyah
kurt, ona arkası dönül yabancı kurdu tam incelemeden içine bir güzel his çöktü.
Yalnızdı ve bir dost bulduğuna sevinmişti. Yalnızlık insanı da kurdu da yer
bitirir. Ekip; diğer deyişle yoldaş olmazsa olmazdır bir kurt için ve bir insan
için.
Evet,
bu dost olabilecek bir kurttu.
Ama esrarengiz
kurt yan dönünce onun zayıflığını, sayılan kemiklerini gördü, hayal kırıklığına
uğradı. Hiçbir güçlü kurt güçsüz bir kurtla arkadaşlık yapmak istemez. Ama bir
sürü içinde olsaydı zayıf kurda yoldaşları destek olur ve sürünün güvenli
kanatları altında olur, yaşama tutunur, ölecek gibi olsa da uzun süre direnir,
sürü sayesinde karnı doyardı.
Siyah
kurt, yaşlı kurdun su kenarından çekilmesini bekledi; çünkü onunla muhatap
olmak istemiyordu; ama yaşlı kurdun oradan uzaklaşacağı yoktu. Kenara çöktü,
pençelerini huşu içinde yaladı, karnını yaladı, boynunu sol arka ayağıyla
kaşıdı ve keyifle etrafı izlemeye başladı, suda taşların üzerinde çıkıp öten
kurbağaları. Çevreyi, yaşama sevinci veren tatlı akşamı ve uzaktan gelen sesleri dinliyordu. Gökyüzündeki binlerce yıldızı izledi bir
süre. Hayalet gibi ve süratle geçen baykuşa baktı. Çekilip gitmiyordu kurulduğu
yerden. Siyah kurdun canı sıkıldı bu işe. Çünkü dereye inen tek patikaydı bu ve
yaklaşıp su içmek için en uygun yerdi. Başka yer bulmak için epey yürümek
zorunda kalacaktı.
UZAK DOĞULU BAY GEZGİN VEGA
Vega, Lir Takımyıldızı'nda yer alan en parlak
yıldız. Göğün beşinci parlak yıldızıdır. Kuzey yarıküresinde Arcturus’tan sonra
ikinci parlak yıldızdır. Güneş’e 25,3 ışık yılı uzaklıkta olduğundan Güneş’e
nispeten yakın bir yıldız sayılır.
Siyah
kurdun susuzluktan ağzı kurumuş ve adım atacak gücü kalmamıştı ve dolanmak
istemedi. Onu umursamadan yanaştı ve su içmeye başladı. İşi bitince dönerken
onun bakışlarıyla karşılaşınca nezaketten selamladı onu. Karşılık hiç ummadığı kadar hayat ve muhabbet
doluydu. Gözleri parlamıştı yabancı kurdun.
Bu siyah
kurdun çok hoşuna gitmişti. Tanışma
daveti vardı bakışlarda. Onun koklamak istediğini belirmişti başıyla. Siyah
kurt onay verdi buna. Yaşlı kurt dostça daveti kabul gördüğü için pek memnun
olup kuyruğunu salladı ve yine bir selam verdi, yaklaşabilirsin kabilinden,
burnunu ileri uzattı. Siyah kurt ona yanaşacaktı, ondan hastalık kapmaktan
korktu, ama hasta kurtlar böyle parlak
ve güçlü bakışlara sahip olmazdı, belki de bir baş belasıydı, bilemiyordu.
Belki de birkaç güne ölürdü. Bir yanı ona yaklaşma diyordu. Çünkü iyi bir kurt
olmayabilirdi. Ama içindeki kurt içgüdüsüne, yoldaşlık ve merak dürtüsüne engel
olamayıp ona sokuldu. Beri yandan ondan ölümcül hastalığı kapma endişesi
duyuyordu.
“Çekinme,
yanıma gelebilirsin, benim gibi bir işi bitikten zarar gelmez. Birkaç güne
öleceğimi düşündüğünü biliyorum. Merak etme. Hasta falan değilim.” dedi yaşlı
kurt, mırıldanarak. Güven veren bakışlarla.
Siyah
kurt düşüncelerinden utandı.
İçinin
okunması onu çok rahatsız etti, şaşırttı ve iyice meraklandı bu kurdu tanımak
için. Ona yanaştı.
Koklaştılar
ve siyah kurt onun yanına rahatlıkla ve bir yoldan bulmanın hazzıyla uzandı.
Böylece
aralarındaki sohbet başladı.
Yaşlı
kurt çok farklı gelmişti gözüne: “Buralardan değilsin, sanırım?”
“Gezginim.
Uzaklardan geldim. Peki sen?”
“Buralardanım.
Dolaşıp duruyorum. Yiyecek bir şeyler bakınıyordum.”
“En son
ne yedin?”
“Çok
uzun zaman oldu. Hayal meyal bir şeyler hatırlıyorum. Kokmuş bir şeydi. Karga
leşiydi sanım. Onu da çok aç olduğum için güçlükle yedim; nerdeyse çıkarıyordum.”
“Bilirim.
Buralardaki ne tür avlar var. Buralarda takıldığına göre bilirsin?”
“Sabit
değilim. Geziyorum senin gibi. Ben de gezgin sayılırım.”
“Birlikte
avlanalım mı?
Siyah
kurt güldü: “Senin bir av peşinde koşabileceğini sanmam.”
Beriki
güldü.
Siyah kurt,
nezaketen ve ister istemez bir dostluk yapmıştı onunla ve buradan, bu çaresiz
ve kendini bir halt sanan işi bitik kurdun yanından uzaklaşsa iyi ederdi.
Bir hazırcıya,
beleşçiye dayanamazdı. Başa bela olurdu böylesi. Yoluna gitmeliydi, muhabbetin
kısası iyiydi.
Yiyecek
bir şeyler bulmalıydı, boşa vakit geçiremezdi lak lak için. Delice açken
üstelik.
“Beni
yanlış anlama; ama gidip yiyecek aramam lazım.”
“Bol
şans. Bir şey yakalayamazsan buraya gel. Senin için yiyecek ayarlarım.”
Siyah
kurt, onun kaçığın teki olduğunu düşündü, “sen kendi başının çaresine
bakamıyorsun ki moruk. Bir de bol keseden atıyorsun.” İçinden güldü ona.
“Teşekkür
ederim” deyip basıp gitti.
Gece
geldi zifiri biçimde, avlanmak için muazzamdı orman. Gece avlanan hayvanlar
geceyi iple çeker. Siyah kurt sevinçliydi. Ormanın açıklık, seyrek alanlarında
epey gezdi, birkaç saat. Büyüleyici kokular yakaladı, geyik ve domuz kokuları,
sonra tavşan, koku ve izleri takip etti heyecanla, sarsıcı açlığını unutarak.
Bütün çaba ve azmine rağmen
istediği
sonucu alamadı, bir noktadan sonra izleri ve kokuları kaybetmişti. Yorulmuştu
da, kalan gücünü yarına saklamalıydı. Buralarda avlayacak bir hayvan
bulamamasına üzüldü. Akşamın başında gelen o harikulade serinlik de uçup
gitmiş, boğucu bir hava hüküm sürüyordu ormanda. Dereye inip su içti kana kana.
İçi ferahladı. Dille ağzına suyu ustalıkla almak her zaman zevkli gelmişti ona.
Tam bu sırada aklına yaşlı kurt geldi ve dereyi takip edip o tarafa ilerlemeye
başladı, “bakalım bu moruk ne yapıyor?” diye düşünüyordu. Asıl mesele şuydu:
Ormanda açlıkla ve yalnızlıkla sefilleşmişsen yaşlı bir kurt kıymete biner.
Şimşek gibi güçlü biçimde bunu hissediyordu, bir nefes de olsa o kurdu görmek
ona moral olacaktı.
Ormandaki
diğer kurtları düşündü, şöyle kuvvetli, kendi gibi azimli ve genç kurtlarla
tanışsa, yoldaş olsa ne güzel olurdu. Can sıkıntısı hissetti. Avlanacak gücü
olsaydık keşfe, kurtlar ormanda bu vakitlerde araştırmalarını yapar ve
avlanırını ele geçirirdi. Siyah kurt açlıkla sersem ve bayılacak gibi halsiz
ilerliyordu. Av bulamadığı için kendini
beceriksiz olarak düşündü. Ama ormanda her gece yiyecek bulunmazdı, bir kurt
bir gece avı yakalamışsa ve sabah da kalanlarla yetinmişse, kalan ufak parçası
diğer hayvanlar yerdi; kuşlar, kargalar, çakal ve tilkiler, kirpiler. Böcekler.
Ve kurt yeni bir av yakalayana kadar aç gezerdi.
Bıkıp
usanmadan av arardı ve bu giderek bir delirme halini alırdı, zihni ve
içgüdüleri en uç, en imkansız görünen noktalara ilerlerdi. Açlıkla; yani
hayatta kalma içgüdüsüyle bambaşka bir bilinç eşiğine varırdı. Tek koyunla
doyacağı halde çiftçinin onlarca koyununu boğazlardı kurtlar. Öldürmekten büyük
haz duyarlardı çünkü. Günler süren açlığın tepkisi. İçgüdülerinin yazılımının
neticesi.
Siyah
kurt yaşlı kurdun dediklerini hatırladı aniden: “Bol şans. Bir şey
yakalayamazsan buraya gel. Senin için yiyecek ayarlarım.”
“Acaba bunu
yapabilecek bir sırrı mı vardır? Yaşlı kurtlar muazzam tecrübe ve bilgileri
sahiptir” diye düşündü, onu hafife almıştı. Hatta işe yaramaz görmüştü. Belki
de o bunak bir kurttu. Her neyse. İçinden güldü: “Ben sefilsem o kesin benden
daha sefil haldedir.”diye düşündü. Yalnız olmaktansa onunla geceyi geçirmek iyi
bir fikir olarak göründü gözüne, hatta vazgeçilmez tatlı bir fikir. Onun
Yanında atalarını, eskileri yad edebilir, iyi hissedebilirdi.
Yaşlı
kurdun pinekledi bölgeye geldi, onun tam su içtiği noktaya geldi, çamura girdi,
az daha ilerledi, burası suyun temiz aktığı bölgedeydi, onun gibi hareket
ediyordu, onu taklit ediyordu, pamuk
gibi yumuşak tabanları serinlikle rahatladı. Pençelerinin arasındaki kir, çamur toprak gevşeyip akıp
gitti suyla. Ay ışığı düşmüştü derenin üstünde, suyun altındaki kimi taşlar
parlıyordu. Onurlu ve sakin hareket eden dereye zevkle baktı. Kimi taşların
yarısı suyun altındaydı. Ay ışığı onları parlatıp ışık oyunu başlatmıştı,
birinin üzerinde bir kurbağa duruyordu. Derenin durağan kısmında vıraklayan
kurbağaların sesini dinledi, sivrisinekler vardı, yüzüne hücum etmişlerdi.
Dereden çıktı. “Nerdeydi şu moruk ?” Canı iyice sıkıldı. Üzüldü. Açlıktan daha
beter olan yapayalnız olmasıydı. Aniden bir ses duydu, ince bir ayak sesi,
çıtırtı. Sese doğru gidiyordu, ses kesildi, ne tarafa gideceğini bilemedi, çöküp
bekledi seslere kulak kesilerek. İyi bir şey olacaksa bütün kalbiyle, kötü bir
şey olacaksa bütün gücü ve tecrübesiyle bekliyordu. Ses çok geçmeden yine
başladı ve siyah kurt o tarafa gitti. Sesin geldiği yönde çok iyi bir ağaç
vardı, siyah kurt gözlerini oraya dikti, bu yaşlı kurt olmayabilirdi de.
Ağacın
ardından bir karanlık belirdi, yavaş
hareket ediyordu ve ay ışığının etki alanına, coşkulu parlaklığına girdi, bütün
gövdesini ay ışığı yiyordu, ya da ay
ışığı o gövdede asıl şanını elde etmiş, çok mutlu biçimde gülümsüyordu, o
harikulade gövde çok parlak ve gösterişliydi. Evet, bu yaşlı kurttu ama sanki
bir dönüşüşüm geçirmişti.
Yaşlı
kurda ne olmuştu böyle? Nasıl böyle genç ve dinamik bir görüntüye sahip
olmuştu. Sanki bu genç hali o yaşlı hali üzerinden silindirle geçmiş gibiydi.
Bir an
o kurdun başka bir kurt olduğunu sanmıştı.Ama onu sezgisel olarak tanımıştı,
yani onun yaşlı kurt olduğunu hissetmişti.
Gerçek
üstü bir şeydi bu.
Doğaüstü
bir şeydi bu.
O an
öyle bir olmuştu ki siyah kurt bunu zihninin yorgun ve gözlerinin bulanık
bakmasına yordu.
Bir ya
da iki saliseydi o garip durum.
Sıska
ve işi bitik kurt nereye gitmişti?
YARATICININ
BÜYÜKLÜĞÜ ve GÜCÜ
Dağlardan
alan şelalelerin dibindeki parlak beyaz taşlar gibi bir beyazlık gözüne
çarpmıştı. Antik yunandaki ya da
yüzyıllardır çocuklara anlatılan hayvan masallarındaki, efsanelerdeki canlanan
heykeller gibi bir heykel gibiydi gördüğü, taşken aniden canlanan. Kusursuz bir
başyapıttı,
siyah
kurdun ona sarılmak, onu yalamak, sırnaşmak ve koklaşmak dürtüsüyle kucağına
atılmak isteyeceği bir çekim vardı onda.
Parlayan
bir canlı heykel…
En değerli ve en güçlü
ruhların ışığı taşıyan
heykel. Mucizevi heykel
ve ay ışığı sırtına
vurunca kırmızı köpüklü bir çizgi
oluşturmuştu. Gözleri açık pembeydi. Dipdiri bir kurttu, boyu posu
harikuladeydi. Siyah kurt şimdiye kadar hiç o kadar cüsseli bir kurt
görmemişti. Harikulade fantastik bir şey vardı gözünün önünde, akıl almaz güzel
ve fantastik bir kurt.
Onda yaratıcının büyüklüğü ve mükemmel
gücü parlıyordu. Siyah kurt bu güzellik ve iyilik karşısında korku duydu, şoke
olmuştu. Gencecikti bu kurt. Ama 50 kurtla tek başına kavga edip sağ çıkmış
gibi olgun ve cesur bakıyordu. Ağzı aralıktı ve çok büyük dişleri parıltılar
saçıyordu mücevher ışıltısı gibi ve aniden bu görüntü sihir gibi kayboldu ve
yerine sıska, ceset gibi bakan bir pislik ve yaşlı kurt geliverdi, hastalıklı
bakışlı.
Bu hayattan umudunu kesmiş keş bakışı
gibi bir bakıştı ve onda bir muziplik de vardı.
Gülümsedi yaşlı kurt.
Siyah kurt onu genç ve yakışıklı
haliyle gördü bir an.
O gülümseme çok derin geldi gözüne, gülümseme
iyice açığa çıkıp parladı kanatlandı kara burnunda.
“Hayal gördüm sanki; ama gerçek
gibiydi.” dedi siyah kurt.
“Demek öyle.”
“Sen bir şey biliyorsun?”
“Hayal mi, gerçek miydi, çok garip,
şimdi eski halindesin.”
“Demek öyle.”
“Senin bir sırrın var?”
“Her kurdun bir sırrı vardır” dedi,
gülümsedi, “Senin bir sersem ve işi bitik zavallı olduğunu düşünmüştüm.”
“Olabilir, bazen her kurt bu duruma
düşer. Yaşlandım ve eski gücüm kuvvetim kalmadı.” Yine gülümsedi, “sen çok
yakışıklı bir kurtsun, dilerim güzel bir geleceğin olur. Büyük ve güçlü bir
sürünün lideri olursun. Bütün kalbimle bunu diledim senin için.”
Bunu çok içten ve samimi biçimde
demişti, siyah kurt onun bir melek
olduğunu ya da melek kalpli iyi bir kurt olduğunu düşündü, delice hoşlanmıştı
ondan, bu yaşlı kurdun enerjisinde büyüleyici bir şey, bir tatlı şey, bir karşı
konulmaz güzellik vardı. Ve siyah kurt onun hakkında hep olumsuz şeyler düşünüp
durmuştu, kendinden utandı.
Bu yaşlı kurdun bakışlarında ve
sözlerinde onu çok rahatlatan, mutlu eden bir şey vardı. Bu eziğin bakışı,
gülümsemesi, cana çok yakın bir şeyler vardı onda. Birden koşup ona dalmak
istedi, şakadan, hırlayıp ısırmak bir yerlerini. Onunla oynaşmak çocukluğundaki
gibi. Kardeşleriyle ya da hoş görülü büyükleriyle yaptığı gibi. Ne güzel burun,
tam ısırılası! Kulaklar. Sırt. Ense. Gövde. Her yeri çok ısırılası! Çok güzel!
Kardeşlerini sevinçle ısırıp yalardı.
Bazen acıdan bağırtırdı, kendini kaptırdığında ve bırakırdı. Bu kez kardeşi
bastırırdı hırs ve öfkeyle.
Şu pis moruğa hücum edip onu yalamak istiyordu
delice.
“Seni ucube!” diye mırıldandı
sevinerek, hücum edecekti; ama çocukça davrandığını ve sonuçlarının ağır
olacağını akıl etti son anda. Bu yabancıyı tanımıyordu ki.
“Ne dedin?” dedi yaşlı kurt.
“Hiç.”
“Bir
şey dedin?”
“Seni
gördüğüme sevindim, usta.”
“Usta,
ha?”
“Ne
oldu? Hoşlanmadın mı ya da beni yalaka mı sandın?”
Güldü: Y alaka
kelimesi hiç hoş değil. Ama “Usta’ kelimesini çok severim. Bir ara öğrencilerim
vardı. Bana ‘Usta’ derlerdi. Yollarına ölürdüm, onlar da benim için.”
“Senin
için ölürlerdi demek. Kendini çok çekici ve havalı biri olarak anlatıyorsun ve
çok yaşlısın. Atmıyorsun ya?”
“Yok
canım. Sana yalan borcum mu var, beni tanımıyorsun.”
“Bak
orasını iyi dedin.”
“Kafasıza
benzemiyorsun; umarım öyle bir kurt değilsindir.”
Güldü:
“Yok, usta.”
“Demek
öyle.” Gülümsedi, “Sen bana az önce seni ucube demedin mi?”
“Yok, sana öyle geldi, “kendi kendime konuştum.”
“Gel
yanma” dedi, “karanlığa girelim.”
“Neden?”
“Gir
gir.”
“Bana
orada kötü bir iş yapmazsın, değil mi?”
Yaşlı
kurt güldü: “Ben yaşlı bir kurdum, sen gençsin ve ben dostum.”
“Umarım.”
Siyah
kurt, onun peşinden korkarak ilerledi.
Yaşlı
kurt, kısa bir yürüyüşten sonra onu gizli yerine, buzdolabına götürdü.
Siyah
kurt, orada gözlerine inanamadı. İyice yaklaştı ve kokladı yerdekileri, kan
kokusu baş döndürücüydü: Yerde üç av vardı otların üstünde ve çok leziz
görünüyorlardı.
“Bunlar
da ne böyle?!”
“Sülün.
İki tane yakaladım.”
“Nasıl
becerdin bu işi?”
“Açsan
yiyebilirsin.”
“Ya
sen?”
“Aç
değilim.”
Siyah
kurt, sevinçle yumuldu sülünlere. Kanatları çekip attı. Tüy müy demeden
neredeyse sülünleri bütün yutmuştu. Bacakları bile kıtır kıtır çiğneyip yuttu. Tam
doymamıştı; ama midesindeki isyan susmuştu, kanlı suratını, burnunu temizlemeye
başladı, sonra onun yanına uzandı, pençelerini yalamaya başladı, temizlik
olmazsa olmazdı, o ara sordu: “Bunları nasıl yakaladın?”
“Sen
gittikten sonra bekledim. Beni ilk
gördüğün yerde.
Orası
ormanda gizlenen birçok hayvanın, kuşun dereye inip su içtiği patika… Sen anlaşılan kuş yakalama işini
hiç bilmiyorsun.”
“Hayır.
Böyle bir şeyi hiçbir kurtta görmedim, duymadım da. Senden öğreneceğim çok şey
var anlaşılan.”
“Dost
olacağımızı da nerden çıkardın?! Ayak bağından hiç hoşlanmam.”
“Ben
öyle asalak, yaramaz ve beceriksiz bir kurt değilimdir, usta.”
“Yalakasın
sen!”
“Yok
usta, bu kelime hiç hoş değil demiştin?”
“İlk
sen kullandın ama.”
“Orası
öyle. Tamam; dost olman gerekmiyor benle. Kuşları nasıl yakaladın?”
“Uyuzun
tekine benziyorsun, ucube bir yön de var sende; ama bilgi vereyim sana. Ormanda
saklanan hayvanlar gece ya da gündüz su içmek için dere kenarına inerler. Belli
yolları kullanırlar. O yollarda pusuya yatarsan istemediğin kadar havyan
yakalama şansı elde edersin. Tabi onlardan hızlı, kurnaz, çevik ve akıllı
olabilirsen. Uçan hayvanı yakalamak çok zordur. Sülün tavukgillerdendir, vahşi
doğada yaşanları var, çiftlikte yetiştirilenleri var, yakaladıklarım çiftlikten
kaçmış olmalı. Kaçmayı beceremediler; onları çok kolay yakaladım. Ormanda
ördekler irili ufaklı kuşlar vardır, otların arasına gizlenirler bazen. Yuva
yaparlar. Yiyecek bulmak için yerde gezinirler.
Ördek
ve kazlar yeşil otları, sürgün otları pek severler.”
“Hiç
bilmediğim şey bunlar.”
Zamanla
deneyim kazanırsın, kafanı çalıştırırsan.
Senin
yakaladıklarını yedim, kendimi asalak gibi hissettim. Emin ol sana borcumu
ödeyeceğim.”
“Senden
hiçbir şey istemem, evlat.”
Siyah
kurt, onun saygı duyulacak cinsten bir kurt olduğunu anlamıştı. Kendini onun
hizmetçisi gibi hissediyordu; ama beş gram bir iyilik yapmamıştı onun için.
Ayaklandı.
“Usta sen
rahatına bak, güzel güzel uyu, ben etrafı gözetlerim.”
“Yok; asıl
sen rahatına bak. Öyle derin uyumam ben.”
Siyah
kurt ona sorular sorup duruyordu. Onunla sohbet açmak ufkunu açmış, yalnız
yüreğine çok iyi gelmişti. Kimileri yaşlı kurda bay gezgin Vega diye hitap
edermiş. Vega ona birkaç serüvenini anlattı, bu serüvenler tam da Siyah kurdun
içinde olmak isteyeceği tehlikeli ve sürükleyici serüvenlerdi. Bir geyik
peşinde haftalarda gidip onu indirmeler, bir ayıyla kavga, sekiz kurda karşılık
tek başına verdiği kavga. Siyah kurt en çok bunu sevmişti, yaşlı kurt genç
erkek kurtlardan oluşan bir çetenin topraklarına girmişti yanlışlıkla ve çete gece
vakti baskın yapıp onun çevresini sarmıştı, öldüresiye bir kavga başlamış,
yaşlı kurt sürünün üç üyesini öldürünce diğerleri bir savaşçıyla karşı karşıya
olduklarını anlayıp korkup geri çekilmek zorunda kalmıştı. Bu olay geçen sene
olmuştu. Siyah kurt onun yaşlı haliyle sekiz kurdun hakkından gelmesine
şaşmıştı.
“İşte o
anlar senin yanında olmak için neler vermezdim ki” dedi siyah kurt.
“Şiddeti
hiç sevmem, özellikle diğer kurtlara karşı. Mecbur kaldım ve onlara bir ders
verdim. Bir savaşçı kurt sevginin var olabilmesi için savaşmalıdır sadece,
barış için. Canını kurtarmak için. Çünkü yaratıcının büyüklüğü ve gücü bunu
emreder.” dedi yaşlı kurt, gözlerini gökyüzüne, parlayıp sönen yıldızlara
dikti.
Oh
yıldızlar öyle güzel ki. Onları her gece seyrediyorum.
Siyah
kurt yıldızlara mızıldır ha diye düşündü, açlıktan yıldızları seyredecek hal mı
kalıyor ki.
“Yoksa
sen onları seyretmiyor musun?”
“Hayır.”
“Sen o
sülünleri nasıl yakaladın? Aklım almıyor, pek yaşlısın.”
Yaşlı
kurt güldü:“Zeka, tecrübe.”
Sabahları
uyanınca ne yapıyorsun
Ne
yapayım, açlık hissedip kalkıp dolanıyordum. Aptal aptal esnerim. Kaşınırım.
Gerinirim. Lanet olası ormanda yine yiyecek bulmam lazım diye düşünürüm, midem guruldar. Öfe duyarım çayıra çimene ota
böceğe dalarım hırsla. Kelebek gelir, sinirlenirim, böcekler üşüşür, sinekler,
en nefret ettiğim lanet olasıca şeyler.
Sabah
ormanda bir başka güzeldir, gün doğarken, günün ilk ışıkları ormana vururken, o
alaca karanlıkta hep ilk gençlik zamanları hatırlarım, ışık dalların arasında
dans eder ve her yerde başka bir yansıması vardır, kıvrılıp süzülür, uçar
gider, kuş gibi ve yeniden gelir, dalların arasında, en gizli yerlere dalar
yumuşak biçimde. Bazı yerlerde uykulu bakar, bazı yerlerde aşık, bazı yerlerde
savaşçı, bazı yerlerde mücadeleci.
Usta,
düşündüm de yarın uyanınca söylediğin şeylere bir bakayım, yani sen sanki başka
bir gezegen anlatıyorsun, böyle hiç görmemiştim.
Efsane
ol. Her zaman. Her durumda.
Nasıl.
Zamanla
öğreneceksin. Hayata en güzel şey nedir sence?”
“Bilmem.”
“Bir
şey bulmuşsundur.”
“Ailem”
diyecekti. Üzüldü. Kalbindeki acıyı hissetti yüreği acıyla doldu.
Gözleri
doldu.
“Neyin
var?”
“Duygulandım
birden.”
“Neden?”
“Boş
ver.”
“Anlat
istersen iyi gelir.”
“Sonra
belki. Bu bana acı veriyor.”
“Acısız
öğrenemez kurt.”
“Beni
geç usta. Sen konuş. Hayattaki en güzel şey nedir sence?”
“Mücadele
etmek.”
“Ne
için?”
“İyi
bir şey için. Güzel bir şey için. Kayda
değer bir şey göremiyorsam bile taşıdığım yürek için devam ederim.”
“Yok be
usta, tek başına ormanda kalmak zor.”
“Tek
olursan ormanın ruhunu kavrarsın. Yanında başka kurtlar varken onu anlaman
zorlaşır. Yalnızlık iyidir. Yalnızlık savaşçı yapar seni.”
“Sen
nasıl katlanıyorsun?”
“Öyle
bir şey hissetmiyorum ki. Hayata en güzel şey baş belalarını aşabilmek azmidir.
Engel ve zorlukları aşmak istemesidir kurdun, bu uğurda dökülen her emeğin
anlamı vardır, bana İlham eren işte bu. Çetin işlerle mücadele etmek…beni
en çok mutlu eden şey budur.”
“Bana hiç öyle gelmiyor, ölü kurtulsam
çok iyi olur. Hayat beni çok yordu, onu bir türlü anlayamadım.” (bunu cidden
demiyor)
“Zamanla öğrenirsin. Kendini önemsememeyi.
Kendini önemsemezsen dünyayla bir olursun.”
“Demek öyle. Dedim; ama anlamadın.”
Diğeri güldü. “Zamanla anlarsın. Ormanın
ruhuyla birleşebilmen için kendini hiçleştirmen lazım.”
“Nasıl?”
“Seveceksin, her şeyi ve hayatı
seveceksin. Yumuşak olacaksın”
Güldü siyah kurt.
“Bazen dayanacak gücüm hiç kalmıyor,
ertesi güne sağ çıkmayacağım diyorum; ama çıkıyorum, bıktım usandım.
Açlıktan. Teklikten.”
“Unutma. Sen ay ışığısın.”
“O da nerden çıktı?” dedi gözleri
parlayarak.
“Öylesin.”
“Neden?”
“Öylesin. Senin görevin bu.”
“Benim görevim mi…
hiçbir şey anlamadım. Neden bana ay ışığısın dedin, ben malın tekiyim.”
Öylesin çünkü. Malın teki olduğunu
onaylamadım. Sen ay ışığısın.
Benim fazla ömrüm kalmadı. Sonra sana
neden öyle dediğimi anlarsın.”
“Şimdi açıklar mısın?”
“Efsane ol. Her durumda. Bunu sakın
unutma.”
Siyah kurt, her nedense korkunç bir
kalp sıcaklığı hissetmişti yaşlı kurda karşı, ona sokuldu, bana kızar diye
korkuyordu, az sonra biraz daha sokuldu ona, az sonra biraz daha, siyah kurdun
gövdesi yaşlı kurdun gövdesine değiyordu şimdi. Babasına ya da annesine sokulduğu
anları hatırladı, muazzam mutluydu, bu yaşlı kurt ilginç şeylerle doluydu. Akıl
almaz güzel bir şey vardı bu yaşlı kurta.
“Ay ışığısın” diye kendi kendine
mırıldandı.
Yaşlı kurt şöyle dedi: “Burnuna iyi
bak.”
“Neden burun?”
“Burun çok önemlidir.”
“Çok garip kendi bana.”
“Kurt burnu sayesinde hayatta kalır.”
“Hah! Gerçekten malın tekiyim, bunu
bile anlayamadım.”
“Oraya sihirli bir öpücük koydum.”
Siyah kurt güldü: “Şakacı kemik torbası
seni. İyi palavra sıkıyorsun, hepsi çok güzel, hepsine bayıldım. Seni buruşuk
bunak, seni tatlı bunak!”
“Mankafa seni! Sen öyle san. Çok zoruma
gitti. Konuşmuyorum senle. Küstüm sana. Sefil! Aç! Dünya kurtlar arası zeka
şampiyonu!”
Öteye gitti, ağacın arkasına. Sesi
geldi:
“Tamam, sakin ol, sen bilgesin, bu
kadar az anlayanı ilk kez gördüm ama, sinirlenmekte haklıyım, taşa anlatsam
anlar, ama bu anlamıyor. Deli etti beni. İstifa ediyorum bilgelikten, bana
bunak dedi ya, boğazına yapışacaktım zor tuttu kendimi, buna laf anlatmaya
çalışmaktan göbeğim çatladı ya, beyni yokmuş gibi konuşuyor, yok, sonunda ben
bunu döveceğim” diye kendi kendine konuşuyordu.
“Şaka yapmıştım sadece. Yedin! Hah Hah
hah!” dedi, gülümsedi, yaşlı kurt da gülümsedi: “Ben de şaka yaptım. Gülerek mutlu olmanı istediğim için.”
“Hım” dedi ona göz kırptı, “sende iş
var moruk. Yani usta kurt!”
“Evlat ruhunun üstüne kalbimin en üstün
ışıklarını döktüm, kalbimin ışıklarıyla kalbinin üstüne annemin sütünü ektim,
enerjinin üstüne ölmez yıldızların taylarını bıraktım. Her zor durumda efsane
ol, unutulmaz ve yenilmez ışıklar saç. Tanırının ve ekibinin en sadık
direnişçisi ol. Öleceğim çok yakında ve en zor durumlarda ruhum seninle olacak.
Bunu sakın unutma.
Birçok dediğini. Anlamadım ama kulağıma
çok hoş geldi.
Sen seçildin evlat, seçildin, sen en
şanslı olanlardansın.”
“Ne için seçilmişim, benim ne özelliğim
varmış ki tek av yakalayamadım ahmağın tekiyim.”
“Ruhunun parladığı zaman gelecek. Kafan
gökkuşağı gibi parlayacak. Zihin çok kuvvetlenecek. Kalbin çok kuvvetlenecek.
Ruhun çok parlayacak.”
“Benim gibi bir aptalın ha. Neden?”
“Çünkü sen Tanrı’nın kendi için ayırdıklarındansın.”
“Anlamadım.”
“Tanrı varsa neden her gün açım.
Sefilim. Gökyüzündeki Tanrı hiç de urumda değil.”
Yaşlı kurt güldü: “Şimdi uyuman gerek”
dedi usul sesle.
Aniden siyah kurdu ağır mı ağır bir
uyku bastırdı. Uyumak istemiyor; ama göz kapakları kapanıyordu, yaşlı kurdun
bal gibi tatlı sözlerine doymamıştı daha.
Siyah kurt, alaca karanlıkta uyandı,
burnuna bir kelebek konmuş, onu kaşındırıp uyandırmıştı.
Çevresine bakındı, ışıklar dikkatini
çekti, gün doğuyordu ormanda. Güneş ışığı
ormanda farkı farklı yansımalara, ışıklara yol açıyordu, harikulade
ışıklar ilk kez dikkatini çekiyordu, daha önce bakar körmüş meğerse. Yaşlık kurda
bakındı, yoktu, gitmişti, derin bir üzüntü hissetti, kalbi sızlıyordu, gözlerinden
yaşlar düştü.
Karnını doyurmak için ormanda dolaşıp
durdu, sonra çalıların içine yattı, canı sıkkın biçimde, kuru ot kokuları,
ağaçların kokuları hoşuna gitmişti, yüzyıl uyurdu böyle, karnı açtı ama
huzurluydu.
Akşam oldu. Siyah kurt hava tam
kararınca ayaklandı. Burayı terk etmeye karar verdi, gündüz bir domuz bile
görmemişti, domuzların olmadığı yerde yiyecek bir şey bulunmazdı. Gökyüzünde ay
vardı, karnı çok açtı ve gözünü dört açmıştı. En ufak ya da önemsiz fırsatı değerlendirecekti.
Durdu ve aya baktı. Yaşlı kurdun dediklerini hatırladı: “Ay ışığısın.” Güldü.
“Saçmaladı işte, bunak herif” diye düşündü. Yol alıyordu ve yaşlı kurtla
başından geçenleri düşünüyordu, yaşlı kurt rüya gibiydi. Onunla geçen her
saniye. Onun kadar asil ve güzel bir kurt tanımamıştı. Tanıdığı için mutluydu.
AÇ KURT
SÜRÜSÜ
Kar
fırtınasında siyah kurt ve sürüsü tek sıra halinde ve ağır ağır ilerlemektedir, her biri tam diğerinin arkasındaydı, böylece
karın ve çok şiddetli rüzgardan az da olsa korunabiliyorlardı. En öndeki siyah
kurt en korumasız olandı. Şiddetli rüzgar burun deliklerinden içeri girip zorluyordu,
nefes kesiyordu, gözlere hücum ediyor, bakışı tamamen köreltiyordu. Siyah kurt
başını iyice öne eğmiş ilerliyor, arada gözlerini açıyordu, kar, şiddetli
rüzgar canavarca hücum ediyordu sürüye, az sonra işinin biteceğini düşünüyordu
ama devam etmeliydi. En kötü anımdayım diye düşünürken imdadına yetişti bir
söz.
Siyah
kurt yaşlı kurdun sözlerin hatırladı:
“Evlat ruhunun üstüne kalbimin en üstün
ışıklarını döktüm, kalbimin ışıklarıyla kalbinin üstüne annemin sütünü ektim,
enerjinin üstüne ölmez yıldızların taylarını bıraktım. Her zor durumda efsane
ol, unutulmaz ve yenilmez ışıklar saç. Tanrı’nın ve ekibinin en sadık
direnişçisi ol. Öleceğim çok yakında ve en zor durumlarda ruhum seninle olacak.
Bunu sakın unutma.”
Siyah kurt durdu, sürüden sesler geldi.
Arkada ne oluyordu acaba? Şimdi bir de
geriye mi gidecekti, bu baş belalarını yönetmek de pek zordu. İlerlemeliydi.
Birkaç adım attı, yalnız günlerinde pek
huzurluydu, açtı ama huzurluydu, gökyüzündeki aya keyifle bakar, kafasına esti
mi yatar uyurdu, bu baş belaları hep sorun çıkarıyordu, “arkada ne oluyorsa
olsun, ilerlememiz lazım” dedi kendine,
birkaç adım attı,
daha ileri gidecek güç bulamıyordu
kendinde. Bir damla gücü kalmamıştı sanki, zorladı, gidemiyordu.
Dinlenmeliydi. Zorlamak yenilmek
demekti. Arkada ne oluyordu? Bununla ilgilenmeden önce kendini
sakinleştirmeliydi, gidip oraya onlara, sorun çıkaranlara hırlamak istemiyordu.
Bu baş belalarına iyi davranmalıydı. Güzel şeyler düşünerek motive etmeye
başladı kendini: Fırtına
dindiğinde, gün doğduğunda birçok hayvan leşi olacaktı buralarda, kar fırtınasına
dayanamayan ya da yolda yakalanan ya da uygunsuz yakalanan birçok hayvan
ölecekti. Önceki kıştan böyle olduğunu biliyordu. Şimdi ilerleyecek güç bulmuştu kendinde, bir
şey fark etti ilerde, bir ışık, köy evinin penceresinde görünen kirli aydınlık.
Çok ilerdeydi, cılızdı, hayal ve gerçek arasında gibiydi, moral vericiydi. Bu
kaybolmadıklarının, doğru rota üstünde olduklarının işaretiydi. Bir ara rotadan
şaştıklarını düşünmüştü, şimdi içi çok büyük biçimde rahatlamıştı.
Öteki taraftan bir
koku aldı. İlerledi. Eski bir samanlıktı burası. Yüz yılık olmalıydı. Birçok
yeri kırılmıştı. Siyah kurdu takip etti diğerleri. Çer çöp olmuş saman vardı
içerde. Birkaç güvercin samanlığın tepesinde uçuştu.
Bir
süre burada pinekleyeceklerdi. Samanların arasında sıcaklık vardı ve siyah kurt bütün ekiple ilgilenmeye
başladı. Arkada olan olay ise; iki genç erkek kurdun birbirine sataşmasıyla
olmuştu, açlık sinirlerini bozmuş, biri kayıp ötekine toslayıp üstüne çıkınca
kavga çıkmış, bir süre sürmüş, ötekiler araya girip ayırmış bunları.
Siyah
kurt her birinin durumunu soruşturuyor, ne düşündüğünü ve hissettiğini
öğreniyordu. Her biriyle sohbet etti ve en son Zifin’in yanına geldi. Ona şöyle
dedi takılarak: Çok yakışıklı görünüyorsun; ama çok moralsizsin. Seni hiç böyle
görmemiştim. Bitiksin.
“İğrenç
demek istediğini biliyorum.” Güldü, siyah kurt da güldü.
“Herkes
iğrenç” dedi Zifin, “bu aralar hep böyle.”
“Sen
herkes gibi olamazsın ama; bunu çok iyi biliyorsun. Az önce kavga eden ikisiyle
konuştum, yok bana çarptın ettin diye birbirlerini yiyorlardı. Sen Zifin’sin,
sen bu az gelişmiş hayvanlarla bir olabilir misin?”
“Onlar
genç çocuklar usta, zamanında ben de öyleydim..”
“Hiç
sanmıyorum. Senin onlara ve diğerlerine örnek olman lazım bu zor günlerde. Ama o
ateşini hissettiğim azim ve kuvvet ateşi yok gözlerinde. Kıvılcım atardı zor
günlerde. En güçlü hale gelirdin. Senin neyin var dostum?”
“Ne
bileyim. Çok açım. Hayatımın en berbat gecesi bu. Şu fırtına olmasaydı eğer. Sen
nasıl katlanıyorsun. Kapasitene şaştım. Çoktan pes etmeni bekliyordum. Fırtına
çıktığı ilk an çok fazla gitmez, sabaha kadar bir yerde konaklarız, diye
düşünüyordum. Hayal kırıklığına uğradım. Nasıl oldu da pes etmedin. Hayretler
içindeyim. Senle tanıştığımız ve dost olduğumuz ilk günden beri hep düşündüm,
diyelim bir sebeple düşman olduk ve hayatta kalma savaşı vereceğiz, birimiz
ölecek, o kavganın sonunda hangimiz hayatta kalır? Bunun cevabını buldum, kesin
beni yenersin. Oysa ben seni yenebileceğimi düşünürdüm hep.”
Demek
öyle ha, bu belli olmaz, belki de sen beni yenersin. Seni ilk gördüğüm
zamanlardaki halini hatırlıyorum.”
“Gel
şöyle” dedi Zifin, “sana bir şey göstereceğim, kırık tahtanın aralığından baktı
ileri: “Şu ışığı yanan köy evi. Basalım orayı.”
Siyah
kurt onun baktığı yöne baktı ve güldü hafifçe: “Demek fark ettin orayı.”
“Evet,
ahıra girmeden bir an önce. Zınk diye. O kadar açım ki, gözlerim çareyi
mıknatıs gibi çekti.”
“Bak
dostum, orayı kimseye deme. Akıllı bir kurt yolunun insanlarla kesişmemesine
dikkat eder.
Yahu
tamam, beylik laflar etme, biliyoruz bunları biz, dünkü çocuk değiliz. Ne
olursun usta, bana bırak, oraya gideyim. Orada bir ahır var. Sessizce
hallederim işi. Kimsenin ruhu duymaz.”
“Olmaz,
Zifin, böyle şeyler söyleme, bana yalvarma.”
Gel şu
tarafa gidelim. Kimse duymaz bizi.”
İlerlediler
ve samanın içine uzandılar.
“Oh be,
dünya varmış, her yerim ağrılar içinde birader, nicedir böyle yumuşacık
samanlar üstüne uzanmamıştım” dedi Zifin, sürüdeki gençler, biraz daha zaman geçsin
sana kafa tutacaklar
“O
biraz zor.”
“Neden?”
“Çok
zorlu bir gençlik yaşadım. Peki sen?”
“Zordu.”
“Çok
acı çektin mi?”
“Evet. Dövüldüm.
Kurşunlandım, nerdeyse ölüyordum.”
“Ama
hayatta kalmayı başardım. Şu insanlar…onlardan delice nefret ediyorum. Mümkün olsa hepsinin
gırtlağını sıkıp öldürmek isterdim.”
Siyah
kurt ona gülümsedi.
“Bizi
nereye götürüyorsun?” diye sordu Zifin.
“Yiyeceğin
bol olduğu bir yerlere. Bilmiyorum.”
“Bırak
şimdi. Bildiğin bir şey var, söyle? Bu aramızda kalacak.”
“Bir
geçit var, oradan gece geçersek iyi olur. Çünkü gündüz geçemeyiz.”
“Neden?”
“Burası
başka kurtların bölgesi. Çok da acımasızlar. Korkunçlar ve bizden iriler.”
“Buradan
daha önce geçtin mi?”
“Hayır.
Ama geçitten geçmeyi başaranlardan bilgi aldım, onlar da gece geçmişler.
Fırtınalı havada.”
“Yani
mesele yiyecek meselesi değil meselemiz.”
“Bu
havada hiçbir kurt yiyecek aramaz. Açlıktan ölecek gibi olsa bile.”
“Bizi
kandırdın. Bizi manipüle ettin.”
“Hayır dostum. Birçok şeyi sürü başı bilir,
gerisinin bilmesine gerek yok. Korkarlar, azimlerini yitirirler, dirençleri
düşer, motivasyonlarını yitirirler.”
O halde
bu gece burada dinlenelim. Sabah fırtına geçer. Gece yola çıkarız.”
“O
geçitten ancak fırtınalı hava geçebiliriz dedim ya.”
“Bölgenin
sahibi kurtlar acımasız dedin.”
“Evet.”
“Biz
onları ezip geçemez miyiz?”
“Duyduklarımı
duymak istemezsin.
“Bence
gündüz vakti sakin sakin geçmeliyiz oradan, sinikliği kendim bildim bileli
sevmem ve hazmedemem, saldıran olursa icabına bakarız. Yoksa korkuyor musun?”
“Korkmakla
ilgisi yok.”
“Neyle
ilgisi var?”
“Ailenin
iyiliğiyle. Büyükler var, küçükler var, ufaklıklar var. Başına buyruk kararlar
verirsen ortada sürü mürü kalmaz. Akıllı, planlı ve zekice hareket eder usta
kurt, savaşmadan savaşı kazanır. Kan dökmeden zaferi kazanır.”
“Hım,
aklıma çok yattı, sık sık mankafa olduğumu bana çok güzel anımsatıyorsun
dostum. Kalın kafalının teki olduğumu bu gece bir kez daha anladım.”
“Yok.
Cesur, yürekli ve gururlu bir kurtsun.”
“Teşekkür
ederim, keyiflendim, bir süredir açlığımı unuttum, bu sohbet çok iyi geldi
bana.”
“Konuştuklarımız
aramızda kalsın.”
“Elbette
dostum.”
“Gün
aydınlanmadan geçitten geçmemiz lazım. Ve oraya çok az kaldı.”
Güldü:
“Ben bitiğim. Burada uyur kalırım herhalde.”
“Bunu
sakın yapma.”
“Ciddi
demedim.”
“Senle
nasıl tanışmıştık? Hatırlıyor musun?”
“Bunun
bir önemi yok şimdi? Çok eski bir masal o. Güzel günlerdi, hayat hakkında pek
bilgi sahibi değildim o dönem.”
“Senle tanıştığımız günü hatırlıyor musun?”
“Evet.
Taze geyik kanı gibi.”
“Şu zor
zamanda lütfen biraz fazla diren. Bu gece bitmeden hedefimizi
gerçekleştireceğiz. Fırtına bitecek ve gün aydınlandığında yeni topraklarda
ilerleyeceğiz, avın bol olduğu bir yer bulacağız ve oralar bizim olacak.”
Zifin sevinerek
dedi ki: Şöyle 60 geyik hayal ediyorum, hepsinin boynuna dişlerimi geçirdiğimi
ve dilimin kan tadı aldığını hissediyorum, sıcak kan, şah damarının sıcak leziz
kanı, köpük küpük kanı, kaygan ve pelte pelte gırtlağımdan aşağı süzülüyor kaba
et gibi, yağlı et gibi. Sıcak ıslaklık hissi muhteşem, geyiklerin delice
koktuğu an öyle zevkli ki. Kaçışıyorlar dere yatağında, onları kurumuş dere
yatağında sıkıştırdım, kaçacak yerleri yok. Dişlerim kaşınıyor, parıltısı
kaşınıyor delice açım, geyik gebertmek istiyorum, birini öldürüyorum ve tıka basa yemeye
başlıyorum. Yolda bir ara konuklamıştık bir yerde, orada gördüm bu rüyayı,
uyandım ve karnım doymuş gibi hissettim. Şu köylünün ahırına bir gideyim, koyun
doludur. Müsaade et bana lütfen.”
“Senden
böyle saçma sapan şeyler duymak istemiyorum.”
“Şaka
yapmıştım patron” dedi Zifin, güldü.
“Senle
nasıl tanışmıştık? Başın büyük beladaydı. Bunu düşün. Şu tarafa git. Araştır
oraları. Mekan güvenilir mi, kontrol et.”
Zifin,
ilerledi samanlığın öteki tarafına, burası bir yere açılıyor olmalıydı. Onun
merak, keşfetme duygusu durdurulamazdı.
Siyah
kurt ise diğer kurtların arasına döndü.
SİYAH
KURT ve ZİFİN’İN KARŞILAŞMASI
Siyah
kurt Vega’da ayrılalı 21 gün geçmişti.
Doğru
düzgün yemek özlemiyle kavruluyordu, tahta gibi dümdüz olmuştu midesiyle çok
acınası görünüyordu, çirkinleşmişti. Ona uzaktan şöyle bir bakan kemiklerini
sayabilirdi. Güç ve kuvvet veren kasları süratle erimişti, 3 haftadır doğru düzgün bir yemek yememişti.
Dağlık
alandan aşağı inmişti, dereyi takip etmişti, bir süre nehir ormanında yol aldı,
gece gündüz demeden yol alıyordu, yorgun hissettiğinde yatıp uyuyor ve yola
devam ediyordu, ancak böyle devam ederse çok güzel, avın bol olduğu bir yer ve
dostlar bulabilirdi. Yolda rastladığı
ufak tefek leşlerle besleniyordu, arada yeni ölmüş bir hayvan bulunca çok
seviniyordu. Akşamları ve geceleri yol almak büyük keyifliydi, bu o kadar çok
hoşuna gidiyordu ki açlığı umurunda olmuyordu, Vega’nın dediklerini hatırlıyor,
onun gibi bir kurt olmaya çalışıyordu, bilmediği yerleri keşfetmek, yeni şeyler
öğrenmek bütün sıkıntılara değiyordu. Geceden sabah’ın ilk ışıklarına kadar yol
almak kolay değildi; ama alışmıştı bir kere. Nehir ormanı çok geride kalmıştı
ve bozkırda ilerliyordu. Uçsuz bucaksız yeşil düzlük sinir bozucuydu. Çalı ve taşlarla doluydu burası. Bir tavşan
gördü, yakalamak için fırladı; ama tavşan da yıldırım kadar hızlı çıktı.
Tavşanlar
yuvalarını toprağın altına yapar. Bunu iyi bilirdi, girişi toprakla kapatır, ot
yemeye giderlerdi. Geldiklerinde pençeleriyle toprağı kazar, yavrularını
emzirip yuvayı tekrar kapatırdı. Siyah kurt tavşanın kaybolduğu yerde araştırma
yaptı; ama yerini tespit edemedi. Bastı. Gündüzün kavurucu sıcağında yol almak
akıllıca değildi ve gündüzleri genelde uyuyup akşamı bekliyordu; ama gündüz de
yol aldığı oluyordu. Çünkü bir yerde pinekleyip beklemek deli ediyordu onu.
Gündüz yol almak tehlikeliydi çünkü köpeklerle ve sahiplerle karşılaşma riski
vardı, koyun ve inek sürüleri, keçi ya da at sürüleri…onları fark edince en uzak
noktalarından geçiyordu. İnsan geçtiği yeri hissedince, insan kokusu alınca
hemen oradan uzaklaşıyordu.
Üçüncü
günün gecesiydi, gün doğmasına az zaman kalmıştı, yavaş yavaş ağaçlar çıkmaya, çevre değişmeye başlamıştı. Bilge kurdu düşünüyordu, onu düşünerek,
söylediği sözler, paylaşımları…yolu düşsel oluyordu, karnı açtı ama zevkli oluyordu ilerlemek. Çok
sürmedi, bilge kurdu unutunca eski ruh haline döndü, açlık sinir bozucuydu,
aldırmamaya çalışarak ilerliyor, orayı burayı kokluyordu. O aranırken biri bir
fare fırlıyor otların arasında, siyah kurt hücum ediyor, bütün duyularıyla
zaten böyle bir şey bekliyordu, onu yakaladı ve çarçabuk yuttu.
Gündüz
vaktiydi, akşamı beklemeye karar verdi, otların arasında kıvrıldı. Fazla fazla
uyudu, vakit dolsundu, akşam serinliği çökme başladığında gözlerini açtı,
bacakları üstüne uzattığı kafasını kaldırdı, esnedi. Kalktı, gerindi, omurgasını iyice gerdi, sonra
dereye indi, su içti ve bastı, dün yediği iri fare vardı; ama yine de açtı.
Bilge kurt vegayla konuştuktan sonra daha uyanık olmuştu, olduğu çevreye
bakışı, hayata bakışı değişmişti. Ama yine de eski angut siyah kurt olduğunu
biliyordu, zamanla gelişirim diye düşünüyordu, bilge kaz sürülerini anlatmıştı,
binlerce kilometre uçtuklarını, nehirleri, yoları, denizleri, dağları köprüleri
yapıları takip edip rota çıkardıklarını. Onlar da çok akıllıymış diye düşünmüştü.
Ay çıktı, ayı kendini bildi bileli sevmişti, ay ile ilk izlenimleri
çocukluğunla, kardeşleriyle ve sürüsüyle vakit geçirdiği zamanlara aitti.
Akşamın kokusu, ormanın kokusu başkaydı, o kokuyu şimdilerde duyamıyordu.
Karanlık gölgeler çıkmıştı. Bir ormanda ilerliyordu. Burnu sürekli bir yerleri
tarıyor, koku analizleri yapıyordu. Burnu hep yerdeydi. diri
ve heyecanlı saatleriydi akşamın ve siyah kurt da böyle hissediyordu, çevik,
azimli, çelik. Ama çok geçmeden bu azim yerle bir oldu, çünkü yiyecek kokusu
almıyordu, isyankar ve umutsuzca ilerlemeye devam ediyordu, bir lokma yiyecek
için neler vermezdi, Düzgün
yemek özlemiyle kavruluyordu, tahta gibi dümdüz olmuştu midesi, kemikleri
sayılıyordu, güç ve kuvvet veren kasları süratle erimişti, en son şişko bir
fare yemişti ama ondan beri ne kadar yol gitmişti. Deme gitsin. Yiyecek lazımdı
yiyecek. Hayali bile güzeldi ve moral veriyordu, basit bir yiyecek hayali, bir
domuz, bir geyik mesela. Bir tavşan gördü, fırladı, ama tavşan uyanığın teki
çıktı ve hemen deliğinden içeri girdi.
Biraz
daha seri olmalıydı, işi ağırdan almıştı, anında fırlamalıydı, bu av işi
böyleydi, tek saliselik bir fark avın hayatta kalmasını sağlardı, en ufak hata
açlıkla ölmek demekti, kendine çok kızmıştı, o şişko ahmak tavşanı kaçırdığına
inanamıyordu. Kaçamaz, bunu kesin yakalarım diye düşünmüştü, işte en büyük
hatası buydu. Bunu unut gitsin dedi kendine, deli olacaksın, ders çıkar,
tamamdır. Bastı. Bir yılan gördü, yaprakların arasında, yılanlardan hiç
hoşlanmazdı, hiç yememişti; ama bu yılana yaklaşmaya değmezdi, oradan
uzaklaştı. Burnunu havaya kaldırdı ve havayı kokladı, bir domuz gurubu, bir geyik
mesela.ç burnuna vaşak kokusu geldi, ve bir ayık kokusu, ayı iyiydi ve vaşak da
iyiydi, eğer bir av yakalamışsa onlardan çalabilirdi. İçindeki ses ayının kokusu takip et diyordu.
Fırladı. 3 kilometre kadar gitti. ayının
kokusu yoğundu ve az sonra dışkısını buldu, devam etti burnuna taze et kokusu
geziyordu, taze et kokusu çok caziptir. Kokuya ilerledi. İri boynuzları olan
geyik orada taşıyordu, kuru otların üstünde. Fırladı. Geyiğin karnını deşmişti.
Bir budu parçalanmıştı. Yaklaştı ve bir ısırık almak için çenesini uzattığında
ayının pençesini suratında buldu, cıyaklayarak kaçtı, ayı öldürdüğü geyiğin
hemen yanında uyuyormuş. Gölgede kaldığı için onu hiç fark etmemişti. Orada ir
karanlık vardı; ama onun ayı olabileceğini nasıl hesap etsindi, ama kokudan
ayının çok yakında bir yerde olduğunu düşünmesi, çok titiz davranması lazımdı,
boynu kırılacak gibi acımıştı. Sarsıcı açlıkla hesabı kitabı unutmuştur ve işi
bitiyordu nerdeyse.
Canını
kurtardığına seviyordu, olsun kokusu
bile moral vermişti. Kan ve et kokusu gibi güzel bir şey yoktur. Bu koku hayatta
kalma azmini diriltip onu yeniden av arayıp bulmaya iten vahşi gücünü bulmasını
sağlamıştı, ete ve kana susayan, kanla ve sıcak etle mutlu olan fiziksel
varlığı az ve yalancıktan da olsa doyma hissi yaşamıştı. O mükemmel doyma
hissi. Dişlerini öldürdüğü hayvanın
karnına, etinin en lezzetli olduğu yerlerine gömerdi, koparıp bir lokma almak
için, et lastik gibi kayardı, kan sımsıcak akardı, baloncuklar oluştururdu,
bütün suratı, patileri kan içinde kalırdı.
Ah en
azından birkaç fare yese ne olur, (“nerdesiniz tatlı ve sevimli farecikler, ben
dostum, çıkın ortaya, saklanmayın”) açlığı yatışırdı; ama iri bir hayvanın köpüklü kanlı etini
çiğneyip yutmanın hazzı hiçbir şeyde yoktu, hiçbir ufak av bu coşkuyu, hazzı ve
mutluluğu vermezdi, karnı güzelce doyduktan sonra avın az ötesinde oturup
yalanmaya başlar, orasını burasını temizler, bu sırada tatlı bir rahatlama
hissiyle uyku şeker gibi bastırırdı. Dirilmiş, son derece çevik ve kuvvetli
hissederek uyanırdı, sürüsüyle olduğu zamanlar yaşamıştı o muhteşem günleri. O
zamanlar avlanma konusunda ciddi bilgileri yoktu ve ailesiyle yaşadığı civarı
yeni terk etmişti. İşte o yıl içindeydi:
Düzgün
bir yemek bulma ümidiyle, bir sürü bulma düşünceleriyle ilerliyordu.
Kurdun
iş böyledir, sürekli yenilgi yaşar ama ve sürekli umutla hareket eder, bu ikisi
arasında kurduğu denge hayatta kalmasını sağlar. En zor duruma dayanma
kabiliyeti ve en zor durum hiç bitmez. Her gün en zor durumdur. Aklına bilge
kurdun anlattıkları geldi. Avcılar ya da çiftçiler kimi hayvan leşlerini
tuzaklara koyar ve kurtları beklerdi, tuzak çsevresine kan damlatırlardı,
kokuşmuş et koyarlardı, tuzağa giren kurdun de işi biterdi, avcı gelip kurdu
tüfekle vurup öldürürdü. Ona şöyle demişti: insan kokusu alıyorsan oradan hemen
uzaklaş, o koku hemen sırıtır. Anla ki onu oraya bir insan koydu, seni
yakalamak için. İnsna kokusu alamasan ki almaman için hile yaparlar, başka
kokular sürerler, anormal bir koku hissedersin, o zaman o leşe ağzını sürme.
Çoğu
zaman ufak tefek şeyler, leşler, hayatta tutacak kadar yiyordu. Ne yaşıyor, ne
öldürüyor bu şeyler, işte bu son derece can sıkıcıdır.
Doyurmayan
yemekler, ot ya da toprak yemek gibidir, tatları berbat değildir; çok lezzetli
gelir kurda, ama çabuk tükenir ve kurt bu işe çok bozulur, ufak öğünler, ufacık
atıştırmalıklar teselli eder ama kanser de eder kurdu; çünkü doymuyordu.
Düzgün
bir yemek özlemiyle, korkarak, çekinerek, geçtiği yerleri analiz ederek
yürüyordu ormanda.
Büyük
bir av vurgunu yapmayı hayal ediyordu, bunu nasıl yapacaktı bilmiyordu; ama
yapacaktı. Bitmeye bir et kaynağı. Sürüsüyle yaşadığı zamanlardı. Sürü üç domuz
öldürmüştü, yetişkin domuz ve 9 yavrusu. Yetişkinler 300 kilo vardı. O gün tıka
basa yemişti kurtlar domuzları, uyanınca açlık hissetmişler, yeniden yumulmuşlardı
leşlere. Etler bozulmaya başlayana kadar orada kamp kurmuşlardı, bir hafta
mükemmel zahmetsiz ve mutlu geçmişti, sonbahar ayıydı ve et kokup kurtlanınca
oradan ayrılmaya karar vermişlerdi.
Uyanıp
hemen taze etin başına geçip karın doyurmak
harikulade
bir histi ve hemen sonrası kardeşleriyle şakalaşmak, onlardan birini boyundan
ısırıp yere yıkmak, sımsıcak ve kanlı nefesini yüzünde ve vücudunda hissetmek,
o ıslak ve yumuşacık dili hissetmek, canı yanınca pes ettiğini belirtmek,
lütfen daha sıkma mesajı verip ufak bir cıyaklama, karşı taraf bunu anlar ve durur,
bazen kendilerini kaptırırlar, ki düşman algılarlar birbirini, pata küte
girerler birbirine, kavga fena ciddileşir ve araya yetişkin kurlardan bazıları
ya da bakıcı girer, ortamı sakinleştirirdi.
Küçüktü,
bilgisizdi, hayat nedir hiç kafa yormazdı, anı yaşardı, coşkusu ve saflığı
vardı, ailesinin güvenli kanatlar altındaydı, ailesi ve akrabaları olan
kurtların arasında vahşi ormanda ama kaledeymiş gibi korunuyordu, o zaman ne
kadar rahatmış, o rahatlığı kaybedince ne olduğunu fark etmişti. Tabi ufak bir
kurt olsa da bazı geceler yıldızlara bakıp dalar, ormanın kuytularından gelen
garip ve korkutucu sesleri kendinden geçerek, aşka ve büyülenmişcesine dinler,
işlerin hep böyle gitmeyeceğini bilirdi, kardeşlerinin oyun sırasında sırmaları
başka olmaya başlamıştı, oyun sertleşiyordu iyice, her bir kurdun yeni huyu,
karakteri ve kişilikleri zaafları ya da güçlü yanları ortaya çıkıyordu,
kardeşlerini ilk hatırladığı zamanlar gibi görmüyordu, her geçen gün onlar da
yetişkin kurtlara benzemeye başlamıştı,
oyun oynamaktan çok hoşlandığı kardeşlerinden biri donuklaşmış ve oyuna
girmek istemiyordu mesela, hırlayıp bana yaklaşma diyordu, pratik yapmalıyız
kardeşim pratik, yoksa işimi bitiktir ormanda, öyle kös kös yatsan etrafı
izlersen oturup vücudun gelişmez ki.
Her şey
ilk kez yaşandığı tadı ve büyüsünü kaybediyordu.
O ilk
zamanlar ne güzeldi.
Dünyayı
ilk gördüğü ve yaşadığın hissettiği anlar.
Zifiri
ormanda karanlıkta sürü kamp alanındaydı ve gece yarsı yavru siyah kurt
uyanmış, gezinmek ve tuvalet ihtiyacın gidermek için sürüden uzaklaşmıştı,
tuvaletini yaparken uzaklardan sesler duydu, garip sesler, baykuş sesleri.
Uzaklarda tehlikeli ve onu korkutan bir şeyler vardı, panikle koşarak sürüsünü
yanında dönmüştü. Yalnızlık denen şeyi o zamanlar hissetmişti birkaç kere, bir
şeye takılıp sürüden uzaklaştığında da kaybolduğunda, birkaç kez kaybolmuştu,
sürüsüz kalmanın korkunç hissini yaşamıştı o gün. İnsan ayağı değmemiş vahşi
ormanın çalılıları yoğundu, dikenlerin arasına sıkıp kalmıştı, dikenler
vücuduna bakıyordu ilerlemek istedikçe, geri de gidemiyordu bir poturun (dikenli ağaç) içinde hapis
kalmıştı. Ve buraya sır merakından girmişti. Acı acı ciyaklıyor, yardım
istiyordu, ve aniden bir uluma, nerdesin evlat çağırısını işitti ve daha çok
cıyaklamaya başladı ve yetişkinlerden biri gelip onu oradan çekip çıkardı canı
yandı ama kurtulmuştu.
Evet,
tek başınaydı, haftadır düzgün bir yemek
yememişti, ufak tefek atıştırmalılarla
öğünleri atlatıyor, bazen günde bir atıştırmalıkla idare ediyordu, canı sıkıcı
bir sonbahardı, orman bütün gücüyle kışa hazırlanıyordu. Bilge kurdun sülünleri
ne lezzetliydi be.
Kederliydi,
en kötüsü tek başına olmasıydı, ne diye yaşıyorum ki ben diyor, keşfe ailemle ölüp gitseydim ya diye
düşünüyordu. İlerken bir kulübe ilişti gözüne, içinde bir tehlikeli sinyal
ötmeye başladı, sakın yalamaya oraya, ama orada ne olup bitiyordu, her zamanki
gibi merak duygusu delice tatmin olmak istiyordu, korkarak, çekinerek ve
yavaşça yaklaşıyordu eve, hiçbir canlı görünmüyordu burada. Aniden, birkaç
metre ötede kuru yaprakların ortasında bir gövde fark etti, gri bir kurttu bu.
Uyuyor
muydu ne, ya çok güçlü ve saldırgan bir bireyse, çekiniyordu ve tam
arkasındaydı, çevresinde dolanmaya başladı, uykudaki kurt sıçrayarak uyandı ve
başını kaldırdı. Mahzun bakıyordu ve siyah kurdu görünce sevinçle parladı
bakışları.
siyah
kurt üstüne gelecek saldırıyı bertaraf etmek için tetikte bekliyordu, hırlamaya başladı.
Ama
yabancı kurt ona atak yapmıyordu, siyah kurt onun ön sağ ayağına baktı, ayak
bir şeye bağlıydı.
O
zamanlar kurtlara insanları kapan kurduklarını henüz hiç bilmiyordu, ailesi
bundan hiç söz etmemişti, sürüde lafını bile işitmemişti, bunun bilge kurtun
anlattığı tuzaktan olduğuna karar verdi.
Bir
ayağı kapana takılan kurt hareket etmek istiyor, ayağını çekiyor, çektikçe de
ayağı acıyor ve bu işi bırakmak zorunda kalıyordu. Esir kalmıştı burada,
zavallının işi bitikti, buraya ya açlık ve susuzluktan ölecek ya da kapanı
kuran gün doğunca gelip onu bulacak, tüfekle öldürecek ve derisini yüzecek ve
leşini vahşi hayvanlara bırakacaktı.
Ev
sahibi kurtlardan korktuğu için gitmeden evin çevresinde kimi yerlere kapan
yerleştirmişti. Kışın gelir birkaç ay kalırdı burada sevgisiyle.
“Bana
yardım et ahbap, ayağımı kurtar. 3 gündür buraya çakılı kaldım. Açım ve çok
susadım! Beni kurtarırsan ölene dek hizmetkarın olacağım. Yemin ederim.”
Siyah
kurt, ona acıyarak baktı, onu şüpheyle karşıladı. Gördüğüne de inanmak
istemedi, numara olabilir, çevrede başka kurtlar olabilir, başka kutların bölgesine girmek ölüm demektir,
o kurdun işi orada bitirilirdi. Kurtların kanunu buydu. Ve o bul bölgede
dolanırken kurt kokusu almıştı. Takmamıştı.
Yabancı kurdun ayağına dikkatle baktı. Çok titiz biçimde, kokladı. İnsan
koksu aldı.
(Dağda
kayaların arasına sıkışıp kalan dağcı oradan kurtarabilmek için bir kolunu
bıçağıyla keserek oradan kurtulmayı başarmıştır. )
“Ya
beni de yakalarsa?”
“Sanmam.
O benim içindi.”
“Bu
işte başka bir numara olabilir ya da bu şeylerden burada birçok varsa ve ben de yakalanırsam işim biter.”
“Orasını
hiç düşünmemiştim, dostum. O zaman geri çekil. Kaderim neyse yaşarım, ölür
giderim artık.”
Siyah
kurt, korkarak geri geri gitti korkarak.
“Üzgünüm.
Senin için bir şey yapmak isterdim; ama bir çare göremiyorum dedi. Nasıl
takıldın o demire?”
“Ne
bileyim. Aniden oldu. Açtım. Yiyecek
arıyordum.
“Adın
nedir senin?”
“Zifin.”
Masumiyet
vardı Zifin’in gözlerinde ve salaklık.. Siyah kurt bundan çok hoşlanmıştı. “Zavallı
pis pisine ölüp gidecek” diye düşündü. “Oldukça yakışıklı ve kuvvetli de
görünüyor.” Ama ne var ki onun sevecen bakışlarının parıltısı içinde çok güçlü
ve su götürmez bir salaklık fark etmişti, bu yüzden o kapana yakalanmış
olmalıydı, “bir şey olmaz bu mankafadan” diye düşündü, acıdı ona, güzelim kurt ölüp
gidecekti. Çok yaralayıcıydı bu.
Böyle
yakışıklı bir kurdun ziyan olup gitmesi çok acıydı.
Çok
açtı ve gidip yiyecek bulmalıydı; ama “şununla biraz yarenlik etsem iyi olur”
diye düşündü, en son bilge kurtla dosttu, çok mutlu olmuştu, şu tutsak
serseriyle de sohbet iyi olurdu herhalde, ve en azından son zamanlarında onu
mutlu etmiş olacaktı, her nedense içinde böyle gelmiş, “hemen çek git buradan,
aksi halde onun durumuna düşeceksin” dediği halde iç kafa sesi; gidememişti, açsın
git karını doyur, aç kafayla muhabbet olmaz.
Yok,
birkaç dakika da olsa burada onunla vakit geçirecekti. Sonra buraya nasıl
girdiyse, tek adım şaşmadan ağır ağır çıkmalıydı buradan. Çünkü civarda başka
tuzaklar varsa ve yakalanırsa onun da işi biterdi.
Siyah
kurt dedi ki: “Kimlerdensin, nereden geliyordun ve nereye gidiyordun. İmkansız
yoktur demişti bilge bir kurt. Belki sen konuşurken aklıma seni kurtarma
formülü gelir.
Ve siyah
kurdun saatleri geçecekti orada.
Zifin
başladı anlatmaya.
PLATODAKİ
YUVA: ZİFİN ve AİLESİ
Zifin’in
yaşadığı yer platodaydı, burası volkanik
kayalarla doluydu, bir sürü irili ufaklı mağara vardı. Sürü beş kurttan
oluşuyordu, Zifin ve üç yavru daha vardı, lider kurtların ilk yavrularıydı
bunlar.
Baskın
dişi ve erkek ormanda birbirini bulduktan sonra güvenli bir yer aramaya
giriştiler, ıssız steplerden gece gündüz
yol alıp Sibirya’dan Türkiye’ye girdiler.
Bazı
insanlarla karşılaştılar ve tüfekleri vardı,
çok korktular ve ormanın iç bölgelerine oradan da platoya kaçtılar.
Burada kamp yaparken insanla hiç karşılaşmadılar ve burada av boldu, buraya
yerleşmeye karar verdiler. Şayet bir
sorun olursa burayı da kestirme ve gizli yollarla terk edeceklerdi, mutlu ve
güvenli günler geçerken üç yavru dünyaya geldi mağarada. Bahar göz açıp
kapayıncaya kadar geçmişti ve Yaz ayıydı, platonun kışı çok sertti, kış
gelmeden yavruların gelişip büyümesi çok önemliydi, anne ve baba çok
endişeliydi. Sürüde bir yaşlı dişi ve iki de genç erkek kurt vardı. Genç
kurtlar avlanmada çok fayda sağlıyordu liderlere, yaşlı kurt iste kampta
bekleyip yavrulara göz kulak oluyordu.
Yavrular
büyümüş, mağaradan dışarı çıkıp oyun oynuyorlar, birbirleriyle güreşiyorlar,
tehlikeli bir şey olduğunda, ya bir sesten ürktüklerinde kaçıp mağaranın
derinliklerine saklanıp birbirilerin
sokulup bekliyorlardı. Bakıcı yaşlı dişi kurt bu işi iyi biliyordu.
Bazen ortalıkta olmuyor, yüksekçe ve gizli bir yerden onları gözetliyordu,
bazen aralında kalıyordu. Yavrular azıtıp onu çok rahatsız etseler de bakıcı
kurt onlara gereken şefkati gösteriyor, yorulsa da bırakmıyordu, arada onları
hizaya getirmek için koca keskin dişlerini gösterirce ufaklıklar geri çekiliyordu
korkuyla. İşin en zor evreleri atlatılmıştı, yavrular ayaklanmış, bitmek tükenmek bilmeyen enerjileriyle
koşturuyorlardı, dişi baksın kurt muyluydu, ama bu mutluluğun bozulmasından çok
endişeliydi, bir sıkıntı olursa burayı acile terk ettiklerinde yavrular sürüye
ayak uydurabilecek kadar güç kuvvet kazanmıştı, işte o buna çok sevinmişti,
yüreği bir parça olsun rahatlamıştı. Günün birinde hiç istemeyeceği şeylerin
olacağını annelik içgüdüleri söylüyordu ona; ve daha çok koşturuyor ve daha çok
avlanıp eve karını tok dönüyor,
yavrulara da avdan belli parçalar getiriyordu. Başlarda eti çiğneyip
yumuşatıp önlerine koyuyordu, artık buna yapıyordu, yavrular eti yemeyi
öğrenmişti. yavrular zaten doymak bilmeyen bir iştaha sahipti. Sürekli açtılar.
Daha çok et. Daha çok et. Daha çok et. Ebeveynler karnı tok gelip her sefer
yavrulara et getiriyorlar, artan etleri de yakında bir yerlerde gömüp
saklıyorlardı, zor zamanlarda kullanmak için. Kanlı kemikli ete yavrular öyle
bir iştahla yumuluyorlardı ki…etin iyi yerini kapmak için
birbirleriyle
kavga ederek.
Ebeveynler
süreli yiyecek bulmak zorundaydı,
Bu
müthiş yorucu bir tempoda gece gündüz süratle adeta göz akıp kapanıncaya kadar
akıp geçiyor, genç anne akşam yavruları çevresine dolunca tatlı biçimde uykuya
savruluyor, işte o zaman mükemmel hissediyordu, yavruların sütten kesilmişti;
ama bir tanesi yine emmek istiyordu. Zifin. O en ufak ve en çelimsiz olan
yavruydu.
Lider
dişi ve erkek ve diğer iki genç erkek kurt avlanmak için platoyu terk ediyor,
avlanma sahasını tarıyordu her gün, son zamanlarda büyük bir sorun vardı, erkek
bir ayı bölgeye gelmiş, buraya yerleşmişti,
sınır araştırmasına giden genç iki kurda aniden saldırmıştı. Bu ayı çok
hırçındı ve bölgenin kendisine ait olduğunu vurguluyordu her seferinde.
Git git
kamp alanına daha çok yaklaşıyordu ve baskın dişi kurt erkeğini ve genç iki
kurdu alıp ayının peşine düştüler. O gün
onu buladılar, her nereye gitmişse.
Dişi
kurt gece ava çıkmıştı diğerleriyle. Derede o boz ayıyı görünce hücum etti.
Diğer kurtlar da saldırıya geçmişti. Boz ayı iriydi, güçlüydü ama dörde karşı
birdi ve bir süre konumunu korudu, kurtlar onu sırımaya başlayınca yenileceğini
anladı ve derenin karışsına atlayıp karşı tarafa geçti yüzerek.
Boz ayı
günlerdir ortalıkta yoktu. Ondan kurtulmuşlardı.
Baskın
dişi kurt buna çok sevinmişti ama hayatlarının hatasını yaptığını bilmiyordu.
Derenin
diğer tarafındaki dağda yayla vardı, birçok ev yerleşimciyle doluydu ve aç ayı
önüne ne gelirse darmadağın ediyordu, açtı ve öfkeliydi.
Yaşlı
adam sabah ezanında uyanmış, evin dışındaki tuvalete gidiyordu, sabah karanlığı
vardı, boz ayı yaşlı adama saldırdı, boz ayı ilk kez insan sesi duymuştu, yaşlı
adam öyle feryat etmişti ki boz ayı saliseler içinde orada kayboldu, ona neyin
saldırdığını görememişti. Kolundan biraz yaralanmıştı, ciddi bir yara değildi,
kurt uluması duyulmuştu önceki gün civarda, bunu yapan kurt dediler.
Av
konusunda iyi olan adamlara haber verdiler onlar da köpekleriyle dağı taramaya
giriştiler, böylece çevreyi taraya taya aşağı inmişler, platodaki kurtların
inine yaklaşmışlardı.
Avcıların
arasında biri vardı ki iz sürmeyi çok iyi biliyordu.
Gündüz
saatleriydi. Köpekler platodaki yuvayı buldu. Bakıcı yaşlı kurt oradan kaçıp
uzaklaşmıştı, yavrular ininin arka tarafına saklanmıştı. Adamların üçü burada
kalacak, diğerleri köpeklerle gidecekti, kurtları gözetleyecekler,
geldiklerinde de indireceklerdi. Üçlü farklı noktalara mevzilendi ve beklemeye
başladılar.
Bakıcı
öteden onları seyrediyordu, ne olup bittiğini anlatmak için fırladı aşağı
doğru, diğerlerini arıyordu, şelalenin aktığı noktaya gitti, buradan vadi çok
net görünüyordu, uludu, bu çağırıyı mutlaka alırdı sürü, gece avından
dönmemişlerdi, belki de çok uzaktaydılar.birkaç kez yardım sinyali verdi, yanıt
gelmedi.
Yaşlı
dişi kurt tek başına bir şey yapamayacağın iyi biliyordu ve yerin değiştirdi, o
üç adamın peşine takarsa ve sonra onları atlatmayı başarırsa yavruları oradan
alıp kaçabilirdi ölüm çukurundan. Akşamı beklemesi gerektiğini hissetti ve
bekledi.
Akşam
olmuştu.
Havanın
kararması her zaman için kutların lehinedir.
Sıkıntılı
bir durum olursa yaşlı kurt derenin kenarına inmesi ve orada üç keza uluması
gerekiyordu, öyle anlaşmışlardı, dere kenarına indi ve üç kez uludu, yanıt
alamadı, canı sıkılarak ve üzülerek orada uzaklaşıyordu ki; sinsi ayak
seslerini ona yaklaştığını duydu, tetkikte bekledi, dolunay vardı ve parıltılı
gözleriyle baskın dişi kurdu seçti.
Ekip av
bulmak için çok uzaklara gitmişler ve doğru düzgün bir av bulamamışlardı, iki
tavşan yakalayıp yemişlerdi. Yarı aç yarı tok ve oldukça bitkindiler. Baskın
dişi kurt burayı terk ediyoruz dedi. Neden acil destek sinyal verdiğini sordu.
Yaşlı
kurt durumu anlattı.
Dişi
kurt dün gece hissetmişti, burayı terk etmesi gerektiğini, ama yola çıkmadan
yavruların karının güzelce doyurmasını, böylece yola sağlam tutunabileceklerini
düşünmüş, yuvayı terk etmeyi bir günlük geciktirmesinin iyi olacağına karar
vermişti.
Yuvaya
doğru ilerliyorlardı.
Üç adam
bir ateşin etrafında toplanmış çay ve sigara içip muhabbet ediyorlardı, yeni yemek
yemişlerdi, kuru fasulye ve pilav. Köyden bir genç adam onlara yemek getirip
gitmişti. Kurtlara dair sohbet ediyorlardı. Onları nasıl gebertmek
istediklerini, kurt hikayeleri anlatıyorlardı. Onlar gülerek ve coşkuyla ve
hırsla şamata yaparken dişi baskın kurt bu durumdan faydalandı ve diğer
kurtların bilmediği gizli geçitten yuvaya girdi, yavruları alıp dışarı çıktı.
Onlar cehennemden kaçışı gerçekleştirirken genç iki kurt geride kalmıştı,
baskın dişi ve eşi onların neden geç kaldığını merak ediyordu.
Genç
iki kurdun kafasına bir şey esmişti ve onu yapacaklardı.
Onlar
gelir, merak etme, ne yöne gittiğimizi biliyorlar, aşılmaz sisler içinden
geçsek bile onlar iz sürmeyi bilirler…bizi bulurlar..endişe etme…bastılar…ufak yavrular akşam karanlığında
ilk kez yuvadan bu kadar uzaklaşmışlar, ormanda ilk kez ilerliyorlardı,
korkuları vardı, tehlikeyi hissediyorlardı, ne olup bittiğinden haberleri
yoktu, arada bir oyuna kapılıyorlar, annelerini hırlayıp seslenip onları
peşlerinden gelmeleri konunda uyarıyordu, kokular çok farklıydı ve onlar bu
kokuların keşfetmek istiyorlardı. Gökyüzünde ay vardı, yer yer ormanı
aydınlatıyordu ama kurtların gözü karanlıkta iyi görüyordu. Yavru kurtlar bir
eğlence, macera ve merak içinde ilerliyorlardı, hayatlarının en güzel anlarıydı
bunları. En zevkli atmosfer içindeydiler, uzakları, ormanı, ormanda neler
olduğun, ormanda yol almanın nasıl bir his olduğunu çok merak ederlerdi,
büyüklerin ormana daldıklarında nereye gittiklerini delice merak eder,
peşlerinden gitmek isterlerdi, peşlerinden gitmeye ne zaman müsaade
alacaklarını merak edip dururlar, yuva çevresinde aynı oyunlar oynamaktan
bıkarlardı. Şimdi tam o hayalini kurdukları şeyin, büyük gezegen ormanın
içindeydiler işte. Çok tehlikeli can sıkıcı bir durum olduğunu biliyorlardı,
ama anlayamıyorlardı, o dehşet gerilimi hissediyordu, bu gerilim içinde yol
almak, adamdan sayılmak, sürüde rol alıp arkadan ilerlemek onları
gururlandırmıştı, dikkate değer seçilmese de seçilmişlerdi sonunda, ,evet, ,bu
akşam akıl sır erdiremedikleri ormanda yol alıp onunla bütünleşiyorlar, onun
hakkında her geçen saniye daha çok bilgi topluyordu burunları. Bazen düşüp
dubalranıyor, bazen ayakları keskin bir şeye basıyor, acıyor cıyaklıyor, bazen
önde giden kardeşine toslayıp yuvarlanıyorlardı. Tam bu gece işte gerçekten bu
sürünün ciddi bir parçası oldukların hissediyorlardı, sınırları aşıyorlardı,
sınırları aşmalarına izin vermişti. Geceler boyu, yuvadan dışarı çıktıklarından
itibaren onlarda derin bir merak ve korku uyandıran ormanda yol alıyorlardı işte
sonunda, bu tarif edilmez bir hoşnutluk doğurmuştu onlarda, çok
heyecanlıydılar, korkuları da vardı; ama yalnız değillerdi. Ebeveynlerinin
onları mutlu eden mırıltıları ve ayak sesleri vardı. Onların kokuları ve
rehberliğiyle arkadan tin tin geliyorlardı.
Dört
yavrunun da ismi yoktu, anne kurt onların isimlerini henüz koymamıştı,
yapacakları bir hareket, bir şeye göre, bir duruma göre onlara o duruma uygun
bir ad koyacaktı, şimdiye kadar öyle bir durum olmamıştı. Derken zifin arkada
kaldı, bir koksu onu cezbetmişti, peşinden gitti ve çiçeği bulup kokusunu içine
çekmeye başladı. Hemen sonra orada yapayalnız olduğunu, sürüsünü kaybettiğini
anlayınca cıyakladı, dişi kurt onun yanında aldı soluğu.
Senin
adın zifin olsun. Zifin. Bir daha asla sürünü kaybetme. Yoksa ormanda tek
başına hayatta kalmayı becermezsin. Seni bulamayabilirdim.
Annesine
sokuldu sevinçle ve onu yalamaya başladı, burunu. Annesi onu başınla itti,
bastı, zifin de arkasından koştu.
Genç
iki kurt ateş başında ısınıp bağıra çağıra muhabbet eden, zevkten kendilerinden
geçen üçlüye uzak bir noktadan şöyle bir baktı. Plan yapıp sessiz adımlarla
onlara sokuldular.
Biri
bir taraftan yaklaştı, diğeri bir taraftan. Ses çıkarmışlardı ve üç kafadar bir
şeyin onlara yaklaştığını fark edip seslerini kesmiş, gerginlik korku ve dehşet
içinde silahlarına sarılmış bekliyorlardı, bir şey görseler ateş edeceklerdi
ama hiçbir şey görünmüyordu ve ateş aydınlığından bakınca hiçbir şey
göremezsin, kör gibi olursun, genç kurtlar üç kafadarın üstüne çullanacak gibi yaklaşıp
sesler çıkarıyorlardı, kafadarlar onlarca kurdun çevrelerini sarış olduğunu
düşünüyorlardı, ateş etmeye başlamışlardı,
sonunda çok az kurşunları kaldı ve biri dedi ki: “Sıkmayalım artık,
kurşun biterse işimiz biter.
Genç
kurtlar iyice yaklaşıp hırlayıp hemen oradan kaçıyor, sonra başka yerden
hırlayıp yine yer değiştiriyorlardı,
kafadarlar dehşet içindeydi, korkudan titriyordu ikisi.
Genç
kurtlar içlerinden kıs kıs gülüp oradan uzaklaştılar.
Gecelenin
ilerleyen saatlerinde sürüyü bulup onlara katıldılar..
Sonbahardı
ve kış ayak seslerini hissettirmeye başlamıştı,
Sürü
sabaha dek ilerledi.
Gün
aydınlanırken bir mağara buldular, içerisi boştu ve örümceklerle kaplıydı,
buraya yerleşmeye karar verdiler.
Bütün
sürü yorgunluktan mahvolmuştu ve mağaranın ön tarafında derin bir uykuya
çekilirken lider dişi kurt tetkikteydi. Sonunda o da uykuya daldı, arada uyanıp
çevresini dinliyor, ters giden bir şey var mı diye kontrol ediyordu.
Ve
yağmur başladı. Zifin uyanıp annesinin yanına sokuldu. Diğerleri bakıcının
yanındaydı.
Yuvalarındaki
olduğu zamanlarda zifin yağmuru seyrederdi, annesi ona şöyle bir baktı ve
gözlerini kapadı.
Saatler
ilerledi ve sürü uyandı, ebeveynler hiç bilmedikleri bu yerin güvenli olduğuna
karar vermiş, birkaç gün burada konaklayıp yollarına devam etmeye karar
vermişlerdi. Ama dişi lider kurt rahat değildi, burada kalırlarsa başlarına
kötü bir şey geleceğini düşünüyordu ve sonunda yola devam etmeleri gerektiğini
diğerlerine inandırdı, özellikle eşine, açlık meselesini de yolda halletmeye
çalışacaklardı. Bakıcı yavrulara göz kulak olurken diğerleri diğer dört kurt
önden gidip yiyecek bir şeyler bulmaya çalışacaklardı.
Erkek
kurt yağmurlu havada yola devam etmenin iyi şans getirmeyeceğini söylese de
sonunda dişi kurdun istediği olmuştu.
İki
erkek kurt sal kanattan ilerliyor, sağ kanadı ise lider dişi ve erkeği almıştı,
böylece araziyi tarayarak ilerliyorlardı. Her kurdun arasında belli bir mesafe
vardı, araziyi tarama bunu gerekiyordu çünkü. Av birinden kaçarsa ötekine
yakalanır, ondan da kaçıp kurtulursa kanatın diğer yönüne düşerdi, yani kaçıp
kurtulması imkansız olurdu, zaten biri avın ensesinde bitti mi paav panikler
korkar aptallaşırdı ve öteki kurtlar zınk diye yetişir, avın kurtulması
imkansız olurdu, avın kaçıp kurtulması için ya çok seri olması lazımdı, ya çok
zeki, saklanmayı bilen av kurtulabilirdi ama arkada bir kurt olunca av bütün
(domuz, tavşan) bildiklerini ölüm korkusuyla şaşırırdı. Ama bu durumda avcı av
da olabilirdi, iri bir domuz bir değil birçok kurdun işini bitirebilirdi ve
domuzlar genelde sürüyle takılırdı ve çok tehlikeliydiler.
Av
kantlardan birine düştü mü sonra süratle onu çember içine alırlardı, çember
demek ölüm kapanı demekti, çembere düşen bir avın kurtulma şansı sıfırdı.
Az
vardı yavrular ıslanmış ve üşümüştü ve üşümeye başladıklarında bu tatlı macera
hepsi için bir büyük işkenceye dönüşmüştü.
İlerlemek
istemiyorlardı ama geride yalnız başlarına kalınca ödleri patlıyordu, bakıcı
kurt arada başını çevirip onları kontrol ediyordu, ıslak ormanda çamura bata
çıka ilerlemek pek güçtü, yavruların hiç yaşamadığı bir şeydi bu, üstüne üstlük
dünden beri aç olunca bu iş gerçekten kabus olmuştu onlar için. Bu iş çok
başkaydı, yaşamın acı gerçekliğini, korkunçluğunu hissediyorlardı, hayatta
kalmanın gerekliliği. Canları acısa da yorulsalar da devam etmeleri gerektiği
son derece canı sıkıcıydı, bu iş başkaydı çünkü öyle yuvada masum masum
ebeveynleri beklemek yoktu, sıcak korunaklı yuvada beklemek gibi değildi bu,
ayaz kestiği vücutları titriyordu, bakıcı kurdun da acıması yok gibi
görünüyordu, basmış gidiyordu, arkada kalanın işi
bitecekti,
panikle kayarak yer yer yuvarlanarak ilerliyorlardı, ıpıslak. İşte o çok merak
ettikleri gizemli ve büyülü orman ilk keşiflerinde nasıl da en istenmeyen şeye
dönüşmüştü. Bakıcı kurt sert
görünüyordu; ama aslında öyle değildi. Onların başarmalarını istiyordu, sık sık
onların mızıldamalarını, yani korkuyla acıyla cıyaklamaların duyuyordu ama
aldırmıyordu. Çocuklar sessiz olun diyordu. Burada yalnız değiliz. Canınızı
seviyorsanız sessiz olun. Bir kurt her zaman tüy gibi sessiz olursa hayatta
kalır. Çok geçmedi ve ormanı yağmurdan bir sis bulutu sardı, bakıcı kurt bir büyük ağacın dibinde mola
vermeye karar verdi ve onların yanaşmasını bekledi, açlıktan mahvolmuş yavrular
üzgün bakışlarla bakıcının çevresine yuvalandılar. Bakıcı kurt da çok acımıştı.
Yavruların merak ettikleri hayat, yani bu orman bir düş kırıklığı oluvermişti
birdenbire ve o saf kendilerine duydukları özgüven de yerle bir olmuştu.
Açlığın etkisiyle ve yorgunlukla sarhoş gibiydiler. Düş ve gerçek arasında
sallanır gibi.
Bu ne
biçim bir işti. Git git yol bitmiyordu.
Bakıcı
kurt düşünceliydi. Canı sıkkındı, burnundan sıcak nefes ayazlı havaya
dağılıyordu.
Karnı
çok açtı, hem yavrular hem de kendi için çevre yiyecek aramaya çıktı, çevrede
dairlere çiziyor, etrafı kokuluyor, bir şey, yenecek bir şeyin izini bulup
koklamaya çalışıyordu, bir yiyecek bulamadı ama yuva olabilecek, ısısı çok
güzel bir yuva buldu, toprak çıkıntısının altında bir yarık vardı, orası
oyulmuştu, yavruları oraya götürdü, burada ısı fazlaydı ve yavrular ısınıp
mayışıp rahatladılar ve uykuya daldılar.
Akşam
oluyordu ve yağmur kesilmemişti. Yine delice yağmıyordu ama yağmıyordu. Bakıcı
kurt ormanda bir süre ilerledi ve uludu. Bir süre peş peşe ve acı acı uludu.
Avdan
dönen ekip yalnız dolaşan (kayıp) bir yaban keçisi yakalamış ve parçalamıştı,
her birinin ağzında bir parça vardı, ve bakıcının mesajını işitmişlerdi.
Çağrıyı işitmişlerdi.
Ekip
kamp alanına geldi ve baba kurt ağzındaki keçi budunu yavruların önüne koydu ve
yavrular sevinçle ete yumuldu. Karınları şişene dek, kana kana yedileler, ara
yer kapma yarışına girişip birbirlerine hırlayıp saldırdılar, sonunda hepsi de
mutlulukla doygunluğa erişip rahata erdiler ve sonra uyku bastırdı, uykuya
çekildiler.
Ekip de
yorgundu, onlar da uykuya çekildi.
Kurt
sürüsü akşam uyandı, can sıkıcı yağmur vardı yine ama şiddetli değildi. Sürü
yola koyuldu.
Akşamın
ilerleyen saatleriydi ve yavrular bu işe alışmış gibi görünüyordu, sürüye ayak
uyduruyorlardı ve bu iş bu kez bu kadar eziyetli görünmüyordu, çünkü karınları
toktu, sürü dağın eteklerinden ilerliyordu, burası tehlikeli bir bölgeydi, yüz
metrelik uçurumun kenarındaydılar, çok yol almışlardı ve geri dönmek zaman
kaybı olacaktı, ağır ağır ıslak ataşların toprakların çimenlerin üstünden
ilerliyorlardı. Aşağıda dere olmalıydı, derenin sesi geliyordu dişi kutun
kulaklarına. Bu kısmı aşağında çok büyük rahat edecekti dişi kurt, bakıcı kurt
yavruların önündeydi, kaşıntısı tutunca durdu ve kendini kaşımaya başladı.
Yavrulardan
biri uzaklaştı, ötekiler de onun peşinden gitti, oyun oynayarak yer
arıyorlardı. Fırladılar, yuvalarındaki gibi mutluydular, besin yani süper bir
yakıt almışlardı ve güçlü hissediyorlardı, coşkuyla atıldılar, uçurumdan
kaymaya başladıklarında çok geçti, toprağa tutunmak istiyorlardı,
cıyaklıyorlardı ve usl usul kayarak düşüyorlardı, bakıcı kurt yukardan onlara
bakıyordu, yapacak hiçbir şeyi yoktu, aşağı inip onlara yadı9m etmeye kalkarsa
o da uçurumun dibine düşecekti, sürü yukarda toplanmıştı, yavruların ilki,
ikincisi, üçüncüsü ve son olarak zifin kaydı ve uçurum boşluğundan acı
çığlıkları duyuldu, bakıcı kurt aşağıda dere olduğunu biliyordu ve belki
bazılarını kurtarırım umuduyla o da bıraktı kendini, kayarak aşağı gitti, bu
onun hatasıydı ve belki düzeltebilirdi.
Dişi kurt içinden acıyla homurdandı, o da aşağı kaymaya başladı,
peşinden erkek kurt da aşağı kaydı ve uçurumdan düştü, geriye iki genç kurt
kalmıştı, bunun ölüm demek olduğunu iyi
biliyorlardı ve belki başka bir yol bulunur diye düşünerek dağın eteğinden
aşağı, dereye doğru inmek için bir yol
aramaya giriştiler.
Yağışlarla
ve dağın yukarılarından gelen sularla iyice taşkın ve yürekli olan dere
çalkantılar içinde döne döne aşığı doğru akıyordu, iri taşlara çarpan sular
köpükler saçıyor, yoğun bir ses gürültü çıkıyordu. Yavrular derede bata çıkan
aşağı doğru işlerlerken su yüzeyinde durmak için savaşıyorlar,, akyalarını hareket
ettiriyorlar ve fırsat bulurlarsa cıyaklıyorlardı acı acı, imdat çığlıkları.
O akşam
zifin derenin bir noktasında baygın halde yatıyordu ve kendine geldiğinde
yapayalnız olduğunu fark edince uzun bir süre cıyakladı ve yardım gelmeyince
ağlamaya başladı. Korkup bir oyuna girip saklandı. Yaşadığına seviniyordu ama
ailesine ne olmuştu, neredeydiler? Dere denen şeyin gücünü ilk kez görmüştü.
O gün
akşam dek orada kaldı, kafası yerine gelmeye başlayınca dışarı çıkmak için
cesaret buldu ve çok açtı,
Birkaç
böcek yedi. Derede boğulan bir yılan leşini fark etti.
İri bir
yılandı bu. Korktu. Daha önce böyle bir şey hiç yememişti, ölü olup olmadığını
bir pençesiyle kontrol etti.
Karını
doyunca acı acı uludu, yardım sinyali verdi; ama bir yanıt alamadı. Ertesi gündü,
yukarda derede boğulmuş ve sürüklenip gelmiş domuz leşi kıya vurmuştu, bu leş
onun günlerce bir ziyafet çekmesine yol açtı. Bir hafta sonraydı, domuz leşi
yiyeceği tükenmişti ve artık kurbağalar ve yengeçler yoktu, burada onları
avlayan bir yabancının olduğunu anlamış başka yere gitmişlerdi, balıkları görünüyordu suyun içinde; ama
onları yakalaması imkansızdı. Buradan gitmem lazım diye düşündü ve ilk kez adam
akıllı çevresine bakındı,
Ormana
girebilmesi için uygun zemin yoktu burada, dimdik bir toprak parçası vardı
otlarla kaplı. O toprak parçasının bir bölümü dere kenarında ada oluşturmuştu,
işte oyuk yani yuvası buradaydı, dik toprağı tırmanması imkansızdı, buradan
kurtulmanın tek yolu varsa dereye atlamaktı, dere onu aşağı sürükleyecek, yüzüp
uygun kıyaya çıkabilecekti. Ama bunu yapacak cesareti yoktu, o derin ve karalık
sularda ilk seferinde nerdeyse boğulacaktı ve çok su yutmuştu. Üstelik her gün
yağmur vardı, dere azametli ve acımasızca çalkalanarak akıyordu,
Üstelik
cıvarda bir kızıl şahin dolanmaya başlamıştı, kanat açıklığı bir buçuk metre
varan kartal orada esir düşmüş zavallı kurdu fark etmiş, onu pençeleri arasına
alacağı kritik ve uygun zamanı kolluyordu. Birkaç kez sinsice yaklaştı ama
yavru kurt onu fark edip hemken deliğe saklandı, kalbi küt küt atıyordu,
havadan gelen tehlikenin de var olabildiğini fark etmişti böylece. Yerde de
sıkıntı bitmiyor ve üstten aniden, sinsice yaklaşıyordu düşman. Öfkeliydi, ona
dikmişti gözlerini, dişlerini gösterip hırlıyordu uzaklaşan kartala.
Ertesi
gündü, açlık onu perişan etmeye, acısını hissettirmeye başlamıştı, dereye
atlayıp atlamayı düşünürken kartların süzüldüğünü fark etti, son anda, yuvaya
kaçmak istedi, taşın üstündeydi, kaydı ve dereye yuvarlandı, su onu pin pon
topu gibi alıp sarıp sarmalayıp götürüyordu, yavru kurt bütün gücüyle
direniyordu. Tepe taklaktı, düzeltmişti durumu, başını sudan çıkarmış, ufak
pençelerini canla başla süratle çalıştırıyordu, kontrolü sağlamaya çalışıyordu,
arada suya batıp çıkıyordu başı. Nefes almakta güçlük çekiyordu. Çok sürmedi,
yüz metre kadar sonra her nasılsa gözü kıyıya fark etti, yürüyebileceği zemini
gördü ve kuvvetle o tarafa doğru yüzmeye çalıştı, nefesi kesiliyordu, çok
yorulmuştu, gücü tükeniyordu ama her seferinde kıya daha çok yaklaşıyordu, o
gördüğü noktaya yaklaşamamıştı, çok açığa savrulmuştu ama giderek kıyaya daha
çok yaklaşmış ve suyun tokatlayan gücünden çıkmaya başlamıştı, sonunda ayakları
taşlara değdi ve sudan çıkıp yürümeye başladı. Gökyüzüne bakındı hemen, kartal
yoktu, hemken ormana girdi.
Koca
ormanda her gün yeni bir şey öğreniyordu, derede su içiyor, sürekli çevreyi
araştırıyor, derenin kenarında vuran ufak tefek bazen büyük leşlerle
besleniyordu, dere onun yiyecek ambarı gibi bir şeydi, zahmet harcamadan
yiyecek buluyordu (kurtlar leş yer) ama bazen deren kenarında günlerce leş
olmuyordu, açlıktan mahvolduğu anlarsa, sonunda işim bitti diye düşünüp
bitkince dere çevresinde umarsızca yiyecek bakınırken gözüne yiyebileceği
şeyler ilişiyor, fırlayıp karnını doyuruyordu, bu leşlerin tadı berbattı,
sürüde yedikleri mükemmeldi oysa, bu leşler iğrenç ve adi şeylerdi, berbat olsa da karnı doyuyor ve mutlu oluyor
ve güçleniyordu. Kendinden büyük canlılar görünce hemen saklanıyor, yabancıyı
inceliyordu, başlardaki gibi aptal, kendini bilmez ve boş cesaretli değildi,
hep akılıyla, planla ve korkarak hareket ediyordu, çok dikkatliydi. Günlerce
beklemesine rağmen yiyecek bulamadığında ise ormanın başka bölümlerine
gidiyordu, burada yeni keşifler yapıyor, yiyeceğin en çok olduğu yerleri tespit
ediyor, sonra günler geçince ara ara oraları kontrol ediyordu, ormanın bir
yerlerinde mutlaka leşler, yeni ölmüş hayvanlar bulunuyordu. Koku analizleri
konusunda çok daha iyiydi, çok iyi bir koku hafızası oluşturmuştu, artık birçok
şeyi koklayarak çözebiliyordu, belli derecede uzmanlık kazanmıştı ve artık o
küçük köpek yavrusuna benzeyen 3 aylık kurt değildi, yetişkinler gibi tüyleri
çıkmış,v heybetli bir hale gelmişti, büyük ve keskin dişleri, sert bakışları
vardı. Artık genç bir kurt olsa bile bir ağırlığı vardı, kendine bir
özgüveni. Ormanın çok uzak ve başka
köşelerinden kurt ulumaları duymuş, ama kendine zarar gelir diye onlara
gitmemişti. Ama artık bu yalnızlık can sıkıcı olmaya başlamıştı ve leş ve ufak
tefek avlar yemek istemiyordu, düzgün bir yemek yemek istiyordu. Lezzetli bir
yemek. Ailesiyle yediği son akşam yemeği, o domuz eti sık sık rüyalarına
giriyordu. Ormanda zaman zaman domuzları görüyordu ama onlar iriydiler ve sürü
halindeydiler, bir kez arkada kalan
yavrulardan birini kaparım diye atılmıştı ama canını zor kurtarmış, ondan beri
domuzlara hep uzaklar bakar olmuştu.
Artık
nesin ve net olarak burayı terk etmesi gerektiğine inanıyordu, başka kurtlar
arasında olmalıydı, tıpkı çocukluğundaki sürüdeki gibi. Yalnızlık canına tak
etmişti.
Ve son
kez yuvasına, çevreye şöyle bir göz attı, oralara veda edip bastı, tıkır tıkır
yürüyerek uzaklaşıp ormanın ötekilerine, hiç gitmediği yerlere doğru sevinçle
ilerlemeye başladı. Zaman gelecek ve ormanın hiç gitmediği yerlere gideceğini,
ve korkarak burayı tamam terk edeceğini bir gününü mutlaka geleceğini
biliyordu, seziyordu, hissediyordu, çünkü uzakları, çok uzakları delice merak
ediyor, oralara adım atmak için can atıyordu, bildik çevrede dolanmak canı
sıkıcı oluyordu çoğunlukla. Yeni şeyler olmadıkça , aynı şeyler, aynı sabahlar,
aynı akşamlar, aynı geceler, aynı yiyecekler bezdirici ve aşındırıcı oluyordu
dinamik bedeni için, yalnızlığı içinde canavarca uluyordu, bu yalnızlık yok
edilmek istiyordu, çünkü yetişkin belirtileri göstermeye başlamıştı. Azan ve
parlayan İçgüdüleri onu cesaretle dolduruyor, artık bas git buradan diyordu. Ve
yalnız kalbi annesiyle sarmaş dolaş olduğu anlardaki gibi bir leş özlemiyle
yanıp tutuşuyordu. Bambaşka hevesler, heyecanlar ve uzaklara dair şeyler
uyanıyordu içinde. Hep uzak ve bilemediği diyarlara dair hayaller kuruyordu,
karşı konulmaz bir istekler oralara çekiliyordu sanki. Her sefer dur, acele
etme, henüz zamanı gelmedi diye avutuyor, kandırıyordu kendini. Sezgisi böyle
diyordu ona. İçindeki asi ses kabarıyor, sonra diğer ses onu yumuşatıp
susturuyor, ormanda neşeyle uçan bir kelebeğin peşine takılıp sevinçle koşuyor
ve bütün canı sıkıntısını bir anda unutuyor ve bağlandığı bu topraklara
taparcasına mutlu oluyordu ve farklı bir yiyecek bulduğunda mutluluğu
taçlanıyor, dört köşe oluyordu keyifle.
Ormanın
bir noktasındaydı, burası yüksekçe bir noktaydı ve seyir terası gibiydi,
aşağıda uçsuz bucaksız vadiyi seyrediyordu, karnı açtı, son bir haftadır, leş
yiyordu, pis bir kavga leşi, kurtlanmış domuz leşi. Sürekli leş yemek bir işkenceye dönüşmüş,
yaşam azmini ve neşesini silip süpürmüştü, üstüne üstlük yalnızlık acısı
çekiyordu, dolaşıp ne yapıp edip taze et bulmayı düşünüyordu, bezgindi ve
yerinden kımıldamak istemiyordu, zaten her çabası boşa çıkıyordu. mevsimlerden
sonbahardı, birden gökyüzünde uçan ördek
sürüsü ilişti gözüne, kuzeye gidiyordu ördek sürüsü, ben de kuzeye gideceğim
diye düşündü, ördekler nereye gidiyorsa oraya gideceğim. Kalktı hemen ve yola
düştü. Dönüp arkasına bile bakmadı, bu kez kesin kararlıydı, öyle eskisi gibi bir
süre gidip geri dönmeyecekti ve dönmedi de.
Bir
hafta geçmişti, hava yağmurluydu, çok sık çalıların ve otların olduğu, otların
boyuna kadar geldiği bir ormana gelmişti,
yağmur yağıyordu ve açık bir alan, bir vadi bulana dek ilerlemeyi ve
uygun bir yerde de kamp yapmayı düşünüyordu, yorgundu, karnı açtı, ormanda
önüne gelen ufak tefek leşler ve bir tavşan yakalayıp yemişti. Zaman zaman
gözüne domuz sürüleri ilişiyordu ama onlara yanaşmıyordu, henüz onların nasıl
avlanacağını biliyordu ve zaten o domuzların ebeveynleri kendinden iriydi,
domuzlar onu fark ettiklerinde hücuma geçiyorlardı, eğer zifin onların kesmeye
başlarsa. Ve o da acınası biçimde kaçıyordu,
gözünü hep dört açıyordu, kendi gibi bir kurt ya da kurt sürüsü
görebilirim diye ama tek bir kurt bile görmemişti, ama sürekli olarak onların
izlerine, kokularına denk geliyordu, buralardan bir yerlerde hep kurtlar
dolanmış, geçip gitmişlerdi bir yerlere, şimdi onlar neredeydiler acaba, en çok
merak ettiği, onu en çok heyecanlandıran buydu, genelde karnı açtı, ufak tefek
leşler ona yetiyordu, hayatta kalabiliyordu; ama başka kurtlar düşüncesi ona
müthiş bir güç, azim, sabır ve dayanıklılık veriyordu, o hayale kavuşacağı
umudu daha ilerlere gitmesini sağlıyordu. Hep yeni şeyler deniyordu, böcekleri
yiyordu, çekirgeler, salyangozlar…
Nihayet ağaçların seyreldiği alana
geldi, bir domuz sürüsü fark etmişti, domuz ailesi dağınık biçimde mutlulukla
ve kendilerinden geçerek otluyordu, hepsini gözden geçiriyordu, ufak olan
sürüden epey ayrılmıştı, artık şu domuzlardan birini yakalamayı bir şekilde
becermesi gerektiğini düşünüp o domuza yaklaşmak için sinsi sinsi yaklaştı,
domuz uzun otların arasındaydı ve çevresini göremiyordu, zifin ağır sessiz
adımlarla iyice yanaşmıştı domuza, arkasındaydı ve bu işi nasıl yapması
gerektiğini bilmiyordu ama içgüdüleri onu yönetiyordu, ağzı sulanmıştı, taze et
yeme düşüncesi onu çıldırtıyordu, arkadan domuzun üstüne atladı ve ensesinden
kaptı, bunu nasıl yaptığın bilemedi ama bir şekilde yapmıştı, domuz çığlığı
basmış, kurtulmak için çabalıyordu, domuzun babası olay yerinde aldığı soluğu
ve zifin onun toslamasıyla tepetaklak olup öteye savruldu, ve bastı, panikle
oradan kaçtı. Hayal kırıklığı yaşıyordu ama dişlerinde domuzun kanının tadı
vardı, ilk atalarını hissetti o vahşi
hazzı hissetti, öldürme içgüdüsü alev alevdi, geri döndü ve başka bir noktadan
domuzları izlemeye başladı tutkuyla, domuzlar kaçıyordu, şansını zorlama diye
düşündü, bir sakatlık yaşarsa bu hayatını sonu olabilirdi, domuzlar uzaklaşıp
gözden kayboldu. Düşünceler dalmıştı ve ilerliyordu, eğer en az bir kurt da
olsa o sürüden bir domuz kapabileceğine karar verdi, diğer kurt sürüyü
oyalardı, bir şeyler yapardı, eğer iki kurt daha olsa iş daha kolay olurdu,
dört kurt daha olsa sürüden bir domuz çalmak garanti olurdu nerdeyse. Aniden
durdu, ilerde otların arasında bir şey hareket ediyordu, sesi dinledi, evet
orada bir şey bir canlı hareket ediyordu, birkaç metre ilerdeydi ve o kokuyu
hemen tanıdı, zifin çiçeği kokusu, kafası birden çocukluğundaki o sahneye
gitti, zifin çiçeğini burnunu yaklaştırmış kokuluyordu, annesi yanına geldi,
senin adın zifin olsun…başını
çiçekten kaldırdı, ilerdeki canlı hareket etmişti, bekledi, ve harekete geçti,
onu korkutup kaçırmak istemiyordu, aniden bastıracaktı, atılacaktı üstüne; ama önce
onun ne olduğunu, kalıbını görmeliydi,
cüssesi büyük bir domuzsa ona yaklaşması delilik olurdu, ama bir koku
duydu bu koku ona çok tanıdık bir şeyleri hatırlatmıştı, hızlandı, otların
arasından dişi kurdu gördü, açık mavi gözleri vardı, burnu, narin gövdesi,
tertemiz bakışlarıyla bu dişi kurt hayatında gördüğü en güzel kurt olmalıydı,
çocuk bir kurtken annesini çok güzel bulurdu, işte o zamanlar annesine en çok
bağlı olduğu zamanlardı, ona aşık olduğu zamanlardı, yuvadan başka bir şey
bilmediği zamanlardı, dışarıdan gelen annesinin sütünde, tüylerinde suratında
dış dünyanın garip ve güzel kokularını, toprağın ağaçların yani doğanın
kokusunu hisseder, acayip mutlu olurdu. Şimdi ötedeki bu dişi kurt kaybettiği
anne özlemiyle bir çığlık gibi kalbini eritmişti bir anda, başında tatlı
yıldızlar dönmeye başlamış, birden delice heyecanlanmıştı. Ama ya sürüsü varsa
ve tek değilse, onu elde edemezdi, eğer tekse şansı yüksek olabilirdi, usulca
ilerledi ve bir kuru çalıya bastı, o çatırtıyı ilerdeki dişi kurt gördü ve
hemen başını çevirip ona düşmanca baktı, zifinin ona saldıracağını sanış, sinip
savunma pozisyonu almıştı, zifin ona güven vermek için sakin sakin onu
seyrediyordu, dişi kurt bu yabancıya güvenmiyordu, zifin dişi kurt ortada
yokmuş gibi başı yere eğdi, bir şeyleri kokladı, sağına soluna baktı, ben
zararsızım mesajı vermeye çalışıyor ve usulca ona yaklaşıyor, arada duruyor ve
kuyruk sallıyordu, dişi kurt mesajını almıştı ama yine de temkinliydi, zifin
ona iyice yaklaşınca dişi kurt dişlerini gösterip hırlayıp atılıp geri çekildi,
zifin öylece durdu, ama korkup geri çekilmişti. İlerlemek istedi ama dişi kurt tepki
gösterdi, zifin de olduğu yere uzanıp gözlerini dostça ona dikti. Tabi bu arasa çevreyi gözetleyip sesleri
dinliyordu, dişi kurdun sürüsü varsa diğerleri gelip ona saldırabilirdi, henüz
bu dişi kurdun yalnız takılıp takılmadığını bilmiyordu ve yavaş gitmesi
gerektiğini sezmişti. Bu müthiş fırsatı kaçıramazdı, böyle güzel bir dişi kurdu bir daha nere bulacaktı
ki, dişi kurt ilerlemeye başlayınca zifin de hemen peşine düştü, dişi kurt
bundan hoşlanmamıştı, neden böyle yapıyordu ki, buna bir anlam
veremiyordu, epey bir süre onu böyle
takip etti ve dişi kurt bir karga leşi bulunca onun yenecek kısmını araştırmaya
başladı, zifin o an onun çok zayıf olduğunu ve karının da çok aç olduğunu fark
etti, bir şeyler yapmalıydı, çevrede bir av araştırmaya girişti, tabi bu arada
onu da gözden kaybetmemeliydi, sonunda kendini öyle kaptırdı ki, epey
uzaklaştı, bi domuz sürüsüne dek geldi, yavrulardan birini gözüne kestirdi,
attık gözünü karartmıştı, bir yavru domuz işini görürdü, anne baba ve beş yavru
domuz vardı, biri çok gerideydi, güvercin sürüsüne dalan atmaca gibi plansız
programsız atıldı son sürat, en arkadaki başka yöne kaçıp kayboldu ve diğer
ikisi birbirine çarpıp yere yuvarlandı, böylece zifin tam önündeki yavru domuza
kaptığı gibi fırladı, boynundan yakalamış, gırtlağını sımıştı, bütün gücüyle,
yavru domuzu yakalar yakalamaz canı çıkmıştı, peşindeydi baba domuz, zifin
sevinçle uzaklaştı ve nefes nefese bir yerde durdu, dişi kurdu bulmak için
bastığından arkadan gelen sesi duyup başı çevirdi, bu dişi kurttu, domuzların
çığlıkların duymuş, olay yerine gelmiş ve zifin’in görüp onu takip etmişti,
zifin tereddüt etmeden ona yakaladı ve ağzındaki domuz yavrusun onun önüne
bıraktı, dii kurt bir domuz ölüne bir ona baktı ve domuzu yemeye koyuldu,
geriye bir parça kalmıştı, onu da zifin yedi, sonra onu kokladı, diğeri de
başını uzattı, zifin kabul görmüştü ve onay almıştı, sevinçle dişi kurdun
çevresinde giderek büyüyen daireler çiziyordu, çılgınca koşuyordu, artık bir
yoldaşı vardı, dişi kurt da onu yakalamaya çalışıyor, beraber koşuyorlar
birbirini şakadan ve yer yer sertçe ısırmaya çalışıyorlar, yatıp
yuvarlanıyorlardı otların içinde. Birbirlerini yalıyorlardı, zifini artık
sonsuz uzun karanlık gecelerde yalnız olmayacaktı, artık bir sevgilisi vardı, uyuyacak uyanacak
ve onu yanında bulacaktı, delirten yalnızlık onca acılı zamandan sonra
bitmişti. Koşmaktan yorulmuşlardı ve
sakin sakin yürüyorlardı, bir tüfek patladı aniden ve dişi kurt yere
serildi. Zifin ne olup bittiğini
anlayamamıştı ama kaçması gerektiğini anlamıştı, dişi kurdun yere düşüp cansız
kesildiğini görmüş, ona bakıp donmuştu bir an ve sonra fırlamıştı. Orandan
uzaklaştı ve iri yaprakların arasından gözlemeye başladı, eli tüfekli bir adam
dişi kurda yanaştı, tüfeği ona doğrultmuştu, çizmesinin ucuyla kurdu dürttü,
ölü olduğunu anlayınca kuyruğundan tutup sürüklemeye başladı, iri yarı adam
kısa bir süre yürüdü ve evine geldi, karısına seslendi. 12 yaşındaki kızı karısıyla dışarı çıktı.
Kadın hamileydi.
Geçen gün bizim koyunu öldüren kurdu
geberttim dedi.
Zifin kahrolmuştu, ağlıyordu, sevgisi
yoktu artık. Hemen oradan uzaklaştı. Düzlüklerin tehlikeli olduğunu anlamıştı
ve tehlike hiç beklenmedik anda geliyordu, dağa doğru ilerliyordu ve kayayla
aynı renkte bir şey gördü, kımıldamıştı, tavşandı, yakalayıp onu yemeye
başladı, kaynı teskin olmuştu, hava kararmaya başlamıştı, kendini yorgun
hissediyordu, çalılıkta dinlenmek için uzandı. Uyku uyanıklık arasında dişi
kurdu, ona rastladığı ilk anları ve koştuklarını gördü. Uykuya daldı. Gece
yarısıydı. Karanlık ormanda bir baykuş ötüyordu. Dişi kurdu hatırladı, onu
öldüren köylüyü. Öfke ve intikam doluydu. Gidip sevgilisini vuran köylüden
intikam almayı, onu öldürmeyi düşündü ama bu ona saçma sapan geldi, insanların
çok tehlikeli, ölüm saçan varlıklar olduğunu anlamıştı, intikam hevesiyle
uyarsa sonu diğeri gibi olacaktı. Açlık onu sallıyordu, hareketlendi, birden
aklına şu cümle düştü: Geçen gün bizim koyunu öldüren kurdu geberttim, koyun
denen şeyin ne olduğunu biliyordu, bir keresinde babası yuvara bir koyundan
büyük bir parça getirmişti ve koyunlara dair büyüklerinden çok hikaye
dinlemişti.
Yola
koyuldu, köylünün ahırında koyunlar olmalıydı ve ondan intikam almanın en iyi
yolu da bu olmalı diye düşünmüştü, karanlıktaki kulübenin ışıkları yanıyordu,
sogun gaz lambası aydınlığı cama vurmuştu, bacadan dumanlar tütüyordu.
Yağmur
başladı ve giderek süratlendi, sağanak yağmur işini gerçekleştirmek için bir sis
perdesi sağlayacaktı ve buna çok sevindi. İçinden bir ses ona şöyle diyordu,
buranda çek git, yoksa başın çok pis bir belaya bulaşacak ve geberip
gideceksin. Bırak şu köylüyü. Ama açlık tam teresini söylüyordu, ağıldaki
koyunlar çok kolay bir avdı ve birini ele geçirse karnını doyuracaktı güzelce.
İçindeki sesler çarpışıp duruyordu, kararsızdı ve açlık galip gelemye
başlamıştı. Bu evden bir ganimet elde edip hemen sıvışacaktı, evin ışıklarının
sönmesini beklemeliydi, sesler kesilmeliydi, içerden diyaloglar geliyordu,
köylü karısıyla sohbet ediyordu.
Zifin
aniden irkildi, ağılın önünde bir çoban köpeği vardı.
Köpek
kurdun kokusuna almıştı ve yatığı yerden dikildi. Havladı birkaç kez. zifin tam
kaçmak üzereydi ki zincirin şakırtısını duydu, köpek yerindeydi. Köpeklere dair
de çok hikaye dinlemişti bakıcı kurttan, onların kurtları nasıl geberttiğini
iyi biliyordu zifin. Ağılın öteki
tarafına gitti.
İçeri
girebileceği küçük bir aralık buldu, köpek onun orda olduğunu anlamış, var
gücüyle bağırıyordu, zifin delikten içeri girdi, beş koyun beş keçi vardı
ağılda, zifin koyunlardan birini kaptı, kendine çekti, boğazına yapıştı,
koyunlar çığlığı basmıştı, köylü adam elinde tüfek ve el feneriyle ağılda
soluğu almıştı, ateş açtı, zifin koyunların arasına daldı, köylü onu arıyordu,
koyunlar kaçışıyordu ve zifin fırlayıp kaçacaktı ağıldan, koyna çarpan adam
yere devrildi, zifin köylüyü elinden kaptı, ısırıp çekti ve ağıldan fırlayıp
çıktı. Dağarla doğru son sürat koşuyordu. Ağzında koyunun tadı vardı, kanının
tadı. Delice bir iş yaptığını düşündü, ölmediğine sevindi. Bir daha asla böyle
bir delilik yapmamaya karar verdi ama bu delilik ondan bir alışkanlık haline
geldi sonra. Cesaret, korkusuzluk. Bu sayede en tehlikeli, en riskli işlere
girecekti.
ŞİMDİ
Siyah
kurt susamıştı ve acıkmıştı,
“Arkadaşım
gitmek zorundayım.”
“Yapma
be dostum, biraz daha kalsaydın. Çok iyi bir moral oldun bana. Bu iyiliğini
asla unutmayacağım.”
“Bak
bence ayağını o şeyden kurtarabilirsin. Aniden bütün gücünle çek.”
“Bunu
en başta denedim, çok acıdı.”
“Yine
dene.”
“Ayağım
koparsa.”
“Koparsa
kopsun. En azıdan hayatta kalma şansın artar. Seni yerinde ben olsam zorlardım;
ama burada aç susuz ölmeyi beklemezdim. Sana boL şans dedi ve oradan uzaklaştı.
Zifin
onun ardından üzgün gözlerle baktı, ilk defa böyle mert bir kurtla muhabbet
etmişti. Onunla sonsuza dek dost olabilirdi ve ayağındaki bir pis demir parçası
yüzünden onunla gidemiyordu. Derin bir nefes aldı. Bütün gücüyle ayağını
çekecekti, ayağının kopmasına da kendini hazırladı. Canı çok yanacaktı, ama bir
kez yanacaktı, sonra kurtulacaktı; umarım dediği gibi olur. Aniden ayağını
bütün gücüyle geri çekti. Acı hiç olmadı, paslı demir kapanın bir kısmı
kırılmıştı ve ayağı serbest kaldı, demek ki boşa bekliyormuş burada, başta çok
zorlamıştı ve demek ki kopmaya yakınmış.
Fırladı
ve siyah kurda yetişti.
Siyah
kurt, onu yanında görünce şaştı kaldı.
“Bunu
nasıl becerdin?”
“Dostum
sen hayatımı kurtardın sen olmasan ölüp gidecektim orada.”
“Yok
canım.”
“Sayende.
Ay Işığı!”
Onu
yalıyordu.
“Yapma
arkadaşım. Neden öyle dedin bana.
“Çünkü
sen ay ışığı kadar güzelsin.”
Zifin
durmuyordu, onu yalamaya sevgi gösterisine devam ediyordu.
“Kes şu
sırnaşmayı, açım ve yiyecek bir şeyler bulmam lazım.”
“Ben de
açım ortak.”
“Ortak
ha?”
“Öyle
değil mi?”
“Hadi
öyle olsun” dedi; ama onu tanımıyordu, tekin biri değilse? Nasıl biriydi? Onu
denemeye karar verdi, eğer yaramaz biriyse onu terk edecekti bir gece yarısı,
ama şimdi şu önemliydi ikisi için de, av bulmak için dayanışma içinde
olacaklardı. Zifin bir dost kurt bulduğuna seviniyordu, ondan bir zarar
gelebileceğini hiç düşünmüyordu; ama siyah kurt deneyimliydi, doğru kişiyle
takılmıyorsa hayatının sonu olacağını öğrenmişti. Uçuk, kaçık, deneyimsiz ve
keyifçi kurt baş belasıdır, özellikle bencilse. Ortaklık, yani iş birliği
(yoldaşlık) bilinci yüksek, korkak, teminli, sessiz, ağırdan alan ve özellikle
söz dinleyen bir kurda hiç benzemiyordu bu avanak… Zifin’de yoldaşlık özelliklerinin birini bile
görmemişti; boş bir cesaret, deli cesareti. Hepsi bu. Dik başlı bir kurt olduğu
belliydi. Dik başlı kurt isyan eder, en yaramaz kurttur yoldaşlık için. Dik
başlı kurt dayanıksızdır, en zor şartlarda kaçar ya da kendini düşünür, balon
gibi söner, kalın kafalıdır. Boş buğday başakları dik durur, dolu olanlar ise
başını öne eğer, evet, Zifin boş bir buğday başağıydı.
Günler
süratle geçerken gündüzler akşama, akşamlar geceye devriliyordu ve onlar
birlikte ava çıkıyorlardı, zifin avla ilgili siyah kurttan çok şey öğrenmişti.
En
riskli durumlara önce o dalardı, önce o denerdi, ilk o giderdi riskli pis
işlere, imkansız görünen işlere o giderdi ve sürüdeki rolü buydu, ölmekten
korkmuyordu, en zor durumlardan tehlikelerden de her seferinde kurtulmayı
başarıyordu ve sık sık o sevgisinden söz eder, aslında ben orada öldüm ve sürekli
aynı lafları söylerdi, o anı hep anlatırdı, orada ben de ölmeliydim, öldüm ve fazladan yaşıyorum. Zifin için imkansız yoktu, avlanmayacak hayvan yoktu, bir
keresinde bir ayıya bile hücum etmişti.
Siyah
kurt kızıyor ve acıyordu, böyle çok yaşamaz bu kafayla kurt diye düşünüyordu,
henüz doğru düzgün bir av yakalayamamışlardı.
İkili
yaz akşamının gelmesini bekliyordu iple çekercesine, ormanın kuytusunda
saklanıyorlardı hayalet gibi, sık çalılıların arasında. Akşam çökmeye başladı
nihayet, bir püfür püfür serinlik başladı, ikili su içmek için dereye
ilerliyordu. Zifin ailesiyle geçirdiği güzel günlerden söz ediyordu.
Siyah
kurt çok konuşanı sevmezdi; ama Zifin anlatma işini iyi beceriyordu, bazen
olayı gülünç biçimde anlatıyordu, aslında Zifin denen kurdun uzun yaşamasını
isterdi, böyle kurt kendini yetiştirirse iyi bir noktaya gelirdi ormanda, belki
zamanla değişirdi; ve söz de dinliyordu, bazen bildiğini okuyordu; ama geri
adım atmasını da biliyordu. Arada tartışıyorlardı, sen çok biliyorsun ya koca
kafa diyordu Zifin ona. Siyah kurt buna şaşırmıştı, ben koca kafa mıyım, yok,
gerçeği söyle. Biraz.
Gerçeği
söyle yoksa senle irtibatı keserim. Koca kafasın gerçekten. Ürküten koca kafan.
Yanlış anlama. Keşke benim de kafam senin ki kadar büyük olsa. Siyah kurt buna
çok gülmüştü.
“Günlerdir
dolaşıyoruz; ama tıka basa et yiyemedik. Dün yediğimiz şu köpek leşi ne iğrenç
bir şeydi öyle.”
“Onu
bulduğuna dua et sen.”
“Nereye
gitti bu hayvanlar, ne dersin?”
“Bilemem;
ama sakın geçen seferki gibi bir ayıya saldırayım deme. Bu kez olduğum yerden
gebermeni seyrederim. Yardıma mardıma gelmem. Sayemde kurtuldun bunu bilesin.”
“Ama
bize kafa tuttu, burası benim dedi, onu biraz sinir etmek istemiştim sadece.
Aslında
Zifin’in o koca erkek ayıya saldırmasını pek tutmuştu, ayı önce bu bir pençelik
canı olan kurtu hiç umursamamıştı; ama zifin oradan buradan bezdirici ataklar
yapmış, ayıyı yormuş ve sonra arkadan sessizce ısırmaya çabalamış ve başarılı
olmuştu, ayı hemen arkasına dönecek gücü bulamamıştı, nefes nefes kalmıştı ve
böylece Zifin onu ısırabilmişti bir anlık da olsa. Ayı onurunu kaybetmenin
öfkesiyle ve panikle kükremiş,
çevrede
başka kurtların da olabileceğini düşünüp iyice
paniğe kapışıp
çevresini taramıştı, kurtların yalnız takılmadığı iyi bilirdi, Zifin onu tahrik
edip duruyor, hırlayıp ısırmaya çalışıp kaçıyordu, siyah kurt da manzarayı
zevkle izliyordu, koca ayı bir kurdun karşısında nasıl de perişan oluyordu. Çok
kızgındı ve Zifin’i ele geçirse 10 santimlik pençesiyle biçecekti tırpan gibi.
Çok çabalıyordu. Arada iki ayak üstüne kalkıyordu. Zifin ısırmaya çabalıyor,
arada başarılı oluyor, ayının çevresinde dört dönüyordu, sağdan gelir gibi
soldan geliyor, soldan gelir gibi yapıp sağdan, son derece çevik ve hızlı, ayı
Zifin’in peşinden koşuyor, Zifin kaçıp ağaçların arkasına saklanıyor, devrilmiş
ağacın üstünde sıçrıyor, saklanıyor ve az sonra başka yerden mermi gibi çıkıp
ayının bir yerinden ısırıp gözden kayboluyordu hayalet gibi. Ayı öfkeden
çılgına dönmüştü, Zifin’in arkasında gözden kaybolup gittiği ağaçları
pençeleriyle yırtıyor, toprağa pençesini daldırıp hırsını almaya çalışıyor,
toprağı çimenleri eşeliyordu. Zifin bir hız ve çeviklik ritmi, bir vur kaç
düzeni yakalamış, ayının dikkatsiz ve savruk olmasını sağlamıştı. Ayı bilinçli
savunma ve saldırı taktiğini yitirmiş kuduruyordu öfkeden. Ayı yorulmaya
başlamıştı, ve öfkesi artmıştı, zifin ise onunla dalga geçebildiği için
mutluydu ve farkında olmadan hızını yavaşlattı, işe o an ayı onu nerdeyse
dişleri arasına alıyordu, ciyakladı, kaçtı tökezledi ve ayı ona yetişti.
Öfkeyle kükreyerek açtığı çenesinden salyalar akıyordu, upuzun beyaz köpek
dişleriyle yıldırım gibiydi, Zifin’i karnından ısıracaktı. İki pençesiyle onu
yakalamıştı serçe gibi. Karından dişleriyle sımsıkı tutup yakalayıp çekip
kafasını sağa sola oynatıp bütün gücüyle…yaracaktı karnı…ikiye bölecekti onu…kaç zamandır et
yemiyordu zaten. Çenesini onun kokusunu çok net ve taze biçimde alacak kadar
yaklaştırmıştı.
Ve
siyah kurt yardıma fırlamıştı birkaç salise önce. Arkadan rüzgar gibi fırlayıp
ayının sırtına atladı. Ayı huylandı, en hassas, dokunulmaz yeri sırtıydı.
Sırtındaki his çok rahatsız ediciydi, ensesinde hissettiği dişler canını çok
yakmıştı. Çok keskin, sivri bir acıydı, jilet gibi. Böyle bir şeyi hiç
beklemeyen ayı can havliyle başını çevirdi, sırtındaki siyah kurdu atmaya
çabaladı. O kadar güçlü savurdu ki kendini, siyah kurt bir tarafa uçtu top gibi
ve ağacın gövdesine çarpıp yere yuvarlandı, o kadar büyük acı duydu ki, omurgası kırılmış
gibiydi. Ama anından toparlandı, zıplar gibi yerden kalkıp dört ayak üstüne
bastı, yay misali. Kurtlar, kediler ve köpekler böyledir, yay gibi ayağa
dikilirler yere düştüklerinde, uçarcasına. Çünkü yapıları esnektir,
insanlarınki gibi karmaşık değildir. Yere yakındırlar, hafiftirler. Bu yüzden
uçarcasına hızlı, çevik ve esnek hareket edebiliyorlar.
Kedinin
biri beni görünce korkup 3 kattan aşağı atladı, ölmedi, dört ayağının üstüne
düştü, kaçtı.
Siyah
kurt oradan uzaklaştı Zifin’le.
Siyah
kurt çok kızgındı: “Bunu bir daha yaparsan birlikte takılmayız. Bu hayatının
sonu olabilirdi.
Özür
dilerim dostum. Ama ne yaptığımı biliyordum. Son hata hariç.
Evet, Zifin
ne yaptığını iyi biliyordu, onu yormuştu, tabi bu arada ayının pençeleri
arasına düşme riski de vardı ve sonunda nerdeyse bu gerçek oluyordu, ama
savaşma taktiği siyah kurdun çok hoşuna gitmişti. Delice hareket ediyor gibi
görünse de çok iyi bir taktikle hareket ediyordu zifin, ondan iyi bir zeka
olduğunu o gün anlamıştı. Üç gün önce gece yarısı.
Oysa
siyah kurt ilk kez bir ayı gördüğünde onun yanından çok uzak bile geçmek
istememiş, yolunu değiştirmişti. Ayı iriliğiyle ve ürkütücü öfkeli sisiyle
korkutulur bütün canlıları. Ama zifinin o kuruluya aldırdığı yoktu, bu cesaret
başı okşanacak cinstendi ve genç kurdun yüreği. Ondan iyi bir sürü elemanı
olurdu. Ama disipline etmesi gerekirdi kendini. Ederse…yetiştirirse..sürüde en zor
görevleri gerçekleştirebilirdi. Koca ayını perişan etmesinden dolayı ona deli
bir kurt olarak değil; savaşı bir kurt olarak bakıyordu, evet, Zifin savaşmayı
bilen bir kurttu, iyi taktikler kurabiliyordu kafasının içinde.
Saatlerdir
yürüyorlardı, ama av kokusu yoktu. Bir dere fark ettiler ve susuzluklarını
giderken için sevinçle suya yaklaştıklar. Su içtikten sonra karşıya geçerken Zifin
bir koku aldı, peşinden siyah kurt gitti. Zifin bir geyik leşi bulmuştu.
“Yine
bir leş.” dedi.
“Köpek
leşi kurtluydu, bu yine iyi.”
“Çok
kötü kokuyor dostum.”
“Boş
ver. Ya da bunu bulduğuna dua et. Kurt gibi açım” dedi. Başladı yemeye.
Zifin acırcasına
seyrediyordu onu.
Siyah
kurt durdu ve ona baktı, ağzındaki eti bitirip yuttu: “Çabuk yersen iyi
edersin. Yoksa güçten düşersin ve ölürsün.”
“Bir
daha leş yememeye yemin ettim.”
“Basar
giderim yetişemezsin. Bir tehlike olur. Güçsüz olduğun için koşamazsın.”
“Bir av
yakalarız.”
“Gün
doğuyor.”
Zifin
kurda yumuldu. Az sonra mutluydu: “Süper bu dostum, kötü kokuyor ama olsun.
Karnım doymasa bile teskin oldu.”
Siyah
kurdun da karnı tıka basa doydu.
Ses
duydular ve başlarını kaldırıp baktılar.
Ötede
beş geyik vardı.
“Baksana
şunlara, ortak, ne kadar güzeller! Bu leşi boşa yedik. Mis gibi taze geyikler
orada.
Siyah
kurt güldü: “Olması gerekeni yaptık. İşin aslını biliyorsun.”
“Biliyorum.
Yememiz gereken yiyecek oradaydı ve bize leşi yedirdin. Sen bir ahmaksın
dostum. Kusura bakma.”
Güldü:
“Ahmak ha?”
“Aynen
böyle. Şu tadı zevkten öldüren geyikleri yemeliydik şerefsizim. Şimdi aç
olsaydık şunların peşine takılır birini yere indirir yerdik. Ama karnım etle
dolup şişti, bir adım atacak halim yok.”
“Öyle
diyorsun demek bay kahraman.”
“Bay
kahraman demek de ne oluyor?”
“Bilmem.”
“Ha,
sen onlardan birini indiremeyeceğimizi düşünüyorsun herhalde.
“Kesinlikle.
“Neden?”
“Sen
bir amatörsün.
“Bak
dostum sana çok değer veriyorum. Kızgınlıkla boş bulundum ve sana ahmaksın
dedim.
“Sorun
değil.
“Şimdi
buraya da keyif yapalım. Yarın gece o geyiklerin peşine düşelim?”
“Onlar
yakalanmaz.”
“Nerden
biliyorsun?”
“Denedim.”
“Birlikte
deneriz.”
“Yakalayacağımızı
sanmam. Onlar heba eder kurdu, yarın deneyince neyin ne olduğunu anlarsın.”
“Benle
gelmeyecek misin?”
“Gelirim
elbette.”
“Yarını
boş ver de, bak dostum gökte binlerce yıldız var, şurada ay, böyle serin bir
yaz gecesinde karnı tok olmak muhteşem bir şey, günlerce aç kaldım, aç kalmak
kadar zor bir şey yok. Leş bile olsa çok mutlu oldum, tabi bir ara şeş deyip
yiyeceği hor gördüm, anlıktı, eldekinin kıymetinin bilmeyen gerçek bir kurt
olamaz. Çok rezil ve kurdu hurda haşat eden aç günler geçirdiğim için bunun
böyle olduğunu öğrendim. Kimse o öğüdü vermedi bana.”
“Amam
bence öğreneceğin çok şey var.”
“Elbette
dostum. Ukalalık yaptıysam özür dilerim. O nefis geyikler o kadar baştan
çıkarıcıydı ki. Bir an kendimi kaybettim heyecanla.”
“Takma
kafana. Gerçekten. Ama ağzından çıkanlara dikkat etmelisin. Çünkü başına iş
açarlar.”
“Haklısın
dostum.”
“Önemli
olan karnını doyurmak. İkincisi ise bunu yaparken bir dostla yapmak. “Dostluk
kadar değerli bir şey yok bence.”
“Durumlar
değişir, belki yarın ölürüm, o yüzden kendini kaptırma.”
“Yarın
o geyiklerden birinin icabına bakarız.”
Siyah
kurt çenesini öne uzattığı ayakları üstüne koydu, gözlerini kapadı.
“Uyu”
dedi, “yarın için güçlü olman lazım.”
Zifin gün
doğunca ortada yoktu. Siyah kurt onu bekledi saatlerce, başına kötü bir şey
geldiğini düşündü. Tam umut kesmişten zifin göründü.
“Nerdeydin?”
“Çevreyi
dolaştım.”
“Saatlerdir
yoktun, neden bana haber vermeden çekip gittin ki?”
“Sakin
ol dostum, neden bağırdığını anlayamadım.”
“Bak
kafana göre hareket etmen hiç hoşuma gitmedi. Hem kendi canını hem de benimkini
tehlikeye attın.”
“Yok
dostum.”
“Seni
takip etmiş olabilirler.”
“Kim?”
“Burası
bilmediğimiz bir bölge ve illaki bir kurt sürüsünün bölgesidir. Öyle serseri
gibi gezmen, özellikle bana haber vermeden gitmen çok ters geldi bana.”
“Özür
dilerim dostum, bu biçimde hiç düşünmemiştim.”
“Çok
kısa bir süre daha seni bekleyip buradan çekip gidecektim.”
“Büyük
aptallık yaptım. Tekrar özür dilerim. Sabah uyanınca dün gördüğüm geyikler
geldi gözümün önene. Çevreyi dolaştım, izlerini buldum, saatlerce gittim, ama
bir noktada izleri kaybettim. Koklarını da kaybettim. Büyük bir dere vardı,
sanırım karşıya geçtiler. Yorgunluktan ölüyorum.”
“Burayı
terk etsek iyi olacak.”
“Biraz
uyumam lazım. Tek adım atacak gücüm yok.”
“Peki
sen uyu, ben çevreyi bir tarayayım, bizi izleyen yabancı kurtlar olmasından
endişeliyim. Buraya gelirken bir koku aldım; ama sana söylemedim. Burası başka
kurtlara ait bir bölge. Burayı bu akşam terk edeceğiz.”
Zifin,
çalıların arasına girdi.
Siyah
kurt dedi ki: “Bir sıkıntı çıkarsa aniden. Birbirimizi kaybetmeyelim.”
“Yoldaş”
dedi, “bir sıkıntı gelirse ulu üç kere, kuzeye doğru git, ilerde bir eski
baraka var. Orada bul. Oraya gelirim. Tabi gelmeyi başarırsam.”
Siyah
kurt civarda tur attı ve geri döndü. Akşamın gelmesini beklemek can sıkıcıydı.
Ve
nihayet akşam gelmişti.
Zifin,
uyuşmuş gibi uyuyordu.
“Az
sonra kalkacağım” diyor ama kalmıyordu.
Siyah
kurt tekrar; kalk dedi.
“Bütün
kemiklerim sızlıyor, on dakika sonra kalkarım” dedi zifin.
“Senin
işin bitik dedi, ben gidiyorum.”
“Sen
git. Ben nasılsa seni yakalarım.”
“Aptal!
Tembel! Pis uyuşuk!”dedi siyah kurt ve havayı koklayıp analiz etti, esintiyi
hissetti, gökyüzündeki aya ve yıldızlara baktı, uyuyan dostuna baktı, zifin
gözlerini açıp ona baktı bir an ve siyah kurt bastı. Heyecanlı adımlarla
ilerliyordu. Çok kısa bir süre geçmişti ki arkadan gelen hırlama ve kapışma
seslerini işitip durdu, bu hırlayan zifindi ama diğeri kesinlikle bir yabancı
kurttu. Sesler aniden kesildi. Kurtlardan biri koruyla cıyaklayarak kaçtı. Bir
uluma duyuldu ve beş altı kurtun uluması. Öfkeli hırlama sesleri. Zavallı zifin
dedi, dostluk kısa sürdü ama değerli bir kurttun sen. Hayatta kalmayı
başaramaman çok üzücü. Yıkıcı! Ne yapalım. Geyiklere kendini çok kaptırdın,
olan sana oldu. Bir süre acı duydu ve arkasından onu takip eden bir sürünün
olduğunu çok iyi biliyordu ve fırlamıştı. Seni aptal. Seni yetiştirebilirdim.
Yetiştirseydim ve şansın yaver gitse ne güzel olacaktı. Bazı kurt yetiştirmeye
çok müsaittir, içindeki cevher hayatta buluşurdu. İlham verici bu kurtun ölmesi
acı bir kayıptı ama şimdi aynı iş kendi başına gelecekti, onu ayağı tuzağa
bağlı biçimden gördüğü anı hatırladı. Çok duygulanmıştı. Dünkü sohbetleri geldi
gözünün önüne, gece ettikleri sohbet, uyumadan önceki sohbet. Gözlerinden
yaşlar düştü. Her serinde böyle oluyordu, ,bir şekilde bir dost buluyor, onu
çok seviyor, ister istemez bağlanıyor; ama hiç çaktırmıyor, bu da ötekiler gibi
çok dayanmaz, yolarımız ayrılır diye düşünüyor, ona bağlanma diye kendine
telkinler veriyor, güvenme, ama düşündüğü şey olunca da şoke oluyor, sevdiği
bir dostu kaybetmenin acısı hiçbir şeye benzemiyordu, açlığa da benzemiyordu,
ondan çok güçlüydü, ruhu, yüreği sarsılmıştı, o genç, dinamik ve pırıl pırıl
genç kurudun yazık olmasını hazmedemiyordu. Onu yalnız bırakmamalıydım diye
kendin suçladı.
Bir gün
sonraydı. Bir dere kenarında durmuştu, su içecketi. O eski koyu yalnızlığını
hissediyordu. Zifinle ilgili iste istemez birçok hayal kurmuştu, kafasında
sürüyle geçmişlerdi, onunla çok iş yapacaktı, bir yanı inanıyordu bütün
yüreğiyle, öteki yanı ise bu yoldaşlığın sürmeyeceğini söylüyordu, o hayal ve
planlar…ne güzeldi…o kurdu yetiştirebilirdi…hayat izin vermemişti. O leşi yedikten
sonra, geyiklerini peşine gitmekten, onları avlamaktan söz edişi zifinin.
Kararlı ve deli bakışı. Cesur hali. Dik duruşu. O an siyah kurt kuracağı
sürümde kesinlikle olmalı bu. Bundan iyisini bulamam diye düşünmüştü. O sıcak
duyguyu kaybetmişti, o sımsıkı ve sımsıkı inanç, onunla zor gülere kafa
tutabilme umudu. Onu ilk gördüğünde içine yerleşen his. O parlak his…hepsi paylaşılan her şey karanlıkta
kaybolup gitmişti. Zifin ölüydü. Onu hırpalayan yalnızlıkla, acı yalnızlıkla
baş başaydı. Sürü kuracaktı ve zifin sürüde önemli bir görev alacaktı, zifin
yoktu. En güçlü hayali ekip kurmak.. kendi sürüsü…can sıkıcı düşüncelerden
ve o
acı hissen yorulmuştu, kafasını dağıtmak istedi. Çevresine bakındı. Kokuları
araştırıp analiz etmeye başladı.
Karnı
açtı ve gecenin karanlığı hüküm sürüyordu ormanın kıyısında. Karnı çok açtı ama
avlanacak güç ve psikolojide değildi. Arkadan yaklaşan ayak seslerini duydu ve
kulak kesildi. Bu da neydi. Bekledi, tedirgin ve öfkeli. Ağaçların aracından
zifin göründü. Göz göze geldiler. O an yıldırım hızıyla ona doğru koştu siyah
kurt. Aynısını zifin de yaptı, sevinçle. Birilerini koklayıp yalamaya
başladılar. Çok geçmeden sarmaş dolan olan kalpleri yatıştı. Zifin dereden su
içti ve onun yanına geçip yattı.
“Seni
öldü sanıyordum?”
“Ben
de” dedi, güldü, “kıl payı kurtuldum.”
“Ne
oldu?”
“Arkamdan
yaklaşan şeyi duydum. Sonra görünür oldu. Çok iri bir kurttu. Hiç böyle iri bir
kurt görmedim. Hırlayarak koşuyordu üstüme doğru. Ya kaçarsın ya da ölümüne
savaşırsın. Kaçarsam işimi bitirirdi. Ölümüne savaş dedi içimdeki ses. En
azından elden geleni yapmış ve ölmüş olurdum. Yüzde bir olsa bile bir şansım
vardı. Tam kaçacağım sırada durdum, kaldım yerimde. O kaçmadığımı görünce
yavaşladı. Salyalar saçıyordu ağzından, öfkeli kırmızı iğren bakışları vardı.
İçimdeki ses üstüne koş dedi. Korkar. Bütün gücümle üstüne koştum. Uygun
mesafeye gelince üstüne atladım. Aynı şeyi o yapacaktı ama ayağı kaydı. Üstüne
çıkmıştım. Kapışıyorduk, nasıl oldu bilmiyordum, ciyakladı. Sonra ağzımda bir
et parçası fark ettim. Bir kulağını ısırıp koparmıştım. O pis şeyi attım ve
fırlayıp kaçtım oradan. Diğer kurtların sesini duydum, arkadaşlarının sesi.
O kurt
belli ki senden yaşlı ve tecrübeliydi. Ben olsam kaçmayı tercih ederdim. Ancak
iyi bir savaşçıysan kaçmazsın. Sen rist almışsın. Eğer şansın yardım etmeseydi
çoktan öldürmüştü seni.
Sanırım
yavaştı, tecrübesine çok güveniyordu, beni ufak ve ağza layık bir lokma olarak
gördü. Oysa ben ölüm korkusuyla canımı dişime takmıştım. Bence o gevşek
davrandı. Pes edeceğimi sandı. Korktum ama belli etmedim. Onca aç ve sefil gün
geçirdim. O zaman savaştın yine savaş dedim kendime. Korkum söndü ve sana
kavuşmayı bütün ruhumla istedim. Öleceksen eğer burada değil dedim kendime.
Siyah kurtla avlanırken öl en azından…o zaman koymazdı ölmek bana…seni çok sevdim…seni düşünmek beni
dehşet cesaretlendirdi ve pis lanet kurdu yenebileceğimi hissettim o an.
sen
olmazsan…çoktan
ölüydüm. Bu dostluğun sihirli kıvılcımı hissettim kalbimin derinliklerinde.
İnanılmazdı. Onun kulağını sayenden kopardım…senden bana muhteşem
bir enerji geçti yoldaş…o
adi sefil kurdun dişleri arasında acı çeke çeke geberip gidecektim nerdeyse.
Psikolojik üstünlük kurdum onun üstünde ve sonra fiziksel üstünlüğe dönüştü
olay. Anlatabildim mi. dostum her şey psikoloji. Aldığın enerjiye bağlı.
Sonsuza kadar senle dost kalmak tek hayalim artık.
Ben bir hiçim zifin. Beni bu kadar
büyütme gözünde. Beni boş ver de. hayatta kalman beni inanılmaz mutlu etti.
Ölüp gittiğini düşündüm ve kahroldum. Sen ilerde çok iyi bir kurt olacaksın.
Seni etkileyici bir tarzın var. Pek fazla düşünmüyor, kafa yormuyorsun. Bu
başına iş açabilir. Hayatını bu yüzden kaybedebilirsin. Sadece daha akıllı
olmayı öğrenmen lazım. Belli derslerden sonra çok daha becerikli olacaksın.
Zaman lazım. Tecrübe. Açım. Yorgunum, iyi bir uyku çekmem lazım.
“Evet. Benim de. Geberiyorum yorgunluktan. O kurtla kapışınca
her yerim çatırdadı. Ağrılarım var. Üstüme ağaç devrilmiş gibi hissediyorum.”
“Yarın toz olalım buradan.”
“Olalım, şu geyiklerden birini
yakalayalım.”
“Unut geyikleri. Toz olup gidelim
buradan. Senin açgözlülüğün neden oldu bunlara. Unut o geyikleri.”
“Unutmam imkansız.”
“Neden?”
Sırttı: “Çok güzellerdi ve yolun sonu
ölüm bile olma bir kez kafaya koydum, birini yakalamam lazım. “
“O zaman tek başına gidersin. Aptal
çaylak!”
“Kızma dostum. Ne dersen uyarım.”
Zifin uykuya dalmıştı. Siyah kurt
huzursuzdu. Bir takım sesler duydu, yoksa o kurt sürüsü mü gelmişti. Korku
duydu. Kalkıp çevreyi kolaçan etti. Yarın tezden buradan toz olsalar içi ancak
rahat ederdi. O kulağı kopan kurdu düşündü. Zavallı diye düşündü. Kendini
kulağı kopan kurdun yerine koydu, ne yapardı, o kapan kulağın acısını
çıkarırdı, bunun yapanın yüreğini sökerdi yerinden. Evet, aynen böyle yapardı,
sürüsüyle o kurdun izini sürer, gece gündüz demezdi, yorulurdu ama sonunda
bulurdu o kurdu ve intikamını alırdı. Sezi ona şöyle diyordu: burayı hemen terk
et, bu aptal zifin peşine mutlaka bir kurt takmıştır, mutlaka bir kurt, o
sürüden bir kurt takipte kalmıştır. Çünkü her kurt ardında bir iz bırakır, her
cinayet ardında eşsiz izler bırakır, her kurt ardında izlerden oluşan bir albüm
bir koleksiyon bırakır. Çevreyi kolaçan etti. Sesleri dinledi. Farklı bir ses
bulamadı. İçinden ses ona şöyle dedi: “Zifin’in geldiği yöne doğru bir git.
Uzun bir süre gitti ve ormanın açık alanında bir karaltı, bir silüet gördü.
Kurt sürüsünün bir elamanın uyanmış, çevreyi kokluyordu, çişini yaptı. Bir
ayağını yere sürttü. Siyah kurt sessizce süratle orayı terk etti.
Zifin’in başındaydı. Onu uyandırdı.
“Ne oluyor dostum, neyin var?”
“Hemen gidiyoruz. Peşimizdeler. Geride kamp kurmuşlar.”
“Kahretsin.”
“Fırla.”
Yola koyulduklarında arkasına baktı
siyah kurt.
Orada bir kurt gördü.
“Fırla. Bizi takip ediyor teki. Beni
fark etmiş olmalı kamptan kaçarken.”
Süratlendiler.
Arkada sürünün diğer elemanları da
uyanmış takip başlamıştı.
3 saat
önce
“Baba,
kulağımı kopardı. (ağlamaya başladı) Kulağım gitti. Güzelim kulağım gitti, tek
kulaklıyım, tek. Nasıl ya nasıl ya!”
“Kes
zırvalamayı! Ben sana demiştim. Henüz hazır değilsin. Kafana göre hareket etme
diye. Beceriksiz seni, kulağını kaptırırsan tabi koparır. Aptal!”
“Baba
bunun hesabını ondan sormayacak mıyız?”
“Git
kendin sor. O çapulcu kurdun işini nasıl olur da bitiremezsin! Koca kurtsun
hesapta, yemekte benden fazla yersin! O sıska kurta yenildin! Senden
utanıyorum.”
“Çetin
bir kurttu o baba. Başta hiç anlayamadım. Belli etmiyordu çünkü. Aniden
saldırdı. Onu hafife almışım. Çok seriydi. Anlayamadım ne olduğunu, bir de
bakmışım kulağım yok, kopmuş, düşmüş.”
Sürü
lideri Zifin ve siyah kurdu fark etmiş, onlara saldırmak için uygun bir zamana
kolluyorlardı. Ama sürü liderinin oğlu tek başına gidip bir kahramanlık yapmak
istemişti, babasının gözüne girmek için ve sürüde itibar sağlayabilmek için.
“O aç
ve pireli kurda nasıl yenilirsin?!”
“Ama
baba o kurtta bir yetenek vardı.”
“Çapulcu
sefilin tekiydi. Çok zayıflı. Sana yedirdiğim onca et var. Hakkını veremedin.
Kabiliyetsiz!”
“Baba,
gidip onları öldürelim!”
“Defol
git buradan. Gözüm görmesin seni! Git kendine başka sürü bul.”
“Ama
baba.”
“Kemikleri
sayılan aç bir kurda yenildin. Sen bizden olamazsın. Seni artık sürüde
istemiyorum! Kendi yolunu çizme zamanın geldi.”
“Ama
baba! Tek başına ne yaparım ormandan? Biraz daha kalayım sizle.”
“Bak
evlat, yetişkin oldun. Zaten sürüyü tek etmen gerekiyor ve başının çaresine
bakacak yaşa geldin. Nasıl avlanırız, ne yapman gerek, biz sana her şeyi
öğrettik. O aciz ve alt tabaka kurdun işin bitirseydin bile
bizle
sayılı günün vardı. Cesur ol ve bas git. Git kendi hayatını kur, git kendi
sürünü kur. Git erkek ol. Git gerçek bir kurt ol. Git kendine bir eş bul. Git
tek başına avlanmayı öğren, hayatta kalma savaşı ver, her kurt bunu yaşar ve
senin de sıran geldi.”
“Bir
hafta daha kalayım sizle.”
“Git
dedim, kaybol gözümün önünden!
“Üç
gün.”
“Git
bak fena olacak!”
“Bir
gün daha kalayım sizle. Annem ve kız kardeşlerimle bir gün daha geçireyim, sizi
çok özlerim sonra çünkü.”
Baba
kurt ona atak yapıp ısıracak gibi yapıp hırladı. Kulağı kesik kurt babasından
çok korkardı ve ciyaklayarak kuyruğunu kıstırıp oradan son sürat uzaklaştı.
Bir
süre ağladı. Sonra gözyaşları kurudu.
Karanlıkta
ilerlemek korkutucuydu, tek başına ilerlemek fena bir korku veriyordu, ilk kez
sürü güvenliği olmadan ilerliyordu ormanda, başına bir bela gelse yardıma kimse
gelmezdi, ailesi yoktu, bu ne kadar kötü bir histi, benzersiz bir acıydı. Her
şeyini kaybetmiş gibi hissediyordu, onurunu kaybetmiş gibi hissediyordu. Öfkeli,
bitik, çaresiz ve yapayalnızdı. Onu iyice dibe çeken bir histi. Ölse bundan
iyiydi.
Canı
gibi sevdiği sürüsü, ona yapılan muamele onur kırıcıydı, o bunu hak etmemişti.
Babasının son sözlerini düşündükçe nefreti artıyordu.
Sürüsünden
ayrılma vaktinin çok yaklaştığını biliyordu.
Bir
kahramanlık yapıp bunu erteleyebileceğini ya da sonsuza dek sürüyle
kalabileceğini sanmıştı.
Yorulmuştu,
bir ağacın altında durdu, kıvrılıp yattı. Karnı da acıkmıştı.
Şimdi
tek başına yiyecek bir av nasıl bulacaktı, bunu biliyordu; ama bu işin tek
başına yapılmadığını çok iyi biliyordu. Babasının sözleri kulağında çınladı:
“Git tek başına avlanmayı öğren, hayatta kalma savaşı ver, her kurt bunu yaşar
ve senin de sıran geldi.” Belki de ısrar ederse
sürüye
yeniden girebilirdi. Öfkeliydi. İntikam duygusu vardı. Susamıştı, çok
susamıştı, su aramaya çıktı, epey dolaştıktan sonra dere buldu ve su içti,
çamurdan çıkarken yolu üstündeki iki kurbağa kaçıştı. Onları yakalamak istedi,
suya dalan kurbağalar fırıldak gibi kaçıp gözden kayboldu. Otların arasına
geçti ve uzandı. Sürüsünü düşünüyordu, sürüyle geçen günler, çocukluğu…Ağlamaya başladı, gökyüzündeki aya
baktı, acı acı uludu, müthiş derin bir
üzüntü duyuyordu ve bu üzüntü onu yiyip bitirmeye başladı. Yemek aramayacaktı,
burada açlıktan ölecekti.
Uykuya
daldı, burnu kaşınıyordu, uyandı, beyaz bir kelebek burnuna konmuştu, tam
ucuna, ne kadar güzeldi öyle, parlıyordu ve parlaklığı nabız gibi atıyordu,
parlaklığı çevresinde beyaz toz bulutu vardı, o parlaklık içinde minik
yıldızlar vardı. Üzgün ve tükenmiş kurdun yüreğinde bir alev belirdi, bir
coşku, bir mutluluk, onu izliyordu. Sonra kelebek gözden kaybolup gitti bir
tarafa. Kurt düşüncelere dalmıştı, babasının dedikleri: “Cesur ol ve bas git.
Git kendi hayatını kur, git kendi sürünü kur. Git erkek ol. Git gerçek bir kurt
ol. Git kendine bir eş bul. Git tek başına avlanmayı öğren.” Hayatta en çok
istediği bir sevgiliydi, evet, onu bulmalıydı, yaşarsa onu bulurdu, yemek
bulmalıydı, aklına kestirme bir çözüm geldi aniden, sürüsünü takip edecekti,
onlar her nasılsa av yakalar, beslenir ve çekip giderlerdi başka bir tarafa,
tıka basa yerlerdi ama geride çok parça bırakırlardı, biraz koktu diye ya da
avın sevmedikleri, lezzetli bulmadıkları bölümlerini yemezlerdi. İri ve genç
kur sürüsünü takip ederse yiyeceği de bulacağına inanıyordu, yattığı yerden
kalktı, gerindi, kaslarını iyice gerdi ve bastı usul adımlarla.
SABAHA
YAKLAŞTIĞINDA
Zifin
ve siyah kurt büyük bir nehirle karşılaştı. Karanlık yarım saate erimeye
başlayacaktı. Bir rüzgar başladı aniden, hemen sonra şimşekler çaktı ormanın
belli noktalarına, gök çatırdadı ve yağmur çiçeklenmeye başladı, çok ufak çiçek
taneleri gibi yağıyordu, incecik ve yumuşak.
İki
kurt araştırmalarına rağmen karşıya geçecek bir nokta bulamadılar, nehrin sığ
bir noktası yoktu.
İki
büyük taşın üstünde duruyorlardı. Çaresizce nehre bakıyorlardı. Siyah kurt çare
arıyordu.
“Bir
yere sığınmamız lazım” dedi Zifin panikle, burada boş boş durmayalım, bir şey
söyle.”
“Karşıya
geçmemiz lazım” dedi Siyah kurt, “tek şansımız bu. Tek ve en iyi şansımız.”
“Ama
yağmur başlayacak. Sel olur. Boğuluruz. Sel olmasa bile bu nehir yutar ikimizi
de, suya hiç girmedim.“
“Karşıya
geçmemiz lazım. Acele et. Tek çare bu. Kurtuluşumuz bu, çok düşündüm.”
“Yorgunluktan
ölüyorum. Bütün gece koştuk. Nehri geçemeyiz.”
“Başka
bir yol yok. Peşimizdeler. Onlar bunu göze alamaz. Ama biz alırız. Biz iki
kişiyiz.”
Bu
sırada sesler duydular ve beklediler kulak kesilip. Ayak sesleri.
Ağaçların
arasından 20, 25 beş geyikten oluşan bir
geyik sürüsü panikle nehre doğru kaçıştı. Bir şeyden kaçtıkları belliydi. Soluk
soluğaydılar. Bir kısmı dereye fırladı korkuyla ve ister istemez o süratle
nehre döküldüler, bazıları geri çekilmek istese de nehre düşmüştü, geri
çıkamadılar ve deli sularla sürüklenmeye başladılar aşağı. Sürünün arkada kalan
kısmı ise tam zamanında durmayı başardı, dizlerine kadar suya girdiler, yukarı
gittiler ve oradan karşıya geçmek için nehre atladılar. Aralarından biri bunu
yapınca bütün geyikler cesarete gelip nehre atladı.
“Bu
peşinde olduğum geyik sürüsü, vay canına!” dedi Zifin.
“Karşıya
geçelim. Onlar yüzüyorsa biz de yüzeriz.”
“Çok
yorgunum. Bu su çok şiddetli akıyor.”
“Atla,
cesur ol ve atla” dedi siyah kurt, “sudan korkma, nasıl göründüğüne aldırma,
görüntü seni yıldıracak düşündükçe, düşünme ve hemen atla. Ben gidiyorum,
peşimden atla.”
Siyah
kurt, dereye atladı.
Zifin, şaşkınlıkla
onu seyrediyordu. Onun bunu yaptığına inanamıyordu.
Siyah
kurt, geniş ve görkemli derede akıntıyla sürüklenirken karşıya geçmek için
debeleniyordu. Bir batıyor, bir çıkıyordu. Pençelerini bütün gücüyle kullanıyor,
azgın suları onu ittiği yöne değil, gitmesi gereken yöne ilerlemeye
çalışıyordu.
Siyah
kurt iyice aşağıya sürüklenmişti ve Zifin cesaretini topladı ve sıçradı nehre.
Suya atlar atlamaz batmıştı, çırpınıp su yüzeyine çıktı.
Soğuk
su bir şok yaşamasına sebep oldu, irkildi. Can havliyle hareket ediyordu. Boğulmamak
için bütün gücüyle çabalıyordu. Coşkulu akan nehir; “sana tek şans
vermeyeceğim, az sonra geberip gideceksin” der gibiydi. Dağlardan akıp geldiği
için çok soğuktu. Zifini ölüm korkusu sarmıştı, su yutuyordu battıkça. Siyah
kurdu gördü, bir taşa tutunduğunu ve onu bırakıp kıyıya yaklaştığını ve kıyıya
çıktığını görünce gerçekten mücadele etmeye başladı, harikulade bir azimle
çabalıyordu.
Siyah
kurt bağırdı: “Kıyaya çık, çabuk kıyaya çık. Yoksa işin bitik.”
“Paniğe
gerek yok. Er ya da geç kıyaya çıkarım” diye düşündü Zifin.
Siyah
kurt inanılmaz zor olsa da zekasını kullanıp kıyıya çıkmayı başarmıştı, nehir
içinde önüne denk gelen iri taşlara tutunmuş, nefeslenmiş, böyle böyle kıyıya
yüzme gücü bulmuştu kendinde. Taşa doğru çarparcasına ilerlerken taşan
tutunmaya çalışmak da kolay değildi.
Siyah
kurt nehirde dal parçası gibi süratle akıp giden Zifin’i takip ediyordu
kenardan. Savruluyordu zifin, hiçbir şey yapamıyordu, sert sulara karşı bir
taktik geliştirmemişti.
“Bana
doğru yüz! Haydi! Bana doğru yüz!” diye mızıldıyordu siyah kurt.
Zifin,
iri ve kaygan dalgalar arasında bata çıkar savruluyor, bütün çabaları boşa
çıkıyordu.
Siyah
kurt, derenin aşağı tarafından gelen sesi algıladı. “Eyvah!” dedi içinden,
“Umarım yanılıyorum” diye düşündü.
Az
sonra yanılmadığını anladı. Bağırdı: “Aşağıda şelale var, bana doğru yüz.”
Zifin
onu duymadı.
“Aşağıda
şelale var. Bana doğru yüz!”
Zifin,
onu duymuştu, gayretini arttırdı. Şelalenin ne olduğunu biliyordu ve tam şimdi ölüm
kalım savaşı vermeye başladı.
NEHRİN
YUKARISINDA TAM BU SIRADA
Kurt
sürüsü ikilinin bıraktığı kokuları takip ederek bir noktaya gelmişlerdi.
Lider
kurt öfkeyle çevresine bakındı: “Buradan sonra koku ve iz yok, kuş gibi
kanatlanıp uçmadılar ya! Nerde bu sefiller?”
Yaveri çevreyi
araştırdı, iyice koklayıp geldi: “Patron, nehre atlamışlar. Hayret.
Atmamışlar.”
“Emin
misin?”
“Evet.”
“Hata
payın olabilir mi?”
“Asla,
kaç yıllık tecrübem var, beni bilirsin.
“Demek
öyle. Peki buraya koku bırakabilirler ve şurada bir yerde saklanıyorlarsa?”
“Mümkün
değil. Nehre atladıklarından zerre şüphem yok. Kesinlikle ölmüşlerdir ya da
karşıya geçmeyi başarmışlardır, bir mucize olmuşsa.”
“Hım.”
“Patron,
peki şimdi ne yapacağız? Bana sorarsanız en iyisi geri dönmek. Dinlenelim.
Çocukların buna çok ihtiyacı var.”
“Biz de
nehre atlayacağız.”
“Ama efendim,
buraları avucumun içi gibi birim. Aşağıda şelale var. Yüz metre yüksekliğinde.
Eğer nehre atlarsak ve kıyıya çıkmayı başaramazsak şelaleden düşüp sivri
kayalılara çarpıp ölürüz.”
“Şelale
mi? Of. Olabilir. Onlar atladığına göre.”
Klavuz
dedi ki: Nehre atlamak yerine kestirme bir yol olmalı. İlerleyin dedi.
Bastı.
Az sonra uçurum kenarına geldiler, burası şelalenin aktığı bölgeydi. Aşağı
inmek için yol yoktu.
Lider
kurt: “Onlara aşağıda bir yerde olmalı. Tek çare aşağı atlamak.”
“Biz de
mi?” dedi klavuz kurt.
Lider
kurt, onu ensesinden yakaladı aniden ve aşağı attı.
Seyrettiler.
“Neyse
ki suya düştü.” dedi lider kurt, “Onlar nehre atlayacak kadar gözü kara ve
yüreklilerse…iki sefil kurt. Biz.. biz korkup
geri mi duracağız? Oğluma yaptıklarının cezasını
çekmeliler.
Diğer kurt şöyle dedi: “İkisi de
geberip gitmiş olmalı. Canımızı, sürüyü tehlikeye atlamayalım derim.”
“Demek sen de korktun.”
“Hayır” dedi, “ne kadar cesur olduğumu
gör, ilk atlayan ben olacağım, efsane, aşağı atladı, kayalara çarptı ve
parçalandı.
“Yazık oldu.” dedi lider kurt, “İyi
çocuktu.”
Diğer kurtlara baktı: “Ölen ölür, kalan
kalır. Vahşi ormanda işler böyledir.
Onlar başarmışsa bizde başarırız. Onlar
başaramamışsa biz de şerefimizle ölürüz. Ama geri adım atmak yok. bu sürüde
geri adım atan korkaktır. Ben bu sürü için yıllardır gayret ediyorum. İki sefil
ve amatör kurt için mi geri adım atacağım? Ölüm korkusuyla mı hareket edeceğim?
Gelmek istemeyen defolsun gitsin. Gelmek istemeyen bizden değildir.
Sürüye baktı.
Hiçbir kurt ayrılmadı sürüden.
Lider kurt, uçurumdan aşağı bıraktı
kendini ve suya düştü.
Peş peşe diğer kurtlar da uçurumdan
aşağı bıraktı kendini.
Kulağı kesik kurt bırakılan kokuları
takip edip siyah kurt ve zifinin nehre atladığı noktaya geldi. Sürüsünün
kokularını takip etti ve ilerledi, onların uçurumdan aşağı atladığı noktaya
geldi, aşağıda kayanın üstündeki klavuzun leşini gördü: “Sersem şey, zaten sana
hiç güvenmezdim, aşağı inmek için çok saçma sapan bir yol buldun.”
Kulağı kesik kurt yukarı tarafa gitti,
siyah kurt ve zifinin suya atladığı noktaya geldi, onların karşıya geçtiğinden
emindi, karşıya geçmek için mutlaka bir yol olmalıydı. Nehre atlayıp yüzse,
karşıya çıkmayı başarır mıydı, başaramazsa şelaleden düşüp ölürse?
“Atla” dedi kendine, “ilk kez gerçekten
cesur ol. Atla.”
Ayaklarını yerden kesen keskin mi
keskin bir korku duydu.
Ölüm
korkusu hissetti cayır cayır. Ayakları ileri gitmeye çekmiyordu onu.
Soğuk
sulara kendini bıraktığını hayal etti, nehrin içinde sürüklendiğini ve su
yuttuğunu.
İşte o
zaman nehre atlamanın çok yanlış ve ahmakla bir düşünce olduğunu hatırladı.
Durdu. “Aptallık yapma” dedi kendine,
babasının sözü aklına geldi: “Bir çok kurt aptallıkla cesareti birbirine
karıştırdığı için ölür. Gerçek kurt zekice hareket eder.”
Karşıya
geçmenin bir yolu olmalıydı, nehri takip ederek yukarıya bastı, uzun bir süre
ilerledi, tam umut kestiği sırada nehrin daraldığı bir nokta keşfetti, beş
metre karar daralıyordu nehir orada, eğer son sürat koşarsa sıçrayıp karşı
tarafa geçebilirdi. Geri gitti, birkaç kez koşup tam atlayacağı noktaya kadar
geldi, iki kez daha aynı alıştırmayı yaptı. Geri gitti, atlayacağı noktaya
bakarak düşüncelere daldı, mutlaka karşıya geçmeliydi, babasıyla olan son
diyalog kafasında döndü, eş bulma hayali…toparlandı, pozisyonunu aldı ve aniden fırladı. Karşı
tarafa atlayacağı kayanın üstüne gelince sıçradı, ok gibi, yay gibi fırladı.
Karşı
taraftaydı ve hiç zor olmamıştı.
NEHRİN
AŞAĞISINDA
Zifin,
bütün gücünü ortaya koymuştu, artık bu onun ölüm kalım savaşıydı, hayat
serüveni tam burada bu nehirde son bulacaktı ve siyah kurt ile dostluğu
bitecek, onun ne tür serüvenlere daldığını asla bilemeyecekti. Onun için
ölümden daha korkunç olan tek şey siyah kurt ile bağlarının kopmasıydı. Buna
izin veremezdi, patileriyle kendini
kıyıya çekmeye çalışıyordu. Ama yorulmuştu. Şelaleye çok yaklaştığını
hissetmişti. Gücünün tükendiğini hissediyordu.
Siyah
kurt, kenardan onu takip ediyor ve bağırıyordu, uluyor ve çeşitli sesler
çıkarıyordu, onunla konuşuyordu: “Şimdi olmaz. Sakın bırakma. Beni yalnız
bırakma. Az kaldı. Gayret et.”
Zifin,
uyuşuyordu, yorgunluktan kasları uyuşuyor, onları hareket ettirmekte
zorlanıyordu. Son bir gayretle, bedeninde kalan son enerjiyi harekete geçirdi
ve akıntının en sert ve acımasız olduğu tehlikeli bölgenin dışına çıkmayı
başardı, az gitti ve işte o an ayakları iri taşlara değdi, işte bu an hayatla
sihirli bir bağ kurduğu andı, kendinde yeni ve yenilmez bir enerji hissetti,
fırladı, artık suyun alçak kesimine gelmişti, yürümeye başladı. Nefes nefese
kıyıya çıktı ve taşların üzerine uzandı. Zifin çok rahatlamıştı ve siyah kurt
da öyle, sevinçle onun başında dikiliyordu.
“Kalk;
toz olalım buradan.”
Zifin
kalktı, silkindi, üstündeki suları attı: “Şurada biraz dinleneyim, nefesim
kesildi.”
“Sadece
birkaç dakika” dedi siyah kurt.
Ormana
girdiler, Zifin orada dinlenirken siyah kurt çevreyi kolaçan etti.
15
kurttan oluşan sürüyü fark etti.
Fırlayıp
zifinin yanına geldi: “İzimizi buldular. Fırla.”
Bu
sırada kulağı kesik kurt siyah kurt ve zifinin hemen arkasında, çok yakındaydı,
onları fark edince çalıların arkasına saklanmıştı. Onun ilerlemek için herkesten
çok ve sağlam sebepleri vardı.
Kulağını
koparan kurdun ve ötekinin kokusun alması intikam ateşini devleştirdi içinde.
Hırsla; ama zekice ilerliyordu. İkisiyle de kapışacaktı, ya bire bir ya da
ikisiyle aynı anda.
KAPIŞMA
Kapışma
sevişmek gibidir. Kadının ağzı erkeğin ağzıyla kenetlenir, aşamalar ilerler ve
öyle bir aşamaya gelirler ki; fizikleri birbirine lehimlenir gibi olur, o anda
kendilerinden geçerken dişler birbirine tıslar, eller birini sarmaşık gibi
kavrar, vahşi bir bütün, bir bitki olur kadın ve erkek.
Kapışmak
da böyleydi. Zifin’in çenesi kulağı kesik kurdun çenesiyle çarpışmış, dişler
birine çarpmış, cayırtı tokurtu kopmuş, dudakları yırtılmış, boyunları hasar
görmüş, yerde yuvarlanmışlar. Onun kanının ağzındaki tadı, tüylerinin kokusu,
ağzını kokusu, o kurtu asla unutmazdı. Onun o zavallı bakışlarını…
Nasıl
oldu da ona kulağını kaptırdı. Bunu bir türlü kavrayamıyordu.
Ah eğer
onu bir alt edebilseydi. Sürüye dönüp gözüne kestirdiği dişiye gururla sokulup
onu sürüden uzak bir yere götürüp aşk yaşayabilirdi. İşler hiç ummadığı biçimde
gelişmişti. O ezik ve kemikleri sayılan kurt onu yenmişti. Allak bullak olmuştu.
Asıl hüsran sürüye dönünce olmuştu, ona ilgi gösteren fantastik bir prenses kadar
güzel ve karakteri sağlam dişi kurt ona öyle bir bakış atmıştı ki: “Bir kulağın
bile yok, zavallı, tipin kaymış.”
der
gibi bakış atmıştı, onunla bütün irtibatı kesmişti. Hesapta
o dişi
kurdu ikna edip sürüden kaçıracaktı, çok
uzaklarda, yeni ve bolluğun olduğu topraklara gidecekler, oranın sahibi
olacaklar, sürü oluşturacaklardı.
O sefil
kurdu bulup rövanşı almaya yeminliydi. Ne kadar sürerse sürsün.
ZİFİN
ve SİYAH KURT
Siyah
kurt ve Zifin nehrin kenarından panikle uzaklaşmış, ormanın iç kısımlarına
ilerliyordu panikle. Sık sık arkalarını kolluyorlardı. Eğer 15 kurtun
pençelerine düşerlerse işlerdi bitikti, bu 15 kurt çok iyi organize olup onları
çembere alırlarsa eğer…kaçıp kurtulma diye bir şansları
olmayacaktı, bir leş gibi
parçalanacaklardı. Ve 15 kurt intikam peşindeydi. Bu korkutucuydu. Belli
etmiyorlardı; ama vıcık vıcık bir korku duyuyorlardı. Ara ara durup arkalarını
ve çevreyi dinliyorlardı.
Yorulmuşlardı.
Dilleri dışarıdaydı. Dikenlere sürtünmekten mahvolmuşlardı. Panikle
ilerledikleri için geçecekleri yolu seçme şansları yoktu. Bazen düşe kalka
ilerliyorlardı.
Gün
aydınlanmıştı.
Soluklanmak
için durdular.
“Onları
ektik.” dedi zifin, “o ahmak sürüsü asla bulamaz bizi.”
“Hemen
sevinme” dedi siyah kurt, mesafeyi daha da açmalıyız, belki de bunlar bizden
daha becerikli kurtlardır.”
“Şurada
bir yerde kamp kuralım, daha fazla gücüm kalmadı.”
“Ben de
çok yoruldum. Bunlarla arayı ne kadar açarsak iyi olur.” “Ama ben de bittim,
burada konaklayalım. Dinlenip şarz olalım.”
“O
halde burada bir süre dinlenelim, ayrı duralım, baskın olursa diye. Gözünü dört
aç, kulaklarını da.”
“Sen
de.”
Birbirlerini
görebildikleri ayrı iki uzak noktaya mevzilendiler ve uzandılar.
Aslında
siyah kurt da dinlenmek istiyordu, zifinin dinlenme ısrarı çok hoşuna gitmişti.
Kaçmanın da bir sınırı vardı, gerektiğinde durup dinlenmezseler kaçma güçleri
olmazdı. Şöyle dedi: “Dinlenme fikri hayatım boyunca duyduğum en doğru şeydi.”
Orman
güneş ışıklarının farklı yansımalarıyla bir ahenk içine girmişti. İki kafadar
uyku uyanıklık arasında çevreye kulak kesilirken gözlerini kapatmıştı ve çok
geçmeden uykuya daldılar bebek kurtlar gibi.
Kulağı
kesik kurtun bir adım atacak hali yoktu, yorgunlukla uyuşmuş gibiydi bedeni. Bu
sırada zifinin kokusunu çok güçlü biçimde aldı. Kendine geldi. Koku çok
tazeydi, zifin ve yoldaşı burada bir yerde konaklıyor olmalıydı. Hesabına göre
50 ya da yüz metre ilerde olmalıydılar. Onlara bu kadar çok yaklaştığı için
heyecanlandı. Ama bu yorgunlukla, bu sersem kafayla onlarla karşılaşmayı hiç
istemezdi, takati kalmamıştı. Bir süre uyuyup üstünden bu dev yorgunluğu atınca
onlarla karşılaşmayı göze alırdı. Karşılaşma demek kapışma demekti, ölümüne
kapışma demekti ve bu kez sağlam kulağını da kaptırmaya niyeti yoktu, ama kavga
esnasında olursa olur; ama ne olursa olsun bu kez o kurdun işini bitirecek,
gırtlağını yakalayıp bütün gücüyle sıkacak, işini bitirecekti. Akıllı, planlı
ve zekice hareket edecekti.
Önce
iyice izleyecekti onu ve yardakçısını. Önceki gibi bir hataya yer yoktu. En
ufak bir hataya yer yoktu. Babasını sözlerini hatırladı bir kez daha. Babasının
diğer kurtlar içinde lafla ezip dövmesi korkunçtu, kendinden,
beceriksizliğinden çok utanmıştı.
En
uygun zamanda bastırıp o kurdun gırtlağına keskin ve genç dişleriyle çöküp
öldürecekti. Bunu hayal edip duruyordu, sanki her an bunu gerçekleştirecek
gibi. Çok heyecanlı, arzulu ve öfke kıvılcımları patlıyordu içinde. Babasının
şu sözlerini hatırladı: “Zafer
acımasızlığı sever.”
Öğle
saatiydi, güneş yakıp kavuruyordu ormanı. Gölgelerde, ağaçlar altında saklanıyordu
havyanlar. Gizli, kuytu yerlerde uyuyorlar, akşamın gelmesini bekliyordu, bunu
yapan gececi hayvanlardı, gündüzcüler ise çıkmış dikkati elden bırakmamaya
çalışarak geziyor ya da besleniyordu.
Kulağı
kesik kurt uyandı, neler olduğunu hatırlamadı önce, çevresine boş gözlerle
bakındı, kafası yerine gelmeye başlıyordu, sürüsünden atılmıştı, bunun acısını
yeniden ilk zamanki gibi duydu sırtına saplanan bir mızrak gibi. Yıkılmıştı, o
mutlu ve huzurlu günleri yaşayamayacaktı sürüsüyle, o çok soğuk, yağmurlu ya da karlı kış gecelerinde et yiyemeyecekti
zevkle. Geyik ya da domuz eti. O geceler her şey zevkli olurdu, yağan kar,
edilen kavga, dostlarla edilen kavga, yağan kar, gökyüzünde birkaç kuru yıldız,
ormanın çamuru, üşüme hissi, acıkma hissi. Ava çıkan sürüyle sabaha kadar bir
av araması, o delice açlık hissiyle gözleri dört açıp ormanda suya çamura bata
çıka ilerlemek. Sis içinde ilerlemek ve av (kurtların ördüğü) çemberi yarıp
kaçtığında öfkeden kudurmak. Ormana çöken sise de bayılırdı, çocukluğundan beri
ormanı kaplayan siste kardeşleriyle ya da akrabalarının çocuklarıyla oyun
oynamaya doyamazdı, korkardı sisten, içinde kaybolmaktan; ama merak eder, içine
dalıp ilerlemek isterdi, sonu ne olursa olsun, bu müthiş zevkli gelirdi ona. Ve
sıcak yaz gecelerinde sürünün avcılarıyla ava katıldığı günler hayattan ve
varlığından en çok zevk aldığı zamanlardı, av peşinde koşturmak, bazen günlerce
koşturmak benzersiz tatta bir deneyimdi. Artık bunlardan sonsuza dek mahrumdu,
bitmişti sürü içindeki konumu. “Şimdi asıl kariyerin başlıyor” dedi kendine,
babasının ağır sözlerini hatırladı yine. Ama zayıflık hissediyordu, sürüdeki
dostları, kardeşleri ve diğer kurtlarla iletişim kuramayacaktı, annesinden de
ayrı düşecekti, annesini çok severdi, çok ufak zamanları, annesiyle olan
anılarını hatırladı. Gece çöker, av etinde tıka basa yerlerdi, kardeşleriyle
ufacık bir kurttu ve yeni yeni et yemeye başlamıştı, sürü uyurdu, o ve
kardeşleri uyanır, dağın yamacındaki kayalığın içindeki yuvadan çıkar, yıldızlı yaz gecelerinde kardeşleriyle
oyunlar oynardı yuva çevresinde, kokular alır, ilerler, yeni yeni keşifler
yapardı.
Kalktı,
esnedi, gerindi, yavaş yavaş iyice kendine geliyordu, kendini güçlü, dinamik ve
hiç yenilmemiş gibi taze hissediyordu.
Çevresine
zevkle bakındı. Hava çok güzeldi. Düşmanının işini bitirmek için bundan güzel
zaman olamazdı. Bu işi yapmak için en güzel zaman geceydi, sabaha karşı, onlar
uyurken baskın yapmak. Şimdi gidip düşmanlarının kamp alanını uzaktan
gözlemleyip bilgi toplayacaktı, orada ne yapıyorlar, neler oluyor?
İlerledi
uzun ve yorgun yeşil otların arasından. Düşmanlarının kamp alanını görebileceği
bir noktaya geldi. Oturup gözetlemeye başladı. Sonra aniden kalktı. Herhalde
orayı terk etmişlerdi. Kam alanına geldi yavaş adımlarla, ikilinin yattığı
yerleri kokladı, aniden gizlenen iki kurdu gördü, bunlar sürüsündendi, sürüde
bu kurtlardan hiç hoşlanmaz, her yemekte onlarla yer kavgası yapardı. Her fırsatta bu ikisi kulağı kesik kurda
sebepli ya da sebepsiz çatardı. Çünkü babası böyle istiyordu. Eğitimi için,
kendini savunmayı öğrenmesi için. Bu ikili avları pusuya düşürürdü, onları
çember içinde gitmeleri için avı korkuturlar, önüne çıkarlardı, ikisi de yanan
orman gibi, yangın yeri gibi güçlü ve hızlı dişi kurtlardı. Epey
tecrübeliydiler her konuda. Kendilerini sürünün iyiliğine, güvenliğine
adamışlardı. Sürünün et bulma ihtiyacını gidermekti işleri. Bu yüzden çok acı
çekseler, çok yara alsalar ve ölümlerden defalarca dönseler de onlar böyle
mutlu ve huzurluydu.
Kurtlar
onu hırlayıp oradan uzaklaştırdı. Kulağı kesik kurt hırlamaya yanıt bile vermedi,
verse iyice dayak yerdi, hemen bastı, bu iki gladyatör onları bulmadan kişisel
hesabını kapatmalıydı. “Umarım onları benden önce bulmazlar. Nereye gitmiş
olabilirler? Kokuları araştırmaya
başladı.
SİYAH
KURT ve ZİFİN
Siyah
kurt, uykuya daldığında dürtüleri bir tehlikeyi haber verdi, neydi bu dürtü,
incelerken uykusu kaçmıştı. Hemen Zifin’i uyandırıp yola koyulmuşlardı.
Akşam
olmuştu, siyah kurt ve zifin saatlerdir ilerliyordu ormanda. Ara ara mola
vermişlerdi. Zifin sürekli konuşup duruyordu. Çünkü bu onu motive ediyordu.
“Çok
konuşuyorsun, yiyecek bir şey bulsan iyi edersin!” dedi siyah kurt.
“Açsın
ve sinirlisin, bana patlama!”
“Bütün
bunlar senin yüzünden başımıza geldi. Yiyecek bulmalıyız yiyecek! Bir serseri
gibi davranma. Bu bir serüven değil. Hayatta kalma mücadelesi veriyoruz
burada.”
“Bana
nutuk atma dostum!”
“Ne
dedin sen?! Az bir daha tekrar et de kıçından bir ısırık alayım? Konuş!”
Zifin,
onu taklit etti ses tonunu iğrenç bir hale getirerek dedi ki: “Bütün bunlar
senin yüzünden başımıza geldi. Yiyecek bulmalıyız yiyecek! Bir serseri gibi
davranma. Bu bir serüven değil. Hayatta kalma mücadelesi veriyoruz burada.”
Siyah
kurt çok kızgındı ve nerdeyse ona dalacaktı; ama bir anda gülmeye başladı: “Bak
kardeşim kokla. Çevreni tara. Dört gözle bak. Hiçbir şeyi kaçırma. Dikkatini
yitirme. Geçtiğin bu yeri kafana yaz. Kokuyu yaz kafana. Gün gelir; dönmen
gerekir buraya. Yıllar sonra. Ve hatırlarsın. Akıllı kurtlar böyle yapar.”
“Kafa
ütülüyor; gıcık! Ama haklı. Ama ben de haklıyım, serüven bu ve ben bundan çok
hoşlandım!” diye düşündü Zifin.
Ufak
tefek leşler yardımlarına koştu. Bu güçten kesilmeleri önledi, ölüm frekansına
girmemelerini sağladı sadece.
Bir ayı
yavrusu leşiydi bu. Çok azını yiyebildiler. Ve berbat bir his ve ağız tadıyla
oradan uzaklaştılar. Bir ağacın altına geçtiler. Buradan çevreyi
gözetleyebiliyorlardı, bir sorun olursa kaçabilirlerdi. Siyah kurt burayı seçmişti,
inceleme yapıp. Tabi Zifin böyle şeyleri düşünecek kadar ince fikirli değildi.
O heyecanlıydı, toydu ve her şeye bir macera gözüyle bakıyordu. Ölümle yaşam
arasındaki ince çizgiyi bilmiyordu, aslında biliyordu da bunu düşünmek
istemiyordu. Geçmişinde vermişti ölüm kalım savaşı ve artık önüne ne çıkarsa
çıksın korkmamaya yeminliydi sanki. Sarsılmıyordu, etkilenmiyordu siyah kurdu
etkileyen şeylerden, umarsızdı, sürekli neşe saçıyordu. Ne olursa olsun dinamik
kalabiliyordu. Zorluk ve engellerle baş
edebiliyordu. Bu özelliği siyah kurdun çok hoşuna gitmişti, onun eleştirerek
yerden yere vursa da ondan iyi yol arkadaşı bulacağını sanmıyordu, evet, Zifin
çok sık hata yapabilen bir kurttu, ama zamanla çok iyi bir kurt olacaktı,
farklı tecrübelerle, acı çekerek ve aç kalarak.
Yan
yana kıvrılıp yattılar. Serinlik çökmüştü ve tadını çıkarıyorlardı. Gökyüzünde
harikulade parlak bir ay vardı, sanki yüzyıllardır ilk kez böyle aşkla
parlıyordu, Zifin, aya mahzun gözlerle baktı.
“Ay
ışığı ne kadar güzelsin, taze et gibisin!” diye düşündü.
Siyah
kurt, gözlerini kapatmıştı, başını kıvırıp topladığı kuyruğu üstüne koymuştu.
Huzur içinde ve meleksi görünüyordu. Bir süre hayran hayran yoldaşını seyretti.
“Neler
düşünüyorsun?” diye sordu Zifin.
“Hiç.”
“Sen
sormuyorsun; ama söyleyeyim: Harika hissediyorum.”
Gülümsedi:
“Takma kafana.” (Onun ‘berbat’ demek istediğini anlamıştı.)
“Nasıl
takmayayım?”
“Öğreticidir.”
“Boş
versene dostum.”
“Gökyüzüne,
şu sessiz güzelim yıldızlara baksana. Tadını çıkarmalısın.”
“Geç
onları dostum; anlamı yok.”
“Eğlence
işte tam şimdi, taktir etmeyi becerebilirsen, bana da eski bir kurt öğretmişti,
zamanında anlamamıştım; ama çok uzun zaman sonra ne demek istediğini su gibi
anladım.”
“Çok
bilmiş!” dedi, Zifin kaktı. Az ilerledi. Dönüp geldi: “Canım hareketlenmek de
istemiyor.”
“Otur”
dedi, “enerjini israf etme.”
“Acıktım. Av bulalım. Leş hiç iyi gelmedi, kusacak
gibiyim.”
“Akşam
yeni çöktü. Vakit ilerlesin. O zaman çıkarız.”
“Haydi
be dostum. Kalk.”
“Şimdi
dinlenmek istiyorum. Süründen söz etsene.
Gel uzan yanıma. Sürünü anlat. Çok merak ediyorum.”
“Çok
geride kaldı onlar. Aklıma bir şey gelmiyor.”
Ona
yaklaştı. Çöküp oturdu. Düşüncelere daldı. Sonra aniden ayağa kalktı.
“Bak sana bir şey göstereceğim. Benim sürüde
bir kurt vardı.”
Aksayarak
ilerdi. Adı Aksak’tı… Bunu tiyatro yapar gibi gösterdi.
“Diğer
bir kurt vardı. Seni yiyecekmiş gibi bakardı.”dedi Zifin, gözlerini iyice açtı.
Sert sert baktı. “Dalmaya yer arardı. Bebek ve çocuk kurtları hiç sevemezdi.
Sinir hastası bir kurttu. Çok kızardı; ama yavrular ne kadar şımarıklık yapsa
ses etmezdi.
“Tiyatro
nedir bilir misin dostum?”
“Yok, o
da nedir? Hiç duymadım.”
Zifin
oturdu: “Yaşlı bir kurt vardı. Şöyle otururdu.
(gösterdi) Çevreyi izlerdi. Herkes yemeğe üşüşürken seyrederdi. Herkes
yedikten sonra kalkardı, kalmışsa bir şeyler yerdi. Şöyle derdi: Yenilmek
iyidir, kurda çok şey öğretir. Kurt büyük yenilgilerden geçmediği taktirde
hiçbir şey öğrenemez ve o büyük sıkıntılar, yenilgiler mutlaka başına gelir.”
Bu
tiyatro, bu kısa gösteri siyah kurdun çok hoşuna gitmiş, onu güldürmüştü,
fiziksel olarak gülmese de içerden gülmüştü, sadece bir an zevkle gülümsemekten
bütün düşleri görünmüştü.
Zifin’i
başka kurtları taklit ederken görmek çok farklı gelmişti siyah kurda. Onun bir
yeteneğini daha ortaya çıkarmıştı. Buna sevindi. Böyle bir dost edindiği için.
Hiç çaktırmıyordu halinden memnunluğunu. Bu kurt için dünyadaki bütün kurtlarla
kapışmaya değerdi. Üstelik bunu tek başına yapardı. Öylesine bir hissiyat vardı
içinde.
Akşam
karanlığı iyice yoğunlaşmış, katmerlenmişti. Zift gibi. Ay ışığı tatlı delikler
açıyordu bu sert karanlıkta. Arkadan, epey arkalardan bir yerden kurt ulumaları
duyuldu.
“Ayrılalım”
dedi siyah kurt, ona panikle bakıyordu. “Ayrıldık mı şansımız yüksek olur.
Sonra buluşuruz. “
“Hayatta
kalırsam seni nasıl bulacağım?”
“Kuzeye git. Nehri takip et. Beni seni
bulurum. Arkanı iyi kolla. Bu bir ölüm kalım meselesi. Oyun değil. Umarım
hayatta kalmayı başarırsın, sakın unutma; peşimizdekiler bizi öldürmek için
ölümüne kararlı. Senin hayatta kalmak için daha fazla kararlı olman gerekli.”
Zifin,
olanları oyun gibi algılıyordu; ama siyah kurdun konuşması onu iyice gerdi.
Sinirlendi, dedi ki: “Kes şunu be! Bir halt beceremez onlar! Bu çene, bu dişler
ve bu pençeler bende oldukça. Annem şöyle derdi avlanma konusunda: Acele etme,
plan yap, dikkatli ol ve an geldiğinde, doğru an; şimşekten daha hızlı ilerle
sadece… Anneme çekmişim. Hızlıyımdır, o
aptal kurt sürüsü yetişebilirse yetişsin bana; asıl sen dikkat et kendine,
benim kadar hızlı olmadığını iyi biliyorsun.”
“Evet,
senden akıllıyımdır mankafa, tecrübe! Vahşi ormanlar çok hızlı ve ölü acemi
kurt ölüleriyle doludur. Bana bir şey olmaz mantığıyla ve boş cesaretle
dikkatsizlik yaparlar ve ölürler. Onlardan çok daha güçlü varlıkların ve
şeylerin olduğunu hiç düşünmezler. An akıllı kurt en korkak olandır. O korku onu dikkatli yapar ve hayatta kalır.”
“Haklısın.
Beni bir rüzgar kurt doğurmuş olabilir. Bütün rüzgarlardan daha hızlı bir kurt.
Ama zamanla senin gibi bilgili kurtlarla takıla takıla bilmediğim şeyleri
öğreneceğim, değil mi, sen tecrübelisin, pişmişsin değil mi?”
Bu
sözler siyah kurdun yüreğini alev alev sıcaklaştırdı.
Yaklaştılar
birbirlerine aynı anda, sarılır gibi birbirlerini kolladılar, yaladılar, belki
de son iletişim olacaktı bu yalama, veda, biri ya da ikisi ölecekti.
Siyah
kurt çok endişeliydi, dostuna bir şey olacak diye. Sözleri zifinde korku yaratmıştı
ve zifin o korkuyu çok çabuk yerle bir etmişti. Siyah kurt onun hayatta
kalmasını kendinin hayatta kalmasından daha çok istiyordu, onu öyle sevmişti. O
kadar cevheri olan kurt ölmemeliydi, ayağını kapandan kurtardığı günü
hatırladı. Gözleri doldu.
“O günü
hatırladın değil mi?” dedi Zifin, onun da gözleri dolmuştu.
“Evet.
Yaşamak istiyorum dostum, yaşamanı. Çok eski günlerde, yaz geceleri ya da kış
geceleri, ailem avlanırdı, bizi avlandıkları yere götürürlerdi, geyik ya da
domuz mesela…o et öyle lezzetli gelirdi ki aç
kursaklarımıza; adeta iç organlarımızı ve ruhumuzu silip süpüren bir tat, o
benzersiz büyülü tat! Yaşamalı ve avlanmalıyız ve bizim ufaklıklarımız olmalı
ve aynen böyle harikulade hissetmeliler.”
Zifin,
başını salladı. Bundan iyi tarif edemezdi çocukluğunu. Uludu hırsla ve acıyla.
Aile özlemiyle. Kaybettiği ya da yaşamadığı günlerin acısıyla.
Ayrıldılar,
fırlayıp ayrıldılar birbirlerinden, aynı yöne giden; ama yolları ayrı olan iki
kurtu takip etmez zordur.
Gece
gelmişti umut veren devasa tatlı gizemiyle. Ortalık daha da serinlemişti. Evet,
saatlerce güneşin yakıp kavurduğu orman şiddetli serinlikle tokat yer gibi
çarpılmış, ormanın kuytularına gizlenen irili ufaklı canlılar zamanlarının
geldiğini anlamış, karanlıkla kendilerini güvende hissederek gizlendikleri
deliklerden çıkmış, (kalplerinde nabız gibi kanat çırpan kelebek gibi bir tatlı
hisle) yine de dikkatli elden bırakmadan gizli tehditlere yakalanmamaya özen
göstererek karınlarını doyurmak için gezintiye çıkmışlardı. Mutluluğun yaşandığı sıradan; ama parlak
anlar. İşte hayatın gizliden gizliye canlandığı, hayatın gümbür gümbür
yaşandığı o anlar
Gece
her şeyi, ormanı güzelleştirmiş, yepyeni bir can vermiş, adeta soluk
aldırmıştı.Gece kuşları gizlendikleri yerlerde ötüyor, ormanın farklı
yerlerinden gelen bu ötüşler muazzam bir ahenkle birbirine sımsıkı sarılıp
birbirlerini bırakıyor, sarılacak başka bir ses arıyorlardı, el değmemiş bir
ses.
Siyah
kurt, bu farklı sesler ve hareketler içindeki ormanın bir yerinden gelen ilginç
sesler duymuştu, sesler ona çok yakındı, bir hesaplaşma yaşanıyordu belli ki.
Sesler öyle konuşuyordu ki; siyah kurdun kafasında bir sahne şırak diye
canlanmıştı, otomatik olarak.
İri
yapılı sürüden iki kurt ve kulağı kesik kurt karşı karşıyaydı, bu iki iri ve tecrübeli kurt sürüdeki en
acımasız kurtlardı, onlar en iri avları yere yıkmakla görevliydi, avın iri
boynuzları varsa mutlaka arkadan saldırı yaparlardı. Tehlikeli biçimde boynuz yoksa önden da
atılırlardı. (boynuzu olmasa bile arkadan saldırı yapılır, en güvenli yer
arkası. Önden saldırı yaparsa tekme yemesi kolay, havyan ısırabilir. )Ama en
sık yaptıkları arkadan saldırmak, iki ayaktan birine, ısırıp çekmek. Biri bunu
yaparken diğeri arkadan koşarak gelir ve hayvanın sırtına sıçrardı, ısırıp
asılırdı yere doğru, bütün ağırlığını boşluğa verirdi, hayvanın ayakları ne
kadar yere sağlam bassa da onu aşağı çeken diş ve pençeleri bir süre sonra
sırtından atamaz hale gelir, canı çok yanar ve çuval gibi yere yıkılır, tabi en başta kurtları hurda haşat eder,
sırtına yapışan kurdu böcek gibi atar, yorulana dek, nefes nefese kalana dek
mücadele sürer, yorulur, bekler, kurtlar da yorulur, bekler; ama kurtlar 20
tane, sağlam ve iri bir geyik 20 kurda kaç dakika ya da saat direnir, kaçmak
için çırpınır, kaçar da arayı açarsa, gözden kaybolursa kurtulur. Kurtlar da
açtır, bu ölüm kalım savaşında geyik kaçar, ya yalnızdır, ya yanlış yerdedir,
ya kaybolmuştur, ya da yalnızdır. Belki de hastadır. Onun kurtulması kaçma
azmine, bu sırada uyguladığı taktiğe, şansına bağlıdır. Kaçma konusunda ne
kadar taktiğe sahiptir?
Bu
tecrübesi fazlaysa kurtarır kendini. Kurtlar da rakibi alt etmeye, yakalamaya
yönelik taktiklerle ilerler. Ya kurtlar avı kaçırıp ölecek ya da av. Açlık
çekerek ölmek her kurt için utanç vericidir ve onlar aç kalmanın eğitimini
alırlar sürekli ve en dayanıklı oldukları şey açlık acısıdır.
Kulağı
kesik kurt iki iri yarı kurttan dayak yiyor; ama pes etmiyor, kendini savunmaya
çabalıyordu, bu ölümüne bir savaştı ve rakiplerinin canını yakıyordu
fazlasıyla; onun azimli, cesur ve direnişçi çıkması ötekileri şaşırtmış ve
korkutmuştu ve onun işini bitireceklerine inancı giderek azalıyordu, kulağı
kesik ısrarla karşı koydukça. Süre ne kadar çok uzarsa onun işini bitirmeleri
de o kadar zor olacaktı. Çünkü onlar da yorulmuştu.
İkiye
karşı bir, kulağı kesik kurt ölüm korkusuyla daha fazla güç ve azim harcıyordu,
diğerleri nasıl olsa bunu geberteceğiz rahatlığıyla davrandıkları için gerçek
güçlerini kullanmaktan yoksundular.
Siyah
kurt geriden manzaraya bakıyordu. Mağdur kim olursa olsun yardım etmek isterdi
ve ikiye karşı bir kapışma hiç adil değildi ve çok şerefsizceydi; ama önce
aralarında ne olup bitiyor öğrenmeliydi, oturup kapışmaya dikmişti gözlerini,
zevkle.
İri
yarı kurtlar durdu, onlardan biri dedi ki:
“Seni zavallı! Kızımı baştan çıkarmaya çalıştığını başından beri
biliyordum. Liderin
oğlusun
diye sana ses çıkaramadım. Ama şimdi teksin. Az sonra işini bitecek. Senin gibi korkak bir kurt benim gibi bir
kurtun kızıyla olabilir mi? Seni aptal! Ben o kızı kolay
büyütmedim. Bir kız büyütmenin zorluklarını bilemezsin. Seni adi bir kurtsun.
Bir dişi kurdu istiyorsan önce onu geçindirecek yeteneğe, keskin dişlere,
yüreğe sahip olman lazım. Sen ise korkak, beceriksiz bir kurtsun. Sıska bir
kurda yenildin. Şansın varken kaçıp gitmeliydin. Başından beri seni sevmezdim.
Sürü kurallarına ihanet edip kızıma sulandın. Şansa bak ki onları ararken seni
bulduk. Şimdi seni geberteceğiz!
Siyah kurt olaya karışmak istemedi,
zaten başı beladaydı. Tam oradan gitmek üzereydi, duraksadı, ikiye karşı birdi,
içi razı gelmiyordu, geri döndü, onlara baktı, iri kurtlar iyice baskıyı
arttırmıştı. Kafası şöyle diyordu: “Git
yoluna, karışma, yesinler birbirini.” Yüreği ve ruhunun keskin parlaklığı karşı
konulamaz bir arzu şöyle diyordu: “Gir
gir kavgaya, şu yalnız kurda yardım et. Tek; ama pes etmiyor, teslim olmamak
için çok direniyor, başka bir kurt olsa acı çekmemek için çoktan direnişi
bırakır ve ölürdü. Belli ki şerefli bir kurt.
Az sonra farkında olmadan kendini o
sahneye doğru hücum ederken buldu ve şaşırdı, ayakları onu sürüklemişti
yıldırım gibi, yüreği ve ruhu. Hırlayarak sahneye daldı. Kurtlardan birini yıktı yere. Bu sırada
kulağı kesik kurt da öteki kurta saldırdı.
İri
yapılı kurtlar yenileceklerini anlayıp basıp kaçtı, siyah kurt onların ardından
baktı ve başını çevirip yanındaki onun gibi kaçanları izleyen kulağı kesik
kurda baktı şöyle bir: “Kurtuldun, şansına dua et” der gibi ve aniden basıp
oradan uzaklaştı.
Ardından
kulağı kesik koşup geldi: “Yardımın için
sana minnettarım, efendim.”
“Kulağına
ne oldu?”
“Kavgada
oldu.”
O an
anladı, bu kurt Zifin’in patakladığı ve kulağını kopardığı kurttu, bir şekilde
onu ekmeyi kafaya koydu, oysa beriki kendini sevdirmeye çalışıyordu: “Sonsuza
dek hizmetinizdeyim, yüce efendim!”
“Kes
zırvalamayı da yoluna git!”
“Bir
kurdun nesi var, iki kurdun çetesi var.”
“Sen
bana ayak uyduramazsın.”
“Sana
borçluyum. Senin hizmetindeyim.”
“Ne
olursa olsun asla kimseye böyle bir şey deme. Çünkü öyle bir şey olur ki sözünü
tutamazsın.”
“Tutarım.
Sen kafanı yorma.”
“Ben
yüce bir kurt değilim. Git başımdan!”
“Sen
kesinlikle yüce bir kurtsun.”
Güldü: “Nerden
anladın?”
“Anlarım.
Sana borcumu ödemeden asla gitmem.”
Bir
şekilde onu atlatmaya karar verdi, o uyurken mesela.
“Tersime
giden bir şey yaparsan popundan kaparım ama.”
“Hakkın
var; hiç affetme.”
Yan
yana ilerlerken kulağı kesik sürekli bir şeyler anlatıyor, siyah kurt ise onu
dinliyor, gözünü dört açarak çevresini tarıyordu. Kulağı kesik kurt umut dolu
şeyler anlatıyordu heyecanlı biçimde, yaşamak istediği büyük ve güzel ormanı,
avın bol olduğu ormanı, kurmak istediği güçlü sürüyü. Siyah kurt ise şöyle
düşünüyordu: “Daha çok pişmen lazım, ben ki bir sürü kuramadım, sen nasıl yapacaksın,
deneyimsiz bir kurt olduğun çok belli, daha alacak çok yolun var.”
Gecenin
ilerleyen anlarıydı, en tatlı anlardı bu anlar. Ve ikili durmaksızın
ilerliyorlardı. Nehirde su içip ağaçların altına geçtiler, kuytu yere.
“Burası
güvenli” dedi siyah kurt.
“Bence
de” dedi,
Siyah
kurt ona dikti gözlerini, ters ters bakıyordu:
“Sen de
kim oluyorsun birader, sen bir hiçsin, geldi kene gibi yapıştın bana, kovdum
gitmedin, senin onayına ihtiyacım yok”
der gibi baktı.
“Çok
acıktım, peki ya sen?” dedi neşeyle.
“Haliyle, sorun olmasa seni bile yerdim.”
Dedi, uzandı, esnedi. Çok yorgundu, perişan düzeyde yorgundu, belli etmiyordu.
Beriki
güldü.
“Ben
yemek bulayıp geleyim.”
“Emin
misin?” dedi dalga geçer gibi.
“Evet.
Zoruna mı gitti tek başıma becerecek olmam.”
Güldü: “Bu
işi tek başına becerebileceğini sanmıyorum.”
“Nedenmiş?”
“Şey”
dedi, “amatörsün” diyecekti. Caydı.
“Buralara
yeni geldik ve tek başına imkansız denecek kadar zordur.”
“Sen
bir amatörsün” demek istedin, “rahat ol, açık konuş usta.”
“Aynen
öyle. Otur, başını belaya sokacaksın.”
“Yok. Öyle
olursa bas git. Tanıma beni.”
“Yerler
seni. Otur aşağı. Sen yemek memek bulamazsın. Bilmediğin bir habitata geldin?”
“O da
nedir?”
Siyah
kurt: “Tamam, ben karışmıyorum, bir kez başını belaya soktun. Yardım ettim, bir
daha yardım etmem, edemem, uyuyacağım.”
“Ben
onları zaten yeniyordum.”
“Bak
bak! Uzak dur benden en iyisi.”
“Şaka
yaptım usta. Ben kaçar, sonra avla dönerim. Güzelce karnımızı doyururuz.”
“Ben
kalkar giderim.”
“Sen
bilirsin. Ama gideceğini sanmam. Yat dinlen ve beni bekle.
Yarım
saat kadar bir süre geçti. Siyah kurtun uykusu kaçmıştı. Kulağı kesik kurt ne
yapıyor, başı belada mı diye düşünüyor, buna dair sahneler dönüyor beyinde,
karnı aç, canı sıkkın, yemek yemeli. Umuyordu ki yemek bulsun. En karanlık
şeyleri düşünüyordu, tam bu sırada kulağı kesik kurt kan revan içinde geldi.
“Yemek
buldum usta; ama çok büyük, getiremedim, benle gel.”
Siyah
kurt fırladı, onu takip etti heyecanla.
Çalıların
arasında iri bir domuz yatıyordu, sıcak bir kan gölü olmuştu orası. Siyah kurt domuzu kokladı ve parçalanan
taraftan bir ısırık alıp yuttu: “Bunu
nasıl başardın?”
“Bu
benim işim. Sen benim hayatımı kurtardın, ben de sana yemek buldum.”
Siyah
kurt, domuz etine gömdü keskin dişlerini. Hararetle, keyifle yiyordu lokmaları, aceleyle, her an
yabancı kurtlar gelebilirdi ya da ayılar. Evet, ayılar kurtlardan yemek çalmak
konusunda uzmandırlar ve kurtlar sürü olsalar bile ayılara yaklaşamazlardı. İri
pençe ve dişlerden çok korkarlardı. Şayet küçük bir darbe alsalar bile bunun
bir sakatlık doğurabileceği ve bunun da ölüm olabileceğini bilirlerdi, alt
edebilecekleri bir ayı olsa bile ondan uzak dururlardı. Ayı gelip ete (avlanan
hayvan artık neyse, at leşi de olabilir) el koyar, tıka basa yerken hiçbir
kurdun leşe yaklaşmasına izin vermez, ayı karnını doyurup oradan gidene kadar
kurtlar çöktükleri yerde beklerlerdi sabırla, arada sabırsız olanları ete
yaklaşır, ayı hırlayıp hamle yapar ve onları uzaklaştırırdı. Bir ayıya karşılık
20 kurt da olsa beklerlerdi ayının karnını doyurup çekip gitmesini. Vahşi
ormanda bu işin raconu buydu ve bütün kurtlar bunu bilirdi: Ayılar çok
güçlüdür, kurtlardan daha güçlüdür!
Kulağı
kesik kurt da yoldaş bellediği kurta uyup karnını doyurmaya girişti büyük bir
zevk ve heyecanla.
Kulağı
kesik kurdun bu başarısı siyah kurdu çok etkilemişti. “Bunda parlak bir
yetenek, ilgiye değer bir kumaş var” diye düşündü. Ona yardım etmekle ne kadar çok haklı olduğunu
anladı, kendiyle gurur duydu, bu güzel kurt bir cevher taşıdığını ikinci kez
ispat etmişti.
Siyah
kurt, ilk kez ona karşı dostça bir sıcak ilgi, sağlam bir duygu hissetmişti. Ama bu dostluk fazla uzun sürmeyecekti. An
gelecek, Zifin’le dostluğunu öğrenecek ve bu işe çok bozulacak, onlara düşman
kesilecekti, belki de onu öldürmek isteyecekti. “Ona yüz verme, ona bağlanma”
dedi kendine.
İleriki
zamanlarda bir gece nasıl olsa onu eker, ondan tamamen kurtulur ve yoluna
giderdi, ayrıca siyah kurt onunla dostluk kuranların fazla dayanamayacağını
biliyordu, hep bir şeyler ve terslikler olur, o dost bildikleriyle yolları
ayrılırdı. Keşke bu kurtla dost
olabilseydi ve Zifin de onunla dost olsaydı, ne güzel olurdu! Üç yoldaş, üç
sağlam kurt olurlardı, sürü için güzel bir başlangıç olurdu. “Koca domuzu tek
başına avladı, vay be, keşke bu kurtla yoldaş olabilseydim. Benim yapamadığımı
nasıl becerdi, ondan çok şey öğrenebilirdim, beni yüce efendisi olarak
gördüğüne göre ona bunu soramam da. Sorsam aptal olduğumu düşünecek. Ki öyle
olduğum kesin, bu kurt o beceriyi nasıl elde etmiş?; hayret!” diye düşündü.
Domuzdan
yediler tıka basa ve oradan uzaklaştılar.
Önceki kamp yerine geldiler. Siyah kurt burayı güvenli bulmadı, daha
içeri, daha kuytu ve ayak değmemiş yerine ilerlediler ormanın, burada rahat
edebilirlerdi, uzandılar. Ağaçlar, çalılar ve otlar çok sıktı burada, ağaçlara
dolanan sarmamışlar burayı örümcek ağı gibi örmüştü. Derya gibi uzun uzun otların
altından ilerlediler, burası böyle bir mağaraydı. Baskına uğrarlarsa diye iki
kaçış noktası belirledi siyah kurt.
Gündüzün kavurup mahveden sıcağı vardı, akşama dek
orada, serinde pineklediler, uyudular, sakin sakin beklediler, acıkmışlardı,
domuzun yanına gidip karınların doyurdular ve geri döndüler, kamp alanına.
Kıvrılıp uyudular. Uyandılar, çevreyi seyrettiler ve yine yattılar.
Mayışık,
bıkkın beklerken arada uykuya daldılar, arada bir ses duyup ürkip gözlerini
açtılar, çevreyi kontrol ettiler,
güvenlik sorunu olmadığını anlayınca kıvrılıp yattılar. Güvenlik endişesi,
baskına uğrama korkusu bitip tükenmiyordu, uyur gibiydiler ama kulaklar hep
açıktı, hep dikkatli, sonra uykuya dalıyorlar, biraz uyuyorlar, yine bir garip ses, sanki
çevreleri diğer kurtlar tarafından sarımlı, usul usul yaklaşıyorlar, çalılara
basıyorlar ve çıtırtılar geliyor, evet, vücutları çalılara sürtüyor, hışıl
hışıl bir ses. Sıçrayıp kalkıyorlar.
Biri diğerini uyandırıyor derin uykudaysa ya da her ikisi aynı anda
uyanıyorlar. Araştırma başlıyor. Ama her zaman değil bu panik. Dikkate değer
bir şey ise, ses ise kalkıp bakınıyor ve yatıyorlar.
Akıllı
bütün kurtlar gündüz ormanda saklanır, akşamın ya da gecenin gümbür gümbür
gelmesini bekler. Çünkü onlar işlerini gece halleder.
Akşam
olurken yüreklerine bir sevinç hücum etti, akşam demek onların zamanı demekti,
güvenlikli zaman demekti, özgürlük! Bütün güçleriyle avın peşinde koşmak, ona
yetişip yere indirmek için mücadele etmek, başarılı olurlarsa tıka basa yemek.
Evet,
akşam karanlığı zihinlerine parlak bir pırıltı ekleye ekleye yoğunlaşırken
onlar yaşama sevinci hissediyordu.
Avdan
kalan son kalıntıları yediler ve oradan güçlü adımlarla ayrıldılar.
Gece
gelmişti. Gece bir başka güzeldi, bir başkaydı gecenin görkemi. Karanlığın
inmesinden bambaşkaydı, karanlık kat kat ve sis gibi her yeri kaplamıştı,
onları görünmez yapıyordu, onları birer hayalete çeviren en büyük
hizmetçileriydi gece.
Her
kurt gece gelince hayalet gibi avantajlı olacağını bilir ve gecenin gelmesini
sabırsızlıkla bekler, küçük çocukların tatillerde oyun arkadaşlarıyla buluşmak
istemesi gibi.
Gece
iyi hisseder kurtlar ve en mutlu oldukları zamandır, algılarının en iyi işlediği zamandır, karanlık
çökünce ayar olurlar, avlanmaya, gezmeye, keşfe. Azim ve hararetle parlar
gözleri. Tehlikeli şeylere yönelmek isterler, içgüdüsel olarak. Dişleri kamaşır
dolunayda, bir şeyleri ısırmak isterler, bütün güçleriyle, kemik kırmak
isterler. Kalın kemikleri çok kolay kırarlar; çeneleri çok güçlüdür. Hiç aç
olmasalar bile bir şeyleri öldürmek isterler: Bu onların temel içgüdüsüdür. Avladıkları
hayvanların şah damarından akan kanın sıcaklığına bağımlı olmuşlardır.
Bizim
ikili gece karanlığında ormanda saatlerce ilerlediler ve dinlenmek için mola
verdiler.
Kulağı
kesik kurt leş gibi çöktü, çok yorulmuştu. Siyah kurt sanki hiç yorgun değilmiş
gibi onun yanına kuruldu. Ona kalsa daha saatlerce ilerlerdi; ama yanındaki
yorulduğu için bir yerde mola verip kamp kurmanın iyi olacağına karar vermişti.
Aklı
fikri zifin’deydi, nerdeydi acaba? Onu bulabilecek miydi? Heyecanlıydı, canı
gibi sevdiği yoldaşını mutlaka bulmalıydı.Buluşabilecekler miydi? Yanında
kulağı kesik vardı ve ikisinin karşılaşması hiç iyi olmayacaktı. “Zifin
buralarda bir yerde olabilir” diye düşünerek ayaklandı.
“Çevreyi
kolaçan edeceğim, gözünü dört aç. Bir sorun olursa ulu ya da kaç. Başının
çaresine bak; ama sakın kavgaya girişme.
Anlaştık mı?”
“Olur.
Ama sen de buraya bir bela getirme.”
“Baş
üstüne efendim. Çok çabuk unuttun hani ben yüce efendindim?”
Güldü: “Tabi
ki öyle, şaka yaptım. Senin için ölürüm, biliyorsun sana borçluyum.”
“İyi.
Her neyse, sağ kalmaya bak, kahramanlık yapmaya kalkma, onlar fazla yaşamaz.”
“Haklısın.”
Siyah
kurt, hızlı ve çevik adımlarla uzaklaştı oradan. Yere ayakları sanki hiç değmiyordu,
bir ışık gibi, yağ gibi gidiyordu, ağaçların arasından kayıyor, kelebek ya da
güvercin gibi, taşların üstünden, kayaların üstünden hopluyor, çürümüş kütüklerin
üstünden zevkle atlıyor, sonra yine yaylanıyor, bir engeli daha acısız ve
zahmetsiz aşıyor ve kendini ormanın hakimi gibi hissediyordu. Kurt olmak ne
güzel bir histi. Keskin dişlerinin güvenceciyle, güçlü ve yenilmez çene. Keskin
gözler, karanlıkta gündüz gibi görebilmesi inanılmaz bir iyilikti. Dört ayağı, pençeleri. Birden bütünü gücünü
hissetmek istedi, son sürat koşuyordu, zorluyordu kendini, rüzgarı
hissediyordu, gözleri kenarlarından esiyordu rüzen rüzgar, aşağı sızıyordu.
Siyah kurt yön değiştiriyor, fiziğinin bütün kıvraklığını hissediyordu, başka
hareketlere, başka taraflara uçuyordu, koşmuyordu, sanki uçuyordu, simsiyahtı
ve bu onu pelerin giyinmiş gibi iyice görünmez yapıyordu ve ürkütücüydü. Siyah
renkli olması çok büyük bir avantajdı,
siyah diğer renkler gibi değildir, vahşidir ve saldırgandır ve o rengi
taşıyan kurtlar azametli olmasa bile öyle görünür, bir zifiri karanlık yaratığı
gibi. Siyah kurt renk avantajını çok sonra fark etmişti, onu ilk gören ondan
çok çekiniyordu, bunu siyah renginden olduğunu geç fark etmişti. Onu görenler
tehlikeli bir şey hissediyordu, eziliyorlardı karşısında. Ondan acayip
çekiniyorlardı, dövüşçü ve yenilmez olduğunu düşünüyorlardı. Çünkü siyahtı
rengi, siyah acımasız bir renktir, kindardır, saldırgandır, bencildir.
Gece
karanlık yolda beyaz bir köpek görseniz, korkmazsınız; çünkü beyaz cana yakın,
yoğun sempatik bir renktir, dışa dönüktür, oysa siyah tam tersi; canidir siyah,
bir numara olduğunu söyler. Karanlık yolda aniden karşınıza köşeden simsiyah ve
iri bir köpek görseniz irkilirsiniz korkuyla.
Siyah
kurt yavaşladı, yorulmuştu, siyah renkli dünyaya gelmesi en baştan şans
getirmişti ona. Beyaz size sarılır, siyah ise sizi yere yıkmaya çalışır.
Siyah
kurt dinlenmişti ve tekrar hızlandı.
Gökyüzünde
ay vardı muazzam biçimde, çocukça koşup hoplayıp zıplama ve engelleri aşma,
yani bu heyecanlı oyunla tatmin olmuştu, şimdi aklını başına alma zamanı
gelmişti.
Heyecanını
atmıştı ve rahatlamıştı. O delice hareket etmek isteyen kaslar ısınıp tatlı
kıvama gelmiş, huzura kavuşup alev atmıştı. Şimdi sakin olup araştırmalarını
yapmalıydı, çevre dikkatli bak, ormanı hisset, ormanı sez, karanlığı sez,
ormanın nefes alıp vermesine eklemlen, adımlarına dikkat et, çok sessiz ol,
kokla, kokuları kokla. Her şeyi kokla. Araştırma yap, buradan kimler gelmiş,
kimler geçmiş. Sadece koklayarak her şeyi çözümlersin, burada nasıl bir film
oynanmış, hı, burada iki sincap varmış, kapışmışlar, yenilen kaçmış, diğeri onun
arkasından gitmiş, kaçanda bir hastalık var. Kovalayan güçlü bir erkekmiş,
neşeli karakteri var, hepsini kokulardan çözdü.
Kaçan
yaşlı bir sincap, hırsız ve kaypak karakterli. Genç sincabın kış için sakladığı
yiyecekleri çalmış. Genç sincap ona “namussuz!” diye bağırdı, evet, kokular
orada olup biten her şeyi anlatır, tarafların birbirine söylediklerini de,
sezersen eğer. Her kokunun özel bir frekansı vardır ve işin içine sezgilerini,
tecrübelerin katarsan orada oynanan filmi çok net görürsün kafanın içinde,
bütün diyalog ve monologlarıyla.
Siyah
kurt, çevrede zifine dair bir koku, iz yakalayamadı, canı çok sıkılarak ve
umutsuzca kamp yerine yaklaşıyordu. “Belki de onu kaybettim sonsuza dek” diye
düşündü, “ve bu yoldaşlık bitti, bittiyse ne büyük acı, artık bununla yaşamak
zorundayım.”
Sakin
ve dikkatli adımlarla ve bu gece bu ormanca yaşadığından haz duyarak kamp
yerine yaklaştığında iki hırlama sesi duydu, dehşete kapıldı, sesler
canavarcaydı
ve
bastı.
Sanki
kamp yerine ışınlanmış gibi bir çırpıda gelmişti.
Manzara
çok can sıkıcıydı. Kulağı kesik kurt ve Zifin kapışma hazırlığı içindeydi ve
birbirini göz hapsine almış, hırlayıp tartıyor, birbirine atak yapacak gibi
duruyorlardı.
Çok
yavaş hareket ediyorlardı. Ağızlarından salyalar akıyordu. Keskin beyaz dişleri
parlıyordu ıslaklıkla, içinde ay ışığı. Baloncuklar vardı salyalar içinde.
Küçük adımlar atıyorlardı, önce biri, öteki geri çekilir gibi yapıp öne atılıyor,
bu kez öteki geri çekiliyordu, yaylanıyorlardı,.
Gerginlik
hat safhadaydı, bir şey olacak (biri kesin kararla hücum edecek) ve aniden
birbirine atılıp boğuşmaya başlayacaklardı, her ikisi de o anı bekliyor,
psikolojik baskıyı, hırlayıp birbirlerine diş göstererek devam ettiriyorlardı.
Biri sağa gidiyorsa, öteki sola gidiyor, birbirlerine atak yapacak gibi usulca
ve kararlı biçimde hareket ediyorlardı. Ağızlarından öfkeli salyalar akıyor,
yere düşüyordu parça parça. Biri yanlışlıkla gardını biraz düşürse, biraz
dikkatsiz davransa öteki atılıp onu altına alacak ve onun boğazını
yakalayacaktı, ve bu saliseler içinde olurdu, şimşek gibi hızlı biçimde. Hedef
mutlaka gırtlaktır, çünkü düşmanı oradan öldürebilirsin. Gözler birbirine
kilitlenmişti ve orası yansa umurlarında olmazdı.
Birkaç
dakika önce.
Kulağı
kesik kurt siyah kurtun bir an önce gelmesini diliyordu, onunla çok güzel bir
bağ kurduğunu düşünüyor ve ölene dek, sonsuza dek onunla yoldaş kalmak
istiyordu, elinden ne gelirse yapacaktı bunun için. Siyah kurt yanındayken
kendini güvende hissediyordu, sürüsünde
bile bir yoldaşı yoktu, onunla vakit geçirmek, bir şeyleri paylaşmak, ay ışığı
altında saatlerce ilerlemek ormanda, çok güzeldi, onunla her şey güzeldi,
tartışmak bile. Sıkı, sağlam bir dostu olması, böyle dostları oldu mu kurtun
hayatta kalma şansı çok yüksektir,
tamam, bu dostluğu ne pahasına olursan olsun sürdürmeliydi, sonsuza dek
sürmesi için ona kendini kanıtlayacaktı,
ona yine yemek bulacaktı. Onun kalbini tamamen kazanacaktı. Siyah kurt
yokken korkak takılıyordu ormanda,
içinden korkular eksik olmuyordu,
ve gerçek gücünün farkında değildi, siyah kurt ona kendine güveni
getirmişti, onu çok becerikli hale getirmişti, adeta kendini bulmuştu, sürüde
böyle bir varlık göstermemişti asla, hep babasının ve birilerinin gücü ardına
saklanmıştı. O ahmak sürüden atıldığı için muazzam bir sevinç hissetti. Babasının
sözlerini hatırladı: “Git gerçek bir kurt ol.”
Babasına
zamanında çok kızmıştı; ama babası onu sürüden atmakla hayatının en güzel işini
yapmıştı, babasına karşı ilk kez derin ve büyük bir saygı oluştu içinde.
Artık
siyah kurt vardı, uyuyacaktı onunla, uyanacaktı ve onu görecekti, onunla
yürüyecek, av arayacak, onunla sohbet edecekti.
Eski
sürüsünden kurtlar ya da başkaları ona zarar veremezdi, siyah kurt buna asla
izin vermezdi. Mertti, cesurdu, gözünü budaktan sakınmazdı.
Sürüsünün
o iri aptalları saldırırsa onlara dersini verecekti. Onların ikisini de alt
edebileceğine inanıyordu, siyah kurtun nasıl saldırdığını hayal etti, evet,
aynen onun gibi atılacaktı, yenilmeyi hiç düşünmeyecekti, siyah kurt gibi cesur
olacaktı, o iki iri ayıyı devirecek ve onlar da kuyruklarını arkalarına
kıstırıp kaçacaklardı, artık kaybedecek hiçbir şeyi yoktu, ölümse gelsin, artık
ne olacaksa olsun; ama bundan sonra asla bir korkak olarak yaşamayacaktı, o ayılarla karşılaşmadan önce dövüşmesini
iyice öğrenmeliydi. Dövüşmesini iyice
öğrenince gidip onlarla hesaplaşabilirdi,
şimdi onlara
tek
yakalanmak hiç iyi olmazdı. Sonra. Nasılsa bir gün yolları kesişirdi. Onlardan
yediği dayağın acısı büyüktü ve mutlaka günün birinde onlardan öcünü alacaktı.
Siyah kurtla dövüş pratikleri yapıp bu işin sırlarını ondan öğrenmeliydi. Bir
ara bu konuyu ona açmaya karar verdi.
Kendini
düşsel hissediyordu, kendini küçük bir kurt olduğu zamanlardaki gibi huzurlu
hissediyordu. Tuvaleti gelmişti, arka tarafa doğru ilerledi.
Tam bu
sırada Zifin kamp yerine sevinçle yaklaşıyordu, o çok iyi bildiği siyah kurdun
o güzelim ve pis kokusunu daha yoğun aldığında içinde sımsıcak bir duygu,
dostluk duygusu dalgalanmaya başladı.
Bu
dostluk onlarca yıl sürmeliydi, bütün ruhuyla ona kavuşmak, onunla koklaşmak,
onunla şakalaşmak istiyordu, şöyle bir yerde saklansa ve sonra o gelirken
aniden onun üstüne atlasa, onun ödünü cidden patlatsa, içinden güldü.
Nihayet
kamp yerine geldi, dikkatli gözlerle çevreyi araştırdı, siyah kurdu göremedi,
şaşırdı, canı çok sıkıldı, burada olması gerekliydi. Kokusu tam burada
yattığını söylüyordu. Başka bir kurdun kokusunu aldı. Bu kokuyu çok iyi
tanıyordu, bu iğrenç mi iğrenç koku çok
tanıdık geldi burnuna, çıkaramıyordu, düşünmeye başladı, yoğunlaştı ve aniden
kulağını kopardığı kurdun kokusu olduğunu anladı. Deli bir öfke sardı içini.
Yoksa o pislik siyah kurdu öldürmüş müydü ya da onu yaralamış mıydı?
Ama o
aptal ve hantal kurt çok geride kalmıştı, “bize yetişemez ki, peki bu koku ne?
Yoksa yetişti mi? O kokunun başka bir kurda ait olabileceğini düşündü, yok, bu
koku o kurdun kokusuydu. “Baş belası! Öteki kulağını da koparmamı istiyor demek
ki.” Sinirinden güldü.
Arkasında
bir çıtırtı duydu, o tarafa yanaştı, buradasın demek, siyah olmalıydı bu,
“Çık
dostum ortaya, oyun yapma. Aynısını ben yapacaktım, caydım.” Güldü.
Uzun
otların arasından kulağı kesik kurt keskin ve kızgın bir kılıç gibi, öfkeden
kor gözlerle çıktı.
Göz
göze gelmişlerdi.
Zifin
şaşkındı, ne yapacağını bilemedi, panikledi, kaçmayı düştü, titredi korkuyla.
“İlk
sefer nasıl oldu da bu taş kafalıyı alt ettim, bu kez de yapmam gerek; ama bir
fikrim yok” diye düşündü, “sakın korktuğunu belli etme.”
“Ne
güzel bir karşılaşma, seni o kadar çok özledim ki” dedi.
“Sakın
yanlış bir hamle yapma, arkada, beni takip eden 2 kurt var.”
Her
nasıl olduysa yalan atmak aklına gelmişti.
“Seni
arıyorlar, sohbet ederlerken duydum, tabi benim de işimi bitirmek istiyorlar.
Şu an arkanda iki tanesi var. Ayak seslerini duymadın mı? Yaklaşıyorlar.”
O
arkasına bakarken zifin hayalet gibi yok oldu bir anda, saklandı. Ve ona
arkadan yanaşıp poposundan çok güçlü biçimde ısırıp kaçtı ve saklandı,
“Ah”dedi
kulağı kesik kurt, “popom! Namussuz!”
“Ayı!
dedi fısıldayarak, saklandığı yeri değiştirdi, “Taş kafa. Bağırma, yerimizi
belli edeceksin!”
Kulağı
kesik kurt kıçında derin bir acı duymuştu, kıçı çok fena sızlıyordu, bu ne
vakit arkasına geçti, ne kadar hızlıydı öyle, arkasına dönene kadar çoktan yok
olmuştu bir anda, ağaçlardan birinin ardına saklandı, “eyvah!” dedi, “yoldaş
nerdesin. Çabuk gel!”
Zifin
ağaca yaklaşıyordu. Sırtını kabarttı, kendini daha büyük gösterdi, hırlıyordu
ona.
“Senle
sonra hesaplaşacağım, şunların icabına bakayım da!”
“Ben
kaçar tek kulak.” dedi Zifin, ortadan kayboldu. Yer değiştirdi. Orada sesler
çıkardı. Ayaklarıyla. İçinden gülüyordu bu arada.
Yoldaş
sen misin dedi kulağı kesik kurt.
Kulağı
kesik zifinin ayak seslerini duymuş, onu siyah kurt sanmış, yeniden doğar gibi
rahatlayıp sevinmişti. Sonra onun sesini duymuştu. Düşmanı bellediği kurtu
karşısında görmek, onunla kafasının içinde kapışmakla apayrı şeydi, korkmuştu; ama
korkusunu saklamıştı.
Zifine hırlaması
da ölümüne kavga edeceğinden değil; onu korkutup kaçırmaktı, yani o dehşetli
canlı kanlı hırlamanın hepsi düzmeceydi, aslı astarı yoktu, bir oyundu, güzel
bir numaraydı, hepsi buydu.
“Nerden
çıktın be sen!” demişti içinden, “hiç havamda değilim, kavga edecek, büyük bir
kapışma yapacak kadar zinde ve güçlü hissetmiyordu kendimi.” Geri de adım
atamazdı. Oyuna devam ediyordu, büyüklenme, güç gösterme oyunu.
Zifin
ortaya çıktı, ona hırlamaya başladı, onu korkutup kaçırmaktı amacı.
Siyah
kurt hırlayarak geldi girdi ikisinin arasına. O an birbirine kilitlenen ve alev
almaya hazır iki kurt duraksadı, dikkatleri dağıldı, öfkelerinde bir gedik
açıldı. Zaten ikisi de kapışmak istemiyordu.
“Sakin
olun çocuklar, sakin. İkiniz de iyi çocuklarsınız.”
Zifin:
“Dost ha, bu çapulcuyla dost mu oldun?!”
“Sakin
ol. Yaşatmaya çalış. Öldürmeye değil. Önce dostluk köprüsünü uzat.”
Kulağı
kesik: “Bu kurtla eski bir hesabım var, onu kapatmanın zamanı geldi.”
Zifin
dedi ki: “O sana yetmedi anlaşılan. Demek ki senin diğer kulağının yarısını da
koparmanın zamanı geldi, arkadaşım!”
“Ben
senin arkadaşın değilim, ağzından çıkanlara dikkat etsen iyi edersin!”
Siyah
kurt ikisine de hırladı. İki kurt geri çekildi, sinirli biçimde bir o yana
gittiler bir bu yana, oldukları yerde.
İkisi
de erkekçe cesaretten ödün vermek istemiyor, korkmuş ve sinik algılanmak
istemedikleri için kapışma hevesli pozlar veriyor, kükremelerle birbirine göz
dağı veriyorlardı araya siyah kurt girmiş olsa da.
İkisi
de aslında dövüşmek istemiyordu, bütün mesele şuydu: Zifin, zamanında şans
eseri hurda haşat ettiği kurdun ondan korktuğunu düşünmesini istemiyordu,
kulağı kesik de zamanında hafife aldığı kurttan rövanşı almak istiyordu; ama
şimdi değil.
İkisi
de siyah kurdun aradan çıkmasını istemiyordu. Ama çık diye rol kesiyorlardı.
Siyah
kurt dil dökmekten yorulmuştu. Aralarından çıktı.
Bu
sırada çok öteden kurt ulumaları duyuldu.
Siyah
kurt Zifin’e, sonra kulağı kesik kurda baktı: “Canını seven kaçsın. Siz
isterseniz kapışın, benim buradan toz olmam lazım” dedi.
Kulağı
kesik kurt: “Gel öteki kulağımı kopar.”
“Tek
sağlam kulağına saygılarımı sunarım, almayayım.”
“Neden?”
“O ayı
gibi iri kurtlar gelip benim iki kulağımı koparır.”
“Aferin,
başına geleceği ne güzel dedin.”
“İntikam
almayacak mısın?”
“Kesik
kulağım bağışla onu diyor.”
“Sevdim.
Öce peşinde olmadığına sevindim.”
“Yok,
öcümü alacağım, hadi bir kulağımı kavgada kopardın, kavga olur, gözü çıkan
kurtlar vardı sürümde, olur, başardın bilmeden. Benim hazmedemediğim şu, kulak
gitti, sorun yok, duyuyor yine, saklandın ve hayalet gibi yanaşıp popomu ısırdın,
bunun hesabını vereceksin? Benimle dalga geçmenin hesabını vereceksin!”
“Kusura
bakma. Dost olamaz mıyız? Bir şans veremez misin?”
“Muhabbetiniz
sabaha kadar sürsün. Yiyin birbirinizi! Ben kaçar” dedi siyah kurt, fırladı,
diğerleri yeteri kadar yumuşamış ve soğumuştu olumsuz hislerden, bir an boş ve
kaypak ve barışçıl gözlerle birbirine baktılar, aynı anda aynı yöne fırladılar,
siyah kurdun peşinden mermi gibi koşuyorlardı. Bu sırada aralarında bir rekabet
başladı, hangimiz siyah kurda yetişecek diye.
Bu rekabetli
eğlenceli oyun tamamen kendiliğinden doğmuştu, birbirlerine bakıyorlardı arada.
O hırlaşma, köpük köpük kapışma sanki hiç olmamış gibi unutulmuş, ya da
üstünden sanki asırlar geçmişti ve şimdi bu iki kurt çocukça bir tutumla, olağanüstü
bir sevinç ve heyecanla birbirini geçmeye çabalıyordu, sanki kapışma dişe diş
değil de; bu yarış biçiminde sürecek ve galip olan savaşı kazanacaktı; kan
dökmeden. Karanlık ve gölgelerle, duvar gibi kalın zifiri gölgelerle ormanda
ikisi de canı çıkar gibi koşuyordu, kulağı kesik kurtla zifin arasındaki yarışta
bir zifin, bir kulağı kesik öne geçiyordu, ikisi de çok asılıyordu bu yarışa,
önce siyah kurdun yanına varmak gurur meselesine dönüşmüştü ikisi için de,
siyah kurdun övgü ve sempatisini kazanmak, daha çok sevilmek şansı, siyah kurt
böyle şeyler, rekabeti, mücadeleyi çok sever, ikisi de bunu hatırlayarak büyük
güç sarf ediyordu. Zifin ufak hafif bir kurttu, asıldı dişini sıkarak, kulağı
kesik kurtun ayağına bir şey battı, yavaşladı ve zifin çarçabuk arayı açtı.
Mesafe çok açılınca zigfinin bütün heyecanı ve coşkusu birden yok oldu ve
durdu. Kulağı kesik kurdun gölgesi bile onu heyecanlandırırdı, o olmayınca
koşmanın anlamı yoktu ki. Kulağı kesik ona yetişince zifin mutlulukla dört köşe
oldu, “nerde kaldın kardeşim, çok merak ettim seni” der gibi dostça başını
çevirip ona baktı, aslan gibi koşarken, tam yanındaki rakibine, eze eze,
parçalaya parçalaya yenmek istediği rakibine. Zifin yine arayı açmaya başladı,
yavaşladı, tek başına bu oyun hiç zevkli değildi. Aynı hizaya gelmişlerdi,
Zifin arada onun öne geçmesine izin veriyordu, onun yüreklenmesine ve yarıştan
kopmamasını sağlıyordu. Ona arada bakıyor ve içinden gülüyordu. Ve kulağı kesik
kurt yere yuvarlandı birdenbire. “Seni ahmak” diyordu içinden Zifin, önündeki
yere eğilmiş dalı göremedi ve tepe taklak oldu, zifin durdu ve onun yanına
gitti hemen. Kulağı kesik kurdun başının
çevresinde
garip garip yıldızlar dönüyordu, beyin travması geçiriyordu. Yerde acı içinde
kıvranıyordu.
“İyi
misin?” diye sordu zifin, acıyarak.
“Sana
ne!”
“Çabuk
olsan iyi edersin. Yoksa o kurtlar seni paramparça eder.”
“Sen
işine baksan iyi edersin. Teşekkür ederim.”
“Bir
şey değil, kardeş.”
“Demek
kardeş, ha? Öyle mi?”
“Sağır
mısın, o iri güzel kulaklarına taş mı kaçtı, kütük kafa!”
“Kütük
ha?”
“Aynen
öyle.”
“Neden?”
“Başlarımız
kavgada çarpışında kütüğe çarpmış gibi acı çektim, kardeş.”
“Bana
ikide bir kardeş kardeş deyip durmasan iyi edersin. Seninle hesabım bitmedi.
Seni yalnız yakalayacağım bir zaman gelecek ve o zaman işini bitireceğim. Yani
kulaklarının ikisini de koparacağım.”
“Sen
öyle san, kardeş.”
“Bana
kardeş deme!”
“Neden?”
“Çünkü
bir kulağım gitti. Kulağımı kopar ve sonra kardeş de bana, bu öyle kolay değil.”
“Kusura
bakma.”
“Nedenmiş?”
“Kalın
kafalısın arkadaşım kalın.”
Hırlaştılar.
Koşarak
geldiler siyah kurdun yanına. Siyah kurt onları bekliyordu.
Zifin
ve kulağı kesik kurt birbirine hırlıyordu.
Siyah
kurt onlara yaklaşmıştı, az geride durdu, çevreyi kolaçan etti, sesleri
dinledi, sonra huzurla başını çevirip onlara baktı: “Rahat durun, rahat,
ahmaklar! İyice gürültü yapın da yerimizi belli edin, olur mu?”
İki
kurt birden kılıç gibi bir sessizliğe gömüldü.
“Koklaşın
bakalım da bitirin şu kavgayı. Dön arkanı Zifin, koklasın seni!”
“Neden
önce ben?!”
“Zoruna
mı gitti!? Önce sen! Çünkü bu yakışıklının güzelim kulağını kopardın.”
Siyah
kurt ötekine bakınca Zifin ona dil çıkardı.
Siyah
kurt şöyle dedi: Sonra kulağı kesik sen dön arkanı, koklasın seni, acilen
uzlaşmazsanız ben yokum, kendinize başka dost bulun. Başka ekip başı!”
Kurtlar
arasında bu seramoni olmazsa olmazdır. Bir kurt düşmanı bildiği kurta asla
arkasını dönmez; ama dost kurtlar bunu sevgi ve yoldaşlık mesajı olarak
yaparlar birbirine. Böylece iletişim kanalını, aralarındaki sevgiyi yüceltip
güncelleyip korumuş olurlar. Bu; “seni
çok seviyorum, biz bir ekibiz, biz sonsuza dek dostuz, biriz” deme biçimidir.
Birbirini kabullenme ve hazmetme. Ondan
önce ne olursa olsun, ölümüne kavga olsa bile. Koklaşarak çözerler en büyük
sorunlarını, uyuşmazlıklarını.
Bu
toplumsal uzlaşı, mutabakattır. Kurtlar sık sık bu koklaşma töreni yaparlar
birbirine. Ve birbirlerini yalarlar.
Birbirlerini
kokladılar ve yaladılar.
Saatlerdir
ilerliyorlardı, sabahın ışıkları yaklaşmıştı.
Nehrin
kıyısından ilerliyorlardı, içeri bölgeye, ormana girdiler. Kamp kurmak için.
Kulağı
kesik kurt geride kaldı. İçinden böyle gelmişti, takip edilip edilmediklerinden
emin olmak istiyordu.
“Siz
gidin, ben az sonra gelirim, etrafı güzelce kontrol edeyim” demişti onlara.”
Kulağı
kesik kurt tek başına ilerledi, etrafı araştırıp kontrol etti, çevrenin güvenli
olduğuna tam kanaat getirince içine bir ferahlık doldu ve keyifli adımlarla
ormanda keşifler yapmaya, yiyecek aranmaya başlarken
düşüncelere
dalmıştı ve farkında olmadan diğerleriyle arayı çok açmıştı. Sürüsünden
atılmıştı ve yeni dostlar edinmişti, vahşi ormanda hayatta kalmayı başarmıştı,
eşi olacaktı, istediği her şeye sahip olacaktı, bir kurt için gelişimde önemli
faktörler neyse hepsine sahipti, siyah kurt ve zifin. Çelimsiz bu iki kurttan
alacağı binlerce ders, öğreneceği çok şey vardı, bu ikisinde süründe hiç
görmediği özellikler, düşünceler ve yaşam ve hayatta kalma sitili vardı ve
onların hepsinden de çok hoşlanmıştı.
Zifin’e
karşı lafın gelişi olarak olsa bile kapatılacağı bir hesabın olduğunu söylemesi
erkekçe tutumdan ileri geliyordu, erkekçe sağlamlığı böyle emrediyordu ve ona
bok sürülmemeliydi. Ve zifin çok nitelikli bir düşmandı ve nitelikli dünşan çok
şey öğretir, ve ondan iyi dost da olabilirdi. Sürüsünde geçirdiği güzel ve mutlu
günleri hatırladı, içi acıdı, sürüde sevdiği kurtu hatırlayınca içini bir
karanlık sardı üzüntüden, beyni uyuştu acı ve hasretle.
Gökyüzündeki
aya baktı, acıyla uludu, bunun ne kadar tehlikeli olduğunu hesap edecek halde
değildi, içinden ulumak gelmişti ve ulumuştu, ilerlemeye devam etti, çok
geçmedi. Aniden karşısında sürüsünden bir kurtu gördü, kaçmayı düşünmüştü hemen
ama durdu. Karşısındaki dostça bakmıyordu, kulağı kesik kurt kavgaya
hazırlandı, hırladı.
“Seni
pis hain. Düşmanlarla ye iç, yat, ha?”
Kulağı
kesik kurt korkuya kapıldı, onun cüsseli olduğunu fark etti. Kaçmayı düşündü. Tam
bu sırada arkasındaki kurtu fark etti. Arkadaki ona hırladı.
Kulağı
kesik kurt ellerinden kurtulmanın bir yolunu düşünüyordu.
“İstediğim
kurtla dost olurum, bu sizi ilgilendirmez, çekilin gidin yolunuza, aksi halde
ikinizi de yere sererim.”
Sürüde
birlikte büyüdüğü iki dişi kurttu bunlar. Onun ablaları sayılırlardı.
Aralarında bir sene fark vardı.
Onları
her oyunda yenerdi, ağızlarından et çalar, saklandığı yerde eti yiyip sürüye
dönerdi. Ablalar onun et çalmasına müsaade ederlerdi, müsaade sonucu onları
yendiğini bilmiyordu.
“Zamanında
sizi çok yendim.”
“Sen
öyle san!” dedi öndeki kurt, “Şimdi canını çıkaracağız.”
Öteki
kurt söze girdi: “Eski günlerin hatırına sana kaçman için fırsat veriyoruz. Kaç
git uzaklara, kurtar kendini. Baban ve adamları seni bulursa öldürecek.”
“İki
kızdan kaçacak kadar korkak değilim. İstediğim yerde dolanırım. Ben size
müsaade veriyorum, gidin yolunuza yoksa iyice pataklarım sizi, eski günlerin
hatırı var, sizin canınızı yakmak istemem.”
Dişi
kurtlar güldü ve birden saldırıya geçti.
Kulağı
kesik önce ikisini de savuşturdu; ama ikili toparlanıp bastırdı, biri arkadan
biri önden saldırıyordu, ikisiyle uğraşmak gittikçe güçleşiyordu. Kulağı kesik
kurt onlardan birini can alıcı yerden yakalayıp ısırması ve böylece işini
bitirmesi gerektiğini anladı, ve
ikincisine geçecekti, onu da ısırdı mı kaçma fırsatı bulacaktı. Eğer onları iyi
bir noktadan ısırıp canlarını yakamazsa tek başına onlara uzun süre
direnemezdi, bu iş uzarsa
çok
yorulacak, kazanan onlar olacaktı, bir
kavganın ilk saniyeleri çok önemlidir, ilk saniyelerde atak yapıp üstünlük
kuran psikolojik savaşı kazanır ve kavgayı kazanmak için büyük bir avantaj elde
eder. Ama kulağı kesik kurt kavgalarda sonradan açılırdı, ne kadar hırpalanırsa
hırpalansın, direnç gösterirdi. Kurtların gövdesini, ayaklarını ya da
gırtlağını yakalayıp ısırmak istiyordu. Ama her seferinde kaçırıyordu ve
ısırılan kendisi oluyordu, kapışma giderek daha alevli hale geliyordu, iş
uzuyordu, bir kulağı kesik bastırıyor, bir ötekiler, yorulmuştu kulağı kesik
kurt, arkasını ağaca verdi ve dinlenme şansı elde etti .
Zifin
ve siyah kurt sesleri duymuştu, geri baktılar.
“Bir
şey oldu ona, gidip bakayım” dedi siyah kurt.
“Sen
dur” dedi zifin, “ben hallederim.”
“Neden
gitmek istiyorsun, fırsatını bulsa seni gebertir?”
“Aramızdaki
sorunu böylece çözebiliriz. Bir fırsat bu.”
“Haklısın.”
“Başı
belada. Gidip yardım edeyim. Sen burada beni bekle.” dedi Zifin.
“Gitme” dedi siyah kurt.
“Neden?”
“Seni
öldürür, sana tuzak kuruyor olabilir.”
“Sanmam
tuzak kuracağını, kalın kafalıdır o.”
“Nasıl
anladın?”
“Sonra
anlatırım.”
“Ben de
geleyim.”
“Olmaz,
tuzak olabilir dediğin gibi. Tek başına hallederim, halledemezsem seni
çağıracağım, koş gel.”
Zifin, ciddi
bir terslik olduğunu hissediyordu, olay yerine yaklaştığında sesler belirginleşti,
kulağı kesik kurtun can havliyle kapışma sesi kulaklarındaydı ve o an koparak,
adeta yaydan çıkan ok gibi olay yerine geldi ve hiç düşünmeden, hesap kitap
yapmadan bütün öfkesiyle kurtun birinin üstüne çullandı. Kulağı kesik kurt onu
fark edince gözlerine inanamadı, hayal gördüğünü sandı, şoke olmuştu ve rakibine
büyük bir cesaretle yöneldi ve bastırdı.
Bu
kulağı kesiğin hiç ummadığı bir şeydi, zifin ona yardıma gelmişti, çok sevindi
ve bütün gücüyle rakibine atak yapmış, büyük bir üstünlük kurmuştu. Mucize
gibi.
Evet,
artık bire karşı iki değildi, bire bir savaş veriliyordu ve adil olan da buydu.
Kulağı
kesik; kısa, yoğun ve çok etkili ataklar sonunda onun gırtlağına erişti ve
sıktı, bir acı çığlık duyuldu, eski dostunu öldürmekten korktu ve dişlerini
gevşetti.
Bu
sırada zifin diğer kurdu etkisiz halde getirmişti, iki kurt da yaralıydı, arkalarına
bakmadan ciyaklayarak kaçıp karanlığın içinde yitip gittiler.
“İstesen
onu öldürürdün” dedi zifin.
“Çocukluk
arkadaşım…ama bu dayağı 25 sene unutmaz
artık. Sen de onu mahvettin. Onu öldürebilirdin?”
“Yok
be; nerdeyse o beni öldürecekti. Sadece direndim. O vakit o korktu,
yenileceğini sandı. Böylece kazandım.”
“Pek
cesurmuşsun. Beni haklamayı düşünüyor musun?”
“Canımı
sıkarsan neden olmasın. Destek için teşekkür ederim.”
“Ters
konuşma benimle, kardeşim. Hayatını kurtardım. Bana borçlusun.”
“Haklısın,
kardeşim.”
Zifin
onun kardeşim lafını duyunca çok mutlu oldu. Nihayet ondan olumlu ışık alması
Siyah
kurt da gelmişti yanlarına, az öteden
onlara bakıyordu, mızıldadı: “Haydin millet, burayı hemen terk etmemiz lazım.
Olay yerini çabuk terk et. Akıllı kurtların en önemli hayatta kalma
kurallarından biridir.”
Siyah
kurt fırlayıp gözden kayboldu, uçarcasına. Ölümsüz güzel ruhlar vadisindeki
kurtlar ya da atlar misali.
“Olay
yerini çabuk terk et” diye içlerinden mırıldandılar dua gibi.
Zifin
ve kulağı kesik kurt fırlamıştı.
Kulağı
kesik şöyle dedi: “Teşekkür ederim! Benim için canını tehlikeye attın, az
kalsın kestaneyi çizdiriyordun, bir ara o kurt seni yere sermişti.”
Güldü:
“Kardeş kelimesini unuttun” dedi öteki, “Teşekkür ederim kardeş demeliydin.”
“Teşekkür
ederim, yoldaş” dedi.
“Rahat
olacağım. Artık düşmanlık yok. Anlaştık mı?”
“Sana
bir can borcum var. Onu ödedikten sonra kaldığı yerden devam.”
“Sen
mankafa mısın?”
“Kesinlikle.”
Güldü:
“Bana borçlusun.”
“Öyle.”
Muziplik
yapmasından hoşlanmıştı. Ona takılmak istedi: “Bu iyi oldu koca baş. Birlikte o
iki iri kurdu dövdük güzelce.”
“Koca
baş da ne be?!” diye bağırdı, “iğrenç bir ad!”
“Başın
çok büyük dostum.”
“Saçmalama,
bak beni çok kızdırdın!”
“Senin
adın koca baş olsun, ha?”
“Olmaz.”
“Neden?
“Başım
küçük çünkü. Ama sen koca başsın.”
“Küçültücü.
Lütfen dalga geçme benimle. Kendimi bok gibi hissettim.”
Siyah
kurt öteden güldü: “Koca baş çok güzel bir ad. Sevdim.”
Zifin
sordu: “Sürüde adın neydi?”
“Çok
yediğim için şişko derlerdi bana.”
“Kocabaş
çok asil durdu. Zamanla alışırsın. Ama düşündüm de senin adın Çelik Baş olsa
iyi olur, o koca kulak koptu; ama hastalanmadın, bunalıma girmedin. Sana Çelik
Baş desek çok uygun olacak.”
Siyah
kurt: “Pek tuttum bu adı” dedi, “evet, Çelik Baş olsun adı, ama canımızı
sıkarsa da Koca baş deriz buna.”
Zifin
güldü, siyah kurt da.
Zifin
ona yanaştı: “Dostum orası acımıyor mu?”
“Acıyor.”
“Kan
akıyor.”
“Kavgada
yuvarlanınca kabuk bağlayan yara azdı.”
“Acıya
dayanıklısın.”
“Koptuğunda
çok fena acımadı, o an hissetmedim, sonradan çok acıdı.”
Zifin,
onun kulağını yaladı: “İyi geldi mi?”
“Evet.
Teşekkür ederim, kardeşim. Zahmet oldu.”
“Ne
zahmeti canım. Bugün senin kulağın koptu; öteki gün benimki kopar.”
“Ağzından
yel alsın dostum.”
“Şakasına
dedim.”
Kulağı
kesik dedi ki: “Tabi ben koparmazsam.”
Zifin
güldü.
Çelik
Baş dedi ki: “Babam şöyle derdi: Bir kurtun bedeninde, yüzünde ne kadar çizik
yara bere varsa onun profilini özetler, geçmiş hikayelerini anlatır, kuvvetli
karakterini, azmini, mücadele gücünü. O kurt saygı duyulacak kurttur mutlaka.
Çok zorlu günler ve kavgalardan sağ kurtulmayı başarmıştır çünkü.”
“İyi
demiş. Onun iki kulağı sağlam mı?” dedi Zifin.
“Sağlam
ve tertemiz.”
“İyi
kurt analizi güzel; ama kendisi boş.”
“Neden?”
“Sen
kalın kafalısın.”
“Neden?”
İki
kulağı sağlamsa adam akıllı kavga vermemiş demektir.”
“Neden,
neden, neden?” dedi peş peşe, yanaşıp onun yüzünü yaladı.
“Iy
yapma şunu be dostum. Ağzın leş gibi kokuyor.”
Önde
siyah kurt gülüyordu.
“Toplumsal
hiyerarşi ve sevgi için gerekli değil mi?”
“Saçmalama!”
“Sen
kapa çeneni! Gerekli değil mi siyah kurt?”
“Gerekli.
Sana bir saat yalama müsadesi verdim.”
“Kamp
kuralım yapacağım.”
“Asla.
Konuşmam bak!”
Diğerleri
güldü.
Saatlerce
ilerlemişlerdi, yorgunluktan ayaklarına çok ağır bir çapa bağlanmış gibiydi.
Ormanda
iyi bir yer buldular ve orada sabahlamaya karar verdiler. Ormanın kıyısıydı
burası.
Yokuşun
aşağısında tek katlı bir köy evi vardı. Evin köpeği zincirle bağlıydı, kurtlar
farkında olmadan oraya çok yakın geçmişler, köpeği fark edince uzaklaşmışlardı.
Köpek kurtları görmemişti, sadece kokularını almıştı ve öfkeyle havlamaya
başlamıştı.
Siyah
kurt dedi ki: “Çocuklar burası uygun değil. Köpek susmak bilmiyor. Başımıza bir
bela gelmeden uzak bir yere gidelim.”
Ormanın
iç bölgelerine, ağaçların sık olduğu, zifiri karanlık yerine girdiler. Dinleniyorlardı.
“Çok
pis bir savaş verdik, Çelik Baş’ı bir görseydin.” dedi Zifin.
“Yok be
dostum, asıl iyi olan sendin.”
“Çocuklar,
onları alt etmenize çok sevindim, sizle takıldığım için gurur duydum kendimle. Çelik
Baş, babanın o sözleri harikaydı. Ben de buna inanıyorum, bir kurdun yüzü ne
kadar izle doluysa o kadar deneyimlidir. Benim babam da şöyle derdi, büyük
abilerime: Zaman çabuk geçecek, yetişkin bireyler olacaksınız, sürüden
atılacaksınız, yıllar geçecek ve yaşlanacaksınız, şansınız varsa, hayatta kalma
becerilerini uygular ve geliştirirseniz kendi sürünüzü kurabileceksiniz. Akşam
çökerken üzüleceksiniz, eskisi kadar güçlü olmadığınızı fark edeceksiniz, daha
yavaşsınızdır ve bilge. Şöyle düşünürsünüz cırcır böcekleri öterken, en güzel
dönemlerimiz ne zamandı diye soracaksınız kendinize ya da yanınızdaki
akranlarıza. Sohbet başlayacak. Birbirinize eski serüvenleri anlatacaksınız.
Yeniden yaşar gibi. İçinize can gelecek.
Sevineceksiniz. Heyecanlanacaksınız hikayeleri dinlerken ya da anlatırken.
Bir gün dönüp geriye baktığınızda, mücadelelerle geçen yılların en güzel
dönemler olduğunu fark edersiniz…”
Sessizlik
oldu.
Hepsini
de can sıkıcı ve yakıp kavuran hisler
sardı, bir şekilde kaybettikleri aileleriyle ilgili görüntüler döndü
zihinlerinde. Sonsuza dek onlarla yaşayacaklarını düşünürken en acı biçimde
onları kaybetmişlerdi. Berbat hissediyorlar; ama belli etmiyorlardı. Berbat bir karanlığın içinde koşuyordu
kalpleri.
Siyah
kurdun ettiği söyler alev alev bir etki göstermişti onlarda, siyah kurdun da
ciğeri parçalanmıştı: Birçok ortak özellikleri vardı, en önemlisi hepsinin de
yalnız olmaları ve bir şekilde ailelerini kaybetmiş olmalarıydı ve birbirlerine
tutunarak güç ve teselli buluyorlardı.
Hepsi
de kaybettiği ailelerini, hiç hatırlamadıkları anılarını hatırlayıp o anları detaylarıyla
düşünüyordu, Çelik baş’ın acısı tazeydi, ailesini kaybedeli çok uzun bir süre
olmamıştı. Diğerleri o acıya dayanıklı hale gelmişti, alışmışlardı. Oysa Çelik Baş iri ve kendine güvenli
görünümü altında bir çocuk kurt ruhu taşıyordu.
Sürüsüyle,
ailesiyle olan bağı çok tazeydi, nasır tutmamıştı ve
o içsel
ve ruhani bağı yitirmemişti. Onlardan, onu sürüden atan babasından nefret
ediyor olabilirdi; ama bu onları sevmesine engel değildi. Ama derinlemesine
düşününce babasının iyi bir şey yaptığını düşünüyor, öfkesi yerle bir olup
gidiyordu.
Zifin
sordu: “Şu sürü bizi takip ediyor mu, yoldaş, arayı çok açtın, herhalde izimizi
kaybetmişlerdir?”
“Bilemem”
dedi Siyah kurt,“Onlara bizi takip etmeleri için çok sebep verdik. Bize çok
kızgınlar. Onlardan birini aramıza aldık, dost olduk, onları güzelce dövdük.”
Diğerleri
güldü.
Çelik
baş dedi ki: “Babam delidir, deli yüreklidir, sizi ele geçirene kadar durmaz.
Sizi gebertir.”
Zifin
güldü: “E seni de o zaman.”
“Evet.
Onun icabına bakmalıyız.”
“Ne
yapıp edip pes ettireceğiz.” dedi siyah kurt.
“Nasıl?”
“İzimizi
kaybettireceğiz. Şimdi uyuyup dinlenelim. Güç toplayalım.”
“Ben
çevreyi kolaçan edeyim, belki bir av yakalarım. Siz uyuyun.” dedi Çelik Baş,
“açlıktan ölüyorum.”
“Av
yakalayacakmış. Kolay mı sandın?” dedi Zifin.
Siyah
kurt dedi ki: “Belki yakalar. Ama bence dinlen önce.”
“Hemen
gitmem şart. Aksi halde uyur kalırım.”
Zifin
şöyle dedi: “En son uzaklaştığında o kurtlar seni buldu ve nerdeyse
gebertiyordu, bence otur oturduğun yerde.”
“Haklısın.
Ama açlıktan da ölemeyiz ya. Aç olmasam gitmezdim. Bir sorun olursa sakın
gelmeyin, kaçın kurtarın canınızı, belki de o zaman bizimkiler peşinizi
bırakır, bela oldum başınıza.”
“Ne
belası canım, yok öyle şey” dedi Siyah kurt ve öteki.
Onlar
kıvrılıp yattı ve Çelik Baş uzaklaştı.
Zifin:
“Tek başına bir halt beceremez. Ben de onunla giderdim; ama gücüm yok”
Siyah
kurt ince biçimde gülümsedi: “Becerir.”
“Başımıza
bela getirecek. İzin vermemeliydin.”
“Yok; o işini bilir. Bir keresinde bir iri domuz
yakaladı.”
Siyah
kurt o hikayeyi anlatmaya başladı.
Çelik Baş
çevreyi dolanırken oradan iyice uzaklaştı, köy evinin o taraftan o köpeğin deli
gibi havladığını duydu, ses birden kesildi ve Çelik Baş köy evinin oraya
gitmeyi canı çok istedi. Bu tehlikeli olabilirdi; ama açtı ve kolaydan yiyecek
bulabilirdi. Sürüsünün köy evlerine asla yaklaşmama kararı vardı, bu bir
ilkeydi, şimdi herkes mışıl mışıl uyurken o köy evine yaklaştığını kim
bilebilirdi ki. Köpek sesi yoktu. Hem
aptal köpek bağlıydı. Risk alacaktı; ama olsun. Korkuyordu, ama açtı ve
açlığını giderecek olması düşüncesi büyülüydü, büyülü çekime uymuştu. Gidip
orayı araştıracak, alabileceği bir yiyecek varsa alıp sıvışacaktı.
Karanlığa
yumulu eve arka taraftan yaklaştı. Eli tüfekli bir adam elinde el feneriyle
orada dolanıyordu, aniden fark etti onu, birkaç metre ötedeydi. Siyah kurt
hemen saklandı iri salatalık bitkisi altına, sindi. Adam birkaç saniye kaldı
orada, uzaklaşınca Çelik Baş fırsat buldu ve oradan sıvıştı, bahçenin diğer
bölümüne, domates ekili alana girdi, iri bitkilerin altından geçerken o da
nedir, bir keçi ölüsü vardı, keçiyi kaptı ve fırladı.
Kamp
alanına vardı. Keçiyi yere bıraktı, nefes nefese, mutlu ve heyecanla.
Siyah
kurt dehşete kapıldı: “Bu da nedir böyle!?”
“Köy
evinin orada buldum. Ben öldürmedim dostum, böyle buldum.”
Zifin
de uyanmıştı: “Ben sana demiştim. İşimiz bitik.”
“Burayı
hemen terk ediyoruz!” dedi Siyah kurt.
“Keçi
ne olacak” dedi Çelik Baş, “Mis gibi keçiyi yemeden mi gideceğiz?”
“Bela
o. Hemen toz oluyoruz buradan!”
Tabanları
yağlamışlardı, mide bulandıran bir korku
sarmıştı içlerini. Çok can sıkıcı bir şey hissediyorlardı: Çuvallamak!
Çuvallamak yani Başarsız olmak hayatta en kötü histir, iğrençtir.
Öldürülmek!
Siyah kurt bunun ne olduğunu iyi biliyordu ve eski travmasını hatırladı.
Hayatlarını
kurtarma içgüdüleri deli çelik kelebekler uçuşuyordu tabanlarında, çalıların
arasında uçarcasına çok yumuşak biçimde ve hayalet gibi ilerlerken sanki
ayakları yere değmiyordu, çalıların ve dikenlerin üstünden atla, iri yaprakları
ittir, hopla kayanın üstünden; ama dikkat et ilerde ağaç var, bas oğlum,
belleri inanılmaz esnek şimdi, pençeleri yaylı sanki, tehlike büyük olunca,
hayati risk kuvvetli olunca böyleydi işler, bütün gücünce sıvışmak şart oradan.
Kalpleri başka türlü atıyordu, zihinleri tek şeyle ilgileniyordu, kaç kurtul, kaç
kurtul, kıpkızıl ya da kıpkırmızı bir alarm
ötüyordu kan akışlarında.
Son
sürat koşuyorlardı ağaçlardan boşluğu, yolu kolay bulduklarında. Bir ara
yavaşladılar, ormanın burası engellerle doluydu. Yürüyorlardı. İşte o an karşıdan
yüzü gözü kan içinde bir kurt ağaçların arasında şıp diye karşılarına çıktı,
birdenbire.
Hepsi
de donup kaldı, bakışıyorlardı.
Çelik Baş’ın
babasıydı bu. Gözlerini oğluna dikince ve temiz yüzünden onun baba olduğunu
anladılar.
Çelik
Baş şaşkındı, ne yapacağını bilemedi. Kendini küçüklüğündeki gibi hissetti.
Endişeyle, acıyarak; “baba bu halin ne?” diye sordu.
“Beni
geç, sen düşmanlarımızla ne yapıyorsun?!”
Babasına
hırladı. Babası topallıyordu.
“Oğlum,
ne yapıyorsun düşmanlarımızla?”
Çelik Baş
çocukça hislerden hemen çıkıvermiş, kendine gelmişti: “Bu söylemleri geç baba,
beni sürüden attın sen.
Bir düşman
varsa o da sensin!”
“Babaya
isyan edilmez. Bakıyorum da çatır çatır konuşuyorsun. Kalın kafalı seni! Hep
sana hayatı, ormanı öğretmeye çalıştım. Seni büyütmek için ne büyük emekler
harcadım. Bakıyorum da zihnin açılmış. Taş kafalı seni!”
“Artık
yetişkinim ve onlar da gerçek dostlarım. Korkuyla, baskıyla, işkenceyle
öğretmeye çalıştın.” Ona hırladı.
“Evlat,
bunlar senin beynini yıkamış. Benle bir ol da onların işini bitirelim.”
Siyah
kurt: “Bu acıklı muhabbeti bölmek istemezdim; ama biz kaçıyoruz, Çelik Baş. İstediğin kararı vermekte
özgürsün. İstersen onunla kal.”
“Evlat”
dedi, keçiye bakıyordu: “Bu benim öldürdüğüm keçi. Dostların hırsız oğlum.
Orada on keçi geberttim. Bağlı köpeğin de işini bitirdim. Diğeri peşimden
geldi. Onunla fena kapıştık. Ayağımdan yaraladı beni. Çok iriydi. Canımı zor
kurtardım.”
Siyah
kurt fırladı. Aynı anda Zifin de fırlamıştı. Ama zifin durmuştu aniden. Çelik Başı,
yeni dost olduğu ve kardeşinden öte sevdiği kurdu bırakmak istemiyordu. Onun
kararı neyse saygı gösterecekti. Bunu öğrenmek istiyordu.
Siyah
kurt da ötede durdu ve geri baktı: “Zifin devam et. Ben gidiyorum.”
Çelik
Baş şöyle dedi ki: “Zifin koş, hemen uzaklaş, babamla baş başa konuşup
geleceğim.”
Zifin
basacaktı. Duraksadı. Çelik baş babasına son sözleri söyleyecek ve ona güzelce
veda edecekti; ama o an at gibi iri köpek çıkıp geldi.
Çelik Baş
bu kudurmuş gibi öfekli köpeğin babasını parçalamasını seyretmeyecekti, köpeğin
üstüne atıldı. Köpek onu yere serdi tüyü sırtından atar gibi, baba kurt oradan
kaçıp gitti ve Zifin de kavgaya girdi. Zifin köpeği çok sağlam ısırıp canını
yakmıştı.
Öteden
sahneyi izleyen siyah kurt kavgaya dalmasa olmazdı, mecburdu, dostlarını
bırakamazdı, ölümüne fırladı.
Zorda
kalan zifin bir tarafa kaçınca köpek peşinden gitmişti, Çelik Baş da onların
peşinden.
Siyah
kurt onları aradı; ama bulamadı. Her şey saliseler içinde olmuştu.
Siyah
kurt o gece iki yoldaşını kaybetti. Onlara ne olduğunu düşünüp durdu,
ormanlarda hep onlara rast geleceğinin hayalini kurdu; sonunda o hayaline
ulaştı. 3 ay sonra. Ne olup bittiğini öğrendi.
İsa Kantarcı
Yorumlar
Yorum Gönder