KURTLAR ve İNSANLAR

 


YILLAR ÖNCE YAZDIĞIM BU ROMANI KAYBOLMASIN DİYE KOYUYORUM SİTEYE.

UYDURDUĞUMU DÜŞÜNEBİLİRSİNİZ. ÇOK BELGESEL İZLEDİM KURTLARA DAİR. 


KURTLAR ve İNSANLAR

 

 

 

BİRİNCİ BÖLÜM

 

 

(gecenin pırıltısındaki çiçekler üstü ufuk: yenilmez!)

 

 

 

Kar fırtınasında ilerleyen kurtlar perişandı, dağdan düzlüğe yeni inmişlerdi. Aç, sefil ve acınacak haldeydiler, zayıflamışlardı. Lider siyah kurt sinyal verdi, konaklamak ve dinlenmek zamanının geldiğini hissetmişti. Peki nerede konaklayabilirlerdi? Yıllar önce buraya gelmişti. Onu hatırladı. Sol yakada iyi bildiği bir orman vardı. Gecenin adeta etli ve geçit vermez karanlığında birbirin ardına ilerleyen kurtlar hayalet gibiydiler ve azimliydiler perişan olsalar da; çünkü bu açlık doyurulmalıydı, çünkü bu açlık başa çıkacak ve yatıştırılacak gibi değildi, gece bitmeden herkes bir lokma bir şey yemeliydi; aksi halde sürüde korkunç şeylerin olması uzak bir ihtimal değildi. Birlik, beraberlik ve aralarında yıllar yılı ördükleri bağ ve sevgi bir anda uçup gidecekti, dağılacaklardı, öleceklerdi.

Kardeşlik kolay kurulmamıştı, çok emek harcamışlardı, o yüce kardeşlik paramparça olacaksa önce lider kurt paramparça olmalıydı ve o üstünde ağır baskı ve sorumluluk hissediyordu, bu itici güçle hepsinden daha dayanıklı, yürekli ve cesurdu; çünkü o liderdi. Onları hayatta tutmak onun için onur ve gurur ve varoluş meselesiydi.

Sık ağaçlar şemsiye gibiydi, büyük bir ağacın altına sığındılar, ağacın altı tek damla kar tanesi ya bir rüzgar sızıntısı bile almıyordu, mağara gibi olmuştu altı. İçeri girdiler. Burada ısı muazzamdı, kurtlar içeri girince rahat etti, hepsi de huzursuz ve yılgın ve bitikti, bazıları açlık acısıyla homurdandı, bazısı kıvrılıp uykuya bıraktı kendini, bazısı ön patilerini uzattığı bacaklarının üstüne koydu başını, bütün kurtlar uykuya daldı, lider kurt düşünceliydi. Dışarıda kar fırtınasının uğultusu vardı. Lider kurt uyursa bir gözü açık uyurdu, liderlik böyle bir şeydi. Kart fırtınası moralini çok bozmuş, canını sıkmıştı.

Ama o yılların deneyimine sahipti, en çetin kışları atlatmayı başarmıştı, en uzun açlıklarda hayatta kalmayı başarmıştı. Bu varlık tanımayan pis kar fırtınasının sabaha kadar sürmemesini umdu, o halde uçarcasına ilerleyeceklerdi. Gün aydınlana kadar avlanma imkanları vardı, diğer deyişle yiyecek bulma imkanları.

Eğer fırtına biraz olsun yavaşlarsa süratle bir köye ya da başka köylere inme imkanları daha da kolaylaşacaktı; ama her haliyle bu fırtına onların lehine çalışıyordu, göz gözü görmüyordu ve bu sırada istedikleri gibi yiyecek bulabilir ve hayalet misali ortadan kaybolabilirlerdi fırtınanın içinde. Adeta fırtınaya gömülürlerdi, köpekler ya da insanlar tarafından takip edilme oranları çok düşerdi. Bu hava şartlarında avlanmak çok düşük riskliydi.

Siyah kurt, avlanmaya dair yüzlerce deneyime sahipti. Hatırladığı ilk deneyim; sürüsünü terk etmeye yakın bir zamanda olmuştu, toydu o zamanlar, orman ve avlanmaya dair bilgileri hiç yoktu ve kendini (yeteneklerini) hiç tanımıyordu; ormanda aniden tüfek patlamaları başlamıştı. babası yere yığılıp kalmıştı, sonra güçlükle doğrulup birkaç adım atmış ve yine yere yığılmıştı. Tüfek patlamaları çok şiddetliydi ve yakından geliyordu. Kurt sürüsü bir anda baskına uğramıştı ve kaçışıyorlardı. Annesini sürüsünü unutup can havliyle kaçarken görmüştü. Siyah kurt şaşkınlık ve korkuyla büyülenmişti. O da bir tarafa kaçmaya başladı. O son sürat kaçışında, o dehşete kapılmış ayakları hayatında ilk kez bu kadar hızlı koşuyordu. Heybetli, cesur ve gözü pek babasının yere nasıl yığıldığını ve cansız kesildiğini görmüştü, babası gözleri açık ölmüştü ve o gözlere yakından bakmıştı kaçmadan az önce. Ölümdü bu ve ölümün ne demek olduğunu sürüde geçen zamanlarında iyi öğrenmişti. O görkemli trafik günde insanların; yani onun bakışıyla iki ayaklıların çok tehlikeli, acımasız ve katil olduklarını anlamıştı.

O gün ormanda eli tüfekli iki ayaklı canlılardan çok vardı. Siyah kurt gençti, toydu, daha hayatın başındaydı ve böyle bir kötülük hiç görmemişti ve bütün gücüyle koşup hayatını kurtarmıştı. Bu trajedi ileriki yılarda hayatta kalma dürtüsünü en güçlü biçimde destekleyen bir parıltı olarak kalacaktı ve hep üzülecekti, kafasından ve kalbinden çıkaramadığı acısıyla yaşayıp duracaktı kaçınılmaz olarak.

Diğerlerine ne oldu bilmedi, bir daha onlara rast gelmedi. Kendi sürüsünü oluşturduğunda da her iki ayaklı hayvan izi gördüğünde yaşadığı o korkunç olayı hatırladı. Çok nadir olarak iki ayaklıları hep uzaktan görüyordu ve onlara daha da uzak olmak için kaçıyordu. İnsanlar onu fark edemiyordu; çünkü çok iyi saklanıyordu ve en uygun zamanda ormanda avlanmaya çıkıyordu. Günün birinde tıpkı sürüsünün başına gelenin aynısını yaşamaktan korkuyordu, en büyük korkusu buydu, her seferinde insanların bulunduğu yerden kaçmak zorunda kalıyordu, ama çok iyi biliyordu ki günün birinde kaçmayacaktı, savaşacaktı, ailesini yok eden o iki ayaklıların ne kadarının gırtlağına keskin dişlerini geçirebilirse geçirecekti; ölüm kalım savaşı verecekti. İntikam duygusu yoktu; ama o an geldiğinde gereken neyse fazlasıyla yapacaktı.

 

O gün olay yerinden saatlerce uzaklaşmışı ve ormanın derinlerinde bir yerde saklanıp geceyi geçirmişti ve sabahın alaca karanlığında açlık hissederek çevrede dolaşırken bir iri fare görmüştü ve onu yakalayıp yemişti. Zor yürüyen şişman fareyi yakalamak zor olmamıştı, bu onun ormanda yakaladığı ilk avıydı. Bu onun avlanmaya dair ilk bireysel (kişisel) zaferiydi. O doygunlukla, leziz lapa gibi yumuşak etin verdiği hazla ilk kez ormana dair kutsal ve şükran hisleriyle doldu yüreği ve duygulandı ve kaybettiği ailesini hatırladı.

 

Siyah kurt sürüsüyle ağacın altına tünemişti ve soluklarıyla içerinin havası iyice yumuşamış ve vücutları gevşeyip rahatlamıştı. Tek uyumayan siyah kurttu ve düşünmeden kendini alamıyordu ve bu uykusunu kaçırıyordu. Sürüyü mutlu edemediğini düşünüyordu. Sürüsünün ete olan ihtiyacı korkunç ve önlenemez boyuttaydı. Sürüde sık sık boş yere kurtlar birbirine sataşıyor, saldırıyor, hiçbir sebep yokken büyük kavgalar patlak veriyordu, çatmaya yer arıyorlardı, haftalardır aç ilerlemek ve enerji sarf etmek ve umdukları eti mideye indirememek hepsinin sinirlerini bozmuştu, hepsi depresyona girmişti, artık et bulunmalıydı, bir büyük av ele geçirilmeliydi, sürü bir delirme, bir çılgınlık halindeydi, ondan ona geçen öldürücü bir virüs mikrobu sarmış gibiydi sürüyü: Açlığın ezici başkaldırısı. Açlık kardeşçe olan duyguları, sevgi ve güven bağlarını alaşağı etmişti ve herkes midesini, çıkarını düşünüyordu, herkes birbirine yenilecek lokma gözüyle bakıyordu. Kan istiyordu dişleri, köpük köpük kan, yağlı etler, dişlerini gömecekleri, çekip çekiştirip koparacakları bolca et. Delirtmeye başlayan açlık tıpkı insanlardaki gibi hayvanlarda da yamyamlığa yol açar. Artık et bulunmalıydı. Hepsinin canına tak demişti. Haftalardır aç dolanıyorlar, ufak tefek avlarla midelerinin sağır eden açlık çığlığını avutmaya çalışıyorlardı. Çoğunlukla aç yol almışlardı. Bu açlık kontrol edilemez boyuta son sürat koşuyordu. Lider kurta olan bağlılık, sevgi ve güven süratle eriyor ve kayboluyordu. Ona ters bakış atmaktan çekinmiyorlardı. “Sen ne biçim lidersin” ya da “sen bir beceriksizsin” der gibi pis bakıyorlardı ona. Bizi nereye götürüyorsan bir şey bulduğumuz yok, açlıktan ölüyoruz.”

Sürünün açlıktan nefesi leş gibi kokuyor, bütün derin bağlar ve sürü ilkeleri yerle bir olmak üzereydi. Sürüdeki kimi kurtlar birleşip lider kurta saldıracak gibi karanlık bir hava vardı ve onu bir sığır gibi yiyeceklerdi sanki. Siyah kurt böyle çok kötü şeyler seziyordu. Korkmuyordu; çaresizliğini aşmanın yolunu düşünüyordu, çaresizlik de onu hırslandırıyor ve daha azimli hale getiriyordu. Üzüyordu tabi. Ama bunu çaktırmıyordu.

Güçlü, yenilmez, cesur ve her durumda muhteşem azimli görünmeye çalışıyordu. O liderdi ve her durumda ne yapılmasını iyi bilirdi ve bütün bunları yıllar içinde tecrübe etmişti. Kaybedere kaybede, yenile yenile. Bu açlık tamam da bu av talihsizliği de neyin nesiydi? Ne kadar zorlayıcı ve bütün güneş kadar büyük umutları yerle bir eden.

Daha önceleri de aç kalmıştı; ama ufak tefek avlarla açlıklarını bastırmışlardı ve sonunda (çok geçmeden) büyük bir av bulup açlıklarını fazlasıyla gidermişler, sevinçle tıka basa et yiyip midelerini şişirmişlerdi. Ama o zamanki açlıkla şimdi duydukları açlığın alakası yoktu. Şimdi duyulan açlık benzersizdi, her saniye hissedilen bir karabasandı, iflahlarını söken türdendi, kafada ve yürekte ne kadar güzel şey varsa rüzgar gibi süpüren türden. Kurdu kontrol edilemez bir canavarlığa sokan cinsten.

İlk kez böyle haftalardır aç dolanıp duruyorlardı. Sabırlarının tükenmesi, sabırlarının son saniyesinin ezilip yok olması an meselesiydi. İşte o zaman sürü diye bir şey kalmayacaktı ortada. Görülmemiş bir vahşet açığa çıkacaktı.

Sürü aç ilerlemekten mahvolmuştu, sürünün direnci iflas etmek üzereydi. Lider kurt zaman zaman onlara moral vermeye çalışıyordu. O zamanlarda sesini çok gür çıkarıyordu ve bakışları; “sakın deneme, ben yenilmezim” diyordu. “Dayan, bunu aşacağız, aşmanın bir yolunu bulacağız, bütün güçlük bir büyük ava kadardır. Dayan bunu düşün.” Lider kurt ululuğundan, fiziksel ve ruhani gücünden tek parça rüzgar kaybetmemiş gibi davranıyordu. Çünkü zorluğun ardından kolaylık geleceğine inanılmalı, huzursuzluk ve sıkıntı içerisine düşülmemelidir. Buna inanmasa bütün zor günleri atlatamazdı. Bu düşünceye sımsıkı sarılmıştı. Siyah kurt durum ne kadar zor ya da içinden çıkılamaz görünsün ya da öyle olsun o mutlaka bir çare bulurdu aşmak için engelleri. Çünkü yürekliydi, çok yürekliydi, şayet durum berbatsa ya da ölümcülse siyah kurt akıl almaz derecede yüreklenirdi, bambaşka boyutlara kayardı yüreği ve bilincinin yenilmez kanatları vardı. Siyah kurt seçilmişlerdendi, Tanrı’nın kendine sakladıklarındandı ve onlar en zorlu olanları yaşardı. Siyah kurt bunu bilmiyordu ve bilemezdi de. Tanrı’nın kendine sakladıkları başka türlü davranırdı, kişisel zevkler ve eğlenceler peşinde koşmazdı, kedini silerdi ailesi ve kardeşleri için. Toplumunun refahı ve mutluluğu ve hayatta kalması için kıyasıya mücadele ederdi.

 

Sürüde karanlık ve amansız bir çığlık gibi yükselen homurdanmalar, diyaloglar, iç konuşmalar çoğalmıştı. Siyah lider kurda arkadan haince bakışlar atılıyor (onunla göz göze gelmekten çekinirken; “sen bir sineksin” der gibi alaylı ve aşağılayıcı bakışlar atıyorlardı, sürüdeki birçok kurt haddini ve sınırını aşıyor, daha da ileri gidip lider üstünde baskı kurmak için yanıp tutuşuyordu. Açlık gözlerini kararttığı ve lideri konuya ilişkin çare üretememesinden dolayı.

 

İsyan için fırsat kollayan kurtlar lider kurda kükrüyor, dişlerini gösterip; “sen hiç meraklanma, bir gün zaman gelecek ve işini bitireceğiz” diyorlardı sanki.

Ne var ki lider kurt gram etkilenmiyor bu ufak numaralardan, alayı birlik olup üstüne çullasan yine korkmazdı, “cesaretiniz varsa başka kurtları da alıp gelin üstüme” dercesine onlara karşılık verirdi. Lider kimseyi harcamaz, gözden çıkarmaz, en beş para etmez olan bile, en adi olanı bile. Hainlik peşinde olanları bile.

 

Lider kurt sürünün mutluluğu ve iyi hissetmesi için çırpınırken nasıl gözden çıkarsın abuk subuk ses çıkaranları. O vicdanlıydı, o yürekliydi ve yüreğindeki sevgiyi, dayanıklılığı, merhameti koyardı ortaya. Sürüsüne duyduğu yenilmez aşkı.

 

Siyah lider kurdun zaten lakabı “baba’ydı, baba evladını; diğer deyişle sürüsündeki ferdi gözden çıkarmaz, yerin dibine batırıp mahvetmez onu, isyan edeni bir yerinde tutar sevgiyle. Yol gösterir, model ve rehber olur. Ama baba kurt kızdı mı yeşil gözlerinden alevler saçardı adeta, o bakışlara maruz kalan kurt ezilir eğilir, başını önüne eğerdi, o manevi güç adeta bir fiziksel güce, mengene gibi sıkıştıran bir güce dönüşürdü.

 

Siyah lider kurdun ceviz yeşili gözleri sevgiyle parladığında ona bakanı alıp götürür, yumuşak ve cennetsi bir yere sürüklerdi sanki.

 

Açlığın kasırga gibi önüne kattığı kurtlar

Çaresizlik ve fiziksel yorgunlukla, acıyla ezilen kurtlar

An gelir cesaretle dolar, kendilerinin de söz sahibi olduklarını vurgular gibi; “yeter artık, nereye sürüklüyorsun bizi, hep açız” der gibi seslerini yükseltirlerdi lidere. Bu kükreyişler, isyanlar anında lider siyah kurdun sessizliğine kokuşan bir ceset gibi gömülüyor ve isyan eden kurtları bu sessizlik deli ediyordu, bir tepki almak istiyorlardı çünkü, bir tepki olsun da ne olursa olsun. Ve siyah lider kurt onlara yanaşıp ‘dost, baba ve düşman’ karışımlı bir kükreme ve diş gösterme ayinine başlıyordu. Onun edasında parlak bir cesaret, ölümsüzlük ve kendine güven vardı, onu hissederdi asi kurtlar, kazara asileşen kurtlar, gerçekten asiliğe baştan çıkmaya meyilli kurtlar.

 

Yoldaşlık üslubu içinde hiç olmayan çakal ruhlu kurtlar.

Kahpeliği içinde sır gibi yaşayanlar

Arkadan zalimce ve hiç acımadan vurmayı kalbinde taht gibi taşıyıp iri bir fırsat için geberip duranlar

 

Sürüde, yer altında sessizce ve hayalete benzeyen bir isyan dalgası git git büyüyor ve hiçbirisi de çok arzuladığı halde buna sahiplik etmiyor, cesaretle öne çıkma ve kapışma girişiminde bulunmuyordu. Çok haklı ve büyük bir gerekçe onları aniden baştan çıkarmalıydı çünkü. Bu şuna benziyor:

 

Koca adamın biri 7 yaşındaki kıza tecavüz etmek için tam inşaata girmek üzereyken 10 kişilik bir genç erkek tayfası bunu fark eder ve adamın üstüne çullanır ve onu linç etmeye başlar. Kurt sürüsünün de içlerinde boylu poslu ve gizli yatan lideri linç etme dürtüsünün ortaya çıkması, eyleme dökülmesi için kanlı canlı bir sebep, vurucu bir itki lazımdı, gerçek bir güdülenme, arzulama.

Haklı olmaktan öte bir güç taşıyan sebep.

Sürüden bir kurt öfkeyle biraz homurdanıyor, diğerleri bu işe içlerinde çığlık atarak seviniyor; ama sessiz kalıp seyrediyor.

Lider siyah kurt kafasına eserse ilerleyip ceviz yeşili karanlık bakışıyla cesaret püskürtüyor; “sende ne varsa söküp alırım, kof çökersin aniden yere, içini alırım, yüreğini, hayatta kalamazsın.” Dercesine onun yanında bir süre kalır, sağa sola bakar, oturur, kalkar, kaçınır, orasını burasını yalayıp temizler, yine ona bakar, sonra yine dalar, yine ona bakar, yaklaşır ve onu kokar, tam gözlerinin içine bakar bu kez dostça, baba sevecenliğiyle. Homurdanan kurt yutkunur korkuyla, başını utanarak önüne eğer, parlak güneş gözlere bakamaz ki. Ezik hisseder, hata yaptığını düşünüp pişmanlık sinyalleri saçar.

 

“Herkes seni sevip sayabilir unutma. Ama gerçekten kimin umurunda olduğunu ancak fırtınalar eserken öğrenirsin.” Anası ona zamanında bunu söylemişti.

 

Siyah lider kurt koyu karanlığın ve umutsuzluğun içinde hedef tahtası gibiydi. Eşinin bağlılığı ve sevgisinde bile bir çatlak, bir isyan köpüğü sezmişti. Sürüde en çok güvendiği oydu oysa. Bu onu hayal kırıklığıyla sersemletip kanattı. Ama oynaşma (evlilik/aile) ve hayatın devamlılığı içerisinde dişinin böyle tepkilerini zaman zaman çok görmüş ve üstünde takılı kalmamıştı. Dişinin beyaz dediği siyahtır, siyah dediği de beyazdır. Her durumda onları sevdin mi sorun yoktur; ama her durumda, baş belası olduklarında bile.

Lider kurt ne kadar zor durumda olursa olsun asla pes etmeyi düşünmezdi, onun erkeklik hormonları güçlüydü ve yenilmez babalık hislerine sahipti. Ne kadar zor durumda olursa olsun;

saf, kaygan ve iflah olmaz bir arzu hissederdi o zor durumu aşmak için. Bir şey ne kadar saflıkla istenirse o kadar kuvvetlidir. Sürünün en yaşlı dişisi lider kurta en çok güvenendi; yaşlı kurt görmüş geçirmiş olduğu için lider kurdun kapasitesini çok iyi biliyor, onun ruhunla olup bitenleri gelişmiş sezgisiyle kaçırmıyordu. Lider kurdun en çok yanında olan, en sadık olan yaşlı dişi kurttu. Ufak yavrulara göz kulak olmak gibi işleri yapan bu kurt çilekeş ve sabırlıydı, çok sabırlıydı ve yavruları hizaya getirmesini çok iyi bilirdi. Sürüde bütün kurtlar görevini yapardı. Ama bütün kurtlar en zor zamanlarda çıkarırdı derinlerinde ne yattığını.

 

Ormanda, vahşi doğada bütün kurtlar en zor zamanlarda içlerinde yatanı açığa çıkarırdı, zaaflarını, yeteneklerini, hayallerini ya da ahmaklığını.

 

Ormanda her şey görevini yapardı, bir su birikintisi, bir tavşan, bir kirpi, bir kelebeğini sırtındaki umut, bir ot parçasının büyüme arzusuyla saçtığı kıvılcım, bir salyangozun hiçbir zaman çirkinleşmeden var olma çabası, bir taşın derin sessizliğine konan vahşi bir arı.

Çeşitli çıkar ilişkileri arasında bir arada yaşıyordu bütün canlılar. Bazen çarpışarak, bazen uzlaşarak, bazen sevişerek var oluyorlardı bu bitip tükenmez döngüde.

 

Lider kurt süratle en tehlikeli noktaya, eşiğe geliyordu, ya ölecekti ya kalacaktı, açlığın ne zaman giderileceğinin belirsizliği en can sıkıcı olandı. Belirsizlik ölmekten beterdi.

Haftalardır parlak bir netliğe ulaşamamak onu öfkelendiriyordu.

Bu iş hesapladığı gibi gitmiyordu, her gece; bu gece yemek bulacağız” diye düşünüyordu, ötekilere böyle söylüyordu; ama o gece yiyecek bulamıyorlardı, her gece aynı fiyaskoyu yaşamak herkesi deliye çevirmişti. Lider kurt önceki açlıklarında kafasında yaptığı hesaplamalar hep doğru çıkmıştı, ama son zamanlardaki hesaplama, başlarına gelenler olasılıkların en zehir olanıydı, bu kadar zor olabileceğini hiç hesap etmemişti, bu ilkti, ilk ölümcül açlık.

 

Ama neydi, durum ne kadar zor olursa olsun pes

etmesi imkansızdı. Her zamanki gibi çabucak kafasını toparlamış ve düşen moralini kendi kendine yükseltmişti, o içgüdüler bir basit ve bilgece düşünmeye bakardı ve o sakinlik içinde dalga dalga yol almaya başlamıştı vahşi ve yenilmez içgüdüleri. Ve ona şöyle dedi: “Hayatta kalacaksınız, endişe etme.”

 

Lider kurdun kalbi acırdı sürüsünün sefilliğini gördükle, arada kurtlar koklayarak bir şeylerin başına üşüşür, öteki kurtlar bunu yiyecek bulduk olarak algılayıp fırlayıp gelir, ama o koklayış fos çıkardı, geçip giden bir hayvanın bıraktığı izler, bir tavşan, bir fare, karın altında çoktan ölmüş bir canlının kokusu. Sevinen kurtların sevinci anında solup gider, acı acı etraflarına bakınır ve ulumaya başlarlardı. Üzülen kurtlar ulurdu. Öyle güçlü ulurdu ki; lider kurt çaktırmazdı ama ezilirdi, ufalırdı, öfkelenirdi sonra, büyürdü aniden, cesaretlenirdi ve o da ulurdu; ama cesaretle, onlara güven vermek için, liderliğini hissettirmez için, onları motive etmek için. Az sonra herkesin morali yerine gelirdi, yola koyulurlardı çünkü, ne var ki yine hissetmeye başlarlardı ölümüne hissettikleri delirten ve mahveden açlık duygusunu.

 

15 kurttan oluşan sürü devrilen ve dallarıyla mağara gibi olan ağacın altına sığınmıştı.

Dışarıda rüzgarın uğuldaması çok şiddetliydi. Ve bu havaya kurtlardan başkası dayanamazdı; ama onların gücü de bir yere kadardı.

 

Canları çıkarcasına yorgun kurtlar uykuyla rahatlayıp gevşeyip kendinden geçerken arada bazısı uyanıyor, mızıldanıyor, düşünüyor, esniyor ve uykuya dalmaya çalışıyordu, bazısı yemek rüyaları görüyordu. Kısa bir süre geçti ve bütün sesler kesildi. Dışarıda acı rüzgarın ıslığı vardı. Tıpkı çocukluğundaki gibi, sürüsüyle mağarada uyuduğu sıradaki gibi. Bir süre o anıları düşünüp kafasında döndürüp durdu.

 

Sonunda lider kurt da bal gibi tatlı uykuya kendini bıraktı.

Canı çıkacak gibi yorgun hissediyordu. Uyku ne kadar güzeldi. Olağanüstü rahat ediyordu. Ve uykuya daldı.

 

 

 

 

MEZRA EVİNDE

 

 

Saat gece yarısına geliyordu mezra evinde,

Osman sobaya tezek attı, bunu bilen bilir, yazın güneşte kurutulmuş sığır pisliğidir.

Ali, başını annesinin dizlerine yaslamış elindeki hikaye kitabına gömmüştü gözlerini. Kitabı bitirirse ablası Melek ona yarın pasta yapacaktı. Ali 9 yaşındaydı, Melek ise

15. Melek kardeşinin angutluğunu ancak kitap okuyarak giderebileceğine inanıyordu ve onu sürekli yönlendirip inceltmeye çalışıyordu, Ali, okuyunca daha fikirli ve zeki bir çocuk oluyordu. Hikaye kitapları zihnini açmıştı, aptal çocukça ve erkekçe duyguları yerine ince bir güzellik ve zarif düşünceler gelmeye başlamıştı, dersleri de düzeltmeye başlamıştı. Melek kardeşini çok seviyordu ve acı çekmesini istemiyordu, kendisi öğretmenleri sayesinde bir ufuk açmış ve başka ufuklara yol alıyordu ve kardeşinin de onun yolundan gitmesi için çok çaba harcıyordu, Ali, pastaya bayılırdı, nasıl olursa olsun, Ali’yi en yapmayacağı işlere ikna etmenin yolu: “Sana pasta yapacağım.” Melek günün birinde çekip gidecekti buralardan ve ardında kardeşini bırakmak istemiyordu, gözü arkada kalsın istemiyordu. Bu katlanılması zor ve sıkıntılı kırsalda insan gelişmezdi ve geçim derdi ölmekten beterdi, burayla başa çıkmak ölümcül bir baş belasıydı; zaten büyüyenlerin ilk amacı bu mahveden kırsalı terk etmekti, bir şekilde ya okuyarak ya çalışarak ya da boş boş kaçarak, kaçılsın da neresi olursa olsun. İnsanın bir yeteneğinin olmasına gerek yok; bazen kaçmak başlı başına yapılması gereken en önemli iştir.

 

Buranın hava şartları da çetindi ve kışın insanın eli kol bağlı kalırdı. İnsan eve hapis kalırdı.

Melek Ali’nin az ötesindeydi, onun da elinde okuduğu bir kitap vardı. Öteki divanda babaları Osman uzanmıştı. Melek un helvası yapmıştı, en basit malzemelerle yapılan tatlı, bütün yoksulların evinde o malzemeler vardır ve helvayı Ali istediği için yapmıştı. Melek kalkıp ondan kardeşine bir miktar verdi, kalanını da kendisi yemeye başladı.

Osman sessizdi, düşüncelere dalmıştı, uyku uyanıklık arasındaydı, uykusu kaçınca oturdu ve bir şeyler anlatmaya başladı. Kurtlara dair bir hikayeydi bu. Köyde kar fırtınası olan bir kış ayıydı, aç kalan kurtlar dağdan köye inmiş ve ahırın birine girmeye çalışmıştı. Ama köyün köpekleri harekete geçince kaçmışlardı, sonra bir tanesi geri dönmüştü, köyün içlerine kadar sokulmuştu, kimi köylüler kurdu görmüştü pencerelerinden, kurdun tek başına köyün içine sokulmasına bir anlam verememişlerdi, sonra köpekler onu kovalamaya başladı, köpeklerden biri ısrarla takip ediyordu kurdu, ertesi gün o köpeğin ölüsü bulundu, meğer köye sokulan kurt bilinçli olarak sokulmuş, köpekleri peşine takmak için, köyün dışında pusuda bekliyormuş sürüsünün diğer üyeleri. Köpek pusuya düşünce saldırıp parçalayıp yemişler köpeği.

Osman başka bir hikaye anlatmaya başladı. Köyde boş su kuyusuna kurdun biri düşmüş. O sırada tarlasına giden köylü kurdu fark etmiş, kurt bağırıp duruyormuş, köylü kurdu öldürmek istemiş, yasak olduğunu bildiği için onu oradan çıkarmanın yolunu düşünürken muhtarın yanına gitmiş. Muhtarın da o gün bir misafiri varmış. Bu adam doğada tek başına yaşayıp bunları belgesele çeken bir tür gezgin araştırmacıymış. Kurt olayını duyunca o da epey heyecanlanmış ve olay yerine gitmişler, Muhtar, gezgin ve köylü. Kuyuya yanaşmışlar. Köylü şöyle demiş: Bağırıp duruyor, acıkmış olmalı. Gezgin bu bağrışın anlamını yılların tecrübesiyle çok iyi öğrenmişti, şöyle dedi: açlıktan değil, sürüsüne imdat sinyali veriyor, yardıma gelsinler diye. O an muhtarı ve köylüyü bir korku dalgası sardı ve panikle çevrelerine baktılar. İnsanlar nasıl birbiriyle konuşarak, bakışarak belli hareketlerle iletişim kuruyorlarsa kurtlar da öyleydi. Bunlar çok zeki ve ne yaptığını çok iyi bilen varlıklardı.

Bunlar zeki olmasa vahşi doğada nasıl hayatta kalırlardı ki?

Aç kaldıklarında çok kere köye inip köpeklere saldırıp ele geçirebilecek boyutta olanları boğazından kapıp götürüyorlardı. Önce onu köyden uzağa götürüyorlardı, ıssız bir yere. Köpeğin orada insanların gözetimi altında olduğunu gayet iyi biliyorlardı. Kimi köpekler yaklaşan kurdun ne kadar tehlikeli olduğunu bilmezdi, kurt ona sokulur, köpek kurda havlar, üstüne gider, kurt ona birden saldırıp gırtlaktan kapar ve onu sürükleyerek köyün dışına çıkarır ve uygun noktada köpeğin işini bitirip yemeye başlar.

Kurt köye indirdiğinde bir bahçeye girer mesela, oradaki köpeği kapıp götürecektir, önce etrafı kolaçan eder, köpeği kaptıktan sonra nasıl kaçacağını hesaplar, insan var mı yok mu diye hesap eder, bütün planı iyice gözden geçirdikten sonra harekete geçer. Osman bunların videolarını görmüştü bir arkadaşının sosyal medya hesabından, çobanlık yapan arkadaşı Veysel ve gözlerine inanamamıştı, zavallı köpeklerin kurtlar tarafından götürülüşünü izlemişti, birileri kapı önüne, bahçeye vs, kamera koymuş, olaylar olunca sosyal medya hesaplarından paylaşmışlar ve yayılmış, videolar yurt içinden ve yurt dışındandı.

Bu videolardan biri gündüz çekilmişti, kurdun biri karlı bir zeminde koşuyor, kırsalda, ağzında 45 ya da 50 kilo civarında bir hayvan var, keçi olmalı. Kurt son sürat koşuyor ağzında o ağırlıkla ve boyundan büyük tellerden atlıyor. Müthiş bir sıçrayışla, ağzında o ağırlıkla nasıl sıçrıyor, teli nasıl aşıyor, ağzındaki hayvanı da düşürmüyor, belli ki havyanı öldürdü ve yemek için kaçırıyor, meğer kurtların ne büyük kapasitesi varmış. Hele de aç bir kurdun yapabilecekleri. Bu sırada onu çeken bir araç içinde, onu takip ediyor ve akılı telefonuna kaçan kurdu çekmeyi başarıyor, çok kısa bir sahneydi. Osman ömrü boyunca ağzında 45-50 kilo yükle koşan ve telden atlayan tek köpek bile görmemişti. “Kangal” diye söz edilen köpeklerde bile böyle bir güç, kapasite görmemişti, ama doğada yaşayan kurdun biri bunu gerçekleştirmişti.

Köylü buralarda kurtlara “canavar” lakabını takmıştı. Çünkü kurtlar gerçekten canavardı. Kurt bir ağıla girdiğinde ağılda 200 koyun varsa hepsini boğazlamak ister, vahşi içgüdüsü böyle emreder ona, 200 koyunu orada oturup yiyemez, yiyemeyeceğin bilir; ama hepsinin boğazına dişlerini geçirmek için dayanılmaz bir arzu duyar, öldürdükçe haz alır, orada ağılda yanında canlı duran koyunlara tahammül edemez çünkü. Yok edilmelidir onlar. Koyunları bütün gelir kaynağı olan köylü elbette nefret eder kurtlardan ve köklerini kazımak isterler.

Kurt öldürmek yasaktır; ama gizlice öldürürse kim duyacak? Kim onu yakalayıp hapse atacak, ya da para cezası verecek?

 

Sağlık meslek lisesinde yatılı okuyordu; hastalandığı için bir haftalık raporu vardı ve eve gelmişti, Ali ise köydeki ilkokula gidiyordu. Ama mesafe çok uzaktı.

Osman bir an karısına baktı:

Melek.

Bir rüyalar kentiydi yüzün, sana bakanlar güzel rüyalar görürdü sürekli; gözleri açıkken.

Karısı Leyla kaç gündür moralsizdi, hamileydi ve istediği gibi rahat ve özgür hareket edemiyordu, evde oturmaktan da sıkılmıştı.

 

Doğumla ilgili, doğacak erkek bebekle ilgili kabuslar görüp duruyordu, vesveseliydi, bir şeylerin ters gideceğini, bebeğin sağlıksız doğacağını ya da sağlıklı doğup bir hastalık yüzünden çok kısa süre yaşacağı gibi şeyleri anlatıp duruyor, evde herkesin moralini bozuyordu. Osman da onu avutup sakinleştirir, şakalar yapalar ruhuna espriler yapar, onu o kabus atmosferinden çıkarırdı güldürerek. Ve aniden içinden esti ve başladı: sen nasıl bir insansın ya. Yok, sen insan olamazsın.

 

Melek evlenmeden önce, yani genç kızlığında ikiz bebek sahibi olduğunu görmüştü, ikiz bebek hayali böylece doğmuş oldu, ikiz bebek sahibi olmak ona çok ilginç ve heyecan verici geliyordu, yatıp kalkıyor evlendiğini hayal ediyor, ikiz bebeklerinin olduğunu gözünün önünde canlandırıyordu, bu onda delice bir tutku, saplantı haline gelmişti, bir yerde ikiz bebek gördü mü, ikiz bebeklerle ilgili bir şey işittim mi öyle çocuklarla yüreği yerinden hoplardı, bu onun için sihirli bir şeydi, bebek sahibi olmak sihirliydi başlı başına ama ikiz bebek sahibi olmak o sihri dört nala koşturan faktördü, sonra kader kısmet, meme uçlarında bir heyecan duyarak evlenmiş, bütün hesap kitabı ikiz bebekler olmak üstüneydi, öyle giyecekler hazırlıyordu, ikiz erkek bebekler doğacaktı, e genç kızlığında rüyasında gördü ya, aylar sonra bir kız bebek doğunda dünyası kararmış gibi olmuştu, canım bir dahaki sefere diye kendini avutmuştu, ikinci bebeği de ikiz olmayınca bu işe sinir olmuştu, bir gece bir kabus görmüştü, komşu köyde bir tanıdığına ziyarete gitmişti, kadın bebeklere hamileydi. Kadının kocası inşaatlarda çalışıyordu, gurbetteydi, aylarca kalırdı gurbette, kadın yalnız başına idare ederdi, genelde yalnızdı, arada kayınvalidesi uğrardı eve. Melek bir plan yapmıştı, gece yarısı eve gelecekti ve geldi, kadın uyuyordu, yaz ayıydı, aralık pencereden içeri girdi ve ekmek bıçağıyla kadının karnını kesip bebekleri alacaktı. Elinde keser vardı, önce keserle kadının başını ezecekti, ölmesini istemiyordu, ama kadın ayak sesine hemen fırlayıp ışığı açmıştı. Melek kurt gibi üstüne atladı, dehşete kapılıp bağırmaya ve direnmeye başlayınca Melek keseri kaptırdı saydırdı, kadın can çekişirken de karnını kesmeye başladı, o esnada Melek uyandı. Bu nasıl kabustu, bu nasıl rüyaydı. Kendini katil gibi hissediyordu berbat.

 

“Anne ne düşünüyorsun?” dedi Osman.

“Hiç” dedi Melek.

 

Osman ona sık sık anne” derdi, ona anne demek içinden gelmişti bir keresinde, ve ona anne demenin çok hoşuna gitmişti. Ona anne demek bir büyü gibiydi, ama ferahlatan, ufuk açan bir büyü. Ona milyonlarca iyilik yapmış gibi oluyordu o sözü deyince.

Mesela: “anne, bugün ne yemek yaptın” ya da “anne bugün çok canım sıkkın” ya da anne Bir basit sohbetin cümlelerinin başına ya da bir yerine anne kelimesini koyardı, ara da ona adıyla seslenirdi, arada hayatım derdi, ama meleğe en cazip gelen sözcük anne’ydi. Annelik duygusu en güçlü duygusuydu ve kocası ona anne deyince onurlandığını, ondan milyonlarca çiçek aldığını hissederdi, gözleri ve içi parlardı.

Oğlum anneyi alıp gidelim, ya da kızım anneye söyledin mi?”

Ve böylece Melek de başlamıştı ondan söz ederken şöyle demeye: Oğlum babaya sormadan olmaz ya da kızım baba’nın dediğin daha mantıklı.

Sonra diğerlerine sıçradı: oğlum abla’ya bak, ne güzel kitaplar okuyor. Sen de okumalısın. Aksi halde kafanı uçururum ona göre. Kürekle hem de.

Oğul güler: bana pasta yaparsa neden olmasın.

Oldu, davetiye bastırsın, kırmızı hali sersin. Bir de keman çalınsın. Sıpa! Olmadı piyano.

Çocuk güler yine.

Okumazsan kalın kafalı olursun, kalın kafaları da güzel işe almazlar, onlara en zor işleri yaptırırlar, en ağır işleri ve o işlerle hayatından bezersin. Bana tahta gibi bakma oyarım seni gülme bak!

Çocuk güler.

Melek ona şakadan bir şamar kondurmak ister, çocuk başını çeker. Kaçar, melek ona eline geçirdiği ev terliğini fırlatır, eline geçirirse kalçasını tutup yarı şaka yarı ciddi ve zevkle öyle çimdikler ki çocuk çığlık atar.

 

Meleğe anne demek onun hazine sandığını açmak demekti.

Melek onun sessizliğiyle mutlu olurdu.

Osman ise onun sessizliğinde ona renkli çiçekler toplardı, ona kötü hissettiği günlerde hediye etmek için.

 

Osman ona anne diyor, çocukça saf bakıp hareketler ediyor, bu kez Melek kendini onun annesi gibi hissediyor, acayip, farklı bir heyecan duyuyor ve onu arzuluyor, ne kadar güzel bir adam olduğunu düşünüp şaşıyor, bu bir insan olamaz. Bu kesinlikle üst düzey bir tür.

 

“Saçma bir şeyler düşünüyordum, yıllar önce gördüğüm bir kabus aklıma geldi.” dedi Leyla.

“Zaten belliydi.”

“Ne?”

“Bana bakışından belliydi.

Osman komik şeyler söylemeye başladı.

Leyla öyle çok güldü ki; bir an karnı kasıldı ve karnında ağrı başladı, ağrı basit değildi. Geçer diye beklediler, ama geçmiyordu. Karısının ölmesinden korktu; tabi gerekirse onları doğurmak için canını verirdi; ama Osman gidip yardım çağırmaya karar verdi. Bu kar fırtınasında köye ulaşmak imkansız değildi; ama çok zordu; aklına en uygun çözüm düştü; düzlüğün 10 kilometre kadar aşağısında yardım alabileceği birileri vardı; üstelik kadın hemşireydi. Genç hemşire dedesini ve ninesini ziyarete gelmişti; hem de bir süre tatil yapacaktı burada. Cep telefonları çekmiyordu burada.

 

Osman üstünü giyindi, sırt çantasını hazırladı, her ihtimali düşünerek hazırlandı. Tüfeğini alıp evden çıktı. Zifiri karanlıktı, el fenerini açtı, kapı önündeki kulübede duran köpek heyecanlandı, Osman ona yanaştı, başını okşadı ve ilerledi, ahırın önüne geldi, burada da bir köpek vardı; o da kulübesinden fırlayıp ayağa dikilmiş, heyecanla kuyruk sallamaya başlamıştı. Osman onun da sırtını okşadı. Yola koyuldu.

                                  

Kar fırtınası içinde ilerlemeye başladı.

Evden epey uzaklaşmıştı, durdu, başını çevirip geri baktı, gaz lambasının ışığının pencerelerden solgun yansıdığı evine uzun uzun baktı.

 

Osman evden gittikten kısa bir süre sonra kadının karın ağrısı geçmişti; ama ara ara yine şiddetle başlıyor, çok geçmeden azar azar diniyor ve yeniden başlıyordu, sonunda ağrı tamamen kesiliri gibi uykuya yatmıştı, daha çıkmaması için dua ediyordu, uyumaya çalışıyordu, ağrı geçince içine bir ferahlık çöküştü, kızı da endişeyle yanında bekliyordu.

Kızı elini tuttu.

“Nasılsın anne?” dedi.

“İyiyim. Keşke baban gitmeseydi. Boşuna velveleye verecek ortalığı. Ama ciddi bir şeyse o da var…”

Ali uyuyordu, Melek battaniyeyi üstüne örttü.

Dışarıda rüzgarın uğultusu vardı, genç kız annesinin yanına uzandı.

“Konuşsana anne?”

“Ne konuşayım?”

Leyla’nın gözleri kapalıydı, yarı uykulu konuşuyordu, gözlerini açmadan.

“Ne düşünüyorsun anne?”

“Aklım babanda.”

“Gelir o, takma kafana.”

“Karın da yağacağı tuttu.”

“Babam baş eder.”

“Öyle mi dersin?”

“Babam gibi kurt tanımadım.”

Güldü: “Demek öyle. Sen nesin peki? Yavru kurt mu?”

Güldü: “Yok. daha çok fırın ekmek yemem lazım.”

“Bak anne Ali ne rahat, vurdu kafayı uyudu, sıpa!”

“Uyusun.”

“Anne umarım Ali böyle kalmaz. “

“Nasıl?”

“Bazen çok geç anlıyor ve bu sık oluyor.”

“İlerde açılır zekası. Akıllanır.”

“Geçen gün bana dedi ki okuyup kapıcı olacağım.”

“Kendi bilir.”

“Kapıcılığı profesörlük gibi bir şey sanıyor. Okulda bir arkadaşının babası kapıcı, adam oğluna bisiklet aldı ya, oradan esinlenmiş.”

“Kapıcılık da bir iştir. Hizmetçilik kursu varmış mesela.”

“Var mı?”

“Var tabi. Büyük şehirlerde varmış. Ali belki de yüksek bir yerlere gelecek. Bilemeyiz.”

Genç kız geleceğini, o zamanlarda neler yaşayabileceğini düşünmeye, kurmaya başladı.

“Peki sen?”

“Üniversiteye girilecek, başarıyla bitirilecek.” Güldü.

“Güzel, ne kadar duysam yine mutlu olurum.”

 “Üniversitede birine aşık olup evlensem ne yaparsın?”

“Seni öldürürüm!”

Kikirdedi: “İş bulup çalışırım üniversiteyi bitirince ve para biriktirip dünya seyahatine çıkarım.”

“İzin vermem ki.”

“Okulu bitirince iş bulup çalışırım.”

“İyi. Kazandığın bütün parayı ne yaparsın?”

“Elbette sana veririm. Vermesem beni oyarsın.”

Kadın güldü: “O kadar da değil.”

“Nasıl peki?”

“Paran bende durur. Paranı iyi saklarım.”

“Tabi canım” dedi gülerek, “Güzel bir yere geleceksin; kolay değil. Canını dişine takarak çalışacaksın, şansın da oldu mu olur. İlkokul arkadaşlarının hepsi koca koca adamlarla evlenip gittiler. Babaları ya da abileri yaşındaki  dıngıl mıngıl adamlarla. Ne etsin yavru kuşlar, aile baskısı. Sen onlara benzeme de, kaderin ne olursa olsun, hatta seri katil bile olabilirsin.”

Kız güldü.

“Okulda bütün kızların sevgilisi var aşağı yukarı. Tek benim yok, şişman bir kız var, o da benim gibi yalınız. Kafası iyi çalışıyor ama. Tek onla iyi anlaşıyorum.”

“Onlara bakma sen. Oluyor da ne oluyor. Onlardan etkilenme.”

“Demesi kolay.” Güldü, “Bazen onlar gibi olsam çok rahat olurum dediğim de oluyor; ama onlar gibi olamam. Çok boş geliyor bana onların yaptıkları şeyler.

“Sıkı çalış. Vakit kaybetmeden yüksel. Yükseldikçe özgürlük kazanırsın. O zaman hayatta istediğini yapabilirsin. Kaderin onlarınkine benzemesin de. Ben sana karışmam ki. Kendi hayatını kurarsın, ben de gerekli yardım ve desteği veririm. Yanlış biriyle evlenmezsin umarım. İlkokul arkadaşın Ayşe aklıma geldi. Kaçıp gitti yanlış biriyle. Ne oldu şimdi? Tarlada köle gibi çalışıyor, evde yine köle, çocuklar da tuzu biberi, kocasına devletin açtığı dava var. Hapis yatacak yıllarca. Kaçak şimdi.”

“İlkokulda onunla aramız çok iyiydi. Buradan kaçıp gideceğim derdi. Kim olursa olsun. Sonunda dediğini yaptı. Ama öteki köye kaçabildi zavallıcık.”

“Yaptı da ne oldu. Kaynanasının evinde sürünüp duruyor. Babasının evine dönmek istedi. Babası istemedi. Araya kimleri koyduysa kendini affettiremedi. İki piçinle buraya bir daha sakın adım atma demiş. Ama annesi kocasından gizli gizli görüyor kızını, parası varsa veriyor üç beş kuruş. Babası sonra insafa gelmiş; geleceksen tek gel. Çocukları istemem demiş. Ayşe de çocukları bırakmak istememiş filan.”

“Aynısın ben yapmış olsaydım?”

“Sen yapmazdın.”

“Yapsam?”

“Çok kötü olurdu. Uzun uzadıya bir acı. Ama insan en köklüsüyle de başa çıkabiliyor. Evlat annesini öldürüyor, en korkuncu bu, yanlış biriyle kaçıp bebeğini doğurması korkunç gibi görünse de değil. Hayatta asıl korkunç şeyler başka. Namussuz olmak gibi. Birini öldürmek gibi.

“Seni utandıracak hiçbir şey yapmayacağım. Asla!”

“Yaparsın belki de. Bilemeyiz. Bir gün ölüp giderim. Önemli olan kendine saygın sevgin. Kendini kanıtla. Neler yapabileceğini göster. O vakit istediğin yere çek git. Orada yaşa. Buraların hastalıklı kaderini asla yaşama. Hiçbir zaman. Tek istediğim bu. Gittiğin yerlerde milyoner mi olacaksın, kasap mı, bilim adamı; yoksa kahpe mi; onu sen bilirsin. Benim ahdım var. Okuman! Onu gerçekleştir de ne halt yersen ye hayatta. Ölünce gözüm arkada açık gitmem. Ha, delice mücadele edeceksin, engelleri aşıp başaracaksın;  yoksa kafanı kör testereyle keserim. İnan. Kafana koyacaksın bir şeyleri. Doğru şeyleri ve bu da var sende kızım! Bir öğretmen ol ne bileyim, memur ol, yeter.”

“Yok anne; bu kesmez beni. Beyin cerrahi olacağım ben ya da plastik cerrah. Kendi hastanemi kuracağım.”

 

Ali uyandı,

Elinde tahtadan oyuncak araba vardı, onu sürüyordu divanın üstünde.

“Ali sen ne olacaksın ilerde?” dedi ablası.

“Taksi alacağım. Taksi şoförü olacağım.”

“Kapıcı olmayacak mıydın?”

“Olabilir. Sen kafanı yorma.”

“Yazar ol sen Ali.”

“Yazar mı?

“Hı. Yazar.

“Neden?”

“Öğretmenlerimden biri anlattı, kafası derslere basmayan bir çocuk varmış, yıllar geçmiş ve zihni açılmış, sonra yazar olmuş.”

 

 

Ali, küçük yuvarlak el aynasını çıkardı kutudan ve kendine bakıp saçlarını düzeltmeye, başını yana çevirip kendine bakmaya başladı.

“Çok yakışıklısın oğlum, harikasın!”

Ana kız birbirine bakıp güldü.

“Bütün kızlar bana bakarken yamuluyor kaporta gibi hayranlıktan.”

“Anne; saçıma arkadaşın jölesinden sürmüştüm, okulun en güzel kızı bana bakayım derken elektrik direğine kafasını çarptı. Sersemledi tavuk gibi.”

“Gerçek mi?”

“Gidip bir şey oldu mu dedim, omzuna dokundum. Dermişim.” Gülmeye başladı. Sonra ciddi ciddi sordu: “Saçları ortadan ayırsam mı?”

“Olabilir.”

“Yana yatırsam.”

“İstediğin gibi yap.”

“Sence ben gerçekten yakışıklı mıyım anne?”

“Tabi.”

Melek söze girdi: “Yarışmaya gir. Kazanırsın!”

Ne yarışması diye sordu sevinerek.

“Tipsizlik yarışması, kesin birinci olursun!” Gülüyordu.

“Deli deli konuşma kız!”

“Kalbimi kırıyorsun abla. Ben sana hiçbir kere bile çok çirkinsin dedim mi şakadan bile olsa?”

Şaka yapıyorum. Bozulma hemen. Burada senden başka şaka yapacak kim var ki?

O oyuncak saçmalığını bırak. Kitabı bitir.

“Az sonra başlayacağım.”

“Ama sen gel belimi çiğne. Kemiklerim uyuşmuş.”

“Olur.”

 

 

 

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

OSMAN

 

 

Kar tipisi daha da şiddetlendi, karşıdan esiyordu rüzgar, Osman’ın nefesi kesiliyordu. Göz gözü görmüyordu, bir an yönünü şaşırdı, doğru mu gidiyorum diye düşündü, çevresine bakındı, el feneri söndü bu sırada, zifiri karanlıkta kalmıştı,

Salladı feneri, ışık gelmedi, yine salladı, bu kez yandı ama anında söndü, piller yeniydi oysa. Yoksa çocuklar mu kullanmıştı, Ali el fenerini kullanmaya bayılırdı, oyuncağı gibiydi, akşam elinde el feneriyle bekçi gibi gezerdi evin civarında, ona tembih etmişti: el fenerine dokunmak yasak.

Evlat ondan gizli mi almıştı feneri. El fenerini öptü ve salladı hafifçe; yan be oğlum. Yine salladı ve el feneri yandı. Ama birkaç adım sonra yine söndü el feneri. Bir süre el fenerini kullanmamaya karar verdi, kar fırtınasında kör gibi ilerliyordu, yolu bulur muydu, bulurdu, buraları avucunun içi gibi biliyordu. Gözlerini bağlasalar yine bulurdu bilirdi gideceği yeri. Ayakları, yerin hissettirdiklerini bilirdi, yerdeki engebelerin haritaları vardı zihninde, ayakları gittiği yeri unutmazdı, şu ayaklar ne kadar önemliydi, sezgiler, ayaklarla uçarcasına ilerlemenin ve koşmanın hazzı. Buraların kışı sertti, acımasızdı, balyoz gibi bir şeydi ve katledilmesi imkansız umutları bile yerle bir ederdi ve güzeli sıcak bir sobanın başında oturup çay içmek ve düşüncelere dalmaktı, üşümüştü ve işi hallettiğini ve kuzinenin başında ısınıp çay içtiğini hayal etti. Ayağı başa geldi ve nerdeyse düşüyordu, zifiri karanlıkta ilerlemek öyle hiç kolay bir şey değildi. İnsan sarhoş gibi belirsiz hissediyordu kendini.

Buraların kışı zordu ve yazı da zordu, yapışkan ve boğan sıcaklık nefesini keserdi insan. Akşam çökerken başlayan ufak bir esinti insanın ciğerine ciğer katardı. El fenerini salladı hafifçe; fenerin ucundan aydınlık parladı aniden ve önünü aydınlattı. Şimdi sevinerek kuş gibi ilerlediğini hissediyordu. Umut ettiği çok şey vardı, doğacak ikiz bebeklerini düşünmeye başladı, nasıl görüneceklerdi, neye kime benzeyeceklerdi, nasıl karakterlere sahip olacaktı, adları ne olacaktı. Bu insanı mahveden kar fırtınası içinde her şey onlar içindi, diğerleri içindi; ama ikizler başkaydı, onların dünyaya gelmesini beklemek diğerlerini beklemek gibi değildi. Onlar sağlıklı biçimde doğsalar da gerisi kolaydı; tabi olmayacaktı, onları besleyip büyütmek nasıl kolay olsun; yapacaktı bir şeyler, daha gazla ve fazla çalışacaktı, neler yapmazdı ki onları için; yapacaktı, bir şeytan rüzgar esip ikizleri uçuruma atacak olsa Osman o sefil rüzgara çelme takardı, avlardı bir tuzakla, mesela dağdan kopan bir parça ikizlere çarpacak olsa Osman evrenin gücünü arkasına alır o dağ parçasının yönünü değiştirirdi çıplak elleriyle. Bir birleşik yer altı katil sürüsünün tek amacı ikizleri ele geçirmek olsa; Osman hepsini tek tek avlardı, vahşi atları avlar gibi, hayalet olurdu, kartal olurdu; kanatlı bir at olurdu onlara duyduğu yüce bağlılıkla, ne olmazdı ki; onlar için gerekirse evrenin en karanlık noktalarına dalar, bütün acılara katlanır, ruhunun nefesiyle ayakta kalır ve bu sayede pes etmeyip onlara gereken neyse oradan geçip ona ulaşır ve o şeyi evlatlarına taşırdı. Bir arenaya on aç aslanın ortasına atılsa, onları alt etmenin karşılığı evlatlarının kurtuluşu olsa kalbinin mavi koridorunda kendinin de bilmediği bir işaretle bir çözüm yolu bulurdu. Osman iyi biriydi, iti de gözünden tanırdı ve hayatta başına gelen bütün şeylerin iyi insan olarak kalıp kalmama arasında bir test olduğuna inanırdı. Her durumda daima iyi kalan başarırdı, kurtuluşa ererdi. Yalnız bu ikizleri çok severse diğer evlatları bu işe bozulur muydu, ya onu dağa götürüp bir kuyuya atsalar sonra kurt parçaladı diye yalan atsalar; insan sevilmek uğruna her şeyi yapar ve kıskançlık en masum insanı da katil yapar. Osman ne ki, kendisi ne ki; işi gücü onları mutlu etmekti, iyi görmekti, yemek yerken mutlu yüz ifadelerini seyretmekti, kızının saçlarında parlayan yıldızlar yakalardı eve yorgun döndüğünde, gözlerinin parıltısında dinlenirdi, sonra bir an gelir hiç yüzüne dikkatle bakmadığı karısının onu izlediğini hissedip başını ona çevirirdi, karısının gözlerinde binlerce renkli çiçek kafa kafaya vermiş akşam sohbeti yapıyor olurdu, karısı onu bugün de aşık olarak beklediğini ve onu görür görmez içinin ferahladığını anlatırdı o bakışlarla. Ve başlardı bir şeyler söylemeye, çok sıradan bir şeyler, gündelik bir şeyler. Buraların sıkıntısı ve insanı tokatlaması bitip tükenmez; ama buralardakiler sevindi mi tam sevinir, sevdi mi tam sever, sevişti mi tam sevişir, buralar insana çok acı çektirir, ne kadar acı varsa o kadar da zevk vardır. Elde cep telefonu 3 saat konuşmak yok, iş yapıyorsun, trafik yok, o  ve sen varsın, ailen var, dostlarla saatlerce çene çalmak yok ve bu esnada bilerine çakmak yok, her şey saf ve kötülüğe vakit yok. Komşuyla araç park etme yüzünden kavga yok, yok çok şey; ama var çok şey.

Sana adanmış bir kadın var, kendini adadığın bir aile var. Büyük şehirlerde böyle mi? Işıklar, tabelalar, insanın erdemini ve aklını alan tonla şey, bir bombardıman. İnsan ruhunu hissedemez, köleleşir, robotlaşır. Mengenededir. Sistem her gün onu kıymaya çevirir. Kırsalda uyuşturucu satıcıları yoktur.

Eli satırlı biri dehşet saçar, tutuklanmaz, adam bıçaklayanlar serbest kalır.

 

Kar fırtınasında ilerlemek zordur ve Osman düşüncelere sarılmıştı. İnsanı kuvvetli kılan düşünceler-iniz ve fiziksel kuvvet çok sınırlıdır. Osman bir an kadınını düşündü, eve çıkmadan az önce onun gözlerindeki anlamı düşünmeye başladı ve o an kar fırtınasında ilerleyen bir böcek olarak değil (az önce böcek gibi hissetmişti) Şimdi kelebek gibi ilerlediğini hissediyordu, aldığı gaz, karısının bakışından yansıyan: Uysal, sımsıkı ve genişlik ve güç veren balık mavisi bir his.

 

Kar fırtınasında ilerlemek zordur, bu yüzden soğukta iç ısıtan içkiler içer bazıları. Soğuk insanın içini buz kesmesine yol açar.  Vestern filmlerinde görmüşsünüzdür bunu.

Osman’ın müthiş güdülenme kaynağı geride bıraktığı ailesiydi.

El fenerinin aydınlığında ilerlemek zevkliydi. Zaman geçecek, malum eve varacak, hemşireyi alıp evine dönecekti. Gece güzel noktalanacaktı, böyle hayal ediyordu. Düşünceleri birbiri ardına akıyordu. Hayatını düşünüyordu. Dört sığırı vardı, ekip biçtiği bir arazisi, buralarda bunlarla zor geçinirdi. Arazi satın almak ,evi yaptırmak, tarlayı satın almak için yıllarca çalışmıştı gurbette, kırsalda olduğu için alabilmişti araziyi. Maddi olarak babadan hiçbir şey görememişti, zaten çok kalabalık bir aileydi ve babası yoksuldu. Kızı başarılı olduğu için bursla okuyordu. İkiz bebekler geçinmeyi epey zorlayacaktı. Aslında bütün hesabı köyü ter etmekti. Evlenmişti ve gurbette büyük şehrin ona neler verebileceğini, neler veremeyeceğini görmüş ve en iyisinin kırsalda yaşamak olduğunu anlamıştı, kırsalın ruhani dünyasına ait hissediyordu kendini. Toprakla ve hayvanlarla iç içe olunca mutluydu. Oysa babası büyük şehre yerleşmesini ısrarla öğütlemişti. Hatta bir ara karısını büyük şehre alacaktı, yanına. Şimdi burada işleri geliştirmek peşindeydi. 300 koyunu olsa. Mesela 30 sığırı olsa. 60 keçisi olsa. Arazisi olsa. Yaza büyük bir ağır yapmayı ve ineklerin sayısı artırmayı düşünüyordu. Geçen sene kışın gurbete çıkıp para biriktirmişti. Tarım işi zordu; ama hayvancılıkla iyi paralar kazanabilirdi. İlerde elektik için güneş enerji sistemi kuracaktı, hayvan gübrelerinde de yapılıyordu bu.

 

Osman kar fırtınasında güçlükle ilerliyordu ve kar bütün vücudunu kaplamış, bir kardan adama dönüşmüştü. Osman düşüncelerden düşüncelere savruluyordu ve el feneri yine söndü. Çok geçmedi ve yeniden çalışmaya başladı. Osman yüce hissediyordu kendini, yüce görev başarıyla yerine getirilecekti, kuzine başında zevkle çay içecekti.

Yağmasa kar, esmese rüzgar. Eh, eserse essin; yağarsa yağsın Osman yıldırılamaz ki. O ikizleri karısı Leyla doğuracaktı ve bu gece ise Osman; bu çile onun kadar çileydi, gerçekten. Osman gülümsedi içinden bu düşüncesine.

“Ölürsem” diye sordu kendine, “bu gece ölürsem?”

 

 

 

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

 

 

AÇ KURT SÜRÜSÜ

 

Günlerdir aç yürümekten perişan olan kurt sürüsü nerdeyse ölü gibi uyuyordu, fiziksel ve ruhsal olarak uyuşmuş hayvanlar kendilerinden geçiyordu ve simsiyah kurt aniden uyandı, onu neyin uyandırdığını bilemedi, herhalde bu içgüdüsü olmalıydı kulağına ilk gelen rüzgarın uğultusuydu. Havayı kokladı, yoldaşlarının kokusunu duydu, açlıkla kokan nefesleri leş gibi kokuyordu. Isınmıştı güzelce ve üstündeki bütün yorgunluğu atmıştı, kıvrıldığı yerden doğruldu, yorgun ayaklarına alevden bir güç gelmişti sanki. Kendini hafif, zinde ve azimli hissetti.

Açlık duygusu bir rüzgar gibi esti içinde, dilini ve dişlerinin yalnızlığını, ağzındaki bozuk tadı hissetti. Avlanma içgüdüsü harekete geçmişti; gerçekleştirilmesi gereken görev, ele geçirilmesi gereken bir av ya da avlarböyle hayaller üşüştü beynine. Keskin dişleri kamaştı. Yutkundu. Öfke duydu açlığa.

Uyuyan bu serseri, sefil sürüye. Artık uyanmalı ve basmalıydılar. Dışarı çıktı, kutup altı ormanındaki gibi bir kar fırtınası vardı dışarıda, az önce çelik kanatlarını geren muhteşem azmi rüzgarı ve karı yer yemez sineğe dönüştü bir anda, tüyleri uçuşuyordu, gözlerini zor açıyordu, ayakta zor duruyordu. Ne var ki açlık duygusu kat edilmesi yani yarılması zor görünen bu fırtınadan daha güçlü biçimde kükredi derinliklerinde, ve en azından ilerleme gücü buluyordu kendinde. Ne güzeldi hava, evet, tam zamanıydı, köye inmenin tam zamanıydı. Kurt asıl avını böyle havalarda pusuya düşürür ve elde eder. Kurt puslu havayı sever, kurt en kötü havada büyük şans elde eder. Hava güzel olsa, sakin olsa kurt nasıl saklanıp avına yaklaşsın, kurt avlanmak için önce hayalet olmayı becermelidir ve kart fırtınasına gömülerek hayalet olmayı başarır, işte tam zamanı, köye inmenin bundan daha güzel zamanı olamazdı. Köylüler bu pis havada uyurdu, köpekleri de uyurdu. Kar fırtınası soluğu emip yutan kuvvetteydi. Bazen kurdu nefessiz bırakıyordu, ki kurt böyle havaları bilirdi; ama köpekler kulübelerinde olurdu, onlar zora gelemezdi, onları atlatmanın güzel fırsatını sunuyordu kar fırtınası.

Bu havada, bu zorlu şartlarda köyün merkezine bile hayalet gibi inip amaçlarını gerçekleştirebilirlerdi. Hatta kendilerini göstere göstere bile, kar muhteşem bir kamuflaj sağlardı.

Midesi kaşınıyordu, dişleri kaşınıyordu, inim inim hissedilen açlık yakıp kavuruyordu varlığını. Aslında köye inmek en kötü seçenekti, aslında köye inmek seçenek dışıydı; ama bu havada başka bir şansları yoktu, doğada bütün hayvanlar saklanmıştı. Ama köyde ahır çoktu, köpek çoktu, eğer bir ahıra girebilirlerse girerlerdi; olmadı köpekleri yakalayıp yerlerdi. Doğada bir av yakalama imkanı olsaydı köye inmeyi asla göze almazdı; çünkü köylülerin neye sahip olduğunu çok iyi biliyordu. Artık tek saniye kaybetmemesiydi, mağaraya girdi, homurdandı, kurtlar komutu almıştı. Derin bir saygı ve eşliğinde öfkeyle uyanıyorlardı tek tek, ve bunun can sıkıcı ama açlıklarını gidecek bir şeye yol açacağını iyi biliyorlardı, o homurdanmanın anlamını çok iyi biliyorlardı. Uykudan kopmak zor olsa da dinlendikleri ve güç topladıkları için çabuk toparlıyorlardı kafalarını.

“Acilen gidiyoruz ve bu açlık sorunun yok ediyoruz.”

En zor, en belalı, en batak günlere alışkındı bu kurtlar. Sürekli zorla ve açlıkla imtihan edilen bu kurtlar dişleriyle, tırnaklarıyla, keskin ve parlak gözleriyle pes etmeyerek, direnerek ve sürekli mücadele ederek gelmişlerdi bu günlere. Aç kaldıkça, merhametsiz günler yaşadıkça, başları belada oldukça uzmanlaşmışlar, duyuları keskinleşmişti. Sürüde öfke ve isyan homurtuları vardı, kendi aralarında:

 

“Bu geri zekalı ne? Ne tatlı uyuyorduk.”

“Kar fırtınasında yine bizi sürüklüyor bir yere, yine başarısız olacağız, yine aç kalacağız.”

Biri ise şöyle homurdandı: “Bıktım bunun liderliğinden, başaramıyorsan kenara çekil. Yol aç yenilere. Eskidi. Yaşlandı ve sağlıklı düşünemiyor, yeni yöntemler geliştiremiyor, bunun iktidarını devirmeksek hepimiz geberip gideceğiz.”

Öteki şöyle dedi: “İsyan yok, liderimiz bizim için en iyisini bilir. Anca beraber kanca beraber. Böyle güçlü bir lidere isyan edilmez. Yoksa hepimiz doğada en kısa sürede geberip gideriz. Biz ne biliriz ki; hepimiz cahiliz. Lidersiz hiçiz.

Anarşist ruhlu olan kurt şöyle homurdandı:

“Sizler köle ruhlulardansınız. Kendinize güveniniz yok.”

“Peki sen; sürüde en tembel ve faydasız olan sensin. Anca laf ediyorsun. Pusuda en arkalardasın. İşe yarar bir halde hiç göremiyorum seni.”

“Ayağımda bir sakatlık var da. İncindi.”

 

İkisi kendi aralarında fısıldaştı:

Liderin yalakaları ve liderin düşmanları, devrim hayalleri görenler, bunlar sonunda birbirini boğazına çökecek, en uygun anda sürüden bir dişi kaçırıp firar etmek. Bir dişiyi ikna edemiyorsak canımızı kurtaralım. Nasıl olsa kendimize bir sürü buluruz, olmazsa kendi sürümüzü kurarız. Bunların işi bitik. Güç delisi bir lider ve peşindeler, hepsi heba olacak, açlıktan mahvolduk be. Dostlarımı yiyecek olarak görmeye başladım. Kaçıp gidelim.”

Ben de bıktım dostlarımı yemeyi hayal etmekten. Ama kaçmak için sıkıntılı. Onları seviyorum. Çok şey paylaştık. Zifiri karanlık gecelerde sırt sırta yattık, birbirimizi ısıttık.”

“Saflık yapma, bana vicdan yapma. Ahmak. Bencil ol.

Saflık yaparsan onları gibi açlıktan öleceksin!”

“Safım öyle mi; bolluk zamanında tıka basa et yedik, zor günde onları terk mi edeceğiz; bu hainlik değil mi erdemsizlik?”

“Gelecek sene zaten sürüden atacak bizi lider.”

“O zaman yasal olarak atacak; atma hakkı var. Yetişkin olacağız çünkü.”

“Boş versene dostum. Liderin avukatı gibi konuşup duruyorsun. Bütün kemiklerim sızlıyor, haydin avlanmaya diyor. Lider delinin teki. Bu diktatör kendini yakıyor ve hepinizi yakacak. Fırsatını bulduğumuzda terk edelim bunları. İşler

Kızışacak, işler çok kötüye gidecek, iyi olur; ama o zaman gelmeden canımızı kurtaralım derim.”

“Pis bir korkak gibi konuşup gözümden düşüyorsun kardeşim.

İlgisi yok. Liderin çevresinde bir halka örmüşler, yaklaşmamıza izin vermiyorlar, liderin bizi duyduğu yok ki.”

“Tamam kaçıp gidelim senle, nereye?”

“Neresi olursa?”

“Avlanmayı bilmiyoruz ki henüz.”

“Bir şeyler buluruz.”

“Bence başımızın çaresine bakamayız.”

“Bak dostum lider kurdun planı nedir; biliyorum; yani sezdim bunu. Bizi köye götürüyor, insanlar yaşar köyde ve onlar köpeklerden hiç hoşlanmaz. Köpekleri de kurtları boğar. İnsanlar kurtları öldürür. Korkunç bir son bekliyor bizi.”

“E mecbur kaldıysak lider öyle bir seçim yapar, karnımızı doyurmak zorundayız.”

 

Liderin arkasında kenetlenen kurtlar vardı, onlar liderin yardımcılarıydı. Lider siyah kurt onlara güvenirdi; ama bir yere kadar. Çünkü bir zaafa kapılıp hata yapabileceklerini düşünürdü. Onlarsız da bir anlamı yoktu sürünün, onlar can yoldaşıydı. Sürünün en önemli askerleriydi. Lider siyah kurt sürüden bütün kurtların başının içinden geçenleri çok iyi bilirdi. Besledikleri niyetleri. Sürünün aleyhine düşünen kurtları bile sevip değer veriyor, onları bir an önce sürüden atmayı düşünmüyordu. Onlardan nefret etmiyordu hiç. Çünkü her birinin gücüne ihtiyacı vardı ve sürü bilinci kardeşliğe dayanırdı, bir büyük aile kavramıydı sürü, zayıfı koruyup kollamak, ona sahip çıkmak, onu yaşatmak; yani dayanışma. Ayrıksı ve isyankar seslerin olması doğaldı. Farklı düşüncelerin sürüde olması iyiydi. Lider siyah kurt buna inanıyordu. Ancak sürüde ciddi bir uyumsuzluk yapan ve sürünün güvenliğini tehlikeye atan varsa onu hiç acımadan atardı sürüden. Şimdiye kadar hiçbir kurtu sürüden atmamıştı, çok yaramazlık yapan ve sürü kurallarını ihlal eden kurtları bile atmamıştı; geçmiş yıllarda sürüden bir kurt ayrılmıştı, o da hastaydı, ölümcül derecede hasta olduğunu ve hastalığının bulaşıcı olduğunu anlayıp sürüden uzaklaşmıştı. Son kez onun yanına gidip onu koklayıp vedalaşmış: “İyi yolculuklar dostum. Sürüye kattığın iyiliklerden dolayı sana teşekkür ederim.”ve sürüsünün yanına gitmişti. Yaşlı kurt orada bir hafta yatmış ve sonunda ölmüştü.

Sürüde hamile olan kurtlar da sürüden uzaklaşıp gizli bir yerde yavruları büyütür ve yavrular ayaklandığında sürüye dönerler ve bütün sürü yavruları sevinçle karşılar.

Hasta kurt da hasta olduğunu fark eder, ölümcül derecede hasta olduğunu anlayan kurt sürüden ayrılır. Zaten ayak uyduramaz sürüye.

 

Lider siyah kurt sürüdeki muhalifleri severdi, onun kayıtsız şartsız seven kurtlardan daha çok severdi onları. Çünkü onlar eleştirip hata bulurdu. Eleştirel bakışı olmadan sevenler her durumda alkışlardı ve bu hiç hoşuna gitmezdi liderin. Muhaliflerin onu geliştirdiğini düşünürdü ve muhaliflerin içlerinden geldiği gibi homurdanmasına ve tepkiler göstermesine izin verirdi. Ama azıtırlarsa da diş gösterirdi onlara. Böylece sürüdeki uçlarda gezinmekten hoşlanan asileri hizada tutardı ve bütün kurtlar liderden çok

çekinirdi, ona duydukları saygıdan ve sevgiden. Onu çok sevdikleri için ondan korkarlardı ve aslında onun her zaman adil ve en güvenilir kurt olduğunu bilirlerdi. Ama gündelik sıkıntılar, kapışmalar ve olaylar ve dertler içinde kurtlar bireysel davranırdı. Lider kurt ise sürüyü yönetirdi. Lider siyah kurt kendini sürüdeki kurtların yerine koyardı; ama sürünün bir sakini bunu yapmazdı. Çünkü o lider sorumluluğunu hissetmezdi, ahmakça ve çıkarlarıyla hareket edebilirdi. Şımarıklıklar yapabilirdi aşırılıklar; ama liderin böyle bir hakkı yoktu. Sürü sakini basit duygulanım ve iç güdülerle hareket ederdi; ama liderleri kişisel hareket edemezdi, zevke, basit kurt halleri sergileyemezdi, sergilese liderlik ruhuna aykırı olurdu bu.

Lider siyah kurdun yaşı ilerlemiş olsa da gücünün zirve dönemindeydi. Pençelerinde en ufak bir kırık yoktu, dişlerinde bir kırık yoktu. Ama onlarca yara izleri vardı ve bir kurt için bu gurur kaynağından başka bir şey değildi. Bir kurt diğer bir kurda baktığında o izleri gördüğünde korkar; onun mücadeleci ve çok kavga kapışmak gördüğüne karar verir.

Lider siyah kurt onlarca kurtla tek başına savaşacak kadar cesaret doluydu, fiziksel gücü de vardı; ama ondan asıl büyük olan yürek gücüydü. Ve yüreğinin gücü kelebek gibi akar ve ona fiziksel güç kazandırırdı. Gücün ruhla da başlı başına ilgisi vardı ve zihin gücü de vardı işin içinde. Bir sürüye lider olmak, o sürüyü yıllarca yaşatmak, düzeni oturtup devam etmek zihin gücü de gerektiriyordu, bütün bu güçlerin bileşkesi siyah kurdun liderliğinin devamını sağlıyordu; ama yarınlar belirsizdi ve bu günler, bu gece en kötüsüydü, ya çok kötü bir şeyler olacaktı ya da çok iyi bir şeyler; arası yoktu.

Sürü yola koyulacaktı, omurgasını şişirip geriyordu bazısı, bazını sırtını ya da başka yerlerini yalıyordu, bazısı pirelerinden rahatsız olmuş delice kaşınıyordu, bazısı son kez esniyordu, bazısı karı kokuyordu, bazısı yemek yeme hayalleri görüyordu, bazısı birbiriyle şakalaşıyordu, bazısı hoplayıp sıçrıyor, kart fırtınasında bitip tükenmez gibi görünen ilerlemeye hazırlık yapıp ısınıyordu. Onlardan biri yerde et hayal ediyordu, karnı deşilmiş bir hayvan, çenesini kanlı ete gömdüğünü, dişleriyle eti kavrayıp çektiğini ve iri lokmaları yuttuğunu hayal ediyordu.

Kurtlardan biri caz yapıp duruyor, yanındakiler hırlıyor, ona buna sataşıyordu, sürüdeki yürekli ve gözünü budaktan sakınmayan bir kurt olduğu için hiçbiri ona ses çıkaramıyordu.

Kargaşa ve umutluğa sebep oluyordu, en kötü zamanda en iyi şey sürüyü motive etmektir ve o kurt sürünün moralini dibe vurduruyordu.

Lider siyah kurt onun çenesini kapatmadan sürünün başında ilerleyemeyeceğini anladı ve onun yanına ilerledi sakince. Çok yaklaştığında aniden sıçradı hırlayarak ve arıza çıkaran kurt cıyakladı, panikle öte yana kaçacaktı; ama siyah kurt onun üstüne atlayıp devirdi onu, yuvarlandılar, siyah kurt onun ensesine çöktü, soluğunu öfkeyle ensesine boşaltı. Şikayetçi kurt ültimatomu alıp korkuyla af dileyip yalvardı ciyaklayarak ve siyah kurt o an onun üstünden çekildi ve yerine, sürünün başına gitti koşarak. Üzgündü, kıyasıya üzgündü, hesapsızca kitapsızca üzgündü, üzüntüden içi yanıyordu. Çünkü o şikayetçi kurt aslında çok haklıydı. Kendini başarısız bir lider olarak görüyordu. Morali sıfır olmuştu. İlerliyordu; ama bitikti kafası. Aniden bir his canlandı içinde, alev alev yakan bir his bütün vücudunu dolanıyordu ona azim ve güç vere vere.

 

EN ÜSTÜN OLAN

 

Geçmiş yılları.

 

Tatlı ve soğuk yaz geceleri ormanda başka türlü olurdu. Yaz geceleri ormanda uyanmak hiçbir tarife sığmayan bir mutluluktu, gün doğmadan çok önce uyanırdı. Karnını doyurmak için dolanırdı ormanda. Mesela kör bir hayvan görse acırdı, dokunmazdı, kör bir hayvanı avlamak, yani canını almak ona onurlu ve yürekli bir davranış olarak gelmezdi; açlıktan kıvransa bile. Sakat ve hasta hayvanlara ilişmezdi. Ona göre en üstün olan güçlü ve eti bol bir avı ele geçirmekti, zor av ona göre en cazip avdı, mücadele edecek bir av, dişiyle tırnağıyla direnecek bir av; işte o av içinde büyük bir arzuyu ateşler, delice peşinden koşardı, çılgın ve gem vurulamaz o his peşinden giderdi, birçok geceler dolanırdı av peşinde, pes etmezdi, pes etmeyen, ele geçmekte çok dirençli av onu büyüler gibi peşinden koşardı ve sonunda onlardan birini yakalayınca en üstün olanı gerçekleştirdiğini, en asil, en güzel, en iyi olanı yaptığını hissederdi ve o eti yemek müthiş zevkliydi. Korkunç emek harcanılarak elde edilen etin tadı kat be kat güzel oluyordu.

 

Şimdi siyah lider kurt o en üstün olan hissi hissetti. Ayakları derman buldu, zihni pırıl pırıl parladı, ruhundan kutsal ışık parçaları azimle yayıldı varlığına.

 

Kış geceleri.

Katlanılması imkansız kış geceleri.

Yapayalnız olduğu kış geceleri.

Karanlığın  yağlı ve geçit vermez bir duvar gibi ormanda serildiği zamanlarda karnında tek lokma olmadan gezerdi gün doğmadan önce, saatler önce, koklardı etrafı, iz arardı, izlerin boşa çıkmasından üzüntü duymazdı; ama başta çok üzülürdü, kalbi sızlardı, açlıktan öleceğini düşünürdü; ama sonunda et bulacağını, bir gafil hayvanı avlayacağını düşünürdü, düşündükçe sevinirdi, ileri gitmesini sağlayan şey kafasında kurduğu sevinç sahneleriydi. Av hayal edişleri. Bıkıp usanmadan.

Kar taneleri gökyüzünden büyülüğü biçimde ağır ağır salınarak ve dönerek düşerdi ormana. Tatlı, yumuşak o beyaz sonsuz gibi duran gecelerde açlığın sarstığı minik siyah kurt korkmuş ve yapayalnız halde bir yere sığınır, nasıl yiyecek bulması gerektiğine dair kafa yorardı, avlanmayı hiç bilmediği zamanlardı. İşte o ölümcül zamanlarda hissetmişti hayatında ilk kez yapayalnız olmanın korkunçluğunu, açlığın da buna dev bir misliyle öncülük ettiğini, işte o zaman sürü içinde yaşamanın ne anlama geldiğini zerre zerre hissetmiş ve görkemli anlamını kavramıştı.  Ormanda karnını doyurmak için gezerken bir yavru kurt görmüş ve sevinçle atılmıştı, oyunlar oynayıp ondan karşılık bekliyordu, durup ona iyice sokuldu, bu yeni ölmüş bir kurt yavrusuydu; ama orada canlı gibi duruyordu, donmuştu, arka ayakları üstüne oturmuştu, bir sfenks gibiydi, bir heykel gibi duruyordu ve canlı bakışları vardı. Minik kurdun ödü patladı onun ölü olduğunu anlayınca, ağlamaya başladı, bir yoldaş bulduğuna ne çok sevinmişti ve yeniden yapayalnız olduğunu anlamak kahretmekten beterdi, ölmekten beterdi. Minik kurt sığınacak anne kucağı zamanında ormanda çekilmez ve baş edilmez bir yalnızlıkla üstelik açlıkla karşı karşıyaydı.

 

Siyah lider kurt eski manzaralardan birden çıktı, o zamanlardan sağ kurtulduysa eğer- ki imkansız görünüyordu, şimdi bu fel fecir açlıkla sükunetle ilerleyen sürüsünün de açlığını giderecekti. Eski manzaralar kendine olan güveni kat be kat perçinlemişti.

 

Kurt olmanın ilk ilkesi: Ne kadar aç olursan ol av arama mücadelesini yitirme. Kurtlar bu dirençlilik sebebiyle hayatta kalırdı. Onlar pes etmeyi bilmezdi ve lider siyah kurt bunu çok iyi öğrenmişti geçmiş tecrübeleriyle. İçgüdüsel dirençliliği tecrübeleri ışığıyla daha da bilenmiş keskinleşmiş ve üstüne sezgisel güçleri eklenmiş ve onu böylece parlak ve adeta yenilmez bir lider haline getirmişti.

Doğal olarak kurtlar umutsuzluk nedir bilmez. Ama açlık bazen bu sağlam mekanizmalarını söküp atacak kadar şiddetli olur.

Ancak yaşama ve ilerlemeye aşkın biçimde bağlı olanlar ve yaşama sebebi olanlar hayatta kalabilirlerdi ve elbette şanslı olanlar. Orman şanslı olmayan kurt ölüleriyle doluydu, açlıkla ölürdü çoğu.

 

Lider siyah kurt durdu ve havayı kokladı, şu amansız kar fırtınası içinde bir koku zerreciği yakalamayı ve buna göre hareket etmeyi ummuştu; ama hiçbir şeyin ipucunu vermiyordu hava, yiyecek bir lokma vaat etmiyordu, bir lokma yiyecek sırdı, sırlar alemini aşmak lazımdı önce, sabredip acele etmeden ilerlemek, gereksiz güç harcamamak! Ancak böyle bir sistemle bu açlık sona erdirilirdi, asla acele etmemek ve sırrı bir yerden tutup çekip alaşağı etmek ve umuyordu ki şansı da yaver gitsin.

 

 

 

BEŞİNCİ BÖLÜM

 

OSMAN

 

Osman, dişleri çok keskin ve parlak kar fırtınası içinde erdemli düşüncelerle ilerliyordu. Erdemli düşünceler en iyi ve güzel düşüncelerdir. İnsanı yenilmez yapar, insan kendini yenilmez hisseder. Bir an şöyle düşündü: Tam şu anda benim gibi bir yere ilerleyen başka canlılar da var mıdır; Yok dedi, benim gibi derdi olan canlı yoktur, hepsi huzur içinde mutlulukla uyuyorlardır. Durdu, çok acele ediyordu, soluğu kesiliyordu, içinde bir korku sinsi biçimde dolanıp duruyordu: El feneri sönerse? Yolunu kaybederse.

Durdu. Kar fırtınası soluk kesiyordu, o yüzden başını iyice öne eğerek ilerliyor, soluk alacak fırsat bulabiliyordu. Başıyla insan neler yapmaz; ama başın içinde iyi ve güzel fikirler varsa; ama hangi fikir olursa olsun başta yolda kafa kırmadan ilerleyemez insan ve o kafa kırmalar da insanın fikrinin alın teri gibi bir şey olur, emek harcamadan o fikir fikir olmaz; yani iyi bir fikir için, onu hayat geçirmek için harcanılacak zaman, verilen enerji, uygulanması için sarf edilecek bütün mücadeleler aslında fikirden daha önemlidir.

 

Güzel fikirler düşünceler dolu, keşfedilmeyi bekleyenler daha çok.

Her biri onlar için ölümüne mücadele edecek birilerini bekler.

Fikirler çürümez. Onlara sımsıkı ve bütün kalbiyle sarılacak tek bir adam, tek bir kadın, tek bir çocuk beklerler delice bir özlemle, yana yana, kavrula kavrula.

İşte o yüzyıllarca bekleme sabrı gösteren fikre sadık kalıp ona sahip çıkacak biri çıktı mı aşk başlar.

 

Osman gevşediğinde adım atması zorlaşıyor, hemen sonra kaygılar beliriyor, “bu işi hemen yoluna koymam gerek” diyor, ailem beni bekliyor diye düşünüyor, gece güzel sonlanacak diyor, diğer geceleri hayal ediyor, sıkıntılı ama mutlu geçecek günler hayal ediyor, kan akışında yenilmez bir direnç ve aşk düşüyor. Bu işi ve belalarını ve güçlükleriyle sonsuza dek sürdürmez azmi hissediyordu kalbinde.

Kar fırtınası can yakmaktan öteye gitmişti ve yüzünü kesiyordu adeta. Onu uçurmak istiyordu, ayaklarını yerden kesip çuval gibi savurmak bir tarafa. Osman’ın ayaklarını yerden kaydırmak için elinden geleni yapıyordu, gözüne bir şey çarptı bu sırada, çalıların dibinde bir şey vardı, ayağıyla ittirip baktı, tilki eşliydi bu, yeni ölmüşe benziyordu, ağzı aralık kalmıştı ve dişleri görünüyordu. Kaskatı kesilmişti. Sığınacak yer bulamıştı herhalde kar fırtınası yüzünden, aniden kar fırtınasına yakalanış olmalı, zavallıcık, yuvasını ararken kaybolmuştu ve çalılığa sığınmıştı,

Donmak pis bir ölümdü, bir başladı mı ondan kurtulmak imkansızdı, Osman tilkinin yerine kendini koydu bir an, korktu,

Kayıp gitmek yaşamdan, ailesinden uzak olmak korkunç olandı, donarak ölmek değil. Bu tilkinin postu iyi para ederdi, kimi avcılar bir keresinde 200 kadarını öldürmüştü, gözleriyle görmüştü, ama üç avcıyı da jandarma yakalamıştı. Osman o sırada tarlaya gidiyordu Osman’dan, tilki leşleri dizi dizi serilmişti çimene. Kimisi yavruydu. Elinden el fenerini düşürdü, bu sırada arkasında bir ses duydu, bir şey, bir hayvan yaklaşıyordu sanki, çatırtı gelmişti, el fenerini karın içinden alıp hemen arkasına baktı, bir şey göremedi, arkadan bir şey saldırsa olsa olsa kurt olurdu, buralarda kurttan başka tehlikeli bir canlı olmazdı. Arkadan saldırmak da can sıkıcı, yapacak bir şeyi kalmıyor gibi gözüküyor insanın. Kurt bazen göstere göstere gelir; ama çoğunlukla hayalet gibi yaklaşır. Hayalinde bir sahne canlandı, arkadan kurdun biri atlar sırtına; amaç onu yer devirmek, sağdan, soldan ve önden gelir ötekiler ve arkada bir tane daha vardır, ve giderek çemberi daralmak isterler, bunlar avanak değil, sistemlidir, beklerler, durup beklerler saatlerce, hatta günlerce, avın zayıf düşmesini beklerler gerekirse, onu öldürmeye kilitlenmiştir zihinleri ve bütün eylemlerini buna göre yaparlar; bir saldırı yaparlar, geri çekilirler, birden hücum ederler gerekirse, işi bitirirler, acele de etmezler, zarar görebileceklerini bilip dikkatli hareket ederler, gırtlak en sevdikleri yerdir,

 

EN ÜSTÜN OLAN

 

En üstün olan uçsuz bucaksız bir çölde sır olarak duran vahanın çığlığı gibiydi.

En üstün olan dağın zirvesinden havalanan kartalın vadiye yayılan çığlığı gibiydi.

En üstün olan damarlarında, kan akışında yüzyılların merhametinin barındıran kelebekler gibiydi.

Ne kadar şeffaf ve merhametliysen o kadar güzel ve iyisin

Sadece bunun için yarışmalı insanlık.

 

Canım tamam, onu çembere alabiliyorsalar alsınlar, tüfeği vardı, bu tüfek bir kere patladı mı kulakta öyle yankı yapar ki; kurtlar kaçar. En üstün olan duygusu canlanmıştı, hiçbir zaman buralarda derin ve ölümcül bir tehlike atlatmamıştı, kolunu ya da bir tarafını koparacak fiziksel bir sıkıntıyla yüz yüze gelmemişti, bu yaşa gelmişti, bir şekilde korunmuştu, şansı yaver gitmişti de diyebilirdi, kurtların sesini duymuştu, ama onlarla hiç karşılaşmamıştı, bundan sonra da karşılaşmazdı, büyük bir belayla hiç kapışmamıştı, gaddar ve Allah tanımaz hiçbir bela ona kollarını uzatıp şeytani biçimde gülümsememişti. Olmamıştı hiç. Olacağı yoktu. Çünkü Osman kötü biri değildi ve değilim derdi, o belalar onlara layık insanlara musallat olurdu, erdemsiz ve çıkarcı ve aşağılık insanlara. Olmuşsa geçim sıkıntısı baş belası olmuştu, onu da her seferinde bir şekilde idare edip alt etmişti ve gurbette geçen yıllar sonunda baldırı çıplak bir kuru tarla elde edebilmişti, evi ve evin içinde bulunduğu arazisi. Küçücük, sevimli yuvası işte. Onursuz bereketsiz hain tarla ne sinir bozucuydu, taşlarla doluydu. Onu adam etmek isterken adeta canı çıkmıştı. Tarlaya sinir oldukça ona şöyle derdi kan ter içinde: hayatımın talihsizliği.

Gülümserdi. Taşları el arabasına yığardı.

Ana derdi ona sonra, bana kızmıyorsun değil mi; bütün niyetim güzel günler yaşatmak sana,

Sonra gübre taşımak belasıyla uğraşırdı, ahırların arkasında kürekle traktör römorkuna sığırların bokunu atmak, kan ter içinde kala kala.

 

Kar fırtınası içindeki Osman ellerinin acısını duydu, ellerinde eldiven vardı ama soğuktan uyuşan elleri acı hissediyordu, bıçakla kesilir gibi. Ama Osman acıya dayanıklıydı, nasıl ki o tarlayı adam ederken acıyla sevgili olmuştu, şimdi bu kar fırtınasıyla da aynı şeyi yapacaktı; bazen sevgili, bazen baş düşmanı, bazen kardeşi, bazen yoldaşı, bazen bilge olacaktı kar fırtınası. Bu yol başka türlü nasıl biter, bazen dibe vuracaktı, bazen yükselecekti, bazen tepe taklak olacaktı yerde, başka türlü nasıl biter hayat denen maraton, her şeyin düz ve net oluşu herhalde öteki dünyada olurdu. Tatlı duygular; mesela karısını öperken, ona sarılırken, gözlerinden yayılan ceylan sürüsü ışığı yudum yudum hissetmek, teninde hissetmek, arkasını dönüp uzaklaşırken hissetmek, o ışık ceylanlarını gölge gibi hissetmek, terli yüzünü mendille silerken tarlada onun kokusunu mendile hissetmek, ne muhteşem bir histir. Onu öperken teninin o ilginç ve saf kokusu, bir çiçeğinki gibi ama hiçbir çiçek kokusunun onunla yarışamayacağı kadar sarsan bir büyüleyici koku. Çocuklarını örtü gibi saran.

 

Tarlada güneşin kavurucu sıcaklığında mahvolup iş yaparken ceylanlar sürüsü gelirdi karısının bir sözünü hatırlayınca, tarla ne kadar zor, hain, zorba

ve uzlaşı tanımaz gelirdi gözüne, karısından üstünde kalan enerji yumuşatırdı kalbini, ruhundaki isyanı.

“Beş kuruş etmezsin tarla, bendeki bu aşk olmasa.

Kusura bakma böyle dediğim için.” Abarttım sanma. Anamı ağlatıyorsun çünkü.”

Yüzünden şıpır şıpır ter damlıyor, karnı aç, içi yanıyor, bir bardak çay için mahvoluyor, yok iş bitsin, çayı içer, saatler geçer iş bitmez, güneş tepede çakıl sanki, bizzat Osman’ı yakıp kavurmak için görevlendirilmiş bir katil sanki. İşkenceci. O da tarlanın gaddar işbirlikçisi.

Oturur Osman, güler, ağlayacak gibidir. İki arada bir yerde. Dinden imandan çıkacak gibidir.

“Bu tarlanın içine edeyim. Tarlanın suçu yok, kafama edeyim. Ben niye gidip devlet memuru olmaya çalışmayıp bahtsız tarlaya kölelik ediyorum ki. Bende akıl olsa çoktan toz olup giderdim buralardan. Niye okumadım ki. Okusam çoktan devlet memuru olmuştum. Para mı vardı da okumadın. İnek. Bazı sevmek öldürmekten beter eder insanı, hiç eder bazı bağlılık. Keşke sevmeseydim toprağı. Ama sevmeden de olmaz ki. Taş var bağrında nehirler taşır, kırmazsan sabretmezsen emek vermesen bulamazsın ki o nehri. Köle olmazsan bulamazsın ki zifiri karanlıkların ardındaki aydınlıkları. Lüp diye ağzına düşmez oğlum.”

 

Karısını hatırlar. Çocuklarını hatırlar. Tarlayı bir anda ekinlerle dolu olduğunu görür, çıplak zarif beyaz kızlar gibi. Yüreği kamaşır.  Kıpır kıpır sararmaya yüz tutmuş başaklar. Osman bunu büyültür ve iyice canlandırır hayalinde, ekinlerin üstüne rüzgar değer kelebek gibi, bir saf hışıltı olur,

Gelincikler olur içinde, gelincikler güzel görünür ama haindirler, rekolteyi düşürürler, zararlıdırlar ve çiftçiler hiç sevmez onları.

 

Kar fırtınası içinde perişan olursun.

Hatıraları yeniden dekore etmek,

acıları,

kayıplarını ya da kazandığın şeyleri.

İlerleme gücü ve azmi elde etmek için kalbin otomatik olarak yapmaya başlar bunu; bazen donar.

Beynini zorlamalısın.

Fiziksel gücün alev alev yenilirken.

Osman bunu deniyordu.

Geberiyordu üşümekten.

Tarla ne oldu sonra?

Yüzü meymenetsiz bir kocakarıydı, şeytani bir bakışı vardı simsiyah dişleri. Osman’ı yatağa davet ederdi.

Pis tarla.

Montofon tarla. (montofon: inek cinsi)

 

 

Baldırı çıplak; adeta lanetli tarla bir prensese dönmüştü emek verile verile.

Teninde bebek soluğu gibi tertemiz çiçekler.

Aydan bir ruh düşürüyordu Osman’ın göz bebeklerine.

Tarla canının içi oldu.

Hayatının merkezi oydu.

 

Kar fırtınasının ucu bucağı yok gibi görünüyordu. En küçük mola ve aralık vermiyordu:

 

“Ne olursan ol gücümle seni dize getireceğim, sana diz çöktüreceğim, burada tek Tanrı var, o benim. Kalbinde yaşattıkların değil. Benim yüce olan. Seni acı çektire çektire ufalayıp kar yığını altına gömeceğim ve kimsecikler cesedine bile ulaşamayacak.” Diyordu adeta.

 

Öte yandan kararlı bir yürek bir boğayı yere serer, serebilir. İnançlı bir kafa onlarca kar fırtınasının elini kolunu bağlayabilir.

 

Osman’ın sezgilerinle yanan bir ışık belli belirsiz şunu fısıldıyordu:

 

“Bebeksi olarak ilerlemeyi denerim, bana ne yaparsan yap.

Ya çekil git başımdan.

İçimde en üstün olan harekete geçti bir kere.

Bana ne yaparsan yap pes etmeyeceğim!

Beni yıldırmak için istediğin numarayı sergile aslanım.

Ben kazandıklarımı, ben o aileyi yolda ya da çöp kutusunda bulmadım.

Ben dirençliyim!

Sen en iyisi yorma kendini.

Babanı ya da ananı yolla.

Onlara yanlış yerlerde esip durduğunu anlatırım, onlar seni ikna eder beni yenemeyeceğini.

Olmadı; cehennemden atalarını alıp gel saldır üstüme.

En üstün olanım.

O bende bir kere harekete geçti.

Benim soluğum Tanrı’nın soluğu.

 

Osman’ın işi gücü, bütün derdi ailesini geçindirmek, bunu yaparken onları mutlu etmek; onların yüzünde ışıktan atların dalaştığını ve hayata doğru yolculuk yaptığını ve evrenlerde dolaştığını görmek ya da hissetmek.

Geçindirmek parayla ilgiliydi; para karnı doyururdu, mutlu etmek için bambaşka şeyler gerekirdi, huzur vermek, severek boğmamak, araya mesafe duymak, saygı duymak, bir kalıba sokmamak, sonsuz esnek olmak, öğretmek, yardım etmek, onlara özgürlüğü, birey olduklarını, sonsuz özgür olduklarını hissettirmek.

Onlara güven vermek.

Ama sonsuz bir güven.

Bir haftalık değil. Bir yıllık değil.

30 senelik değil.

Sonsuz güven.

Kadını: “Ben Osman’ın ciğerini söksem bile beni sever, sayar, hiçbir hainlik yapmaz” türde bir güven.

“Osman geberir; ama bizi satmaz, harcamaz.

Osman sonsuz kereler ölmeye razıdır bizim için. Osman’a ne yaparsam yapayı atmaz beni, ama severek de boğmaz. Osman benim için kendini aşmış birisi. Bitkisel hayatta bir kurbağa bile olsam Osman sonsuza dek yatağa çakılı kalsam altımdan alır mı Osman.

Alır Osman sonsuza dek sever.

Bir kere sevdi Osman.

Saf Osman.

Temiz kalpli.

Osman’ın ilerlediği yolda bir karanlık varsa kibarca yoldan çekilir, eğri bir taş, bir diken. Bir çukur varsa yörüngesini değiştirir. Osman’ın kendine inancı bu ayarda.

 

Hak etmedim canım bunu düşünür başına ters gelse bile sıradan insan, Osman, bundan da bir iyilik vardır bana, sabretmeliyim.

 

Osman’ın kişisel duyguları?: Hani adama bir bardak çay verirsin, seni esir alır, hayatının çok değerli şeylerini sana anlatır durur, doymaz.

İnsanlığı yerinden oynatmayacak şeyler anlatır, insanlığı zıplatmayacak ve ileri götürmeyecek şeyler, insanlığı dönüştürmeyecek şeyler.

Osman girmez böyle kişisel muhabbetlere.

 

Kişisel duygular, ben merkezci duygular, dünyayı ben yarattım sanmalar, herkeste vardır bu, an gelir kapılır gidesin öyle duygulara. An gelir aklın başına gelir. Ben neyim ki, zerreyim şu dünyada.

 

Osman, yüzünde meymenet olmayan, kara, sert, verimsiz tarladan taş topluyordu. Gece yağmur yağmıştı, sabahın erken saatleriydi ve hava serindi, öğleye doğru katil sıcaklar başlardı; keyifli keyifli çalışıyor, arada ıslık çalıyor, şarkı söylüyor, hayaller kuruyordu, el arabası taşla dolmuştu ve el arabasını tarlanı dışındaki yere boşaltması lazımdı, tarlanın kenarındaki patikandan ilerlerken ilerde bir kurbağa gördü, o geçsin diye yavaşladı, kurbağa yeşil ışık yandı, geçebilirsin.

Osman ilerledi, kurbağayı öteki tarafta göremeyince bakındı, Allah’ım yoksa onu ezdim mi?!” diye sesli sordu, panik içindeydi, eğilip el arabasının altına baktı, zavallı kurbağa ters dönmüş, hızlı hızlı nefes alıp veriyordu, can çekişiyordu. Osman’ın içi yandı, kavruldu. “Acayip üzüldü, öldürdüm onu, zavallının boş yere hayatını çaldım.

 

 

Taşla ittirip aldı onu oradan, yok, can çekişmiyordu, acayip sevindi, başının kenarını ezmişti, yara da öyle büyük değildi. İçi ferahladı, ama nasıl sevindi nasıl, dünya onundu. Bu masum, zavallı iri kurbağa ölümü hak etmezdi ki.

Kurbağa ona ters ters bakıyordu.

“Yaklaşma bana ucube” der gibi kötü bakıyordu.

 

Bir şeye üzülürsün, ben ne yapabilirim dersin, ucu sana dokunmamıştır, için yanar, ve senden büyük, çok büyük ilahi gücü hissedersin, başın parçalanmış gibi aciz hissedersin, birilerine, dünyaya ancak merhametle, birilerine iyilikle yaklaşırsan başarı şansı elde edebileceğine inanırsın. İşte o zaman kendini aşmışsın demektir. De; herkes o evreye gelemiyor.

Kurbağaları yiyorlar şehrin birinde, dünyada.

Şehrin birinde kirpi yiyen ve zehirlenenler oldu.

İnsanlara yapılan muameleler, adaletsizlik ve haksızlıklar bir yana hayvanlara yapılan zulüm ve işkenceler.

 

Karşıda bir kurbağa vardı, yaralı kurbağa onun yanına gitti ve üstüne bindi. Çiftleşme pozisyonunda kaldılar. Kurbağalar uzaklaşmaya başladı.

 

Osman boş kişisel duygulara sapmazdı, vakit yoktu bunlara. Oğlu çok istedi diye bir ikinci el televizyon almıştı eve, arada bakardı, haberlere ve belgesellere.

 

Televizyon çok geçmeden bozulmuştu, ya onu yaptıracak ya da yenisini alacaktı, oğlu çizgi film seviyordu, kendisi ise haberleri ve belselleri seyrederdi. Gurbette, çalıştığı inşaattan getirmişti televizyonu, sık sık bozulduğu için yenisini almışlar, eskisini de Osman almıştı.

 

Osman kar fırtınası içinde güçlükle ilerliyordu, uğultu vardı, setti kar fırtınası; ama uğultusu da sinir bozucuydu, tokat ve yumruklarını saydırıp duruyordu. Bu havaya can mı dayanır, ama zorlu şeyleri severdi Osman. Bedeninde duyduğu acılar, herhangi bir acı. Onunla baş etmeyi severdi. Bunlar fiziksel arınmayı ve ruhsal uyanışı getirirdi. De; insan yaşlı bir moruk gibi böyle bilgece düşünemez. Mesele bu. Kolay gün görmemişti hiç:

Gurbette inşaatta çalıştığı günler, harç yaparken kireçten ayakları yanmıştı ve yara olmuştu. Çok katlı apartmanlar vardı şantiyede. Duvarlar örülüyordu. Katların birinde kalıyordu diğer işçilerle. Yaşı 60’a gelen bir adam vardı, kanser hastasıydı, emekli olabilmesi için çalışması gerekiyordu, sigortayı doldurabilmek için çalışması şarttı.

 

Genç işçiler kafasına göre takılıyordu, Osman burada tek odada diğerleriyle fareler gibi yaşıyordu. Kalfa (işçileri yöneten kişi) gelip her gün daha çok iş bitirilsin diye baskı yapıyor, bağırıp çağırıyordu. Patronları dini imanı yoktu, onlar böyle istiyordu ve böyle olması gerekliydi. Her gün sabahın köründen akşama dek köleler gibi çalış çalış çalış. Tabi her işçi bu çalışma maratonunu alışıktı ve eşekten beter çalışıyorlardı, yedikleri yemekler iyi değildi. Aldıkları paralar azdı, genelde birkaç maaş içerde kalıyorlardı. Haklarını aramak isteseler kapı dışarı ediliyorlardı. İnşaat sektörü krizde, iş bulduğunuza sevinin. Paranızı alacaksınız, patron para alamadı; alınca paranızı ödeyecek.”

Hepsi küçük sivrisinekler gibiydi patronların elinde.

Hepsi birer fareydi kedilerin emrinde ölümüne çalışan, sonra o kanser hastası bir gece geç geldi inşaata, dışarıda birkaç bira içmişti sahilde. Çok üzgündü, ailesine para yollayamamıştı. Koğuşa çıkarken inşaattan düşüp öldü. Mesai saatinin dışındaydı, içkiliydi, intihar etti” dediler. İçerdeki parası bir yakınına verildi, tazminat ödemediler. Bu gibi durumları kim denetliyordu? Kimse onları umursamıyordu elbette. Şehirlerde göt göte yakın açılan büyük marketleri de kimse denetlemediği gibi. Vebalı papatyalar gibi her yerdeydiler. Neler olup bittiğinin farkındaydı Osman, ses çıkarmıyordu, ses çıkaran işten atılırdı. Sessiz kalan diğer fareler gibiydi. Aslında bekar olsa, sorumlu olduğu kimseler olmasa çok adamı döverdi hastanelik ederdi ya, o başka.

O işçilerden her biri burada güzel ve iyi hissetmenin bir yolunu icat etmişti, bazısı bira içer, bazısı kağıt oynar, bazısı eski ya da yeni çıkan gazeteleri okur, bazısı aşk şiirleri yazar, (ben seni seviyordum neden makarna yaptın, çok zoruma gitti) türünden şiirler yazar, bazısı hayat kadıyla vakit geçirir gelir inşaata, bazısı radyoda ölü şarkılar dinler, bazısı maç seyreder, koğuştaki televizyonda çekirdek yiyerek, çay içerek. Herkes bir umut geliştirmiş ve ona sımsıkı sarılmıştı.

Evet, herkes ayak uydurmuştu bu koğuşa, şehre, peki Osman, gurbete çıktığı ilk günkü gibi hissederdi.

İçinde bir şey kanayıp kayanıp dururdu ve orayı kurutacak hiçbir şey bulamıyordu. Akşam olur, sonra başka akşam.

Dindar olan işçi dine sarılır. Ötekiler başka şeylere sarılır, herkes sarılacak bir şey bulur, Osman da köyünü, evini düşünür, orada her şey güzeldir,  evin önünde oturduğu masa sandalye, çeşmeden damlayan su bile. Osman ferahlar.

Her ne halt olursa olsun “şükür” deyip atlatıyor bazıları, çıkıyorlar işin içinden, Osman bunu yapamıyor. Keşke yapabilseydi. Kimseyle takılmazdı. Herkesle gerektiği kadar konuşurdu. Osman bir isyan dalgası başlatsa herkes müridi olacak kadar saygı duyardı ve severlerdi onu. Ciddiydi, duvara asılı bir keskin kılıç gibi, sessiz bir ağırlıktı, kimse onun tersine gitmezdi, kimse ona kafa tutmazdı, kavga edenleri ayırır, birinde bıçak varsa bile korkmaz, araya girerdi, yemek bulaşık suyu olsa eleştirmiyor, yemekte kurt görse alıp kenara atıyor, yanlışlıkla düştü diyor karşısındakine, hep karşı taraf kırılmasın diye hareket edip hayat veriyor, üzülenin yanında, sevinenle uğraşmıyor, dertli olanı diliyor, millet eğlencedeyken Osman yalnız kalanla baş başa kalmayı seçiyor.

Diğerleriyle gezmeye çıkmıştı Pazar günü. Bir parka gitmişler, parka kurulu kafede simit yemişler çay içmişlerdi. Ağaç yoktu burada. Her yerde araba vardı, her yer apartman doluydu, her yer insan kaynıyordu, memleketinde evinin orada bir yerde dursa uçsuz bucaksız tarlalar görürdü, bir derinlik vardı, sonsuzluk; ama burada beton bir hücrede hissetmişti kendini.

Korno sesleri, sürekli yanıp sönen ışıklar, vitrinler, göz boş yere göz yorulur, göz ve kafa karıştıran şeylerle.

Burada bir bombardıman vardı insanın özünü tek salise kaçırmadan silikleştiren ve hata o özü tabuta yollayan. Burada insan mekanikti, robottu, yaşayan ölüden farksızdı, gereksiz bir sürü şeyler ilgileniyorlardı, gereksiz saçma sapan şeylerin bombardımanı altında kalplerinde sağlam hiçbir şey kalmıyordu,

bir kuş, bir kedi gördü acayip sevindi, bir sokak köpeği gördü kucaklayıp sımsıkı sarılmak istedi, bir karga gördü tapası geldi, bir kumru geldi içinden ağladı. Diğerleri şaka yapar durur,

Şaka olmazsa işin ve hayatın acısını hissederler, kafa dağıtmayı iyi bilirler.

Osman yerdeki otlara büyülenmiş gibi bakardı. Doğada otların sessizliğini duyup hissederdi.

Doğada bulunmak zaferlerin en önemlisiydi. Şehir ise intihar etmekti yavaş yavaş.

 

Osman düşüncelerden sıyrıldı, sırtı çantasının kenarında rulo halinde asılı duran battaniyeyi çıkardı ve başına sardı.

Günlerce yürümesi gerekse bile yürürdü.

 

 

ALTINCI BÖLÜM

 

AÇ KURT SÜRÜSÜ

 

Aç kurt sürüsü kar fırtınasını yara yara ilerliyordu, ip gibi sıralı biçimde ilerliyorlardı, bu diziliş rastgele değildi, güçsüzler ve gençler sürünün orasındaydı, onlar güven merkezine alınmıştı. Bir düşman saldırırsa sağlamdaydı zayıflar.

Siyah lider, kırmızı gözlerini açıp kapadı ve durdu, arkasına baktı kararlı biçimde, bir şey göremiyordu; ama kokularını alıyordu sürüsünün, bu gücünü tazeledi. Arkasında ona sadık bir sürünün olması gurur vericiydi. Ama aç olduklarını düşününce aciz hissetti kendini. Lideri mahveder sürüsünü perişan ve mutsuz görmek. Kafasında av, et hayalleri (et hayaletleri) dolanmaya başladı. Bütün yüreğiyle heyecanlandı. Etten haber yoktu; ama o her an ete, bir avın etine ulaşabilecek gibiydi. Günlerdir açtılar, düzgün bir yemek yememişlerdi, bir haftadır ufak tefek leşlerden birer lokma almışlardı, bu yemek yemek sayılmazdı, düzgün bir yemek: Bolca kırmızı et demekti. Bütün ağzı, dişleri doldurabilen. Tat alırken tatmin olmak, o tatmin olmak duygusu büyüleyicidir, kurt müthiş sevinir, acayip mutlu olur, çok aç bir kurtun ete kavuşması mutluluğunun zirve yapmasıdır.

Lider siyah kurdun ağzı sulandı. Şu kar fırtınasında ilerlemek ölmekten beter bir sıkıntıydı; ama et bulacak ve bunun acısını çıkaracaktı, sürüsüyle beraber. Keskin ve arzulu dişlerinde tatlı ve çılgın bir sızı dolanıyordu.

Belli bir tempoda ilerliyordu, ne çok hızlı ne çok yavaş. Sürü yeni yola çıkmıştı çünkü, yani vahşi arazide ilerliyorlardı.

Kar fırtınası fazlasına izin vermiyordu ve kurtların da acelesi yoktu. Sistemli belli bir ritim iyi düşünmek ve sezgileri yoklamak gibi şeylere de yol açıyordu. Mesele şuydu: Fırtınanın tersine gitmemek, hele hele ona asla kafa tutmamak, ona büyüklenmemek. Ona saygı duymak, ona bütün yüreğinle saygı duyup hürmet etmek, ona, gücüne, bütün yaptıklarına boyun eğmek, diğer deyişle razı gelmek ve ona bu biçimde ayak uydurmak. Sürü yola yeni başlamıştı, yola iyice ısındıklarında, ayak kasları iyice alıştığında zora; lider tempoyu arttıracaktı.

Uzun bir süre geçmişti, lider siyah kurt arkadan gelen nefes alıp vermelerini duyuyordu sürüsünün, düşüncelerden düşüncelere savrulmuştu. Bir an

yanlış yöne ilerlediğini düşündü; ama aldığı koku çok tanıdıktı, buradan yıllardır geçmiyordu; ama buranın kokusunu çok iyi kaydetmişti burnuna.

Köyün yeri konusunda kafası karıştı bir an, yıllar önceydi. İki erkek kurtla yoldaş olmuştu, avare gezip tozuyorlardı, nerde akşam orada sabah ediyorlardı. Hepsi de çok gençti ve ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Ama içlerinde en hayat vaat eden ve aklı başında olan siyah kurttu. Diğerleri daha çok serseri biçimde takılmak, doğada eğlenip oyun oynamak, yeni keşifler yapıp onlarla oyalanıp eğlenmek peşindeydiler. Gezginliği seviyorlardı, dişi bir kurt elde edip ilişkiye girmek istiyorlardı hemen. Disiplinden nefret ediyorlardı. Dikkatli değillerdi. Siyah kurt bu iki toy kurdun başına neler getireceğini bilse asla yanaşmazdı onlara. O kurtlar an’ı yaşa psikolojisi içindeydiler. “Yaşadığın her andan zevk almalısın,” ilkesine göre hareket ediyorlardı. Bu ilke onların doğal haliydi. Yani çalışıp tecrübe edip öğrenmemişlerdi bunu. Açlık baş gösterince gerçeği fark etmişler, ölüm kalım savaşları başlamıştı, işte bu esnada siyah kurtla yolları keşişmiş, birlik olmaya ve beraber takılmaya karar vermişlerdi. Bu iki kurt sürüden atılmıştı ergen olup sürüde sıkıntı yaratmaya başlayınca. Siyah kurtun hikayesi ise başkaydı. Ailesi avcılar tarafında imha edilmişti. Toy kurtlar yabancı bir ülkede büyümüşler, dolaşa dolaşa bu ülkeye varmışlardı, şimdiye kadar gerçek bir insanla hiç karşılaşmamışlardı ve insanların kurtların baş düşmanı olduğunu bilmiyorlardı, tüfek kullanıp kurtları öldürdüklerini ve köpeklerin de buna yardım ettiğini.

Siyah kurt bunlardan söz edince onun uydurduğunu düşünüp dalga geçmişlerdi. Eğer insanlar sözü edildiği gibi canlılarsa ikisi bir olursa bir insanı kolayca yere devirip gırtlağına çöküp işini bitirirlerdi. Artık üç kurttular ve 3 kurt sırt sırta verdi mi çok iş yapardı. Çok av yıkardı yere. Az ya da çok keskin dişlerinin gücünü biliyorlardı.

İyi koşabilmelerine güveniyorlardı, her vahşi kurt iyi koşucudur, kısa mesafe ve özellikle maraton gibi uzun koşularda başarılıdır. Toy kurtlar sürülerinde iyi beslenmişler, koşup birbiriyle oyun oynayıp kaslarını geliştirmişler; mutlu büyümüşlerdi. Ama sürüden atılınca hayatın gerçek anlamının ne olduğunu görmüşler, belli yerlerinde yaralar, çizikler edinmişlerdi. Birkaç gündür sürüden ayrı hayatta kalma savaşı veriyorlardı ve hazır lokma yediklerinden pek iriydiler. Açlıkla delirmenin ve bu deliliğini yok etmek için nasıl mücadele verilmesi gerektiğini henüz bilmiyorlardı. Ama harap görünüyorlardı, ilk kez üç gündür gerçek tek lokma yememişlerdi. Sürüden atıldıkları için çok üzülmüşlerdi ve delice bakıyorlardı. Oysa sürüden atıldıkları akşam karınları toktu ve neşeyle oyun oynayarak ilerliyorlardı.

Açlık baş gösterince yiyecek bulmak istemişler ve tam bir budala olduklarını anlamışlar, yine de araştırmışlar, bir iğrenç leşten zorlukla bir iki lokma alıp yiyebilmişlerdi. Tadı zehirden beterdi.

Ama açlık artınca; “keşke daha fazla yeseydik” diyerek hayıflanacaklardı.

Bir şişko ve uyuşuk tavşan görmüşler, deli gibi heyecanlanıp sevinmişler, onu ilkönce hangimiz yakalayıp mideye indirecek derken birbirileriyle kapışmaya başlamışlar, tavşan bunu fırsat bilip kaçıp yok olmuştu ortadan.

 

“Her şeyi berbat ettin; geri zekalı!”

“Asıl sen berbat ettin, yüzyılın hatasısın sen. O gebeş tavşanı nerdeyse yakalıyordum.”

“Sen anca benim aletimi yakalarsın. Tavşanı alıp kaçacaktın, gözlerinden anladım, dostluk bitti der gibi baktın.”

“Açlık paranoyak yapmış seni.”

 

Oysa bir plan yapsalar işleri çok kolay olacak, tavşanı tuzağa düşürüp yakalayacaklar, karınları tıka basa olmasa bile doyacaktı, o şişko tavşanın eti kesinlikle çok lezzetli olmalıydı.

Ne var ki aniden karşılarına çıkan, az ötede duran tavşanı görür görmez akılları yerinden çıkmış, aynı anda hücum etmişler, arkadaki öndekinin üstüne atlamış, boğuşma başlamışlardı. Düşmanla savaşır gibi. Yorulana kadar, birbirini yaralayana kadar.

Sonra tartışmaya başladılar. Öfkeyle birbirine bağırdılar.

İşbirliğiyle hareket etmeye karar verdiler.

Son derece ahmakça ilerliyorlardı. Geçtikleri yerlerin kokusunu, coğrafi şekilleri ve önemli detayları beyinlerine kayıt etmiyorlardı, böyle bir alışkanlıkları yoktu, dışkılama ve işemeyle geçtikleri yerleri işaretlemiyorlardı. Oysa akıllı bir kurt salak salak gezmez doğada. Bulunduğu ya da geçip gittiği yerin haritasını çıkarır beyninde, not eder önemli şeyleri, su kaynağının yerini mesela, yerdeki izleri, izlerin hangi hayvana ait olduğunu. Hepsini kafasındaki arşive yerleştirirdi; görerek, koklayarak toplardı ona gereken bütün bilgileri. Eğer geçip gidiyorsa oradan; oraya geri dönmesi gerekebilirdi av ya da başka sebeplerden dolayı. Hiçbir akıllı kurt inceleme araştırma yapmadan ilerlemez doğada.

Ama bizim avanak toy kurtlar yapmaları gereken hiçbir şeyi yapmıyorlar, yapıyorlarsa az bir koklama filan, hepsi bu, avanakça çevrelerine bakıp sık sık birbirine sataşıp oyun oynuyorlardı. Çevreyi koklamıyorlardı cidden. Bilgi toplamıyorlardı çevre hakkında. Sadece önden giden siyah kurtu takip ediyorlardı. Siyah kurdun tecrübeli olduğunu anlamışlardı, siyah kurt onlara bilgi veriyor, yaptığı hareketlerin anlamını açıklıyordu. Onların bir an önce gelişmesini istiyordu; çünkü avlanma anında onların gücünden faydalanacaktı, işe yarar ortak demek avı daha kolay alt etmekti. Araştırmasını yaparken onlara bütünüyle yardımcı olmak için çırpınıyordu. Ama toy kurtlar sorumsuzdu, oyunbazdı, zaten siyah kurt işi biliyordu, ona güveniyorlardı, siyah kurt bir an önce av bulsa ve yemeye başlasak diye düşünüyorlardı. Avı nasıl yere ele geçirecekler ya da yere yıkacaklar, av kolay teslim olmaz ki; işin bu taraflarını hiç düşünmüyorlardı. Cahil, bilgisiz ve şımarıktılar. Ama çok şey bildiklerini sanıyorlardı. Korkuları hiç yoktu, kendilerine çok güveniyorlar, ava benzer bir şey görseler plansız programsız ve cesaretle atlıyorlardı. Oysa avcı sinsidir, plancıdır. sürekli strateji yapar, yürümeyen stratejileri çöpe atlar, yenilerini geliştirir. Av da yakalanmamak için yeni stratejiler geliştirir. Avcı avına yaklaşırken siner, görünmez olmak ilk kuraldır, sessiz olmak, hayalet olmak Avcı avına usulca yaklaşır, zamanlamayı hesap eder, ne zaman fırlar ava doğru, doğru zamanı bekler, yaklaşabildiği kadar yaklaşır, sonra atar yapar.

Avcı kurt avına pusu kurar, saatlerce pusuda bekler, ya o avına atılır ya da avının ona yaklaşmasını bekler.

Saliseleri hesaplar, avına yaklaşırken hesap kitap yapar sürekli. Saniyeler ya saliseler ya da bir an avını yakalayıp yakalamamsını belirler. O an hemen; yani anında bir çözüm bulmak zorundadır ve bulur da, her şey otomatiğe alınmış gibi akıl almaz süratle ilerler, av ya kaçacak ya ölecek, avcı ise ya yakalayacak ya açlık çekecek yine. İkisi de hayatın kurtarmak için var güçleriyle koşar. Av kaçmayı bırakıp boynuzları kullanabilir, kurt gövdesinde bir delik istemiyorsa ya da sakatlanmak (ki bu ölüm demektir) dikkatli olmak zorundadır.

Toy iki kurt besili vücutlarıyla yırtık ondan çıkan penis gibi ilerliyordu av zannettikleri şeye. Taşı, çalıyı veya başka şeyi av, yiyebilecekleri bir canlı sanıyorlardı. Tam birer avanaktan başka bir şey değillerdi. İriliklerine güveniyorlardı, siyah kurt onların yanında kamyon çarpmış gibi hurda haşat bir görüntü veriyordu, canı çıkıyormuş gibi sefil. Avanakların hiçbir şeyden korkuları yoktu, korkuyu öğrenmemişlerdi. Onları korkutan bir şeyler hiç yüz yüze gelmemişlerdi. Dişleri keskin, hatasız ve sağlamdı, kükremeleri muhteşemdi, bir keresinde şakadan siyah kurdu köşeye sıkıştırmışlardı, siyah kurdun ödü patlamış, öldürüleceğini düşünmüştü, isteseler yaparlardı oysa, yapılıydılar. Gerçek; yani kökünden hiç açlık çekmemişlerdi. Yetişip büyüdükleri sürüde onlara çok iyi bakılmış, çok sevgi verilmişti.

Kasları büyüleyiciydi, yürüyüşlerinde bir asalet ve güzellik vardı, cesur bakışlarından korkutan, adeta delirten bir çılgın şey vardı. Bu iki kurt cüsseleriyle baştan avantajlıydılar. Siyah kurt onları adam edebileceğini düşünüyor, gayret ediyor, onlara rastladığı için, onlarla yoldaş olduğu için gurur duyup seviniyor ama bunu hiç belli etmiyordu, gevşeyip iyice su koyuverirler, şımarırlar diye.

 

En başta onlarla karşılaştığında çok korkmuştu; ama sonra iki çocuk ruhlu kurt olduğunu anladıklarında onlara bir tür abilik, rehberlik yapmaya başlamıştı. Siyah kurt kendi sürüsünde bile böyle yakışıklı ve yapılı genç kurtlar hiç görmemişti. Eğer onlara gerekenleri öğretirse üçlü ittifak önlerine çıkan ne varsa dümdüz edip geçerlerdi ki; ormanda tek kurt ölü kurt demekti, üç kurt ise imparatorluk kurmak için son derece güzel bir başlangıçtı. Kötü bir şeyler hiç görmemiş yaşamamışlardı, hayatın çıkmaz sokaklarına hiç düşmemişler, belalarla yıllar geçirmemişler, ormandaki hayatın demir pençesinin suratlarında nasıl bir etki yapabildiğini hiç hissetmemişler, vahim günler ve hastalık geçirmemişler, hiç sakatlanmamışlar, sarsıcı bir açlıkla haftalar geçirmemişler, ormanın ne kadar çok gizli tehlike barındığını görüp geçirmemişler, belalarla taklalar atıp kıvranıp durmamışlar, düştükten sonra tekrar doğrulmamışlar, adeta ormanın sahte bir benzerini, adeta bir cennette yaşayıp durmuşlardı korundukları sürüde. En kötüsü baş düşmanlarını tanımamalarıydı.

Siyah kurt onlara anlatıyordu, gösteriyordu, “beni taklit edin” diyordu; ama onlar masal dinler gibi kayıtsız bakıyorlardı, tamam, önce dikkatliydiler; ama çabuk sıkılıyorlar, heyecan arıyorlar, birbirlerine sataşıyorlardı.

Sürekli tetikte ve dikkatli olmaları gerekirken çok serbest, özgür ve neşeyle takılıyorlardı, açlık canların sıksa da siyah kurtun liderlerine güveniyorlar, “nasıl olsa yiyecek bulacağız” diye bakıyorlardı durumlarına, kötü hiçbir olasılık yoktu zihinlerinde ve siyah kurtu çok sevmişlerdi onu çok tutmuşlardı, onu babalarından daha çok sevmişlerdi kısacık zamanda. Siyah kurt da baba olarak görülüp sevilmekten pek memnundu ve yüreği bu yüzden fazlasıyla cana yakın ve korumacı çarpıyordu onlara karşı.

Kafa kafaya vermişlerdi ve onları yenecek bir güç yoktu ormanda, besili kurtlar öyle düşünüyordu. Sabırsızdılar, gerçek bir savaş, gerçek bir ölüm kalım savaşı hiç vermemişlerdi, siyah kurt bunun her an olabileceğini anlattı ve onlar da bir olay beklentisi içine girdi.

bir şey patlak verse ve bütün güçlerini ortaya dökmek için sabırsızlandılar, kısa bir süre sonra o beklenen olay olmadığını görünce eski ruh hallerine, şımarık ve oyuncu minik kurt hallerine döndüler.

Olaysızlık, bildik rutin açlıktan daha çok canlarını sıkan bir şeydi onlar için. Sıcak kavurucuydu ve gölgeye geçtiler, akşam çökünce avlanmaya çıkacaklardı, siyah kurt bunu söyledi ve iyice gölge bir yer bulup kıvrıldılar oraya. Sıcak zaten bütün hareket enerjisini tıkıyor ve canlarından bezdiriyordu onları. Enerjiyi boşa harcamayıp uyuklamak, beklemek en doğrusuydu.

Çok kısa bir süre geçmişti, kafadar kurtlar sıkılıp dolaşmaya başladı, biri siyah kurdun yanına gelip onunla şakalaşmaya başladı, diğeri ise dolaşmaya çıktı, çevreyi kolaçan edip geleceğim demişti; ama uzun bir süre geçtiği halde gelmemişti, diğeri de ona bakmaya gitti, şuna bir bakıp geleyim, başını belaya sokmasın diyerek.

Onun uzaklaşmasından çok kısa bir süre geçmişti. Siyah kurt aniden gözlerini açtı, içindeki ses ona tehlikeli bir şey olacağını söylemişti, hemen fırlayıp onları aramaya girişti. Ayak izlerini, kokularını takip ederek ilerliyordu, izler vadinin aşağısına gidiyordu, orası açık düzlük araziydi ve ağaç hiç yoktu orada. En tehlikeli, en gidilmemesi gereken yerdi orası. Eğer oraya gitmişlerse, ormandan çıkmadan onları yakalayabilirdi. O düzlükte

köylülerin ektiği tarlalar ve köy vardı. Siyah kurt onları beklemeye karar verdi, belki de geri dönerlerdi, eğer dönerlerse onu bulamazlardı, eğer ormandan çıkmışlarsa yapabileceği bir şey yoktu, peşlerinden giderse açık arazide saklanacak yeri olmazdı ve köylüler onu öldürürdü. Ama dostların başına kötü bir şey gelmesini hiç istemezdi ve belki bir şans onları kurtarabilirdi. Ona açık araziyi, köyü anlatmıştı, oraya asla gitmemeleri konusunda uyarmıştı onları. Bir an durdu, bu avanaklar yüzünden hayatını tehlikeye atamazdı, ölemezdi. Ya onları kurtarma şansı varsa? Bir an büyün düşünceleri hesap kitabı boş verdi ve bastı. Ölecekse onlar yüzünden ölürdü. Daha güçlü ve kararlı bastı. Bütün gücüyle koşuyordu, mermi gibi, devrilmiş ve çürümekten olan ağaçların üstünde atlıyor, çalıları rüzgar gibi yararak ilerliyordu. Yolundaki eğik dalların üstünde atlıyor, iri yapraklı bitkilerin boşluğundan ok gibi geçiyor, ara durup yanlış rotada gidip gitmediğini kontrol etmek için yeri kokluyor, kokuyu alıyor ve fırlıyordu yeniden ve giderek daha çok hızlanıyordu. Onu gören can düşmanından kaçtığını sanır ve şaşkınlıkla bu süratli hayvanın hız büyüsüne kapılırdı, kendini ruhunu vermesine, o hız ve kıvraklık üstünlüğüne. Çünkü hız büyüleyicidir. Engellerin aşılması  ve o önüne çıkan bütün engelleri hızını düşürmende aşmasını başarıyordu; işte en büyüleyici olan buydu.

“Bakalım çarpacak mı geri zekalı, nereye toslayacak, bir toslasa da görsem, çok gülerim, bunun sonu ne olur?” diye durup bakakalırsın ya, işte bu öyle enterasan bir sahneydi, can alıcı, vurucu, gözleri kendine esir edip kilitleyen.

Binanın tepesine biri çıkar, altta kalabalık oluşur, cep telefonlarıyla çekerler.

Derdi var adamın; ama derdi aşağı atlamak değil; dikkat çekmek derdine, çözüm ister.

Beklemekten sıkılır kalabalık:

“Atlasana şerefsiz!”

 

Araçlar yarış pistine yapışmış son sürat giderken pilot yol kenarında bir kadına bakar, kadın tişörtünü çıkarıp memelerini göstermiştir pilota, sutyeni yoktur.

 

Siyah kurt gözlerini engelleri aşmaya, onları kurtarmaya vermişti ve ormanda hiçbir şey gözlerini alamazdı şimdi, şu kardeşlerin can güvenliği her şey onları için, imparatorluk ilk günden yara almamalıydı. Belki de civarda dolaşıp bir dişi kurt bulabileceklerini ummuşlardı.

Onlar gideli ne kadar süre geçmişti, ilki gideli on dakika denebilir.

Şimdi onları bulması gerekliydi. Etrafa bakınıyordu.

Koku bitmişti, buradan bir yerde olmalıydılar. Birkaç ağaç vardı ilerde, ondan sonrası ağaçsız düzlüğe iniyordu, usulca yaklaştı ve dalların ve iri yaprakların arasında başını uzattı, bir şey görünmüyordu, az aşağıda harabe bir yapı vardı, oradan bakmak için etrafı iyice araştırdı ve harekete geçti. Harabe yapıya girdi, bir ahıra benziyordu burası. İlerledi ve gizlenip baktı, aşağıdaki manzara gözlerinin önündeydi. Manzarayı tarayıp araştırmaya başladı. Yoldaşlarından birini gördü. Çok ama çok aşağıdaydı ve çok ufak görünüyordu, nokta gibi ufaktı. Sürülmüş tarlada koşuyordu, siyah kurt tarlanın kokusunu duyuyordu. Yoldaşı yukarı, ona doğru koşuyordu. Yani ormana. Giderek şekli şemali büyüyordu. Arkasında iri, beyaz bir çoban köpeği vardı.

Siyah kurt öteki tarafta bir hareketlilik gördü, diğer kurttu bu. O da bütün gücüyle koşuyordu ormana doğru. Onun da peşinde bir çoban köpeği vardı. Siyah kurt başka bir hareketlilik fark etti, bir köylü yüzü koyun yere yatmış kurtların menzile girmesini bekliyordu av tüfeğiyle. Tam da avcının tarafına doğru koşuyordu kurtlar. Köylü bütün dikkatliyle ateş etmeye hazır bekliyordu. Anlaşılan köylüler kurtları aşağı inerken fark etmiş ve onlara pusu kurmuştu, siyah kurt ötede bir köylü daha fark etti, o diz çökmüştü, hareket edince fark etti onu siyah kurt. Kamuflaj giymiş, giysisi toprak renginde, avcı seçilemiyor orada. Hayalet gibi duruyor orada.

Siyah kurt her ikisinin de ölüm kalım savaşı verdiğini görüyordu, gözleri yaşardı, ilk kurda baktı, konaklama yerini terk eden. Geveze olandı.

Ona “geveze” diyelim.

İkinci kurt, ona da “şakacı” diyelim.

Gevezenin ardındaki çoban köpeğinin tek hayali vardı, o da bir kurt öldürmek; şimdiye kadar mümkün olmamıştı, bu yüzden çok gayretli konuyordu, genç bir köpekti. Eğer geveze dişini sıkıp hızını düşürmeden koşarsa canını kurtarabilir; ikinci safhada ise köylünün menziline girecekti, onun mermisinden de kurtulursa, o zaman diğer köylü çıkıyordu karşısına, onun da mermisinden kurtulması lazımdı. Tabi başka gizlenen bir köylü ya da birkaç köylü daha varsa kurtların hayatta kalma şansı Allah’a kalmıştı. Yani kurtulmaları imkansız gibi bir şeydi.

Çoban köpeği aradaki mesafeyi git git kapatıyordu.

Çoban köpekleri kısa koşuda hızlıdır; ne var ki koşu

ne kadar uzarsa o kadar çok yorulur ve koşuyu kesmek

zorunda kalır, iri bir iri çoban köpeği düşmanını yüz ya da yüz metrede ya da 5 kilometrede yakalarsa yakalar.

Çoban köpeğine “Kangal köpeği” diyelim, kangal gibi köpekler kurt öldürür.

Kangal kurdu belli bir mesafede yakalarsa yere yıkma şansı elde eder. Zaten balyoz gibidir gövdesi, göğsü. Kuvvetli boynu ve çenesi. Kuvvetli ayakları yere güreşçi gibi sağlam basar. Kangala ağır siklet boksör diyelim. Dövüşçü. Roma çağında arenada gladyatör diyelim kangala. Kurt ise onun kat be kat altında. Onun kirli ayaklarını yıkar ancak.

Kangalın karşısında bir kurtun şansı sıfırdır. Tek şansı vardır: Koşmak, ondan hızlı koşmak, ondan hızlı koşarsa kurtulur.

Kurt da işte bu güce sahiptir. Hızlı koşmak! Dinlenmeden çok hızlı koşmak.

Kangal onu kısa mesafede yakalarsa işini bitirir.

Kangal çok iri olduğu için uzun mesafede tıkanır.

Kurtlar ise uzun koşucudur, maratoncudur. Kurtlar da hızlı koşar.

Siyah kurt gevezeye seslenmek istedi:

“Bastır, koş, dayan, dayanabilirsen pes edecek, sakın bırakma.”

Mızıldadı, dişlerini sıktı, gözleri sahneye çakılıydı, ne olacaktı yoldaşları, bir o tarafa bakıyor, bir bu tarafa bakıyordu.

Susmak zorundaydı, bu ölüm kalım savaşı nasıl sonuçlanacaktı?

 

Çoban, iki kurdun sürüye saldırırken fark etmiş, köpekler kurtları çok önceden fark etmişti. Köpekler kurtların sürüye iyice yaklaşmalarını beklemişlerdi sinip saklandıkları yerde.

Köpekler başından beri oradaydılar, uzandıkları için kurtlar koyunları başı boş sanmışlardı, çoban da oturmuş çay içiyordu çadırında. Yani çobanı da fark etmemişlerdi.

Çoban cep telefonuna sarılıp kurtların yerini bildirmiş, iki akrabası da taka motosiklete atlayıp hemen vadinin yukarısına gelmiş, köpekler işi bitiremezse diye pusu kurmuşlardı.

Aslında bütün plan akrabalarından biri yapmıştı; çünkü 20 koyununu kurtlar parçalamıştı ve illaki bu kurtları gebertmek istiyordu, koyunlarını öldürenin bu kurtlar olduğunu düşünüyordu.

 

İki amatör kurt koyun sürüsünü fark edince hemen birini gırtlaklayıp yemek istemişler, o sırada oturmuş çay kaynatıp içen köylüyü ve sürünün iki farklı yerinde devriyeye dinlenme molası veren çoban köpeklerini fark etmemişlerdi.

Fark etiklerinde ise çok geçti.

Ve siyah kurt onlara koyunlardan, sürü sahiplerinden ve çoban köpeklerinden söz etmişti. Ama öyle uzun boylu söz etmemişti, etmeyi planlıyordu, onlara sürüyü uzaktan gösterip anlatacaktı. Ne var ki sürüyü bulan onlardı.

İşe yarar mıydı, belki yarardı; ama birçok anlattığının onların bir kulağından girip ötekinden çıktığını fark edip üzülmüş, ne olursa olsun pes etmemeliyim, pes edersem onlara bir şey öğretemem diye düşünmüştü.

Koyunları ve çobanı onlara gösterip canlı canlı anlatacaktı; o zaman kayda değer olurdu, unutmazlardı bunu, bilgi kalıcı olurdu kafalarında. İşte o zaman siyah kurda inanmaya başlarlardı. Gözleri görmeyince ona inanacakları yoktu.

Çoban köpeği gevezeye yetişti ve kurda saldırdı, kurt kendini savunmaya çalışıyordu; ama çoban köpeği pehlivan gibiydi, ona karşı koymak boşunaydı. Siyah kurt daha bakamadı, geveze parçalana parçalana ölecekti, her yerinde diş izleri hissede hissede, çoban köpeği onu gırtlaktan kapacaktı, sıkıp sıkıp duracaktı, ta ki hiç hareket etmeyene kadar.

Siyah kurt başını çevirdi, şakacı kurt, o başarabilecek miydi?

Şakacı kurt arkasındaki çoban köpeğiyle arasını açmayı başarmıştı, bu sırada köylünün ilki ateş etti, ıskalamıştı, şakacı fırtına gibi hızlıydı.

Siyah kurt sevindi: “Kendini kurtaracak! Erken sevinme. Ama umarım kurtarır.”

Şakacı devam ediyordu koşuya.

Onu bekleyen ikinci köylüyü fark etmişti, köylü heyecana kapılıp ayağa kalkmıştı. Tüfeğinin şakacıya çevirmişti. Şakacı yön değiştir.

Köylü iki kez ıskaladı.

Şakacı nerdeyse ormana dalacaktı, 50 metresi kalmıştı, avcı son kez ateşledi tüfeğini. İşte o an şakacı sendeledi. Son anda vurulmuştu. Yere yığılıp kaldı.

Siyah kurt bu işe çok üzüldü.

“Vurdum onu vurdum onu Mustafa!” diye bağırdı.

Siyah kurt oradan uzaklaşacaktı.

Şakacı yerinden doğruldu, ölmemişti, topallıyordu, zorlukla yürüyordu ve ormana daldı.

 

Siyah kurt ormana daldı ve ilerledi, koştu bütün gücüyle aniden durdu, ağaçların açıldığı alanda geveze kurdu gördü, çoban köpeğinden kurtulmayı başarmıştı.

 

Ağlıyordu, titriyordu, kan revan içindeydi: “Birçok yerimden ısırdı, o sırada nefeslendim ve bastım aniden, kesildi, takip edemedi, aslında bilerek arayı kapatmasına izin verdim, tamamen taktik yaptım, anlattıkların aklıma geldi, plan yaptım ve başardım.

Köylülerden de kurtulmuştu demek.

“Çabuk kaybolman gerek buradan, köpekler geliyor.”

Kaç kaçabildiğin kadar. Ayrılsak iyi olur. Böyle şansımız fazla olur.”

“Kardeşim nerde?”

“Burada bir yerde olmalı. Köylüler av köpeklerini alıp gelir ve seni bulur, dağlara kaç.”

“Böyle nasıl ilerlerim?”

“Mecbursun.”

 

Siyah kurt ilerledi ve şakacıyı buldu.

Ayağından vurulmuştu.

Arka ayaklarından biri iptaldi. Kıvranıyordu acıyla ve kan kaybediyordu.

Canı çok yanıyordu. Gözleri yaşlıydı, titriyordu ve ağlıyordu.

Siyah kurt ona yaklaştı ve yarayı yaladı.

Gerçek hayatın, hayat mücadelesinin acı çığlığını görüyordu onun gözlerinde, dehşeti.

 

Bir ağacın dibinde soluk soluğa duran kan revan içindeki yoldaşına sokuldu. Şakacı kurt titriyordu, ağlıyordu: Ölecek miyim?”

“Sanmam. Kurtulma şansın var. Dereye git. Çamura sok ayağını. İyi gelir. Yara iltihap kapıp çürümeye başlayacak, sürekli yala orayı, kemiklerin de çürüyecek. O kısım kopup düşer. Dayanırsan hayatta kalırsın. Tek bacağın olmaz. Sürümde böyle vurulan bir kurt vardı; hayatta kalmıştı. Şimdi gidiyorum. Seni bırakmak zorundayım, yolun açık olsun.”

“Geveze ne oldu?”

“Başardı. Hiç sanmıyordum; ama başardı. Sakın onun yanına gitme. Kolay harcanırsınız. Kendi yoluna git.”

“Ama o benim kardeşim.”

“Kardeşlik bitti. Ders almadın mı?”

“Haklısın.”

“Ayrıca ölebilirsin bu yara yüzünden.”

“Yapma.”

“Umarım hayatta kalırsın. Köylüler av köpeklerini alıp seni bulmadan çok uzaklara, dağlara git.”

 

Siyah kurt bastı. Deli bir mermi gibi ormanın derinliklerine daldı, sevinçle. Çünkü yoldaşları hayatta kalmıştı, tam da onlardan umut kesmişken başarmışlardı. Gözlerinden mutluluk yaşları düşmüştü,

Bir kurudun kaçışını izlemek zevklidir.

Yarış pistinde son sürat giden aracı.

Yarış pistinde son sürat koşan atı seyretmek zevklidir.

Ama onlar canını kurtarmak için koşmaz.

Vahşi kurt canını kurtarmak için koşuyordu ormanda.

Sıçrıyordu engellerden, son sürat koşarken yaklaştığı engeli aşmak için çözüm arıyor, ta son ana kadar bazen çözüm bulamıyordu, tek salise yavaşlayamazdı, yoldaşları gibi olamazdı, bir saçma istemiyordu gövdesinde, bir çoban köpeği dişi.

Çok sonra nefes nefese durdu, arkasını dinledi, köpek sesi var mı yok m diye dinledi.

Dostları aklına geldi.

“Umarım kendilerini kurtarırlar” diye düşündü.

Yürüdü ve dinlendi ve böylece koşacak gücü buldu.

Saatlerce bunu yaptı. Ta ki hava kararana dek.

Dağın eteğinde ilerliyor, karşıdaki dağa ilerlemeye çalışıyordu, vadiye inecekti önce, su içecekti, ağzı kurumuştu.

 

Gece yaklaşıyordu ve gökyüzünde binlerce yıldız vardı, dereye indi, gökyüzünde parlıyordu. Kana kana su içmek için muhteşemdi manzara ve gece. Böcekler ötüyordu, kurbağalar vıraklıyordu. Su içti ve kurbağalardan birini yakalayıp mideye indirdi. Çok uğraştı; ama başka kurbağa yakalayamadı, dereden çıkarken bir yılan fark etti, parlıyordu gövdesi, fırladı ve saldırdı, iri yılan neye uğradığını şaşırdı, siyah kurt defalarca yılan yakalamıştı ve mecbur olmasa bunu yapmazdı ve daha önce sokulmuştu ve günlerce sarhoş gibi gezmek zorunda kalmış ve ateşi çıkmıştı.

Uygun bir oyuk buldu taşların arasında ve içeri girdi. Yoldaşlarını düşündü.

İnsanlara ve yerleşim bölgelerine asla yaklaşmama kararı vardı ve yoldaşlarının başına gelenler bu inancının güçlendirmişti. Koyunlar mı; asla, açlıktan ölse bile onlara yaklaşmazdı ömrü boyunca.

O gece mahzundu, tedirgindi, takip edildiğini düşünüyor, uykuya dalamıyordu, daha çok uzağa gitmeliydi; ama yorgunluktan ölüyordu. Göz kapakları düşüyordu, engel olmaya çalışıyordu ama olmuyordu, onlar kapandıkça o direniyor, onları açıyor, az sonra yine düşüyordu göz kapakları, uykuya daldığında kabus görüyor, kabusta insanlar tarafından kuşatılıyor, üstüne köpekler salınıyor ve kabustan uyanıyor, bunun kabus olduğunu anlayıp seviniyor; ama uzaktan birileri ona yaklaşıyor mu diye kulak kesiliyor, bir türlü yakalanma paranoyasından kurtulamıyordu.

Uyku uyanıklık arasında iki yoldaşını düşünüyor, sonra sürüsüyle geçirdiği zamanları düşünüyor, hatırlar gözünün önünde capcanlı oynuyordu film gibi. Ve ağlamaya başlıyordu, ana kucağı sıcağında mutluluk yaşarken her şeyini, bütün tanıdıklarını ve akrabalarını yitirmişti ve koca ormanda tek başına mücadele vere vere hayatta kalmayı başarmıştı.

 

Siyah lider kurt sürüsüyle fırtınasında ilerliyordu güç bela. Arada durup arkadakiyle arayı açmamaya özen gösteriyordu, ara ara sürüden sesler yükseliyordu, onların seslerini işitmek onu sevindiriyordu, olumlu ya da olumsuz ses çıkarmaları ona sorumluluklarını hatırlatıyordu. O ağır baskıyla canlanıyordu ayakları, bir alev hissediyordu sırtında. Göğsünde bir ateş topu hissediyordu, ilerlemek için kurtlara özgü vahşi, parlak ve pis güçten başka bir güçle ilerliyordu sanki. Kar fırtınasıyla birlikte bu zifir karanlık ne kadar uyumlu, güçlü ve kusursuzdu. Bu hava ona en derinde yatan vahşi güçlerini, ilk atalarından kalma cesareti, ne olursa olsun kendine güveni ve ölümüne kapışmayı ve istediğini muhakkak almayı hissettiriyordu, bu hava onun derinlerinde yatan en çılgın dürtüyü kışkırtıyordu. Kara bata çıka ilerliyorlardı, siyah lider kurt sendeledi. Bu sırada bir inilti duyuldu, az sonra inilti daha güçlü geldi. Kurt sürüsünden iki kurt heyecanla mızıldadılar ve iniltinin geldiği tarafa fırladı.

Lider kurt fırlayıp gidenleri iyi biliyordu. Heyecanları ve cesaretleri hiç azalmayan bu genç kurtlar sürünün en parlak yeni yetmeleriydi. Zamanı gelince sürüden kovulacaklardı, o zamana dek öğrenmeleri gereken yüzlerce şey ve almaları gereken binlerce ders vardı. Ancak o zaman sürüden kovulmayı hak ederlerdi, cahil hiçbir kurt belli bir süre eğitimden geçmeden def edilmezdi sürüden. O iniltinin domuzlara ait olduğu çok açıktı. Sürü olduğu yerde beklerken siyah lider kurt genç kurtların peşinden fırladı. Onların başına kötü bir şey gelmesini ya da onları kaybetmeyi hiç istemezdi.

Onları çok severdi ve onlara öğreteceği daha çok şey vardı. Onları bulamadı, ses çıkardı, dolandı, yine ses çıkardı, yanıt alamıyordu nedense. Daha ilerde olduklarına karar verdi ve bastı, çok gitmedi, az sonra bir yükseltiden aşağı yuvarlandı. Genç kurtların sesini işitti.

Genç kurtlar mağaranın önündeydi ve domuzlar içerde saklanıyordu. Giriş çok dardı, oraya girmeleri imkansızdı, ve domuzların sesi kesildi. Etrafta bir yavru domuzun çığlığı duyuldu. Onun peşine düşülmezdi, kim bilir nerdeydi, ufak bir domuz sürüyü doyurmazdı. Yanlışlıkla ya da oyun oynarken mağaradan dışarı çıkıp kaybolmuştu büyük ihtimal.

Siyah lider kurt direktif verdi ve oradan uzaklaştılar.

Sürü yola koyuldu.

Aslında genç kurtların tek amacı sürü için bir şey yapmaktı, kendi açlıklarını düşünerek koşmamışlardı.

Bir domuz yakalayıp övgü almak, gözlere girebilmekti amaçları, lider kurt bunu duyunca onlardan umduğundan da fazlası olduğunu düşündü ve acayip çok sevindi. “Ben onların yerinde olsam yapmazdım ama. Korkardım. Bu kar fırtınasında tam bir çılgınlıktı yaptıkları. Hiçbir zaman onlar kadar çılgın olmadım, olamadım.”

Onların açlık baskısıyla fırlayıp gittiklerini sanmıştı.

Kaybolsalardı çok kötü olurdu, çok üzüldü, onları uyarmıştı.

Genç kurtlar çok sıkılmıştı aynı giden atmosferden, diğerleri de, artık ne olursa olsundu bir şeyler, kötü bir şeyler olacaksa olsundu, iyi bir şey mi olacaktı, olsundu bir an önce; ama hiçbir şey aynı gitmesindi. Bir hareket, başka bir şey olsundu.

Hepsinin bir yeniliğe, bir olaya ihtiyacı vardı, açlıklarının sesini dinlemek, düşünmek, düşünmek, ilerlemek, güç bela ilerlemek. Ne büyük sıkıntı. Zaten göz gözü görmüyor; işte asıl sorun buydu.

Genç kurtlar bir süre o heyecanla açlıklarını unutmuşlar, doğuştan içlerinde yatan yırtıcı duygularla acayip biçimde tatmin ve mutlu olmuşlardı.

 

 

Açlıklarını bastırıp bastırmamak önemli değildi. Önemli olan kurtluk yapmalarıydı, önemli olan bu hüneri sergilemekti, bu hüner sergilenince ruhları canlı, kalpleri zehir gibi ve zihinleri pırıl pırıl kalıyordu. Yenilmez olduklarını hissediyorlardı.

Bu esnada ruhsal bir varlığa dönüşüyorlardı, fiziksel gücün ötesindeki bir gücün kalbinde koşturuyorlardı, işte bunun adı mest olmaktı, bir büyü.

Kurtluk yapınca şahane hissediyorlardı ve kurtluk yapmak onları dayanıklı ve olağanüstü dirençli yapıyordu. İşte o zaman kar fırtınasına ve açlığa meydan okuyabildiklerini görüyor, akıl almaz o manevi güçle yenemeyecekleri varlık olmadığı hissine kapılıyorlardı. Kar fırtınası ne kadar acımasız olursa olsun onu yarıp geçerlerdi. İşte onu ezmek de esaslı tatmin sağlayandı.

Evet, toy kurtlar sürüyü bırakıp kar fırtınasında domuz peşine düşmüştü, bu hareketleri belli bir süre sürüde konuşulacak, böylece güzel bir yankı elde edeceklerdi. Evet, bir gerçek hikayeleri olmuştu, ilk kez.

 

Lider bıraksa o domuzları oradan çıkarırlardı. Ufak domuzlar için güçlerini heba etmek akıl alır şey değildi.

 

Bir deneyim, baştan bizzat geçen deneyim milyon öğütten iyiydi, “öyle” dedi lider, “ama ölebilirdiniz. Bir dahaki sefere bu kadar şanslı olmayabilirsiniz. Bunu unutmayın. Saf ve ani duygular canınızdan olmanızı sağlar. Bunu bir daha yapmamanızı önerimim. Akılı kurt geberircesine bekler, hiç acele etmez, iş garanti gibi gözüktüğünde kurt harekete geçer, harekete geçtiğinde ise avın % 99 kaçma şansı var, diye düşünerek titizlenir. Titizlenmesi avda başarılı olmasını sağlar.

 

Genç kurtların olayı sürüde bir motivasyon sağlamıştı. Bir kısa süre de olsa cayır cayır hissettikleri açlıktan alabilmişlerdi kafalarını ve sabırları çok süratli biçimde aşınıyordu.

 

Lider siyah kurt arada şöyle mızıldanıyordu:

“Az kaldı yoldaşlar” diyordu, az kaldı, sıkın dişinizi, bir ziyafet çekeceğiz. O etin her zerresini hak edeceğiz. Hak etmeden yok. Kolay yok. Acı çeke çeke, gebere gebere elde edeceğiz zaferimizi, sırt sırta vererek.”

“Bir canavarlık yapmak için yanıp tutuşuyorum.”

“Beklesin o. Sen daha fazla sık dişini.”

 

AÇ KURT 7

 

 

MEZRA EVİNDE

 

Melek küçük el aynasını aldı ve kendine bakmaya başladı, kırmızı tokasını açtı ve saçları iki yana düştü. Başını sağa sola çevirip nasıl göründüğünü inceliyordu.

Gözlerini kıstı, şuh baktı, öfkeli baktı, kesmedi ve kendine dil çıkardı.

Annesi bu sırada onu izliyordu: “Gece gece ne kadar güzelim ya da güzel miyim diye kendine mi bakmak istedin?”

Melek güldü: “Aynen öyle. Ne bileyim.”

“Şapşik seni.”

“Bunu ilk kez söyledin?”

“Ne bileyim.”

Annem bana arada öyle derdi, şapşik. Şapşal gibi bir şey demek herhalde. Tarağını getir de saçlarını tarayayım.”

İçerdi, odasına gidip tarağını getirdi ve annesine sırtını döndü.

Ali uyanmış onları dinliyordu.

Kalktı, onların yanına gitti: Abla ben tarayayım mı?”

“Sen anlamazsın.”

“Saçların da bir şeye benzese. Kirpi gibisin.”

“Ali doğru konuş; yoksa gıdıklamaktan öldürürüm seni.”

“Şaka yaptım. Ya azcık tarasam olmaz mı?”

Annesi verdi tarağı: “Az tarasın.”

Tarağı verdi annesine.

“Mutlu oldun mu?” dedi Melek.

“Oldum; kuaför parasını sonra alırım.”

“Tabi canım.”

Güldüler.

Tarama işi bitti Melek annesinin yanına uzandı.

Ali tarağı alıp saçını taramaya başladı, aynada kendine bakarak.

“Ali, tarağımı bırak!”

“Ne var be, elmas mı; azıcık kullanıyorum, bit geçmez!”

“Senin tarağın var, eşyalarımın kullanılmasından hoşlanmadığımı bilirsin.”

Anne dedi ki: “Melek saçlarını keseyim mi; rahat edersin?”

“Küçükken ilkokula giderken tavuk yolar gibi kesmiştin. Unuttun mu?”

“E kafan bitlenmişti.”

Güldüler.

Ali tarağımı bırak dedim.

Melek kalkıp onun elinden tarağı aldı. Ona vurur gibi yaptı.

Ali ona dil çıkardı.

Melek şamar atar gibi yaptı.

Melek annesinin yanına uzandı: “Anne bir şeyler anlatsana

“Ne?”

“Ne olursa?”

“Ne bileyim, aklıma bir şey gelmiyor.”

 

Ali mumu yakıp çeri gitti, odada bir şeyler karıştırıyordu, Melek sesi duyup içeri gitti.

Ali karıştırıcıdır zaten, sıkılır, oyun arar; mutlaka bir şeyler bulur içerde ya da dışarıda. Bir türlü kıçının üstüne oturup sakin durmaz ki.

Bağrış çağırışlar yükseldi. Ali zırlıyordu. Sonra uzlaştılar.

Ali Meleğin eski eşyalarını sakladığı sandığı karıştırmış, içinde eski defterlerini bulmuştu.

Melek onları hatıra kalsın diye saklamıştı.

 

Ali yüzü üstü uzanmıştı kilime, bir defter vardı önünde. Meleğin elinde çok eskiden tuttuğu bir defter vardı. Arada Ali’yi kontrol ediyordu. Ali’nin baktığı defterin her sayfasında bir çiçek ya da bitkiler vardı, altlarında da adları yazıyordu.

“Ali nerden esti de gidip sandığı karıştırıp buldun o defterleri? Alemsin!”

“Gece gece seni saçını taramaya başlatan delilik gibi bir şey olsa gerek.”

Güldü Melek, Ali de güldü.

“Ali, o deftere yazdığın zamanları hatırlamıyor musun?”

“Yok, çok çirkin yazısını varmış bir kere.” Güldü.

“Sen yazdın!”

“Sanmıyorum.”

“Kendi yazını tanıyamıyorsun tabi ucube gibi yazdın, aklın kim bilir nerelerdeydi.”

“Nasıl hatırlayayım abla, o zamanlar kurbağa kadar ufaktım.

Ta ilkokul birinci sınıf defteri bu.

Nerden buldun onu?”

“Sandığın altında.

Bu defteri 9 yaşında oluşturmuştum.

 

 

Eski hatıralar canlandı gözünde.

“Dikkatli aç, çiçekler düşmesin.”

Birine dokundu, çiçek ufalanmaya başladı.

“Abla bunlar tozlaşıyor.”

“Elleme.”

Ali yeni bir sayfaya geçti. “Bu sayfada kurbağa resmi vardı.”

Vay be. Çok güzel çizmişsin. Kelebek resmi. Eşek resmi. Kartal resmi.”

“Bak en iyisi kartal.”

“Onları ben mi çizdim. Unutmuşum. Evet evet, onları ben çizdim. Şimdi hatırladım. Kurbağanın remini çizebilmek için onu bir tahtanın üstüne bir çivi çakıp sabitlemiştim.”

“Demek canavarlık yaptın.”

“Ney?”

“İşkence yani.”

“Alakası yok. Resmini çizdikten sonra serbest bıraktım onu. Sineklerin ayalarına ip bağlayıp onları uçurduğun geçen sene. Aslı işkenceci sensin.”

Güldü Ali. “İnsan sıkılınca oyun arıyor. Ne yapayım.”

“Sinek işi bana da çok saçma geldi şimdi. Geçen sene çok çocukmuşum.

Abla yaz gelsin senle çok eskiden yaptığımız gibi puf kabıyla bal arısı toplayalım. Ne kadar toplayabilirsek. Sonra onları kasaya koyup şekerli suyla besleyelim. Küçük bir delik açalım. Çiçeklerden nektar toplayıp getirsinler. Bal üretim işine girelim.”

“Harika olur.”

Anne güldü.

“Öyle olmaz ki. Üretmek için kraliçe arı lazım. Kovan lazım. Kraliçe arı.”

“O zaman bana söyle bir kovan kadar arı alsın.”

“Baban uğraşmaz onla. Bu işten hiç anlamıyor.”

“Köyde yapanlar var, işi biz öğreniriz.”

“Ali, defteri bana versene.”

 

Ali ona uzattı defteri.

Melek duygulandı ve gözlerinden yaşlar düştü.

İlk çiçeğe baktı. O gün cayır cayır bir sıcak vardı, tarladan ekinleri kaldırıyorlardı, sonra bunlar traktöre yükleniyor, harman makinesine atılıyordu bohça bohça. Samanlığın yanında. Ekini bir kısmı saman olup samanlığa akarken buğdaylar ise plastik kovalara akıyordu. Saman tozları uçuşuyordu orada, iş yapanlar ağızlarını kapamıştı.

Yeşil eski makine büyük bir ses çıkararak çalışıyordu, melek manzarayı uzaktan seyrediyordu ağaçların altında, bu sırada evden annesiyle babasının kavga seslerini işitmişti,  yemek hazır olmadığı için babası annesine kızmıştı, annesi de ona saydırıp ağlamaya başlamıştı, işçiler olduğu için yemeğin zamanında hazır olması konusunda çıkışıştı babası, çünkü işçiliğin ne demek olduğun biliyordu ve utanmıştı birkaç işçiden. Melek anasının ağlamasına üzülmüştü.

Anasına sokulmuş, eteğine tutunmuş ne oldu anne demişti, çekil git başımdan be, bi de senle mi uğraşayım, işim başımdan aşkın git oyna deyip azarlamıştı annesi onu. Annesi kolundan tutup öteye itmişti onu, kolu acımıştı, kalbi çok kırılmıştı, ağlamaya başlamıştı, annesi; onu avutmak için akşam helva yapacağım, ağlamayı kesersen. Sonra gözlerinin içi parlamıştı bir anda, un helvasını çok severdi. Ağlamayı hemen kesip ağacın altına gitmişti. Burası serindi, burada salıncağı vardı, salıncağında sallanmaya başladı. Sallanmaktan sıkılmıştı, aniden gözlerine çimendeki çiçekler ilişti. Salıncaktan indi, çiçeğin birine yanaştı, mor çiçekti bunlar, orada burada biten mor çiçekler işte. Yüz üstü uzadı ve çiçeği incelemeye başladı. Merhaba dedi çiçeğe. İçine bir ışık düştü, bu içekleri annesiyle babasının arasındaki sorunu, kötülüğü yok etmek için kullanabilirdi, evet, evet ya, annesinin yüzünün gülmesini isterdi sonsuza dek, babasının da, bu sırada annesi pınardan su almaya gidiyordu, bidonlarla taşıyordu suyu, odunun iki kenarına bidonlar bağlıydı, odunu omuzladın mı dengeli biçimde ilerledin mi su taşımak kolay, çeşme suyu nerde, burada su taşınırdı, taşıması da büyük eziyetti.

Melek annesine baktı, annesinin peşinden gidecekti, ama çiçekten gözlerini alamadı. Annesi döndü, eğilim aniden çiçeği kopardı ve kızının bir kulak arasına koydu, melek ağlamaya başladı. Çiçeğin koparıp koparmamaya karar verememişken. Annesi gülüp gitti. melek kulağının arasındaki çiçeği alıp baktı, kokladı, güzel kokulu çiçekler gibi kokmuyordu, ama kendine özgü bir kokusu vardı. Sonra evden uzaklaştı, bu çiçekleri toplayıp onlardan taç yapıp birini babasını başına, diğerini de annesinin başına koymayı hayal ediyordu; ama çiçekleri koparırsa hayatlarına son verecekti.

O gün tek çiçek koparmamalıydı, annesini kopardığı çiçeği bir avucunda tutarak uyuyakaldı.

Uyanca çiçeğin solduğunu fark etti. Bir rüya görmüştü: rüyasında çiçekler insanlara dönüşüyordu ve şeffaflıkla, insanların içlerinden geçebiliyorlardı; ama insanlar onları görmüyordu, geceleyin parlıyordu ışıklar, içlerinde damarlar vardı ve renk renk parlıyorlardı, aslında onlar toprağa bağımlı değildi,  geceleri geziyorlardı, sonra annesi ot biçmeye gitmişti ve biçilen otlar arasından çiçekleri bulup toplamıştı, bir taç yapmıştı, alnına çabuk bozulmuştu, o da çiçek koleksiyonu yapamaya başlamıştı, her birini deftere kaydediyordu ve her birine uyduruk isimler takıyordu, narin, kelebek, akıllı, böyle isimler.

 

Şimdi elindeki bu defter, o zamanlar, çocuk kafasıyla ne çok yoğunlaşıp sevmişti onları. Yaptıkları çok garip geliyordu gözüne.

“Öreyim mi saçlarını dedi annesi, ilkokula giderken örmüştüm

“Ör dedi.

Annesi saçları örmeye başladı.

“Saçların ne güzel. Yumuşacık. Benimkiler at yelesi gibi sert ve asi.

Melek güldü.

Şu at, ayağı sakatlanan ve vurulan atın hikayesi nedir anne, onu anlatır mısın.

“Ben mi dedim

“Hı, küçükken atımız vardı dediydin ya.

“Hı. Hatırladım. Nerden başlasam. Atlar çok hislidir. Eskiden buralarda çok at vardı. Üretilip satılırlardı, bir adam vardı.

 

Köyün dışında bir yerde, mezarlığa yakın bir yerde fakir bir adam yaşardı, köyde kimsenin beğenmediği bir gözü kör, bir ayağı topal kadını ona vermişlerdi. O buna çok sevinmişti. Kadın onun hayat sevinci olmuştu, kadının da hayat sevinci olmuştu, ama ne var ki tarlaları yoktu. Adam köylünün tarlalarında çalışırdı. Sonra ikiz kızları oldu, çocuklar ilkokula gidiyordu, yaz ayında ağaçta salıncak kurup sallanırken biri düştü ve sakat kaldı, doktora götürdüler ama yapacak bir şey yoktu. Sonra köyün yaşlı ve dindar kadınlarından biri geldi eve, kıza baktı, onun saçlarını okşadı, ona kırmızı şekerler verdi. Bir at alın, atla gezerse düzelir. Kızın anası sevindi. Düzelecek diye kızı. Ama doktorlar düzeltemedi atla nasıl düzelir dedi adam. Karısı bir at istiyordu her şeyden çok, sonunda adam bir at bulmaya karar verdi. Köyün civarında dolaşan sahipsiz atlardan birini yakalamak için birkaç köylüden yardım aldı. Bir at yakaladılar ve getirip evin önüne bağladılar. Yavaş yavaş atı alıştırdı, ona bir baraka yaptı, genelde at sinirliydi ve kendine kimseyi yaklaştırmıyordu, ama tekerlekli sandalyesiyle kız yaklaşınca ona karşı koymuyordu her nedense. Diğer kıza da ses etmiyordu, diğer kız onun sırtına biniyor ve geziyordu, sonunda baba sakat kızını da ata bindirmeye başladı. Kısa bir süre sonra küçük kızın bedeninde bir değişim oldu ve ayaklarını hareket ettirmeye başladı. Artık ayakta durabiliyor, adım atabiliyordu. Köye yurt dışından gelen bir köylü o atı ve kızı görmüş, bu şifa yönteminin hasta ve engelli çocukların tedavisinde kullanıldığı merkezden söz etmişti. Bir çocuğun, özelikle hasta bir çocuğun bir atla teması onda ve enerjisinde bambaşka ufuklar açıyordu. Otistik, engelli ve başka çocuklar. Bir uyuşturucu bağımsı genç bir atla tanışsa dünyası bambaşka olurdu; çünkü at üstünde ilerlemek bambaşka bir şeydi.

Adam atı artık bağlamıyordu, at kafasına göre geziyordu, zaten bağlı kalmayı his istemiyor, bağlı olduğunda bağırıp duruyordu, arada sürüsüyle kalıyor, günlerce gelmiyordu, küçük kız tamamen düzelişti. At sürüde bir diğeriyle kavga edip kaçmıştı ve yaralıydı.

Aç ve bitkin ve hasta halde bizim evin önüne geldi.

Babam onunla ilgilendi. Sahibi vardır diye düşündü. Ama sahibi çıkmadı, atla geziyorduk her gün. Müthiş eğlenceliydi. Kış gelmişti ve bir gece atın ahırına kurtlar saldırdı, at korkup kaçtı, ertesi gün piyasaya çıktında ayağı kırılmıştı. Babam onu alıp ıssız bir yere gitti, tüfeği vardı elinde. Tabi at gitmeden kaderini anlamış gibi bize yaklaştı, başını öne eğdi, özelikle benle vedalaştı. İşimi bitirin, çok acı çekiyordum der gibiydi bakışları. Sonra onu rüyamda gördüm, cennetteydi, koşuyordu, hasta çocuklar vardı yanında, çocuklar onula gezmek için sıra bekliyordu, yalnız koşmuyor, uçuyordu da, dev kalanları vardı. Bana buraya geldiğinde görüşürüz dedi bana. İç sesini duydum. Cennete hasta çocukla vardı, kalpleri yaralı çocuklar, annelerinin özlemiyle kararmış çocuklar, at onları neşelendirip eğlendirmek ve aile, kardeş hasretlerini gidermek için görevlendirilmiş. Öyle anlattı bana. Yani hiçbir at boşuna yaşamaz, hiçbir insan da kızım.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

AÇ KURT 8

 

OSMAN

 

Osman kar fırtınası içinde güçlükle ilerlemekteydi, buralar ne zordur kışın, ne çekilmez ve ne acımasız, asit gibi eritir insanın umutlarını ve içindeki iyiliği ve güzelliği, doğa şartları işte. Akşam indi mi kışın kabus gibi inerdi. O perişan eden giyotin öyle düşerdi ki, köy evinin hayatla bütün bağlantısını koparır, onu adeta gömerdi zift gibi karanlığa ve bu insanı korkuturdu. Öyle ama, insanın umutlarını ve yaşam sevincini gül gibi patlatan ve püskürten şeyler de vardı burada, kuzenini içinde (fırın) pişen ekmeğin kokusu, onu tereyağlı yemek, ahırın önünde havlayan köpek, ahırda doğumu yaklaşan ineğin acılı inleyişi, bir örümceğin sabır ve umutla ağında bir sinek bekleyişi. Küçücük şeylerde kozmos vardır, evrenin gülümsemesi, ilahi gücün yenilmez kılıcı, şu kısa yolu bir an önce tüketip geri dönmeliydi. Aslında sabaha kadar bekleyebilirdi. Geçen sene köyde hamile kadının biri hastalanmıştı, sabahı beklemişler ve kadın sabah ölü bulunmuştu yatakta, aynı şeyi başıma gelir korkusuyla yola çıkmıştı. Aniden uzaktan ir yerden silik bir kurt uluması duydu, arkasında bir noktadan gelmişti uğultu, nicedir kurtların sesini duymamıştı, en son 2 yıl önce duymuştu ulumalarını, kurtlar hayalet gibiydi, ne görünüyorlar ne de sesleri geliyordu, çok iyi saklanıyorlardı, buralarda genelde çakal ve tilki olurdu. Bir kurt sürüsüyle bir kar fırtınasında karşılaşma olasılığı parladı kafasında, tüfeği ve mermisi vardı; ama bu sürü açlıktan gözü dönmüşse, içini bir korku kapladı, çok eski ataların anlattığı kurt sürüsünün parçaladığı köylülerin hikayesi döndü kafasında, o çocukken babasının ve köylü çocukların anlattığı hikayeler. Kurtlar çok zeki hayvanlardı, pusu kurarlardı, plan yaparlardı, arkadan yaklaşırlardı ve hepsiz bir avı yakalamak için organize hareket ederdi, her şeyi hesap ederlerdi, avlarının peşinde gece gündüz delice bir sabırla giderlerdi. Kurtlar bir tür seri katil gibi hareket ederlerdi. Ve çok aç olduklarında kaybedecekleri hiçbir şey yoktu, bütün bir sürü birden hücum ederdi, o esnada zifiri karanlıkta hangisine ateş edebilirdi, tamam el feneri vardı ama dört bir yandan saldırırlarsa; (kurtlar askeri tim gibi hareket ederler, devrimci gerillalar misali, bu yazarın uydurduğu bir şey değildir.) işini çok çabuk bitirirlerdi. Ama 45 yaşındaydı, 45 yaşına dek hayalinden geçtiği gibi bir manzaranın merkezinden olmamıştı, ava çıkmayı severdi,

Başta boğazına et girebilmesi için ava çıkardı, sonra bu işe alıştı e buralarda et bulunan en zor şeydi. Bekardı o zamanlar, 18 yaşındaydı. Avcılığa yeni başlamıştı. Dedesinden kalma eski tüfekle.

İnsan 18 yaşındayken hayat bambaşkadır gözünde,

Yapamayacağı devrim oktur, aşamayacağı engel tanımaz, bir amaç uğruna, onu fethetmek uğruna gecesi gündüze karışsa fark etmez, ne büyük saflık merak heyecan ve umutlar hissederdi Osman. Dedesinin artık tüfek senin dediğini gün, gözleri parlıyordu. Bu sen artık adam oldun demek gibi bir şeydi. Dedesi tüfeğe kimsenin ellemesine izin vermezdi, yeşil gözlerinin soluğu vardı bu tüfekte, nice güzel anısı. Tüfek onun ciğerinin parçası gibi bir şeydi.

Tüfek karısı gibi bir şeydi, onu neden versin ki torununa, ama torun başkaydı. Bahar ayıydı, Osman yazın gelmesini, sonra kışın gelmesini deli gibi bekliyordu, kış gelsin ki ava çıkabileyim, ve sonra yaz geldi, ekinler kaldırıldı tarlalardan, daha önceden hiç dikkat etmediği ya da umursamadığı bir şey oluyordu, boş tarlalarda, güvercin sürüleri akın akın gelip otların arasına düşen ekin tanelerini topluyordu, yüzlerce güvercin göğün bir noktasında süratle gelip dalga dalga yayılıyordu tarlalara, Osman elinde tüfek varmış gibi nişan alıp ateş ediyordu. Köyü o zamanlar daha çok köylü gibi hareket ediyordu ve köylü olmak o zamanlar için çok kazançlıydı. Buğdayın mısırın genetiğiyle oynanmamış zamanlardı. Bereket vardı, çevre kirliliği oktu, her şeyin saflığını koruduğu zamanlardı insan ilişkilerinin o gün Osman basından dayak yemişti, çok kızmıştı kırılmıştı ama sakin kafala düşününce hak etmişti bu dayağı. Köyün asi gençleriyle oturup içmişti, sabaha karşı gitmişti eve. Kurdukları tek bir hayal vardı, yaz muhteşem yaz gecesinde, tarlanın kenarında çimene uzanmış, ellerini ensesinde birleştirmiş yıldızlara dikmişti gözünü, derenin sesi geliyordu kuşlaklarına, şıngır mıngır akıyordu, sarhoş kafayla bir de şeftali bahçesine dalıp gelmişlerdi ateşin başına. Gülerken korkuyla atıyordu kalpleri, oysa buradaki kimseler olmazdı, şeftali bahçesinde bir hayvan, bir şey görmüşlerdi; ama ne olduğunu anlayamamışlardı ya kurt ya çakal ya ayıneydi o diyorlardı koruyla, derede kurbağalar vıraklıyordu, bir Ağustos böceği ötüyordu kararlılıkla, bir baykuş öttü. Ateşe çalı attı dört gençten biri. En küçükleri oydu, 14 yaşındaydı. Ama en boylu poslu olanı da oydu. Mehmet, Ahmet, Veysel ve Osman. Dörtlü bir çete oluşturmuşlardı, köydeki hayat belliydi, okumak kendini kurtarmak; ama hiçbirisi liseyi bitirememişti. Tarlada bağda bahçelerde çalışıyorlar, sığırlara ya da koyunlara çobanlık ediyorlar, kasabanın mezbahanesinde çalışıyorlardı. Köyde hayat belliydi, askere gidersin, gelirsin, ailenin seçtiği kızla evlenirsin, hiçbirisi bu hayatı istemiyordu, köyün kızlarını beğenmiyorlardı ki. Köyün kızları da onları. Köyün zenginlerinden olsa iş başkaydı tabi. Çalıştıkları bütün paraya aileleri el koyuyordu, ses çıkaramıyorlardı. Osman bir tarak almıştı kendine, bir çakı, çıkarıp bunları gösterdi. Mehmet tarağı aldı ve saçını taramaya başladı, yapma dedi kızdı, o pis kafana sürme, Mehmet çok kızdı ve onu bacak arasına sürüp verdi, herkes gülmeye başladı, bit ne gezer bende, tarağın kadar konuş namussuz, Osman da gülüyordu, özür diledi. Ahmet söze başladı, lan biz niye bu köyde fakir olarak doğduk ki, başak bir ülkede zengin bir adamın oğlu olarak doğmadık ki.. babamın gülümseyen gözlerinden çok sert yumruklarını hatırlıyorum, sizce bu garip değil mi herkes gülmeye başladı. Herkes şehirde nasıl bir hayat kuracağından söz ediyordu. Hatta birlikte gitmeyi planlıyorlardı, yaz biter bitmez bavullarını alıp köyü terk etmek, eh tabi gizlice. Bu sürekli konuştukları, tasarısını yaptıkları bir hayaldi. Hep burada gelip konuşurlardı bunu, ne iş yapacaklar filan. İnşaat işi. Tabi. Anlamadıkları iş de değildi. Kasabada yapılan kimi binalarda çalışmışlardı. Amelelik yani. Osman o günün sabahına kadar yapılan p planlara, kurulan o hayallere sonuna dek bağlıydı, ölümüne, ama akşam iş değişmişti ve bunu kimseye söylemiyordu, sırt üstü uzanıp yıldızlara bakmasının perde arkasında bambaşka şey vardı, ötekiler onun şehirdeki  yaşantıyı hayal ettiğini sanıyordu, oysa ilgisi yok, Osman o günün akşamı çeteyi terk etmişti aslında. Köyde bir düğüne gitmişti. Muhtarın kızı evleniyordu, muhtarın kızı karşı köye gelin gidiyordu, evin bahçesinde ufak bir düğün oluyordu işte. Osman’ın gözleri kızlardan birine takıldı, kızlar ayrı bir bölümde eğlence yapıyordu, kız dışarı çıkınca onunla göz göze gelmişti. Ufak tefek, saf bakışları olan meleksi bir kızdı bu, o sırada içerden Mehmet’in bekliyordu, Mehmet muhtarın amcasıydı, kim bu kız dedi, damadın en küçük kız kardeşi. Osman’ın içinden bir alev akıp gitti, çarpıştı, onu o an tam anlayamadı ama saatler sonra farkına vardı, çarpılmıştı, evleneceği kız oydu. Ve çetenin hayallerinin saçma sapan ve asla gerçekleşemeyecek olduğunu düşünüyordu şimdi. İpe sapa gelmez hayallerhepsi evlenip onunla bu köyde yaşamak. İlk kez bu köyle derin bir bağlantı kurduğunu hissetti. Tıpkı çocukluğundan olduğu gibi. Dedesinin hediye ettiği tüfeği düşündü, kışın gelmesini delice arızalandı, şehirde yaşasa orada avlanma imkanı olmazdı ki. Para sorunu olursa ya kasabada bir işe girerdi ya da gurbete çıkardı, çiftçi olarak neden geçinemesin ki. Ötekiler hep böyle ocak olmamış mıydı, isyan edip gidenler hakkında hiç iyi şeyler duymamış, işleri rast gitmemiş, şans adeta onları terk etmişti. Babaya isyan hiç iyi sonuçlar vermemişti, böyle hikayeler duymuştu köyde. Basıp gidenlerden üçü hapse düşmüştü. Biri takıldığı kadını öldürmüş, diğeri ev sahibini, diğeri ise borçlu olduğunu birini. Üçlü şehirde yaşama hayallerini süsleyip püsleyip birbirlerine anlatmış, Osman tek kelime etmemişti, can sıkıcı; hatta şeytani bir sessizlik ortamı sallıyordu, Osman en sessiz olandı

şöyle deyiverdi bağırarak: Çocuklar siz martı değilsiniz, kanatlarınız yok, uçurumlardan düşüp ölürsünüz. Az akyalarınız yere bassın. Anca konuşup duruyorsunuz. Bence bunların aslı astarı yok. Askere gidin. Dayak yiyin. Aklınız başınıza gelir. Babam böyle der. Anne sesini duymasanız bir hafta dünya başınıza yıkılır. Hepsi gülmeye başladı. Ya kardeş sesi. İçlerinde bir dermansızlık, karanlık çöktü. Bir yandan uyanır gibi oldular. İçlerinden dine en yakın olan Ahmet dedi ki: en iyisi neyse o olsun, canım.

En iyisi neyse o olsun, canımızı yaksa bile. Canım.

Muhakkak ki Allah’ın bizim için özel bir planı vardır, harcanmamızı istemez, kimsenin harcanmasın istemez. Şamata kesir gibi oldu ama düğün hakkında sohbet dedikodu başladı bu kez, düğüne gelen kızlar hakkında. Osman yıldızlara bakıp dalıyor, içinde bambaşka bir sızı, hayatında ilk kez duyuyor, bir çığlık kopuyor yüreğinden, sonra yenisi çıkıyor, dalga dalga, kıyasıya onu düşünmek istiyordu. Evet, ilk kez canıyla kanıyla sevdiği, uğruna ölebileceği dostlarıyla ararında bir ayrılık belirmişti, daha önceleri kavga erler, kırılırlar ama çok geçmeden barışırlardı, çok iyi biliyordu ki; bu muhabbetler zaman gelip bıçakla kesilir gibi kesilecek, herkes kendi yoluna gidecekti, herkes kaderinin yolunda olacaktı, artık o neyse. Bu dostluğun sonsuza dek süreceğine inanırdı, sürmeyeceğini anlaması kalbini kırmıştı, gözlerinden yaşlar düştü, ne için ağlıyordu, aşık olduğu için mi dostlarıyla bütün güzel günlerin tükeneceğini görmesinden midir.

Sordular, o da dedi ki: “Bu günleri çok ararsını dostlar. Çok.”

Ertesi gün tarlada babasına yardım ediyordu, tuvalete gidiyorum deyip kaçtı, evden oltasını yiyeceğini alıp ormana gitti. balık tutayım dedi; ama balık yoktu, o da sevdiği kızı düşünerek şarkı mırıldanarak ormanda ilerlemeye başladı. O kadar çok yol gitti ki; şimdiye kadar hiç ayak basmadığı bir yer keşfetti ormanda, burada küçük bir göl vardı, rüya gibi güzel bir yerde burası, soyup suya girdi, sonra kenardaki kayının üstüne uzandı, ağların gölgesi altındaydı, ağlamaya başladı, mutluluktan. Ben burada yaşamayım dedi kedine, ne olursa olsun.

 

Osman kafasındaki düşüncelerden sıyrıldı, kar fırtınası aynı şiddetle devam ediyordu ve yol bu gidişle gidilmesi imkansız hale gelecekti adımlarını hızlandırdı. Şimdiye kadar gelmiş olması lazımdı, peki nerdeydi bu çiftlik evi. Durdu, bir an kafası karıştı, bir an bir kabusta mı yoksa gerçekte mi olduğunu anlayamadı, kendini kaybolmuş gibi hissetti. İleri baktı, ışık mışık hiçbir şey yoktu, zifiri bir karanlıktan başka hiçbir şey yoktu.

 

ZULÜM VE BASKI ADAM ÖLDÜRMEKTEN DAHA AĞIRDIR, Osman inşaatta, sona koy bunu. Metnin sonuna o uygun hikayenin sonuna.

 

Zulüm ve baskı ölmekten ya da öldürmekten daha ağırdır.

 

 

AÇ KURT SÜRÜSÜ

 

Siyah kurt durdu, başını arkasına çevirdi, onları görmedi, nasıl görsün zifiri karanlıktı; kulakların kabartmıştı, ayak seslerini duydu, kara bata çıkan ilerleyen sürüsü, nefes alıp vermeleri, sımsıcak, ateş gibi sımsıcak nefesleri. Sürü ona çok yaklaşmıştı, hareketlendi, midesinden gelen açlık feryadını duydu, öfke hissetti, öfke ise içindeki, derinlerde yatan güç duygusunu harekete geçirdi, kendisini çin değil, sürüsü için, iyi bir lider sürüsünü heba etmez, ki heba oldular çoktan. Canı sıkılıyordu yine. bir an önce yiyecek bulmalıydı, şansa önlerine bir av çıksa; ama bu boş bir ayaldi, boş hayallere yer yoktu, ama bu sıkıntılı anda kafasını oyalıyordu işte bu saçma sapan düşünce, burada, doğada kazanmak için delice, ölümüne çarpışmak, diğer deyişle gayret etmek lazımdı, gayretkeşlik, sonuna dek, avı yakalayamasan bile, hı, her av de kurtulmak için canla başka yani delice mücadele eder,

Açlığın baskısı ve zulmü, kar fırtınasının baskısı ve zulmü. Zulüm ve baskı ölmekten ya da öldürmekten daha ağırdır.

 

Siyah kurdun eski sürüsü (ataları) aklına geldi, büyükleri sürekli dolanırdı, gece gündüz, bazen günlerce gelmezdi mağaraya, o ve diğer bebek kurtlar onları beklerdi, bakıcı kurtlarla. Onların nerelerden gezdiğini merak ederdi, onlarla takılmak isterdi ama bakıcılar izin vermezdi. Büyüdükten sonra onlarla takılmaya başladı ve avlanmanın ne büyük sıkıntılı ve tehlikeli olduğunu gördü, arka planda kalmaya, işi diğer kurtların bitirmesini istiyor, bekliyordu, pasifti ama bu kez de yemek sırasında sona düşüyordu. Kim ne kadar emek harcarsa avı tuzağa düşürmek için yemekte o kadar öncelikliydi. O da sona düşmemek için önde olmaya, cesur davranmaya başladı, böylece genç kurtlar arasında sivrildi, saygı ve itibar görme başladı, diğer genç kurtlar ondan korkardı, siyah kurt büyüklerinin de takdiri topluyor, herkes bu kurt büyük işler başaracak dedirtiyordu; ama diğer kurtlar birlikte üstüne atak yaptığında da fazla ses çıkaramıyor bu sırada sürünün liderleri araya girip onları azarlayıp sakinleştirip kendi köşelerine gitmelerini sağlıyorlardı. Sürüde iç çekişmelere, kapışmalara göz yumulmazdı. Diğer genç kurtlar yemek sonrası oyun oynardı, sonra kıvrıldıkları yerde uyurdu, siyah kurt ise hemen temizliğe başladı, her yerini yakalayıp tertemiz ederdi, oyunla uğraşmazdı, oyun oynamayı sevmezdi, sürünün lider ve sözün geçen güçlü kurtlarını izlemeye alırdı, onların hareketlerini tavırlarını sözlerini ölüp biçerdi. Sürünün en yaşlı dişisinin yanında oturur onun hikayelerini dinlerdi, yaşlı kurt en zorlu yıllardan sağ çımayı başarmıştı, ona öğütler verir, kimseye vermediği bilgileri aktarırdı. Diğer genç kurtlar çocukça takıldığı için onları yanında kovardı, hırlayıp korkutup kaçırırdı; ama siyah kurda ilişmezdi. Çünkü siyah kurt dinlemeyi severdi. Çok saygılıydı. Yaşlı kurt onda bir parıltı görmüştü, deha, eğer o kumaşı ilenirse onda birçok yetenek gelişebilirdi ve şansı varsa, nice kurdun çok basit hatalarla ölüp gittiğine tanık olmuştu, siyah kurt da bunlardan biri olabilirdi ve bu düşünceyi hiç unutmuyordu; çünkü o da küçük bir hatası yüzünden ölürse ardından üzülmek İstemiyordu, hayatı boyunca yoldaş bildiği çok kurdu kaybetmiş ve onları kaybetmenin derin acısı ruhunu sarsmıştı, enkaz olmuştu ve yaşlılığın güzel döneminde yenden eskisi gibi kahrolmak istemiyordu, zaten bazı hastalıkları vardı, çok yaşamazdı, son zamanlarını kimse için üzülerek geçirmek istemiyordu. Ona evlat diyordu. Siyah kurt da ona baba diye sesleniyordu, bazen hiç ses etmiyorlar, bakışarak konuşuyorlardı. Bütün kurtlar arsında böyle bir ilişki, anlaşma vardı ama bu iki kurt arasındaki iletişim, bağlılık bambaşkaydı.

Genç kurtlar uzaktan sürü liderlerinin avlanmasını izliyorlardı, saklandıkları yerden. 15 kurt domuz sürüsünü kıstırmaya çalışıyordu, açık arazide yakaladıkları domuz sürü ormana kaçmaya çalıyordu, kurtlar onlar çembere almıştı, kış yaklaşmıştı ve sabahtan beri yağmur yağıyordu, domuz sürüsü uzun otların arasına kayıp kayboldu ve hayalet oldu bir anda. Kurtların kafasın karıştı, bellediler ve ses vermelerini beklediler, sağanak yağmur domuzların sesini gizliyordu. Sonra domuzlardan birkaçı genç kurtların önünde belirdi. Siyah fır en iri olanını kapmak için fırladı, büyüklerinin avı nasıl yakaladıklarını, neler ettiklerini çok iyi biliyordu, şimdi iş ondaydı, kalbi heyecanla çarpıyordu ve öfkeliydi de, onları görür görmez öfke hissetmişti. Diğer kurtlar saklandıkları yerde korkup başları biraz daha eğdi aşağı. Siyah kurt ise mermi gibi fırlamıştı. Dört ayağıyla koşuyordu ama aslında kalbi fırlayıp gitmişti ve ayakları arkadan geliyordu, ruhu aslında fırlayıp gitmişti, akyalar çok gerideydi, akıl alamaz bir arzu onu ok gibi fırlatmıştı ileri. Hiç olmadı kadar hızlı, hiç olmadığı kadar çevikti, bütün kaslarını hissediyordu, ıslak otlar, çamur içinde er yer kayarak ilerliyordu, gözleri en iri domuza kilitlenmişti, çünkü iri domuz sürüyü doyururdu, domuza çok yaklaşmıştı, büyüklerinin yaptığı gibi tam arkasında hücum edecekti, evet, atam arkadan, adımlarını hesaplıyordu, uçarcasına gidiyordu, arkadan yaklaşacak, bir pençesiyle ayaklarından birine vuracak, domuz yuvarlanacak ve o esnada gırtlağını kapacaktı, domuz arkadaki üç yavrusuna ve eşine baktı, erkek domuz korku çığlığı attı, kaçın sinyalini vermişti. Karısı ve üç bebeği karışıp bir anda gözden kayboldu, siyah kurt bunu beklemiyordu, erkek domuz ona dönmüş bekliyordu, siyah kurt böyle olmaması gerekiyordu diye düşündü, ama cayacak değildi, korkuyordu ama onun gırtlağını yakalayacaktı, o korkunç öfkeyi hissetti, genlerindeki öldürme güdüsü, saplantısı. Sanki bir robot gibiydi ve sanki hipnotize olmuş gibiydi. Ayağı kaydı ve yuvarlanmaya başladı, ağaç vardı, bu gidişle ağaca çarpacaktı ve domuz da ona doğru geçiyordu, evet geliyordu, o da kurt da doğru koşmaya başladı. Daha önce bir domuzun bir kurda neler edebileceğini hiç görmemişti, tek gördüğü kaçan domuz sürüsü ve onları kovalayan büyükleriydi. İçinden bir ses, burada bir yanlışlık var, dur, gitme, toparlan, burada bir yanlışlık var diyordu kurt sezisi. Onun kaçması gerekiyordu neden kaçmıyor e bana doğru geliyor. Az sonra çok kötü bir şey olacak, ya bana ya ona.

Domuzların çok kuvvetli çeneleri vardır sırtlanlarınki gibi. Kemiği parçalar. Siyah kurt bunu bilmiyordu. Siyah kurt yuvalandı, ağaca çarpacaktı, dört ayağıyla ağaca vurdu ve üstüne atılan domuzun üstüne sıçradı, bu esnada domuz kurdun ön ayaklarından birini yakaladı ve silkti. Siyah kurt da kulağında kaçtı, iki taraf da acı duydu, birbirlerini bıraktılar ve domuz otlar arasında kayboldu ve siyah kurt yerde inliyordu. Ciyaklıyordu. Ciyaklamasını sürünün lideri ve diğerleri geldi. Lider ve birkaçı domuz sürüsünün peşine düştü, yaşlı kurt geldi ve ayağına baktı, ayağını yaladı, ucuz atlattın der gibi. Pişmen lazım, ayağın kurulsa işin bitmişti der gibi baktı. Siyah genç kurt o gün hayatının en önemli dersini almıştı. Ancak şaşkın bir kurt o iri domuza saldırırdı, bütün sürü onun cesaretin konuştu çok uzun bir süre. En büyük dersi: Hiçbir av için hayati riske girme. Olmuştu. Ölümcül açlık haricinde. Kurt sürüsüyle hareket et, tek başına yeniliri çünkü. Sürü güç demekti, dert ve bela paylaşımı. Sürü dayanışma demekti. Ortak bilinç ve şuur demekti. Sürü hayatta kalmak demekti. Kahramanlık yapmaya kalkanlar, korkusuz olanlar çok çabuk ölürdü doğada. Kurt kokak kalırsa hayatta kalırdı.

Şans mı, şans varsa eğer o gün o domuzun elinden kurtulmasıydı, yiyecek bulmak için çarpışmaktan başka bir şey yapılamazdı doğada ve bunu bütün kurtlar bilirdi. Ancak tembel, zayıf hasta ve yaşlı kimi kurtlar çöplüklerden ya da leşlerden beslenirdi. Dişleri pırıl pırıl, jilet gibi keskin ve güçlü kurtlar o dişleri ava geçirmek, avın tadının kanını, kanındaki korkuyu hissetmek isterler, o vahşi iç güdüler tatmin olmak ister çünkü, onda korku yaşatmak isterler, sımsıcak ateş gibi sımsıcak nefeslerin onların enselerine, gırtlaklarına püskürmek isterler; çünkü onlar kurt. Ve bir kurt doğasında ne varsa işte bu vahşi içgüdüleri gerçekleştirmek ister. Bebek kurt bile narin; ama keskin dişlerini geçirdiği bir av görür rüyalarında, aşıktır öldürmeye. Öldürünce rahatlar, öldürünce üstünden ve içinden tonlarca yük kalkar. Öldürme güdüsü ondan delilik halidir, o derece şiddetlidir. Öldürmese hasta olur, bunalıma girer. Ruhu isyan eder öldürmedi diye. Vahşet çığlıkları atar ruhu, kalbi ve kafasının içindeki alev alev parlayan ışık, zihnin koridorlarındaki acımasız tapınak. Onun tanrısı: Katil olmaktır, açlık için ya da zevk için.

 

Siyah kurt sürüsünden gelen bir homurdanmayla geçmiş düşünce ve hayallerden sıyrıldı. Öteki bir şikayeti önemsedi ve oludu, bir diğer ise isyan amaçlı uluyarak destekledi bu ulumayı, diğer isyan için cesaret veren biçimde, korkmayın bu budaladan, haydin, yürüyün, gidip boğalım şunu iddiasındaydı, öteki onlara kızarak; kapayın çenenizi, hiçbirinize bu zor durumda yarar getirmeyecek karışıklığı, az dişinizi sıkın, yitecek bulacağız, lider de bizim kadar aç, çocuklar dercesine homurdandı. Siyah kurt sorumluluklarını yerine getiremediği için üzüldü, derin bir acı duydu, herkes haklıydı, bir şeyler yapmalıydı, yapabilmeliydi, öyle ulumaya başladı k; bu uluma kalp acısı doluydu, gözyaşı, bu ulumada bebeklik günleri vardı, bu ulumada çocukluk döneninin parlak ışıkları vardı, bu ulumada gençlik günlerinin çılgın ve hapis olmaz ve karşı konulamaz ilk heyecanları ve tatlı sabahların göz kamaştıran ilk ışıkları vardı, bu ulumada çöken akşamların verdiği huzur ve ailesiyle sürüsüyle güvende olmanın ve onların anında kıvrılıp uzanmanın müthiş keyfi ve kendi olmanın tarifsiz mutluluğu vardı, bu ulumada karlı kış gecelerinde inlerinde karnı doymuş halde dışarıdaki fırtınanın korkutucu cayırtısını dinlediği anların kalp tınısı vardı, bu ulumada sürüdeki genç yoldaşlarıyla itişip kalkıştığı, bir kemik etrafında dönen oyuna, kemiği kim kapacak yarışındaki coşkulu ve sert anların gerilimi vardı, bu ulumada ıssız ve ayak basmamış ormanlara sürüsüyle girdiklerinde etraftan korkuyla kaçışan kelebeklerin göz kamaştırıcı renkleri ve ormanın soluk alıp verişi vardı. Bu ulumda sürüden atıldığı gün duyduğu hayatın ilk derinden sarsıcı acısı, ruhundaki amansız mahvoluş vardı, bu ulumada sürüden atıldığı ilk gece duyduğu perişan eden açlık ve tek başına olmanın verdiği parçalayan korku vardı, bu ulumada artık tek başımayım, karımı nasıl doyuracağım, kardeşlerim, annem babam yok, bakıcı teyzeler yok, acısı vardı,  bu ulumada sürüsüne duyduğu korkunç özlem vardı, bu ulumada ormandan gelen seslerin onda yarattığı panik, endişe, her an bana kötü bir şey olacak okursu ve çevresine kulak kesilip bir oraya bir buraya başını çevirdiği anlardaki karanlık ıslık vardı.

 

nice zor zamanları atlatmamış mıydı, o zamanlardan biri parladı zihninde.

 

Tek başınaydı ve ilerliyordu, ormanda pinekliyor, akşamı aç geçiriyor, av bulmak için çevreye bakınıyor, bir şeyler kokluyor, sürekli biri şeyleri tarıyordu, gözleriyle, burnuyla, kulaklarıyla, ama her nedense hiçbir şey göremiyordu, o ormanın ö bölgesine adım atmadan dakikalar önce sanki gizli bir güç ötelerde ormanda yaşayan bütün canlılara haber veriyor, ve bütün canlılar saklanıyor, orman ölüm sessizliğine bürünüyordu, çıldırıyordu et için, çıldırıyordu süründeki gibi et yemek için, kan için, zevk ala ala, parça parla yemek için, o mükemmel yutkunmalar için ve doygunlu sonrası deden kana kana içtiği sular, yemek sonrası su içmek kadar güzel bir şey yoktu, s içmek onu ne kadar çok mutlu ederdi, su bambaşka bir şeydi, karnında suyun durduğunu işaret eden o yumuşak ve yenilmez his gibisi yoktu., Bütün o cehennem zamanlarından sağ kurtulmayı başarmıştı, direnmişti ve şansı da vardı ve direnişi sayesinde hayatta kalmayı başarmıştı, püf nokta burasıydı, en zor zamanlardan direniş göstermesiydi, ölüm kalım savaşı verdiği anlar, evet, kader denilen şey işte tam bu anlardan çiziliyordu, şayet kendini bıraksa, teslim olsaydı çoktan ölmüş olacaktı ve bu sürünün lideri olamayacaktı, evet, şimdi de öyle bir zamandı; ama bu zaman en zor zamandı, daha önce benzerini hiç yaşamamıştı, tek olsa neyse, ama koca sürüsü söz konusuydu, sorumluluğun ağır baskıcı korkunçtu, kendi ölse sorun olmazdı ama koca sürünün heba olup gitmesi bu kar fırtınasında, belki de onları ölümün kucağına fırlatacak kararlar alıp duruyordu; ama bu korkunç şartlarda bile elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyordu, tek gayesi vardı, sürüyü ne pahasına olursa olsun hayatta tutmak, tek bir fire bile vermemekti. Çünkü her biri bireyin sürüye inanılmaz büyük katkısı ve gücü oluyordu, bir fazlalık sürüyü büyük ve güçlü gösterirdi. Düşmanları korkuturdu. Eğer bir haftadır yanlış kararlar veriyorsa; ki muhtemel ya da değil. En zor zamanda kendine güvenmek gerekir ve öyle yapıyordu, şayet yanlış seçimler kullanıyorsa yapabileceği bir şey vardı, çok güzel bir seçim, burada liderdi, söz sahibiydi, o ne derse o yapılırdı, uçurumda geçmek için uçurumdan aşağı atmamak gerekiyorsa yüz metre aşağı; o uçurumdan öyle geçilirdi. Lidere ciddi, adamakıllı isyanın tek sonucu vardı, lider onu boğazlardı, öldürürdü, bunu lider yapsa bile sürüde güç merkezi olan diğerleri yapardı, sürüdeki sistem buydu. Lider arkasını döndüğünde birileri ona saldırırsa sürünün içindeki lider yanlıları onları gözden kaçırmazdı.

Şimdi lider kaybeden olacaksa bile savaşarak kaybetmeyi yeğlerdi. Ne var ki düşman kar fırtınasıydı, fırtına nasıl yenilir ki. Ezip geçer dümdüz ederdi kurtları, savaşılacak olan bir av ise sürü zaten yapacağı işi, kuracağı oyun zaten çok iyi bulurdu. Bu kar fırtınasıyla savaşmanın tek yolu sabrederek ilerlemek, direnç göstermek, karşı koymadan kabullenmek ve onlunla uyum sağlamak, onunla bütünleşmek; ama onu güzellikle ve iyilikle aşmaya çalışmaktı. Yani son derece olumlu olmaya çalışmaktı, siyah lider zaten en zor zamanları o durumu hazmederek algılanmasına ve gelecek günlere umudu içinde fırtına gibi harekete geçirmesine borçluydu, yeni bir şeyler olacak, yeni ir dizayn içinde bulacaktı kendini bunu kafasında kurmuştu, bunu bütün yüreğiyle destekleyip kazmıştı yüreğine, yırtına yırtına, acı çeke çeke, aç kala aç kala. Mahvola mahvola.

 

nice zor zamanları atlatmamış mıydı, o zamanlardan biri parladı zihninde.

 

Sürüsünden atıldığı ilk günlerdi, dağlarda, el ayak değmemiş karanlık ormanlarda dolaşıyor, yiyecek bir şeyler arıyordu, o zamanlarki kafası ve içgüdüleri buralarda bir yerlerde yiyecek olduğunu söylüyordu; ama en yanlış yerlerde geziyordu, üstelik boşun boşuna ve enerji (yakıt) harcıyordu, günden güne daha çok zayıflıyordu ve bir deri bir kemik kalmıştı, yiyecek ararken; yani hayatta kalabilmek için dahil olabileceği, yani onu kabul eden bir sürü de bulmalıydı, ama hemcinslerine dair iz ya da koku da bulamıyordu, aralarına katılmak istediği sürü onu öldürebilirdi de; henüz bunu bilmiyordu, yiyecek konusunda en bakılmaması gereken yerlerdeydi, bulduğu ufak leşlerle beseliyordu, kokuşmuş bir sincap leşi, kokuşmuş bir tavşan leşi. Pis iri bir böcek. Bir lokma yitecek bulup onu sonsuz bir keyifle çiğneyip midesine gitme manzarasını ağır ağır hissederken dünyada ondan mutlusu ve ondan çok ferahlayanı yoktu, aç olunca bir kırıntının bile anlamı vardı ve bu konuda muhteşem bir coşku ve hayatta kalabileceğine dair büyüleyici kıvılcımlar saçıyordu kafasının derinliklerinde. Bir ağcın altına tünüyor, kir pas pislik içindeydi, çevresinde binlerce sivrisinek uçuyordu, cehennem çukuru ormanın yiyecek aramak için yanlış yer olduğunu anlamıştı, gizli kapaklı yerlerde zaten görüşü kısıtlıydı ve onlar içini saklanacak ne çok şey vardı, ölü yılanı bulduğunda çabuk bitmesin diye onu günlerce az az yemişti. Yemek bitince hüsran, o sarsıcı ve acıklı hikaye yeniden başlıyordu, her sabah aynı çile. Kurdun hayatı buydu, sürüsüyle yaşarken işte bu en önemli şeyi bilmiyordu. Sürünün güvenliği ve sevgi çemberi içindeydi ve her şey ast üst ilişkileriyle çizilmişti. Güvenlik, sevgi, refah duygularının sağladığı konfor içinde ne düşünebilirdi k tamamen kuşatılmış kafası ve kalbi şimdi sefil bir halde olacağını nasıl görebilirdi ki.

Anlıyor ki, sürüyle oluşun mutluluk bitmişti. Ve başını çaresine bakabilmeye konsantre olmuştu; ama eski tatlı günleri düşünmek istemese de an gelip onlar yıldız sağanağı gibi patlıyordu tepesinde, baktığı sahne ve manzaralarda. Eskiden bir şeyle ilişkilendiriyordu gördüğü bir şeyi, şeyleri. Av bulma ve hayatta kalma içgüdüsüyle ilerlerken aniden bir sürüyle karşılaşacağını, onlara kendini sevdireceğini ve onay alıp aralarına kabul edeceklerini hayat ediyordu sık sık ve bu zorlu ve tek başına süren mücadele bitecekti. Sürü güvenliği içinde olacak ve karnı da doyacaktı. Ama bir türlü o sürü karşısına çıkmıyordu, düzlüklere, ağaçların yoğun olmadığı bölgelere indi, çöle benzeyen taşlı topraklarda, verimsiz topraklarda ilerliyordu, rüzgar sert esiyordu, burada çalılıklar ikenler çoktu, buralarda hayat yoktu, susuzluktan mahvolmuş, bir damla suya hasret ilerliyordu. Yorulmuştu, burada pinekleyip yıllarca uyumak istiyordu, ölüm ona çok yaklaşmıştı, ölüm ensesindeydi. Tepesine baktı bir an, akbabaları gördü. Bu on öfkelendirdi. Ertesi gün hava çok sıcaktı, kavurucu sıcakta ilerlemek daha da belalıydı. Bazı yerlerinde yanıklardan dolayı yaralar çıkmıştı. Ve dünden beri su bulamıştı. Taşlı sert ve pis dikenlerle dolu arazinin sonunda bir yerde yaşamın ve suyun olduğu bir yer olduğuna inanıyordu. Ama gücünün son damlarlarını harcıyordu; çok yavaşlamıştı. Çalıların arasına girip uzandı, yine kavurucu güneş altındaydı oysa. Yaşamla olan bağları gevşemişti, gelecek günlere dair hayal kuramıyordu, yiyecek bulma hayali, bir sürü bulacağına dair, hem de her an capcanlı duyduğu arzu ölü gibiydi. 

 

Tükenmişti. Çünkü dayanacak gücü kalmamıştı. Artık öleyim de bitsin bu işkence der gibiydi zihni.

Umursamıyordu hiçbir şeyi. Ama açlık ve susuzluk dindirilmek istiyordu, fiziksel varlığı isyan ediyor, onu yeni bir adım atmaya teşvik edip sürüklüyordu, bu susuzluğu gidermek ve sonra ölçmek, evet o zaman ölebilirdi, acıdan başka bir şey yaşatmayan doğada işin neydi ki. Sürüsü yok olup gitmişti. Kendi neden hayatta kalmıştı ki. Neden onlarla ölmedim ki diye düşünüyordu. Yarım saat daha ilerledi. Tek adım atmaya gücü tükendi. Önünü görmekten zorlanıyor, her şey eriyip birbirine karışıyordu. Çalılığın yanındaydı. Çöktü kaldı. Açık kapadı gözlerini. Gözleri kararmaya başladı, kapadı gözlerini. Öleceğin düşünüyordu, birden sürüsündeki çok  mutlu zamanlarda birinin içinde buldu kendini ve sonra koptu. Gözlerini açtığında sabahın alaca karanlığını buldu karşısında. Ölmemişti. İyi hissediyordu, uyku gücünü toplamasına yardımcı olmuştu, açlığın ve susuzluğun feryadını hissediyordu. Kalktı ve ilerlemeye başladı. Sürüdeyken sürüde sözü edilen fikirler, ideolojiler ve felsefeler aklına geldi. Ama hiçbirinin açlık ve susuzluk karşısında bir anlamı yoktu, şahane şeyler dinlemişti, evet, uğruna ölünebilecek güzel ve iyi şeyler; ama hepsi aşağılık ve değersizdi; çünkü hiçbirinde şu anki durumuna cevap verecek nitelik bulamamıştı. Ağaçlık bir alana gelmişti. Gözlerine inanamadı. Dereyi buldu karşısında, fırladı ve hemen içmeye başladı. Kabus bir parça olsun bitmişti. Ölümcül kabusta bir delik açabilmişti nihayet. Denin ötesine göz attı, kenarda yuvarlak taşların orada bir kurt gördü, orada bir şey yiyordu. Siyah kurt yavaş yavaş ona yaklaşıyordu, bu çok iri bir kurttu, çok iyi beslenişti, anlaşılan avlanmasını beceriyordu, siyah kurt bu kurttan kapabileceği çok şey olduğunu düşündü, ona yaklaşıyordu ama nasıl bir tepki alabileceğini biliyordu, korkuyordu, adımlarını daha da yavaşlattı, iri kurt onu fark etti, başını kaldırıp dikkatle baktı ve yemeğine devam etti. O yokmuş gibi davranıyordu. Böyle tepki vermesi siyah kurdu sevindirdi ve güven verdi. Delice heyecanlandı. Sonunda karnını doyurabilecekti. İri kurt başını yine kaldırdı, ağzının kenarındaki kanı yaladı ve ona ters ters baktı. Siyah kurt gerisin geri diye kaçacaktı, hazırdı, kuyruğunu salladı dostça, selam diyordu bakışları, sevecen görünmeye, kendini sevdirmeye, ben zararsızım, sana zarar verecek halim yok demeye çalışıyordu.

Siyah kurt meseleyi anlamıştı, çöktü, avı bulan o olduğuna göre sırasını bekleyecekti. İşler böyleydi kurtlar arasında; ama ufak ufak sürünerek yaklaşıyordu. Derenin yukarısında boğulmuş ve sürüklenerek aşağı gelmiş bir koyun cesediydi bu, yeni ölmüştü. Kan ve etin kokusu siyah kurdu mıknatıs gibi kendine çekiyor, başını döndürüyordu. Siyah kurt kontrolünü yitirecek gibiydi, hemen fırlayıp az ötesindeki koyundan bir parça almak için kıvranıyordu. Uydu deliliğe, biraz daha yaklaştı, baktı, iri kurt hiç tepki vermedi ama bir gözünün ucuyla onu kesti, ahbap ne yaptığından haberim var, dikkatli olursan sağlığın için fena olmaz der gibiydi. Siyah kurt koku ve endişeye kapıldı, panikliyordu. Ete bu kadar yakın olup bir lokma alamamak onu delirtiyordu. Ama kurtların kendi aralarındaki sözleşmede avı ilk bulan karnını doyurmadan yabancı kurt oraya yaklaşamaz. Hazine; diğer adıyla leş onu önce buna aitti ve ilk hak onundu. Ama sözleşmeleri umursayan kim, içgüdüler amansızdı, git al bir lokma diyordu.

Sürüdeki kurtlardan biri daha fazla ilerleyemeyecekti. Gücü tükenmişti. Kurdun biri homurdanıp lidere sinyal verdi. Siyah kurt geçmiş hikayesinden sıyrılıp hasta kurdun yanına fırladı.

 

MEZRA EVİNDE

 

Simsiyah gecede Kar fırtınası mezra evini dövüyordu, daha doğrusu köy evini kar yığınları altına gömüyordu, saniye köy evi daha çok gömülüyordu kar tanelerine.

Anne dedi ki: “Oğlum sobaya odun at."

Kuzine bir yanı soba, bir yanı fırın, üstü de su ya da çay ısıtmak için uygun bir sobadır.

“Odun bitmişti. Alıp geleyim.”

Ali, el fenerini alıp gocuğunu giyip kapı önüne çıktı.

Kapının önüne, kulübesine bağlı köpek onu görünce acayip sevindi, kulübesinden çıktı, sıçrayıp sevgi gösterisi yapmaya başladı, Ali onu okşadı.

Evin ön tarafına odun diziliydi. Melek de ona bakıyordu kapı ağzından.

Al el fenerini çenesine tuttu, aşağıdan, şaka olsun diye.

“Tipsiz Ali.  Ne etsen boş.  Kimse almaz seni, derenin taşları kurbağası bile senden yakışıklı…” Kikir kikir güldü.

“Konuşma kız, geç içeri, aynadan kendine bak pırasa suratlı” dedi.

“Eve gel görüşeceğiz, ağzını yırtacağım!”

Melek içeri geçti.

Ali ilerde, solda kalan ahırın önüne vardı, diğer çoban köpeğinin başını okşadı. Kara bata çıka evin arkasına gitti. tavuk kümesinin yanına vardı, kapı sağlamdı, ilerledi. Güvercin kümesinin yanına vardı, kapısı aralıktı, oysa 2 ay önce bu kümes bir çift posta ve bir çift taklacı damızlık güvercin vardı. Daldı gitti.

 

Köyde ve ilkokulda en iyi arkadaşı Özcan’dı. Kuş besleme işine önce Özcan başlamıştı, ali de ondan özenip almıştı. Kuşa nasıl bakılacağını ondan öğrenmişti. Özcan’ın amcası eskiden kuşçuymuş. Gurbete gidip çalıştığı için kuşlar savmış. Ama özlem bastırınca yeniden başlamış o kuşçuluğa ve yokken yeğeni Özcan bakıyordu kuşlarına, amca arada eve geldiğinde ancak bakabiliyordu onlara. Özcan’a her şeyi öğretmişti. Posta güvercini bakmak diğer kuşlara bakmak gibi değildi. Onları başka bir şehirden saldığında gelip yuvasını bulabiliyordu. Adından da anlaşılacağı gibi eskiden bu kuşlar posta işlerinde kullanıyordu.

Ali de başlamıştı kuşçuluğa, ama gece gündüz onların aşkıyla yaşıyordu ve derslerini ihmal etti, bu yüzden Osman Ali’ye kuş bakma işini yasakladı ve Ali kuşları Özcan’a teslim etti, eğer derslerindeki noktaları yükseltirse Osman kuş bakma işine müsaade edecekti. Ali bu heveste deli gibi ders çalışıyordu. O günleri iple çekiyordu. Özcan’la yaşadığı maceralar aklına geldi. Özcan’la ne çok şey yaşamıştı. Sapanla köyün dışında dolanır, kuş avlamaya çalışırlardı, köydeki bazı çocuklar da onlara katılırdı. Karlı günlerde elde sanlar, ayaklarında çizmelerle dolanırlardı ormanda, üşümekten yanaklarında kırmızı bir domates olur, solukları görülürdü. Sürükleri akardı, ta kasabaya kadar inerler, resmi kurumların bahçesine girerlerdi, çam ağlarına baykuşlar konardı, onlara taş atarlardı, eğlence olun diye. Karlı günlerde uzun bir merdivenle yokuştan kayarlardı, 15 çocuk merdivenin basamaklarına dizilirdi, tabi en sonra kanal vardı, kana düşmeden merdiven herkes oturduğu yerden kendini yere, kara atmak zorunda kalırdı, bu riskli ve acayip eğlenceli bir oyundu, tencere kapalı, ya da leğen ya da kalın plastik tek kişi olarak kaymak için mükemmeldi, plastik ve naylon müthiş hız yaptırıyordu, aleminyum kapak da öyle. Kızağı olanlar kızakla kayardı; ama kızağı olmayanlar içini bir naylon parçası yeterdi. Tabi önceden kızak yolunu düzeltip kar koyar, sertleştirir, zemini iyice hazırlarlardı. Burada ir lunapark yoktu, eğlenceli bütün oyunları icat ederlerdi bir şekilde. Mesela yaz ayında köyün toprak yolarında otomobil lastiğini elle çevirerek oynarlardı; bir tür bisiklet ama üstüne binemiyorsun, inşaat tellerinden minik at arabaları yaparlardı, bunları uzun sopa ucuna monte ederlerdi, küçük adamlar yaparlardı tellerden, telefon kablosu tellerinden. Çamurdan oyuncak arabalar yaparlardı. Yazın çalıştırılan ve kışın marsta etmesin diye salınan eşeklere binmek için peşlerine düşerlerdi. Tabi onları bazıları çok tehlikeliydi, ısırırlardı. Hava şartları ne olursa olsun köyde bir oyun icat ederlerdi. Mesela köyün dışında naylon ve kartonlardan çadır kurarlardı, kampçılar gibi. Çadırda ateş yakarlar, evde getirdikleri yiyecekleri ortaklaşa yerlerdi, artık o gün evlerinde ne yiyecek varsa. Yazın derede yüzerlerdi kurbağalı çamurlu suda donlarıyla. Burada balık da avlarlardı, gübrelerin içinden sarı böceklerden toplardı ve solucan bunları yem olarak kullanırlardı. Derede balık avlamak, orada sabahtan akşama dek vakit geçirmek dostlarıyla ya da tek Özcan’la bambaşkaydı, acında getirdikleri yiyecekleri yerlerdi, ekmek arası domates salatalık peynir zeytin en çok yedikleriydi. Acıkınca bu yiyecekler sihirli oluyordu, hatta sadece zeytin ve ekmek bile.

Sonra güneş batmaya başlardı yavaş yavaş, buradan ayrılmanın verdiği can sıkıntısı başlardı

Köyde her yeni gün çocuklar için yeni bir şey sunardı, sunmasa bile onlar onu bulup çıkarırlardı.

Mesela saklanıp tilkileri izlerlerdi. Uçan kuşlarla ilgili tahliller yaparlardı, açık arazide, sıcakta buldukları kaplumbağalarla oynarlardı. Ama alinin içinde taşıp onu kendine mıknatıs gibi çeken bir düşünce vardı, şehre gitmek, orada bir yaşam sürmek, şehirden gelen ekmeğin tadı ona göre güzeldi. Pasta gibiydi. Şehirden gelen çikolatalar, şekerler şehirdeki deniz

Özcan’ın bir amcası gemi adamıydı ve yurt dışında çalışıyordu gemisi. Özcan da gemi adamı olmaya karar vermişti. Ali de bunu düşünüyordu; ama sürekli gemide olmanın iyi bir şey olduğunu sanmıyordu, toprağa basmaya alışmıştı çünkü. Özcan çok para kazanmak ve amcası gibi yeni yerler görmek istiyordu. Ali ise bir süreliğine gemi adamı olabilirdi. Çünkü ailesinden temelli uzakta yaşamak istemezdi. Birilikte bir gemiye gireceklerdi liseden sonra. Ama bu hayal sadece birlikte olduklarında konuşulan bir hayaldi. Ali büyük ihtimal devlette bir işe girerdi. Annesi ve bası böyle istiyordu, üniversiteyi bitirdikten sonra.

Ali bir keresinde gemi adamı olacağını söylemi babası ve annesi çok kızmıştı bu işe.

Özcan’la yazın dikenliklerden (potur) böğürtlen toplamıştı. Yardımlaşarak, dikenliğe tahta dayamışlardı, Özcan ufak tefekti, o toplarken ali diğer eliyle onun elini tutardı. Arazi satın alıp ceviz üretimi işini konuşmuşlardı, ceviz çok pahalıydı, eğer yüzlerce ağaç dikerlerse bu işten iyi paralar kazanabilirlerdi. Ya da yurt dışından Romanov koyunu getirmek. Bu çok kuzulayan bir koyun ırkıydı ve Özcan’ın babası Romanov koyunu getirmek için yurt dışında bir koyun çiftliğine başvuru yapmıştı. Bu iş Ali’ye çok uyuyordu. Bu koyun işini babasına anlatmıştı, bu babasının çok hoşuna gitmişti. Zaten almayı düşünüyorum param olsun demişti Osman.

Keçi sütü iyi para ederdi, pastacılar tatlıcılar tatlılarında bunu kullanırdı ve pahalı restoranlarda kuzu pişirilirdi. Aliye kuzuların öldürülmesi canice gelmişti, e o da kuzuları kestirmezdi. Mesela 30 sığırları olsa, kimi kasaba verilse, kimi kurbanlık satılsa, sığır işinde de iyi para vardı. Bunlar Osman’ın sürekli ev içinde karısıyla konuştuğu ve onu heyecanlandıran konulardı; Ali bu yüzden böyle şeyler yapmak istiyordu. Bir keresinde Özcan’la banka soyup babasına çiftlik kurabilmek için yardım olmayı düşünmüştü. Ama o zaman birini öldürebilir ya da ölebilirdi ve ayrıca polis onu yakalardı, namuslu yoldan çalışıp babasına ve ailesine yarlı olmak en büyük ve önemli düşüncesiydi.

Şimdi evden babası yoktu, tek erkek oydu ve kendini buranın sorumlusu olarak hissediyordu.

Gitmeden önce babası ne demişti, annenle kardeşine iyi bak sana emanet ettim onları

Ahıra ilerledi. Ahırın üstünde sığırlar yiyeceği vardı, mısır sapları. Ayak sesini duyan kedi başını delikten dışarı çıkardı, siyah beyaz dişi bir kediydi bu. Orası onun yuvasıydı. Ali el fenerini ona tutmuştu, sersem ve korkmuş bakıyordu, içeri kaçtı. Bu kedi yavruyken sefil bir halde kapıya gelmişti yiyecek için. Ona bakmaya başlamışlardı, kediler sürekli olurdu burada, biri kaybolursa bir başkası gelirdi, o alıp başına giderse başkası gelirdi. Çünkü gezegen kedi doluydu, kendine iyi bir yer arayan kedilerle. Ala kedi geçen seneden beri bu evin kedisiydi. Kedinin gençlik çağlarıydı, evde sıçan dolaşıyordu, Ali’nin aklına kediyi mutfağa salmak geldi, annesine benim kedi işi haleder demişti, hemen gidip kediyi alıp geldi, kapıyı pencereyi kapattılar, kilimi kaldırıyorlardı, kedi sıçanı aniden gördü, ve birden atladı, yakalamış ve sıçanı yutmuştu bir anda, annesiyle deli gibi gülmeye başlamıştı, ali kedinin ağzını tutmuştu, at o pis şeyi diyordu, mide bulandırıcı sıçanı yutmasını istemişti. Yavru kedinin doğuştan kabiliyetine şaşıp kalmıştı.

Ali gözlerini kuş kümesine dikti. Bu kümesi Özcan’ın yardımıyla yapmıştı, o kendi başına yapmaya uğraşırken başarılı olamamış, gidip Özcan’ın çağırmıştı. Özcan evinden tahtalar getirdi, yoksa o eski çürük tahtalarla iyi bir kümes yapılmazdı, menteşeleri çakıyorlardı, gres yağı vardı, Özcan dedi ki: bu da çikolata gibi, acaba tadı nasıl. Bakalım mı, ali güldü, Özcan bir parça gres alıp ağzına götürdü, Özcan dedi ki: deli misin oğlum. Al sen de tat. Kafasına koymuştu, ailesi karşı çıksa da liseden sonra bir süre gemide çalışacaktı, Özcan’la birlikte, Özcan olmasa ne işi olurdu gemide. Özcan gazetelerden kestiği gemi fotoğraflarını bir defterde biriktiriyordu; bu defter gemi resmileriyle doluydu ama arada mayolu kadın resimleri de oluyordu. Birkaç kadın resmi. Ali gülmüştü onları görünce. Annen görse bunları keser seni la. Yok atmıştım bunları unutmuşum. Fena kızdı. Bir daha yaparsam çamaşır suyu içireceğini söyledi. Öldürse daha iyi. Çamaşır suyu içsek gırtlak filan kalmaz. Gülüyordu Özcan. E herhalde aslanım.

Özcan’la elektrik kablolarının geçtiği plastik siyah boruyla birbirine külah atmaca oyunu oynadıkları zamanlardan birini hatırladı, bir keresinde Özcan külah ucuna iğne koymayı akıl etmişti, belirledikleri hedefi vuruyorlardı, bu oyunu bütün koy çocuklarıyla oynardı, ama en zevkli oyun kayış saklamacaydı, 30 kişilik grubun lideri büyüklerden biriydi. 14, 15 yaşındaydı. Bu oyunu o öğretmişti onlara, belki de uydurmuştu. Gruptan birinin kayışı alınır, ebe olan kayışı saklar, sonra herkes kayışı aramaya çıkar, ebe kayışın olduğu yeri yönergelerle söyler, yaklaşırsan sıcak,- uzaklaşırsan soğuk diye. O esnada herkes deli gibi kayışı aramaktadır, bulan ise önüne geleni kayışla dövecektir, yavaş koşan yanar; yani dayağı yemeye başlar, kayış çok acıtır, herkes kayışı bulandan kaçar, ötede bir çizgi vardır, o çizginin ötesine varan kayıştan kurtulur, oyun yeniden başlar,

dayak yiyen kayışı skalama hakkı elde eder, tabi bu oyun sırasında korku, panik, at sürüsü kaçma ve dayak yiyene deli gibi gülme söz konusudur, kayış yiyen ağlamaya başlar, kaçar, ta ki kurtuluş çizgisinin ötesine gidene kadar kayışı yer kafasına sırtına, artık neresi denk gelirse. Merhamet yok, bazısı çok sert vurur kayısı, ve kayış çok can yakar.

 

Yaz geldiğinde ne güzel olur buralar, sıcak yaz gününde esen rüzgar, tarlada bağda bahçede yapacak iş yoksa tek kale ya da çift kale maç yapardı köylü çocuklarla, suyunu, cılkını çıkrana kadar, yapılan eğlence ya şamata ne ise onun cılkını çıkarana kadar devam ederlerdi; çünkü zaman onlarındı. Yaz geldiğinde buraları bambaşka olurdu. Yaşama dürtüleri canlanıp budaklanırdı, yokuş yoldan aşağı bilyalılarıyla kayarladı. Uçurtma yapalardı.

Evin kapısı açıldı, melek dedi ki: “Ali nerdesin, annem öldürecek seni!”

“Tamam kız, geliyorum” dedi.

Kendini buranın patronu gibi hissediyordu, şu tavuk bozmuştu atmosferi. Odun yüklenip içeri girdi.

Kuzineye odun attıktan sonra ablasının yanına oturdu, üşüyen ellerini onun ensesinden içeri soktu, Melek onu itekliyordu, donmuştu ensesi, şakayla karışık kavga başladı.

 

OSMAN

 

Osman kar fırtınası içinde ilerliyordu hayalet gibi, bir kurdun acı acı uluduğunu duydu, çok uzaktan geliyordu ses, durdu ve el fenerini çevresine tuttu, ses soluk yoktu, bir çık yoktu, nefes alıp verişini duyuyordu. Korku duymuştu. Devam edip ve bastı, ayakları daha da derine batmaya başlamıştı, bir süre eve döndüğünü hayal etti, bu ona çok iyi hissettirdi, bu gecenin güzel noktalanacağını düşündü. Bu ona kuvvet ve azim verdi.

Dedensin verdiği tüfekle ava çıktığı ilk günü hatırladı.

Kış yeni gelmişti mezraya, birkaç gündür kar aralıksız yağıyordu ve kar tutmuştu,  Osman kara bata çıka ilerliyor, çevresine bakınıyordu avanak gibi, ayakları kara her battığınca bir ses çıkarıyordu, bu ses güzeldi, kar dolu dallar sarıyordu, orman beyaz örtü altında ölü gibi yatıyordu, küçüğündeki geceleri hatırladı, kuzinenin başında otururdu ailesiyle, sıcak diye oradaydı yer yatağında yatardı, yalnızdı, kuzineden sesler gelirdi, yanan odunların sesleri, yağmur sesi olur dışarıda, ya da atmadan önce karın yağdığını görmüştür, yarın sabah kalkıp karda oynayacağı için sevinçlidir. İşte o gecelerde ormanı hayal ederdi, ormanda nasıl bir yaşam vardı, ormanda tek başına kalsa neler olurdu, ormanda tek başına yaşayabilir miydi? Ormanla ilgili hikayeler dönerdi kafasında, ayılarla, kurtlarla tilki ya da çakallarla ilgili hikayeler, annesi ya da abileri anlatırdı, uyduruk hikayeler. Hayalini kurduğu şeyin içinde olduğunu fark etti, gülümsedi.

Bir şeyi gerçekleştirmeyi dilersin. Ve o şeyi gerçekleştirdiğini hissettiğinde başka türlü mutlu olursun. Çünkü ona ulaşana dek çok acı çekersin ya da çok beklersin ya da birçok engeli aşmak zorunda kalmışsındır. Osman mutluydu, şu tüfek işi, avlanma, ona göre değildi ama yola çıkmıştı bir kere. Tüfek kendini bildi bileli sevdiği bir şey değildi. Tüfekten korkardı, a bir kaza çıkarsa, köyde ava çıkan arkadaşları vardı, biri yanlışlıkla ötekini vurmuştu, vurulan kurtulmuştu ama yüzünün bir bölümü büyük hasar almıştı. Dedesi tüfeği hediye ettiğinde sevinmiş, ama aklı başına gelince; bununla ne edeceğim diye sormuştu kendine. Köyde ondan dört beş yaş büyük abla diye hitap ettiği birine yolda rastlamıştı, ava çıkıyorum demişti, bir şey avlarsan sana getiririm, demişti, eğer bir şey avlayacaksa o ablası için yapacaktı bunu, öldürmek ona göre değildi, Osman merhametli biriydi, ha, sapanla kuş avlardı, ufak tefek av kuşları, bunu eğlencesine yapardı ve çoğunlukla kuş vuramazdı, ama tüfekle kimi av hayvanları vurmak, bu şimdi gözüne korkunç geliyordu, güvercin avlarım demişti, hayal kurmuştu; ama şimdi o sahneni içinde olunca iş başkalaşmıştı, gül ablaya söz vermişti, gül annesinin en yakın arkadaşıydı.

Kızı esma Osman’ın emsaliydi, ilk okulu beraber okumuşlardı, sonra esma köyden biriyle evlendi ilk okulu bitirdikten sonra ve büyük şehre taşındı, kocası orada eskicilik yapıyormuş.

Gül Osman’ın annesiyle muhabbette etmeye geldiğinde Osman için küçük de olsa bir hediye getirdi, kraker, bisküvi gibi şeylerdi bunlar, ve Osman beş kişilik ailenin en küçüğüydü ve sevilirdi. Gül, köydeki diğer köylü kadınlar gibi değildi. Matraktı, acı çeken ya da toprakla ve geçim sıkıntısıyla boğuşan insanlarda bunu göremezsiniz. Ama gül matraktı, insanın ruhuna neşe verirdi. Yeryüzünde çok insan vardır ve çoğu dert ve balalarla boğuşur ve bu insanlar neşeli olmayı unutur, bu aslında bir yaratılış meselesidir. Bazı insanlar en zor durumda bile neşeli olur, binlerce insan tarlada çalışır akşama dek, akşam eve döndüklerinde onları aynı sıkıntılar bekler, ailevi sıkıntılar, eş evlatlar evle ilgili sorunlar, bu durumlarda kaç tanesi bulundukları trafik konuma gülebilir, ya da onunla alay edebilir, yaşamın amacı nedir, gün boyu çalışıp akşam eve dönüp başka sorunlarla uğraşarak ezilip çürümek mi yavaş yavaş. Yaşaman anlamı güle göre matrak şeyler bulabilmekti güle göre, insanı mahveden sorunlar içindeyken bile.

Osman çoktan unuttuğu bir günü hatırladı birden.

Annesi, gül teyzesi ve o ot biçmeye gitmişlerdi, Osman ufak olduğu için onu da almışlardı yanlarına. Ot biçmek çok yorar insanı, ya orakla biçersin otu, ya tırpanla, kadınlar orakla biçiyordu, eğilerek yapılan bir iş olduğu için beli çok yorar. Biçilen otları çuvallara doldurmuşlardı, sonra iplerle bohça gibi sırtlanıp samanlığa taşıyacakları, bu iş akşama dek sürecekti, kan ter içinde yere oturmuşlardı.

Osman sıkılmıştı, gül cebinden şeker çıkarı verdi, kırmızı kesme şekerler, Osman acayip sevinmişti. Bu sırada gülün kızı çaydanlık ve tepsiyle geldi, çay içmeye başladılar, o yorgunlukla en çok yapılmak istenen demli çay içmektir, o durumda çay insanın yorgunluğunu diğer deyişle elementlerini bambaşka türlü yorumlar ve çay içtikten sonra yenikler insan ve öyle güçlü kuvvetle çalışır, çay içerden gül kalktı ve Osman’ı tutup kendi çevresinde döndürmeye başladı, tam bir kadın ama çocuk kadın, sonra onu ot yığının içine fırlattı. Büyü sana kızımı vereceğim, ama büyü ve adam ol. Osman gülüyordu. Gül yorgundu ve annesiyle sohbete ara verip çayına, onu mutlu ediyordu, gül sahiden muhteşem bir kadındı. Beş kızı değil beş kurbağası olsa Osman onları alırdı, sana kızımı asla vermem adam olmazsan, bir kurbağa veririm ama dereden, kadınlar aralarında gülmeye başlardı. Osman’la kafa bulurdu gül.

Osman ormanda ilerliyordu ve çevresini tararken ciddi bir romantizm duyuyor, kendini bir gezgin gibi hissediyor ama ormanda her şeyin bir durağanlık içinde olması onu sıkıyordu, karın olması sebebiyle hiçbir canlı göremiyordu, enerjici gücü yerindeydi, onu hareketlendirip ateşleyecek bir şey olsa güzel olurdu, belki de bu gezintiyi bir doruk noktası yaşamadan bitirecekti, buraların bu kadar ölü olması can sıkıcıydı.

Aklına gül teyzesi geldi, o ot biçme günü ya da diğerleri hatırına ona bir hediye götürebilmeyi derin biçimde arzuladı bir an. Asıl mesele günlerdir evdeydi ve çok sıkılmıştı, evden uzak durma istemişti; ormanı erken terk etmek işine gelmiyordu, ağabeyleri gurbete çalışmaya gitmişti ve tek onu bırakmışlardı evde. Evde de yapacak ne olur ki kışın, yat uyu, sığırlara bak. Bu işi annesi zaten yapıyordu, Osman’ı boş boş durmak çileden çıkarmıştı ve bu av evden uzaklaşmak için bir ilk yardım simidiydi aslında. Uzakta bir yerde Kendi başına kalıp kafasının içini yenilemekti istediği. Epey bir süre daha gitti, tek bir kuş bile göremedi, bu işin fiyasko olduğu açıktı, sevindi, ama canı eve dönmeyi hiç istemiyordu, eve girerse bunalıma girerdi, burada heyecanlı bir şey yaşamasa da başka bir işe yaşamalıydı. Geceyi ormanda geçirmek çok cazip geldi. Çuvaldan bozma sırt çantasına zaten gerekli her şeyi koymuştu. Ormanda ilerlemeye karar verdi ve bastı, bu sırada dün sabahtan beri durmuş olan kar başladı ve kısa sürede hızlı arttırdı, Osman yorulana dek ilerledi ve uygun yer gözüne kestirdi konaklamak için. Sırtı çantasını indirdi ve ağaçtan dallar kesmeye başladı, önce sığabileceği biçimde bir barınak inşa etmeye başladı, buna ara verip ateş yakmak için ağaçların iç bölümlerinden kuru dallar kesti, ateşi yaktıktan sonra barınak işine girişti. Bu sırada gökyüzünden bir yerde gelen karga sürüsü yakındaki ağaçların birine koydu. Oturup kargaları izledi, dinlendi ve işe devam etti, barına aşağı yukarı bitmişti, ince detayları kalmıştı, sonra ormanın başka bölgelerine ilerledi, gece boyunca odun lazım olacaktı, bir süre dolaştı ve çürük ama kuru kalmış bir ağaç buldu, onu parçalara ayırıp konaklama yerine taşıdı. Sonra ateş başında ısındı, sabah erken kalkmıştı, uykusu geldi ateşin sıcaklığıyla mayışmıştı, bir an her nedense gözlerini araladı ve karşıya baktı. İlerde bir şey vardı, ne olduğunu anlayamadı, bir hayvan vardı orada, hayvan hareket etti, bu bir geyikti. Erkek bir geyikti, önce kalakaldı, yılardır köyde yaşıyordu ve yaban geyiği hiç görmemişti. Aklına gül teyzesine dedikleri geldi Ve eli tüfeğe gitti, geyik bu sırada aniden gözden kayboldu.

Ne tarafa gitmişti, bir tahmin yaptı ve hazırlanıp peşine düştü, epey dolandı ilerledi ama bir iz yakalayamadı.

Geri döndü, ama yerini bulamadı, ahmaklık yaptığını düşünüp kendine kızıp duruyordu, yılmadı yerini bulmak için çırpınıyordu; ama orasını bir türlü bulamıyordu, yeni bir konaklama yeri yapmak saatlerini alacaktı ve akşamın gelişi yakınlaşmıştı. Kaybolmuştu, ormanın bir yerindeydi ama neresi. Gidiyordu bir tarafa. Bir saat ilerledi, kafasından yaptığı hesaba göre, hava kararmasına  çok az kalmıştı, harabe halinde bir yapı buldu, bu yapının bir kısmı pirket tuğla, bir kısmı ahşaptı, ahıra benziyordu pirket kısmı. İçeri girdi. Başını sokabileceği yer bulmuştu. İçerde bir soba vardı, kimi tahtaları kırıp sobayı tutuşturdu.

Hava kararmıştı, annesine dedikleri aklına geldi: geceyi ormanda geçirebilirim, öyle olursa merak etme..

4 yumurtası vardı, küçük sahanı çıkardı, soğanı peyniri zeytini helvası vardı, ve köy ekmeği. Tereyağını ısıtıp yumurtaları kurdu ve yemeye başladı. Şu geyik işin rengini değiştirmişti, gülümsüyordu, onun görse vurur muydu, vurmazdı; ama vururdu gül teyzesi için, o ot biçme günü ve diğerleri hatırına, gül teyze için çiğ tavuk yerdi, gül teyze için neler yapmazdı ki canı verirdi seve seve. Ayrıca kendi evine de et götürürdü, kaç zamandır et yedikleri yoktu ki. Osman küçükken lunaparka hiç gitmemişti, zaten böyle yerlerin de var olduğunu bilmezdi, ama şehirde balerin diye bir dev oyuncak vardı, bir arkadaşı şehre gidip ona binmişti, Osman o balerinin gül teyzesinin onu çevresinde döndürdüğü gibi bir şey olduğunu anlamış, ben onu zaten yaşadım deyip dostuna hava atmıştı.

Ne yaşadın angut. Diye kızmıştı arkadaşı. Osman’ın ondan önce binmesini hazmedememişti. Gül teyzem beni tutup çevresinde döndürdü. La sakal o öyle değil ki.

Cebinden şekerlerden çıkardı, yolda rastladığı gül teyzesi ona çocukluğundaki gibi şeker vermişti. Kırmızı şekerlerden, eşek kadar olduğu halde gül teyzesi ona şeker veriyordu ve şu geyiği bir görse işini bitirirdi, ah bir görse onu.

Dışarıdan kurt ulumaları duydu, sesler çok yakından geldi, o kadar yakından geldi ki Osman korkuyla tüfeğine sarıldı. Kar yağıyordu dışarıda, siyah gölgeler gördü, koşan, kaçan ve saklaman, ağların ardında bir yerde pusuda bekliyordu kurtlar.

Bu sırada yapının arka bölümlerinden bir yerde tıkırtı duydu, neydi bu, arayıp bakmasa içi rahatlar etmeyecekti, bu bir kurt olabilirdi, belki de burası onların yuvalandıkları bir yerdi. Eğer öyleyse bu onun için hiç iyi olmazdı. Her canlı yuvasını savunurdu düşmanlardan. Eski çuval parlarını sarıp tahta ucuna dolandı ve meşale yaptı kendine, diğer enlide tüfekler ağır ağır ilerliyordu, durdu, sesleri dinliyordu ve sesin geldiği yöne yaklaştı. Meşaleyi tuttu, bu o geyikti, uzun ve kurumuş otların içinde yatıyordu, korktu ve başını öne eğdi, Osman’ın hemen onu vurmayı düşündü, o istek aniden hücum etmişti, eğer saniyelerin geçmesini beklerse, uzun uzun düşünürse bu işi yapamayacağını biliyordu, gül teyzesinin yüzü, gülüşü düştü içine yıldız gibi. Ve ona geyiği tek senin için vurdu, bir parça de kendim için aldım, dediğini düşüyordu, yap çabuk bitir bu işi ahmak, daha ne duruyorsun diyordu içindeki ses; ama düşünüyordu, geyik neden kaçmıyordu, yakından gelen kurt ulumalarını duydu, geyiğin kokusunu almış olmalı ve onun işini bitireceklerdi büyük ihtimal, o halde geyiği vurursa çok daha iyi ederdi; tüfeği çıkardı, geyik başını kaldırdı ve ona baktı; ve başını önüne eğdi, öyle sessiz sedasız bekliyor ve ölümü kabullenmiş görünüyordu; iyi de onu nasıl vuracaktı, yüreği karşı çıkıyordu bu işe. Onu hak etmediğini söylüyordu, zavallı geyik saklanıyordu kurtlardan ve onu vurmak adil görünmüyordu gözüne. Geyik yine başını kaldırdı; ona baktı, bu bakış Osman’ı daha da yıldırdı; yıldırmaktan çok yaraladı, beni vurma, ama vurursan da senin bileceğin iş diyordu sanki. Yolum buraya kadarmış diyordu; Osman’ı bu rahatsız ediyordu, onun kaderini belirleyen kişi olacaksa eğer bu onu vurarak olmamalıydı; onun kaderini belirleyecekse eğer onu yaşatmak için olmalıydı, peki ne diyecekti gül teyzesine. Üzüldü. Onu mutlu edemeyecekti. Birden parlak bir düşünce geldi kafasına, gül teyze senin için bir geyiğin hayatını kurtardım, elime düştü onu kurtlardan ve kendimden, insani zaaflarımdan, kurtardım, insan olmanın kötülüğünden. Ama nerdeyse onu vuracaktım seni mutlu etmek için. Yani onu azat ettim. Evet..evet. evet. Bu yüreği geniş gül teyzesini onun etini yemekten daha çok mutlu ederdi, evet, kesinlikle.

Köydekilerin durumu, birbiriyle ilişkisi aklına geldi. Şehirlerde dönüne hayatları duyardı ve onlar birbirlerinin kaderini değiştirme olasılıkları ellerline geçtiğinde bunu onların hayatlarını kaydırmak biçiminde yapıyorlardı, birbirinin kuyusunu kazmak.

Ve Osman dışarı çıktı, ateş etti havaya, kurtlar kaçıştı.

Avının yanındaydı, onun korkusunu hissetti.

O gece uyumadı, az gözlerini kapadı, daldı, gidip baktı, geyik sabah karanlığında uzaklaşıyordu, durdu, geri baktı, teşekkür ederim der gibi.

İnsan olmak kolay değil dedi kendine. Hayvan olmak çok daha zor.

Duruma kalpteki iyilikle bakmış ve işi bitirmişti, noktayı koymuştu olaya. sevinçliydi, çok mutluydu.

Sonsuza dek kazanındı, geyik, gül teyzesi, annesi ve kendisi. Zaman bu işe faiz getirisi sunar mıydı, sunar dedi evren. Bir cılız  iyilik yap yete ki sen. Onun hatırına kurtuluş bulursun.

 

Osman düşüncelerden sahnelerden sıyrıldı, kar fırtınası acımasızca yağıyordu tepesine ve el feneri arıza yaptı, Osman zifiri karanlığın içinde kaldı, salladı el fenerini, ışık geldi, yüreği ferahladı, bir an önce varsa şu eve muhteşem olacaktı, olacak kesinlikle olacak gece güzel bitecek aslanım devam et dedi kendine, bir şarkı mırıldanmaya başladı.

 

AÇ KURT SÜRÜSÜ

 

Siyah kurt hasta kurdun başında derin bir inceleme yapıyordu, ilk teşhisi bütün umutlarını kırıp yerle bir etti, bu kurt yoldaşının hayatta kalma şansı çok az görünüyordu, 2, 3 güne kalmaz öleceği açıktı, ama tekrar yaklaştı ona ve nefesini kokladı, iç organlarının birinde bir iltihap vardı kesinlikle, çürük kokusunu almıştı,  kurtlarda insanınkinden kat be kat gelişmiş koku alma duygusu vardır ve siyah kurt ikinci kez teşhis yaptı ve artık şüpheye yer yoktu, bu genç dişi kurt nerden hastalık kapmışsa çok yaşayamaz görünüyordu.

Ama onu burada terk etmek istemedi, onu yüreklendirmek istedi, başını onun başına yaklaştırdı, duygusallaşmıştı, onunla ilgili hatıraları ve sürüye kattığı anlamları düşündü ve birden yola devam etmesi gerektiği aklına geldi ve bastı, liderlik yerine geçti, diğer kurtlar da hasta kurdun başında bir süre geçirip onunla vedalaştı, genç kurdun sürüsü kar fırtınası içinde ilerlerken hasta kurt yattığı yerde kıvrılmış, uyku haline geçmiş ve düşler görmeye başlamıştı. Ölümün gelişine kendini teslim etmiş, bekliyordu.

 

Siyah kurt hasta kurtla geçirdiği saniyeleri çok çabuk unutmuş, o bildik açlık ve güvenlik endişesiyle ilerliyordu. Çünkü hayatta kalma mücadelesi bunu gerektiriyordu, hiç üzülme, üzülürsen de çabuk unut ve yeni duruma adapte ol, duygusal takılanlar kör olur ve mağlup olmayı hak ederler, ve sürekli tetkikte, akılı başında olanlar duyularının keskinliği sayesinde hayatta kalmayı ve av bulmayı hak ederler.

Siyah kurt yarım bıraktığı o eski yıllarda kalan sahneye geri döndü.

 

Açlıktan mahvoluyordu ve koyun leşinin başında iri bir kurt vardı, huyunu suyunu bilmediği bu kurdun sert ve keskin bakışları vardı ve siyah kurt onun karnını doyurmazsını sabırsızlıkla bekliyordu, sonunda iri kurt karnını doyurmuş, ağzının kenarını yalamaya başlamıştı ve bakışlarını siyah kurdun üzerine dikmişti, iri kurdun lacivert gözlerinde siyah kurdu sarsan bir acımasızlık vardı, belki de siyah kurt onu yanlış algılıyordu; ama bu kurttan her nedense çok çekiniyordu, lacivert gözlü kurt kenara çekildi, otların üzerine uzandı ve orasını burasını yalayıp temizlenmeye başladı. Siyah kurt sevinçle atıldı ve koyun leşinin karnına çenesini gömüp keskin dişleriyle birkaç parça çıkardı, süratle yiyordu, bir lokma tam çiğnenip bitmeden saldırıp diğerini çıkarıyordu, az sonra açlığı sakinleşmişti, yavaşladı, karını şişene dek tıka basa yedi, o an ilk kez başını kaldırıp iri kurdu aradı, yoktu, sevindi, koyun onundu artık, ama susuzluğunu gidermek için bayırdan aşağı inince siyah kurdun su içtiğini ve yukarı geldiğini görüp kenara çekildi, ona yol verdi. Siyah kurt suyunu içti ve yukarı çıktı, iri kurt koyun leşinden az uzakta ağacın altındaki gölgeye geçti yayıldı, uyuklar vaziyetteydi, siyah kurt çevreye bakındı, gidebileceği en güzel yer ağacın altındaki nefis gölgeydi; ama orada iri kurt vardı, çekinerek yaklaştı, güneşin altında beklemektense gölgede durmak yeğdi ve mesafeyi korusa iyi ederdi aksi halde bu iri kurdun onu perişan edeceği açıktı, korka korka yaklaşırken, ben dostum, sorun çıkmasını istemiyordum diye sevecen bakarak yaklaşırken iri kurt tek gözünü açıp ona baktı, sakın yanlış bir şey yapma, ciğerini sökerim dercesine. Siyah kurt usulca ilerledi ve onun karşı tarafına uzandı, onun gibi. Birbirimize zarar vermemiz gerekmiyor dostum der gibi bir bakış attı ona ve bekledi, iri kurt aynı sert bakışı attı, şimdiye kadar hücum etmediğine göre bu iri kurt iyi bir kurt olmalı diye düşündü, ona baktı, uyuyordu, siyah kurdun içi rahat etti, o da gözlerini kapadı, ama az sonra gözlerini açıp onu kontrol etti, yabancı kurt bu, sağı solu belli olmaz, neyse ki sakin görünüyordu ve derin uykudaydı, siyah kurt uykuya dalmadan önce yine tedirgin oldu, lacivert gözlü kurt ne ediyor ne yapıyor bilip güvenmek ve rahatlıkla derin uykuya dalmak istedi, ona baktı, lacivert gözlü kurt çok güzel uyuyordu, ne güzel uyuyordu, siyah kurt memnun oldu ve gerindi, esnedi sessizce ve gözlerini kapadı. Bütün yaşadıklarını şöyle bir gözden geçirmek istedi. Günler süren sarsıcı açlık geçirmişti, şimdi karnı etle şişmiş, gerilmişti, peşine suyu içinde tatmin olma duygusu pekişmişti, uykuya yaklaştıkça mutluluk, huzur ve güven sinyalleri atıyordu, nice zor ve belalı günden sağ çıkıp etme buluşmayı başardığı için gurur duyuyordu kendiyle, mücadele ettiği için, pes etmediği ve sonunda tam istediği olduğu için. Ama tek sıkıntı şu iri kurttu, o da çekip gitse ne güzel olurdu; ama zararsız birine benziyordu, zararsız, güçlü kuvvetli ve yüce kurtla eğer böyle giderse sıkı dost olmayı umuyordu çünkü doğada tek kurt ölüme çok yakın demekti; ama el ele veren kurt ölümle güreşebilir ve onu alt edemeyebilir demekti.

Siyah kurt düşler görüyordu, aniden sırtında ve ensesinde bir acıyla uyandı, ne kadar süre geçti biliyordu ama iri kurt üstündeydi, böyle bir haince saldırıyı yapmaz diye düşünmüştü ama yapmıştı ve korkup cıyakladı; kaçmaya çalıştı, ondan sıyrıldı ve diş gösterip hırlamaya başladı. İri kurt onun sırtına çıkıp enseden şakayla ısırmıştı, oysa şaka yapmak istemişti.

Siyah kurt iri kurda dikmişti gözlerini nefret ve dehşetle. Üstüme gelirsen seni mahvederim hırlamasıydı bu. Onu göz hapsine almıştı; am iri kurtta bir gariplik, acayip derin bir yumuşaklık, şapşallık fark etti, iri kurt gülümsüyordu ona, çok dostça bakıyordu, siyah kurt şaşkındı, bu dostlar arasında gerekli olan parlak gülümsemenin bu acımasız kurdun suratında ne işi vardı, gözlerine inanmadı, evet, bu parlak gülümseme sadece yoldaşlar arasında geçerliydi ve bu bir parolaydı, sonsuza dek dostuz, senin için ölümüne kapışırım, senin iyiliğin için. Peki bu acımasız kurt bu gülümsemeyi neden takınmıştı, bu bir numaram mıydı, onu boğmak için, siyah kurt sana inanmadım, seni sahtekar der gibi hırlıyordu, avunun yalarsın, benden uzak dursan çok iyi edersin, beden dokunulmazlığı diye bir şey var, bana dokunmaya hakkın yok, yaklaşma bunu pahalıya ödersin. Ama iri kurdun tavrı değişmedi, bu bir geri zekalı mı nedir diye düşünüyordu siyah kurt, bu kurt, bu korktuğum kurt değil. Bu başka bir kurt, ama en başta gördüğüm kurt nereye gitti. aslında çok sevindi bu duruma, bir dost bulduğuna, ama emin olmak istiyordu, iri kurt bir numara mı çekiyordu, emin olmalıydı ve hırlamayı sürdürdü, baktı ki iri kurt yerine geçti ve dizleri üstüne uzattı başını, ona dostça ve parlak sevimli bir ışıkla bakıyordu, o lacivert gözleri ilk kez bu kadar cana yakın ve vazgeçilmez geliyordu siyah kurda, bu kardeş bakışıydı, bu kardeşlerin en güzel ve en mahrem, en baş başa oldukları anda birbirlerine attıkları bakıştı, sürüsü hatırladı, kaybettiği canın merkezi, canını yarısı ve her şeyi sürüsünü, o sürüde bu bakışları üstünde çok hissederdi, canı acıdı, kalbi kırıldı, acıyan yerinde bir alev hissetti, ulumak istedi ve başladı ulumaya, bu alsında bir ağıttı, her neydeyseniz sizi çok özledim, burada çok yalnızım, lütfen bana kendinizi bir şekilde hissettiren dercesine bir ulumaydı bu. Ve kaç zamandır unuttuğu anlılar, sürüsünde geçen mutlu ve güvenli zamanlar akın etti hafızasına. Hayatta kalma savaşıyla betonlaşıştı yüreği, geçmişiyle arasına duvar çekilmiş gibiydi ve geçmişiyle arasındaki kanal açılmış, şimdi geride bıraktığı kendisini, o eşsiz manzaraları bütün berraklığıyla görüyor ve yaşıyordu, kalbi bambaşka bir güzellikle ve iyilikle, huzurla, mutlulukla ama sızıyla çarpıyordu; çünkü yoktu onlar ve asla geri gelmeyeceklerdi. Bu çok ama çok kalp kırıcı ve acıtan bir şeydi, ama ne var ki açlık ve hayatta kalma derdi her şeyden daha üstün ve baskındı, iri kurda arkasını döndü, yok canım gerçek olamaz diyordu içinden, bu işin içinde bir iş var, belki de onun rakibini mağlup etme yöntemi buydu, evet, herkesin bir stratejisi vardı ormanda, her kurdun bir kendi içinde yürüttüğü hayatta kalma planı ve diğerini saf dışı edebilme kabiliyeti. Dönüp ona baktı, dili dışarıdaydı ve gülümsüyordu, siyah kurt da gülümsedi, kapılmıştı ve kendini alamıyordu bu gülümsemeden, tabi eğer bir yerden çıkıp gelen dostları varsa, acımasız dostları ve o zaman hapı yutmuştu, gülümsemeye çakılı kalmıştı ama kafasının iççinde bir işleyip ve tatlı tatlı bir işleyiş vardı, bu parlak ve mıknatıs gibi kendine çeken gülümsemede

Ne çok anısı vardı, sanki iri kurt bunların hepsini biliyordu, hepsine tanıklık etmişti.

Kavuran sıcakta açlıktan midesi birbirine yapıştığı gün babasının getirdiği tavşan ölüsünü yemeye başlamışlar ve kardeşleriyle çatışmaya başlamıştı, ama az sonra tavşanın her bir köşesinden tutup çekip çekiştirmişler, herkese bir pay düşmüş, suratlarını ete gördüklerinde birbirilerine bakıp gözdağı niteliğinde sakın yaklaşma bilmem ne çocuğu diyerek gülümsemişler, sonra kanlı suratlarını ve patilerini (pençe) fark edip birbirlerine gülümsemişler, birbirinin sırtına çıkmaya, birbirlerini yere devirme oyunlarına girişmişler, sevinçle oyundan oyuna dalmışlardı. Ne çok açtık, açlık kırdı geçirdi bizi, ama bizimkiler ağızları boş dönmedi diyerek olayın kritiğini yorumlamasını yapıp sohbete dalmışlardı kendi aralarında., evet, sonunda aç suratları gülmüştü. Başka ve güçlük barındırmayan bir evrene, bir tür cennete ışınlanmış gibi rahat, mutlu ve huzurlu kardeşleriyle yan yana uzanıp uykuya dalmışlardı.

 

Siyah kurt bu işe bir iş var, bu yabancı kurtla hiçbir şey paylaşmamıştı, ha koyun başka, onunla birlikte el ele verip bir savaşa, bir mücadeleye girişmişti, onu ilk kez görüyordu hayatında, bu sırnaşma, bu sululuk, bu lakaytlık nedendi. Tarzı mı buydu, eğer öyleyse iki zırt karakteri barındırıyordu anlaşılan.

İri kurt olduğu yere çömeldi ve sonra kırıldı, gözlerini ona dikmişti, konuşacak çok şeyim var, korkma yaklaş yoldaş der gibi bakıyordu, ama siyah kurt henüz o gülümsemeyi, o candanlığı anlayabilmiş ya da hazmedebilmiş değildi, kurt olalı ilk kez böyle bir şey başına geliyordu, ilk kez böyle gülümseyen, böyle yumuşak gülümseyen ve böyle gülümseyerek iyilik saçan bir gülümsemeyi ilk kez hissediyordu içinde ve kalbinde. Tamam, bu gülümseme kardeşleriyle aralarındaki gülümsemeye ikiz kardeşi kadar benziyordu ama çok emindi ki o gülümsemeye fersah fersah aşan bir gülümsemeydi bu, yüce, güven veren ve bir tür ilahi ışık barındıran bir gülümsemeydi bu, benim canım senin sağlığın için sonsuza dek çarpışır dostum der gibi, siyah kurt buna inanamıyordu; ama bütün kalbiyle inanmak istiyordu, zaten aç susuz perişan onca gün ya da hafta boyunca böyle bir umut, böyle bir dost hayal etmişti kafasında.

Vakit ilerlemişti ve siyah kurt ve iri kurt uyuyordu, köpek sesleri duyuldu, siyah kurt hareketlendi hemen, köpek seslerinin geldiği yöne baktı, siyah kurt da onun yanına gelip ufka baktı, siyah kurt 7, 8 köpek saydı, bir an yanındaki kurtla göz göze geldi. İri kurt bastı, siyah kurt da onun peşinden bastı, buraları biliyor olmalıydı, siyah kurt buradaki hoşnut ve karnı tok geçirdiği zamanın tükendiğini ve buraya bir daha dönemeyeceğini biliyordu; koyun leşini bırakmanın acısını duydu, başını çevirip geri baktı, iri kurt kendinden emindi, nereye gidiyordu böyle. Ona uysa iyi ederdi, onda iyi bir şey olduğunu anlamıştı ve ondan zarar geleceğine dair şüphesinin de yersiz olduğunu anlamıştı. İri kurt yukarı bölgelere doğru gidiyordu. Su dolu bir çukurda su içtiler ve yola devam ettiler,

Akşam olmuştu, ağaçların sık olduğu bölgede dinlenmeye çekildiler, siyah kurt başından gelenleri anlatıyordu, iri kurt pek konuşmadı, dinledi sadece, siyah kurt birlikte iyi bir ekip olabileceklerini anlatıyordu, karanlıkta bir ses duydular, iri kurt hemen fırladı, siyah kurt bunun bir tavşan olduğunu anlamıştı çıkardığı sesten, iri kurt tavşanı yakaladı ve onunla oynamaya başladı, tavşanı bıraktı, tavşan çalıların arasına girip gözden kayboldu, bu siyah kurdu çok sinirlendirmişti, yiyecekleri elden kaçmıştı, iri kurt neden böyle çocukça ve saçma bir şey yapmıştı ki; bu işe çok kızdı, bir şeyler diyecekti ama sustu, iri kurdun bildiği bir şey vardı belki de.

Gün aydınlanıyordu, siyah kurt üstünde ağırlık hissederek uyandı, iri kurttu bu, ona şaka yapıyordu, siyah kurt sert sert baktı, daha afyonum patlamadı ne yapıyorsun sen der gibi, iri kurt ona aldırış etmedi ve güreşmek için atak yaptı, siyah kurt sabah sabah bu oyunun ne anlamı var diye düşündü ama ona pas verse iyi ederdi, biraz oynadı ve geri çekildi, onun tuhaf hareketlerine bir anlam veremiyordu, neden ciddi değildi ki, sanki her şeyi yerli yerinde ve dört dörtlük bir hayatı varmış gibi keyifli, mutlu ve sorumsuz hareket ediyordu, iri kurt gözden kayboldu bir an, siyah kurt sevindi, biraz daha kestirme imkanı bulacağı için.

Uzandı kıvrıldı ve gözlerini kapadı, az sonra çalıların arasından bir takım sesler geldi, bir şeyler oluyordu, ama boş verdi, uykusunu almadan harekete geçerse bütün günü zehir olurdu. Az sonra iri kurt göründü, ağzında bir tavşan vardı, bu dün yakalayıp oyun için bıraktığı tavşan olmalıydı, eğildi ve onu önüne bıraktı, tavşan fırıldak gibi kaçıp saklandı yine. Siyah kurt tavşanın saklandığı yere koştu araştırdı ama tavşan yoktu, canı sıkkın biçimde döndü iri kurdun yanında, ona ters ters baktı, senin neyin var, geri zekalı gibi davranmanı anlayamıyorum, hani ekiptik, böyle ekip olur mu, sabah kahvaltımızı bıraktın. İri kurt dostça gülümsedi, canını sıkma, zavallıcık çok küçüktü, sonra büyüğünü yakalarız. Dedi gözleriyle. Siyah kurt başını önüne eğdi üzüntüyle. Ona kalsa o tavşanı asla bırakmazdı, küçük olsa kimin umurunda, hemen parçalardı onu, ayrıca tavşan kurt olsaydı eğer onun gibi mi düşünürdü, hayır, onu hemen yerdi. Bunu anlattı ona. Sorun etme dedi iri kurt bakışlarıyla.

Yola düştüler, buldukları ufak tefek leşleri yiyorlardı ve bunlar çok pis koktuğu için tatları da berbattı; ama çaresizdiler onları yemeseler ilerleyecek güçleri bulamazlardı.

İkinci gündü, siyah kurt leş yemekten bıkmıştı, gurur kırıcıydı bu, yağmur başlamıştı ve toprağın altına bir mağa buldu siyah kurt, oraya girdiler, hava kararıyordu.

 

MEZRA EVİNDE

 

Mezradaki ev kar fırtınası içindeydi ve gaz lambasının aydınlığı yansıyordu cama, solgun, ölgün bir ışık. Kapı önüne bağlı köpek kulübesine uzanmıştı, gözleri kapalıydı, kulakları açıktı, farklı bir ses yakalasa sevinecek, havlayacak, kendini köpek gibi hissedecekti. Ahırın önüne bağlı köpek kulübesinden çıktı, karanlıktaki eve, küçük pencereden yansıyan solgun ışığa baktı, can sıkıcı sessizlik ve hareketsizlik onu deli etmişti, kar sırtında birikmişti, silkindi ve kulübesine geçti, huzursuzlukla mırıldandı, başını öne uzattığı ayakları üstüne yasladı, yapacak bir şey yoktu uykudan başka, olay yok ne etsin.

Çay istemişti Leyla, kızı ona çayı uzattı,

Senin saçların Sencan’ın saçları gibi güzel, Dedi kızına,

Kıyı şekeri uzattı, sonra kendi çayını aldı.

Anne oğluna baktı, Ali çay istemiştin, uyuyor dedi. Ört şunun üstünü.

Genç kız duvar dibine yığını yorganı alıp kardeşinin üstüne örttü.

Ne biçim örtüyorsun, tahta değil ki o

Beni sinir etti.

Düzeltti kız. Annesinin yanına oturdu.

 

Sencan  Leyla’nın genç kızlık arkadaşıydı. Başak birçok arkadaşı vardı ama Leyla’nın kalbinde yeri bambaşkaydı, 14 yaşındaydılar, mısır tarlasının kenarında, kilim üzerinde oturmuş çay içiyorlardı, güneşli bir havaydı, o bir köylü kıza değil; daha çok şehirden gelen kızlara benziyordu. Yürüyüşü güzeldi. Konuşması kibardı. Bakışları zarifti. Mavi bakışlarında güzel rüyalardakine benzer bir tatlılık ve yumuşaklık vardı ve o bakışlar insanı kendisine çekerdi ve insan ona uzun uzun bakma ve onu inceleme isteği duyardı. Ona göz koyan pek çoklarını kibarda reddederdi Sencan, harbi kızdı, kimseyi aldatmazdı, kandırmazdı, taliplerine övgüler düzer; ama kabul edemeyeceğin belirtirdi. Üniversiteye gideceğini, meslek sahibi olmak istediğini söylerdi. Köylüde olmayan bir şuur vardı onda, kasabadan kitaplar alıp gelir, onları evlerinin verandasında okurdu.

Leyla ve Sencan ortaokulda aynı sınıfta okuyordu, kasabaya giden bir dolmuş onları yol yolunun iki ayrı noktasından alırdı, birkaç kız daha vardı okuyan.

Uzun mısırların gölgesinde çayla Sencan’ın yaptığı kekleri yiyorlardı, Sencan pasta filan yapma konusunda çok becerikliydi. İkisi de öğretmen olmayı planlıyordu, ama ikisinin de maddi durumları iyi değildi. Sencan’ın 6 ablası, vardı, babası erkek evlat istemiş, ha bu kez oldu ha bu kez olacak derken 7 çocukları da kız olmuştu.

hani şöyle derler, ne yemek yapacağımı şaşırdım, bunu yoksunluktan söylerler, eğer Sencan’la şehirde olsalardı bunu her gün derdi annesi. Ama köyde oldukları için bahçeleri tarlaları olduğu için her gün pişirecek yemekleri olurdu, sebze ekerlerdi bahçeye, tavuklar, sığırlar vardı. İkisini de hayali okuyup iş sahibi olup evden kurtulmak; ama ailelerine maddi yardımda bulunmaktı, çamaşır leğeni delinmişti Sencan’ların, annesi çok üzülmüş, ağlamıştı, alacak para da yoktu, bazen bir kutu kibrit almaya paraları olmuyordu. Ve anne çok ilkeliydi, kimseni kapısına gidip borç para istemezdi.

6 sığırları vardı, onun sütünü pazara gidip satardı, kocası gurbete gitmişti, doğru düzgün çalışmaz, eve para göndermezdi, kafasına göre takılıp arada içer

yatardı. Zora gemlemeyen, sakin ve iyi kalpli bir adamdı.

Sonra ailesini hatırlar, elinde biraz parayla gelir, bir süre evde kalır, kadın onu gidip çalış eve para getir der evden kovar, adam da tekrar çıkardı gurbete, bazen elinde fazla para olurdu bazen elleri dolu gelirdi.

Leyla’nın da durumu onlarınkinden farklı değildi. Güç bela geçiniyorlardı, yiyecek lokmaları vardı ama köy ruhlarını sıkıyordu, uçarı, heyecanlı ve coşkulu gençler köy gibi yerlerde mahvolur, onlar da öyle hissediyorlardı ve köyü ve bu pis şehre terk etmeyi planlıyorlardı, yaz ayıydı ve işten güçten başlarını kaldıramıyorlardı, bir basit giysi, bir basit bir şey almak isteseler para yok cevabını alırlardı alilerinden, kasabaya gezmeye inebildiklerinde (çok nadir) bir poşet çekirdek almaya bile paraları olmazdı. Başka şehirlerde bambaşka hayatlar yaşandığını biliyorlardı, her ne olursa olsun bu baskıcı köyü terk edeceklerdi. Kafaları uyumlu olduğunda ise okullarını bitirip öğretmen olacaklarını iddia ederlerdi, düşe kalka ilerliyorlardı ve biriktiriyorlardı onlara yapılanları, haksızlıkları ve işkence diye adlandırdıkları tepkileri, sözleri. En büyük dertleri iş güç yaptıkları halde akşama dek neden canlarının istediğini yapamıyorlardı, evden az uzaklaşsalar sorun olurdu, izin almadan kıpırdayamazlardı, ha, erkek olsalar iş deşirdi tabi, geçen yol kenarında gezip çiçek topluyorlardı, dağdan inen bir karavan yanlarında durdu, iki kadın vardı içerde, yabancıydılar, yarım yamalak Türkçeleriyle konuşuyorlardı turist kadınlar kasabaya iniyordu ve geri çıkacaklardı, bazı erzakları tükenmişti. Kızlara da gezersiniz gelin dediler ve kızlar da kabul etmişti. Turist kadınlar 30’larındaydı, Leyla ve Sencan’a birkaç giysi aldılar, sonra erzaklarını alıp köy yoluna düştüler araçla.

Köyün yukarısında bir yerde kamp kurdular, ateş yaktılar, Leyla ve Sencan da onlara yardım etti, akşam oluyordu, ateş başında sohbet ediyorlardı, kızlar çikolatalarını yiyorlardı, turist kadınların esmeri yemek pişirecekti, geceyi bizle geçirin dedi turist kadınlar, kızlar da ailelerinden izin almak için oradan ayrıldılar, aileleri turistleri görmek istedi, inanmak istediler, Sencan’ın en büyük ablası ve Leyla’nın en küçük abisi ellerinde biraz yemek öteberiyle yaklaştılar ateşe, tanıştılar sohbet ettiler ve büyükler evin yolunu tuttu,

Yemek pişti ve yemeye başladılar, turist kadınlar albümlerini çıkarıp gösteriyorlardı, ülkelerini anlatıyorlardı, vakit geç olmuştu, çay içiyorlardı, aniden sessiz şimşekler çakmaya başladı, gök gürledi çok geçmeden ve sağanak yağmur tek tük yağmaya başlamıştı, el ele verip alel acele eşyaları toparlıyorlardı, onlar karavana kendilerini attıklarında fırtına başladı, çok şiddetli bir sağanaktı, Leyla, ne güzel kokuyorsunuz, karavanın içi de deyince, esmer turist kadın parfümlü deterjanı gösterdi, senin olsun dedi, sonra parfüm çıkardı, o nasıl parfümse mükemmel bir koku yayıyordu kadınların ikisi de, mumları yakmışlardı, turist kadınlar ülkelerinden getirdikleri çikolatalardan ve gofretlerden verdiler, zaman ilerliyordu, sarışın turist gitar çalıp şarkı söylemeye başladı önce kendi dilinde, İngilizce ve sonra yarım yamalak Türkçesiyle, karavanın camları iri yağmur damlaları dövüyordu, usul sesle şarkı okuyordu, bıraktı, uykuları gelmişti, mumları söndürdüler ve Leyla düşüncelere daldı, bu anların bitmemesini dilerdi ama bitiyordu işte, yarın erkenden kadınlar dağa çıkacaklardı, birkaç gün orada kalıp başka yoldan başka bir şehre gidecekti, Leyla ve Sencan kendi aralarında usul sesle konuşuyorlardı, uyumanda önce söylenen basit birkaç söz ve ilk kez gördükleri bu iki kadın onlara kardeşleri gibi davranmıştı, buna şaşıyorlardı, başka memleketler, yerler ve şeyler daha da tutkulu biçimde oralara kavuşmak arzusu uyanmıştı içlerinde, hani uzaklara gitmek, başka insanlar görmek, bu hayal rutindi, ama başka bir ülkeden gelen iki kadınla sohbet edip yakınlaşmak o köyden kaçıp gitme dürtüsünü ete kemiğe bürüyordu ve bürümüştü, onlara yapabilmişse, kızlar neden yapamasın, kadın balarına gece gündüz yollardaydılar, hem de başka bir ülkeden gelmişlerdi ülkemize. Leyla gözlerini açtığında sabah olmuştu, turist kadınlar ve Sencan uyuyordu, zaman ne sabuk geçmişti, onlara bakarken düşünüp duruyordu, zaman ne çabuk akıp geçmişti, onlarla geçirilen mükemmel zaman, turist kadınlar yan yana uyuyordu, onları bir daha göremeyecekti, ama adreslerini almıştı, bir gün oralara gitme imkanını elde eder diye adresi almıştı, belki de onları sonsuza dek göremeyecekti, ne büyük bir acıydı bu, geceyi düşündü, anladı ki güzel anlar çok hızla geçip gider, öyle dedi içinden, sonra diğerleri de uyandı, kahvaltı yaptılar dışarıda ve Leyla ve Sencan evlerini yolunu tuttu.

Köyde akşam yaklaşırdı, ya Sencan Leyla’ya giderdi oturmaya ya da Leyla Sencan’a, bu ikisi birbirini sürekli arardı ve birlikte vakit geçirirdi, kapı önünde ya da bahçede yere oturup mısır mı ayıklanacak, kafa kafaya verip yaparlardı, kış için domates toplanıp turşu mu yapılacak, birbirinin ailesine yardım ederlerdi. Köyün yolu akşam çökerken mahzunlaşır ve böcekler ötmeye başlar, deredeki kurbağalar, ılık yas esintisi eder, bir traktör sesi duyulur yolda giden, köyü gören tepenin üstüne çıkarlardı, burası Leyla’nın evine çok yakındı, oradan köyün ışıklarını seyrederlerdi, parlayan sönen ışıklar, bu ışıklara bakarak dünya hakkında konuşurlardı, gökyüzünde binlerce yıldız olurdu, onlar olunca ve genç olunca konuşacak çok şey olurdu, gelecek bir an önce gelsin ve onlara arzu ettikleri hayatı versin isterlerdi, zaman ne ağır işlerdi bu köyde, köyün rutinleri dışında hiçbir şey yoktu burada, eğlence yoktu, varsa bir eğlence onlar kendi içlerinden bulup çıkarırlardı, gerçek bir dost insana neşe verir, ilham verir ve bu ikisi birlikte oldukça bunları yaşıyorlardı, bazen Leyla Sencan’da kalır, bazen ise Sencan Leyla’da kalırdı, sabah kahvaltı yapıldıktan sonra eve dönülürdü, köyde böyleydi, kızlar kızlarla arkadaşlık ederdi, erkekler erkeklerle, kızlar erkeklerle arkadaşlık ederse dedikodu çıkardı, ve burada insanlar dindardı. Yine de ayaküstü sohbetlere kimse kötü bir yakıştırma yapamazdı, buradakiler dindar olsa da manyak değillerdi, yani uç düşünceleri yoktu, burada abi kardeş bilirdi kızlar erkeleri, erkekler kızları, bir mesafeli dostça dayanışma, burada kimse kötü olamazdı, hainlik yapamazdı, yaparsa burada barınamazdı çünkü. Belli ilkeler ve ahlak yürürlükteydi. Yazılı olmasa da bunlar yürürlükteydi, ama yüzyıllardır olduğu gibi burada da kötülüğe ve uyumsuzluğa meyleden insanlar vardı birkaç tane ve diğerleri onları olabildiğince idare ederdi, ki onlar aşırıya gidene dek.

 

Anne hikayesini kesti ve bir bardak çay istedi.

 

OSMAN

 

Osman kar fırtınası içinde kimi zaman ağır biçimde ilerliyordu, zifiri karanlıkta tek başınaydı ve elindeki el fenerini ara ara söndürüyordu ki; pilinin bitmesinden endişe ediyordu, bu yol her nedense fazla uzun sürmüştü; belki de öyle algılıyordu, ve uzun bir yolda tek başına karanlıktaysanız, düşüncelere sarılırsınız, düş ve gerçek arasında bir yere gidersiniz, umutlara sarılırsınız, geçmişe gidersiniz, sizi oyalayacak, size güç verecek, sizi neşelendirecek bir şey ararsınız ve bu konuda geçmiş, anılar benzersizdir, eşelersiniz oraları ve ister istemez yüzeye birçok şey gelir, unuttuğunuz şeyler, sevdiğiniz ve sevmediğiniz şeyler, bir kanal açmış olursunuz ve sizi eğleyecek, sizle karşılıklı sohbet edecek şok şey bulursunuz ve Osman can sıkıntısıyla, yolun ve kar fırtınasının ezişiyle bambaşka biçimde sarılmıştı geçmişe ve orada olumlu ya da olumsuz her şeye.

 

10 yaşındaydı Osman, çok sıkıntılı zamandı. Köylü, çiftçi için sıkıntılı zaman bitmez ki. Ve Osman’ın babası Abdullah parayı yettiremiyordu, pazarda bir şeyler satıyorlardı, Osman ortaokulu o sıra bırakmıştı, babasına yardım ettiği için çoğu zaman gidemiyordu okula. Adam gibi bir bulup yapmak istiyordu ama köyde iş imkanı yoktu, ama belki kasabada iş bulabilirdi, nisan ayı geliyordu ve köye bu sırada ziraat odası başkanı geldi, muhtarla köy meydanında köylülere konuşuyordu. Ziraat odası başkanın birkaç kez daha görmüştü, sık sık köye uğrar, ilçedeki ofisinde akşama dek oturup çay içmez, insanlarla boş muhabbetler yapmaz, sürekli hareket halinde sevecek ve heyecanlı bir adamdı. Herkesle konuşurdu, köylü kadınlarla, gençlerle, çocuklarla, çocuklara nasılsınız çocuklar, “selam size muhteşem insanlar!” derdi bağırarak. Sakız, şeker dağıtırdı, Süleyman şöyle diyordu köylülere: Toprak işleme, gübrelemede, sulama ve ıslah gibi faaliyetler gibi yabancı otla mücadelenin de önemli olduğunu anlatıyordu. Hububat ekili arazide yabancı otun verim kaybı yanında kalitenin düşmesi, tohumluk değerinin azalması gibi dolaylı zararlara yol açtığını vurguluyordu. Verimli ve kaliteli ürün alınabilmesi için çiftçilerin yabancı otla mücadele konusunda ihmalkar davranmaması gerektiğini belirtti. Buğday ve arpa ekili arazilerdeki yabancı otlun yüzde 20-30 civarında verim kaybına neden olabildiğine işaret eden ziraat müdürü, ayrıca kalitenin düşmesi, ayrıca tohumluk değerinin azalması gibi dolaylı zararları olduğunu anlattı. Yabancı otla mücadeleni nisan sonuna kadar tamamlanması gerektiğine dikkat çeken ziraat müdürü, “yabancı ot mücadelesi buğdayın kardeşlenmeyi bitirip sapa kalkmadan önceki zamanda yapılmalıdır. Diyordu. Bu durumda buğday 10-15 santimetre olur. İlaçlamanın hava sıcaklığına göre 8-10 derece arasında olduğu, rüzgarsız ve yağışsız havada yapılması gerekir dedi. İlaçlı mücadele yapılan yerlerde arı ve hayvan sahiplerinin de zehirlenme olaylarına karşı tedbirli davranması gerekir.”

Süleyman’ın konuşması bitmiş, köylerle başka konular hakkında konuşuyordu, hal hatır soruyor, gönül yapıyor, onları mutlu edecek şeyler söylüyordu, herkesle bir irtibatı vardı ve bunları unutmamıştı. Arada şakalar uçuşuyordu havada.

“Başkanım ben iş arıyorum, bana bu konuda yardım edebilir misin?” dedi Osman.

Başkan gülecekti; çünkü çocuk adam gibi ciddiydi. Başkan ciddiyetini bozmadı, “git oyun oyna, babana tarlada yardım et” diyecekti, caydı.

“Kasabada tanıdıklarım vardı” dedi, Bu konuda senin için elimden gelen bütün yardımı yapacağım.”

Yalandan kim ölmüş, çocuğu avutmak işine geldi. Zaten çocuk yarın öbür gün bu irtibatı unuturdu.

“Bir süre beklemen gerek.”

Süleyman, Osman’ı ve ailesini iyi tanırdı, ertesi gün Süleyman yine köydeydi, birileriyle bir şeyler konuşuyordu arazide, Osman’ı fark etti:

“Osman gel yanıma” diye bağırdı.

Osman koşup geldi heyecanla.

Başkan ceketinin cebinden bir poşet şeker çıkarıp verdi.

“Beni unutmamışsın; ama ben şekerle yetinecek değilim. Bu şeker için bedel ödemedim.”

“Sözümü unutmadım, şansına bir iş çıktı. Ama bu iş zor, yapabileceğini sanmam, imanın gevrer bu işle.”

“Yok canım, ben azimliyim, neymiş söyleyiver.”

“Doğada salyangoz toplamak. Bu işte para var.”

Osman güldü: “Benle dalga geçiyorsun?”

“Yok oğlum.”

“Sümüklü böcek toplayacağım, ha? Para alacağım üstelik.  O pis şeylerden.”

“Öyle. Ben sana demiştim yapmazsın diye.”

“Denerim.”

“Başka kimi şehirlerde köylüler salyangoz topluyor ve bunları kilo başına bir fiyatla satıyorlar. Köyde bu işi yapacak çok çocuk bulursan tamam. O zaman salyangozları alacak olan tüccarı köye davet ederim.”

“Anlaştık başkanım.”

Osman, köyde dolanıp bu işi yapabilecek kişileri, arkadaşlarını arıyordu,

Bir sürü çocuk buldu.  O gün başkana bildirdi.

 

Ertesi günün erken vakitleriydi, gün yeni aydınlanıyordu köyde, Osman çoktan uyanmış, salyangoz toplayacağı arkadaşının evine gidiyordu, ikişerli guruplar belirlemişti ve kendisi ilkokul arkadaşı Mehmet’i seçmişti, onunla iyi anlaşırdı, kapıdaki köpek Osman’ı görünce havlamaya başladı.

Mehmet’in küçük ablası çıktı cama: “Sabahın köründe burada ne arıyorsun, yakışıklı?”

(Ona “yakışıklı” diye takılır sık sık)

“Elinin körünü.” diye söylendi.

“Ne dedin duyamadım?”

Duydu aslında.

“Mehmet nerde demiştim?”

“Onu demedin ya neyse. Ne yapacaksın onu?”

“İş.”

“Ne işi?”

“Salyangoz toplayacağız. Satacağız bunları. Dün anlattım bunu ona.”

“Ha şu iş mi? Bana demişti. Saçma gelmişti. İnanmamıştım. Organ mafyasının eline düşmeyin de Salyangoz para etmez bildiğim.”

“Yok. Para ediyor.”

“Ederse saçma değil. Sizi kandırmasınlar da.”

“Yok abla.”

“Ağzını yerim senin.” Güldü. “Mehmet şimdi uyuyor.”

“Söyle kalksın.”

“Kızar.”

“Bu iş erkenden yapılır.”

“Salyangozlar sana biz erkenden çıkıyoruz mu dediler sana. Bu telaş ne oğlum?”

“Salyangozluk yapma Sevda abla.”

Sevda güldü: “Bekle.”

Bu sırada, yan odada uyuyan Mehmet konuşmaların bir kısmını duyup uyanmıştı. Pencereye geldi az sonra: “Az bekle” dedi, içeri gitti, süratle kahvaltı yapıp elinde poşetle dışarı çıktı.

Bahar gelmişti; ama ayaz vardı, ara ara yağmur yağıyordu ve bugün hava ısırır gibi soğuktu. Yağmur çiseliyordu. Salyangozlar bahar ayında, yağmurlu zamanlarda ortaya çıkar. Öyle demişti Süleyman.

Kafadar çocuklar köyün tepelerinde, ısısız yerlerinde ellerinde poşetlerle yere bakarak, yeri tarayarak geziyordu. Araştırıyorlardı toprağı taşı.

“Sıkıntılı iş. Bir tane bile yok meretlerden.” dedi, boş küçük paslı teneke kutuyu tekmeledi, kutu uçup uzağa attı.

“Buluruz, sabırsız olma.”

“Ne olacak bu salyangozlar?”

“Kozmetik ürünler yapılacak bunlarla.”

“Deme. Krem gibi mi?”

“Öyle herhalde. Ruj. Bunlarda cilde iyi gelen şeyler varmış.”

Mehmet’in içine bir tiksinti gelmişti: “Şehirli karılar kızlar kullanır bunu değil mi?”

“Başka ne. Köylüler gres yağı kullansa bile olur. Günleri bok püsür içinde geçiyor zaten.”

Mehmet güldü: “Geçen sene hatırlıyor musun bilyalının bilyasına gres yağı sürüyordum, tadı nasıl acaba demiştin, ben de tadına bakmıştım.”

“He la” dedi Osman gülerek, “Ne yapayım, gres yağı çikolata gibi güzel görünüyordu. Gübrenin bile cilde faydası varmış. En sağlıklısı da buymuş.”

“Deme” dedi, güldü.

“He la. Şehirli kadınlar Deve bokunu bile karılar yüzüne sürüyormuş. Cilde iyiymiş.”

“Kozmetik demek” diye mırıldandı Mehmet.

“He” dedi Osman.

“Şehirli kadınlarAklımda hayalimde süslü püslü biçimde canlandılar,

Onlar bizim analarımız gibi iş  yapmazlar, yapamazlar, ot ya da bok ya da patates yüklü sepetle dağ bayır uçurum kenarından gitmezler. Güçleri olmaz. Makyaj yapıp kuaföre giderler, araç kullanırlar. Ben bu işi yapmam birader, kendimi hain gibi hissettim!”

Mehmet çöktü olduğu yere. Yerden bir ot koparıp bir ucunu dişlerinin  arasına alıp çiğnemeye başladı.

“Anlamadım, ne zırvalıyorsun?!”

“O tatlı, minik ve sevimli ve harika salyangozcuklar o süslü püslü kadınların cildi güzel olsun diye üretilen kremler için mi can verecek, bu beni kahretti.”

Osman güldü: “Kalk dostum. İşe devam. Yılma. Saçmalama.”

“Ne kadar kötüsün.”

“Onu bunu boş ver de topla, kilo başına para alacağız.”

Mehmet yerinden kalktı isteksizce.

“Çakal gibi hissediyorum kendimi, hırsız gibi ve hain, bu güzel.” Güldü.

“Salyangozcuklar onun için ölmemeli.”

Osman işi matrağa vurdu: “Zaten ölüp gidecekler boş yere. Değerlendiriyorlar. Öleceklerse ne için ölmeli, dedin ya?”

“Yüce bir şey için, yüce bir amaç için.”

Ara ara buldukları salyangozları poşetlere atıyorlardı: “Bu çok küçük ve hem kardeşi vardır, salayım gitsin. Ayrıca belki de halasını ziyarete gidiyordu, çok büyük ihtimal. Aceleciydi ve elimi görünce çok korktu. Başını hemen içeri çekti.”

Osman güldü: “Haklısın.”

“Ne için?”

“Kardeşi vardır.”

“Kafa bulma benle.”

“Çok küçüktü. Ayrıca halasına da gidiyor olabilirdi.”

Mehmet güldü: “Bu noktada anlaştık.”

Mehmet çene çalıp duruyor, sık sık oturuyor ve Osman’ı seyrediyordu.

Osman kızdı: “Bak aslanım tembellik yapıyorsun, doğru düzgün çalışmıyorsun, bu gidişle poşetinde bir kilo bile salyangoz olmayacak.”

“Dert değil.”

“Bu çiseli günde birlikte kafamıza göre takılıyoruz.”

“Orası öyle. Ama bak salyangoz demek para demek. Şeker alabiliriz bakkaldan, gofret ve çikolata. Cips.”

“Geçen gün dayım geldi bize şehirden. Bir sürü şey getirdi, çikolata gofret. Patlayasıya yedik. Sana da ayıracaktım; ama kardeşlerim hepsini yedi.

Osman ona gaz verecek bir şey düşündü; ama bulamadı, az sonra aklına müthiş bir şey geldi: “Para biriktirip bisiklet alırsın o zaman.”

Mehmet’in gözleri parladı birden. Taksi lastiğini eliyle çevirerek dolanırdı yollarda. Iskartaya çıkmış lastik.

“O tekeri elinle süreceğine oturup bisikleti sürersin.”

Mehmet’in hayaliydi bisiklet sahibi olmak. Gayretlendi.

Bulundukları bölgede çok az salyangoz bulmuşlardı, “şu taraf gideli” dedi Osman, “Köyün birinde günde 5 ton topluyormuş köyüler, düşünsene aldıkları parayı. Kilo başı 3,5 liradan satacağız salyangozları. Mayısa kadar devam edermiş iş. Günde 50 kilo toplarmış o köylüden her biri. Biz de öyle toplasak elimize güzel para geçer la. Sığır gibi para la. Mehmet, delice güldü. Gözlerinden yaşlar geldi.

“He ya! O zaman bisiklet alabiliriz. Ama o da paramızı birleştirirsek.” “Bilmem” dedi Osman, “Önce salyangozları toplayalım da. Para işi sonra.

Ama hızlı olmalıyız. Şunlar ne yapıyor orada?”

İki arkadaşları vardı ilerde.

“O dandikler oturmuş muhabbet ediyor, sigara var Aslan’ın elinde,

Salyangoz toplayacaklarına. E kendileri bilir.”

“Aslan bu gidişle kanser olacak.”

“Gebersin adi. Keşke onu çağırmasaydım. Hasan’ı da bozuyor inek.

“Deme öyle. Hali en kötü olan aramızda o.”

“E çalışsın kardeşim.  Sen devam et, şunu haşlayıp geleceğim.”

Osman Aslan ve Hasan’ın yanına geldi: “O sigarayı at Aslan.”

Aslan sigarayı yere atıp çiğnedi.

“Yarımdı, yerde buldum.”

“Yapma. Bu son olsun.”

“Tamamdır şef.”

Güldü Osman.

“Hasan, bu bir daha sigara içerse bana de.”

“Olur şef.”

“Yalaka.”

Hasan güldü.

Osman Mehmet’in yanına geldi: “Bunlar da hayat yok, gevezelik ediyorlar, Bu Aslan besinsizlikte bir deri bir kemik bir de yolda bulduğu sigarayı içiyor.”

“Bisiklet olayına bunlar da para ekleyecek mi?”

“Bu gidişle ekleyemeyecekler.”

“Eklemesinler. Biz ikimiz alalım bisikleti. Hem onlar yok sen çok kullandın bisikleti diye mızıkçılık yaparlar, sonra kavga çıkar ve sonra birimizin babası o bisikleti bir balyoz darbesiyle ikiye böler. Ayrıca bisiklet köyün kötü yollarında çabuk eskir ve yüksek gerilime konan çarpılmış karga gibi olur, yani leşi çıkar.”

Osman güldü: “Haklısın, hiç böyle düşünmemiştim. Hasan’ın da babası yok. İki abisi hapiste. Zavallı. İşi zor hayatta.”

“Ortaklık hiç iyi değildir iyi anlaşamadıklarınla. Annem öyle der.”

“Haklısın.”

“Bisiklet olayı bir tür lanete dönüşmesin de.”

Osman güldü.

“Geçelim bisikleti, alamayız belki. Başka şeyler alırız.” dedi Mehmet, “Takıntılı olmayalım.”

“Orası öyle. Can sıkmaya değmez.”

Yağmur hızlanınca çayırdan uzaklaşıp bir köy evinin arka duvarına yanaştılar, tentenin altındaydılar.

Osman dedi ki: “40, 50  gün sürermiş bu iş. Sıkı çalışırsak güzel para alırız. Süleyman amcanın sözünü ettiği ilçede bahar geldiğinde 100 aile bu işi yaparak ek gelir elde ediyormuş.”

Mehmet, bu işten bezmişti; üşümüştü ve yorulmuştu; ama dostunu hayal kırıklığına uğratmak istemiyordu, kendini zorluyordu.

“Burada pek çıkmadı” dedi Mehmet, “yağmur da azalmadı. Eve dönelim. Yarın yaparız.”

“Bahçe, göl kenarı ve taşlık alanlara bakın dedi Süleyman amca. Şimdi dönemeyiz.”

İlerlediler.

Arkadaş aşkına Mehmet devam etti, çok salyangoz buldular.

“Burası salyangoz deposu be dostum!” dedi Mehmet, “Banka burası.”

Güldüler.

Poşetleri dolmuştu. Ama sırılsıklam ıslanmışlardı. Dönüş yoluna geçtiler. Su kanalından geçiyorlardı, Mehmet’in elinden poşet kaydı ve suyun dibini boyladı.

“Yuh. Hepsi gitti.” Güldü, Bütün emekler boşa gitti.” Küfür etti.

“Takma kafana, benim poşet ikimizin ortak.”

Annem çok kızacak, evden çıkmadan demişti, yağmur yağacak, çıkma, fazla kalmam, yağarsa hemen gelirim demiştim. Şemsiye vermişti, almamıştım. Kafamı kırar kesin. Hasta olursam dışarı çıkmama izin vermez.”

Aceleyle ilerliyorlardı, Osman’ın elindeki poşet yırtıldı ve salyangozlar çamura dağıldı.

“Boş ver onları; gidelim.” dedi Mehmet.

“Sen git. Toplamasam boşa mı zaman harcadım?!”

“Haklısın.”

“Hava kararmadan evde olayım.” Koşarak gitti.

İki adım attı, ayağı kaydı, yüz üstü çamura kapaklandı. O sırada Osman ona bakıyordu, kahkahayı bastı.

Mehmet toparlandı, yürüyerek uzaklaştı.

Yağmur sertleşecek gibiydi. Osman toplama işine devam etti, çalıları arasında bulduğu eski çuvala dolduruyordu salyangozları. Uzaktan gelen gözüne takıldı. Şemsiyeli adam köyün demircisinin çırağıydı. Genç adamın elinde poşet vardı.

“Mahmut abi sen de mi salyangoz topluyorsun?”

“Kardeşlerim için. Hem maksat oyalanmak. Babam işte biliyor beni. Akşam olunca döneceğim eve.”

“Demircilik işi ne oldu?”

“İstifa ettim. Daha doğrusu kavga ettik. Yumruk attı Pek azimlisin.”

“Öyle. Devam. Bura benim yerim. Uzak dur.”

“Olur. Şemsiyen bile yok, ıslandın sıçan gibi hasta olursun, sonra ilaç almak için bir sürü para harcar baban, çocuk.

Osman kızdı: “Ayıp edersin gitmezsen.”

“Tamam, gidiyorum.”

Osman, onun kardeşlerini severdi. Fikir değiştirdi: “Şaka yaptım gel” dedi, “Kimden duydun bu işi?”

“Çocuklardan; kimden olsun. Bahçemize girmek istediler. Bunlar bahçeler, yeşil alanlarda, ağaç dipleri çöplerin bulunduğu nemli yerlerde olur. Burada herkese yetecek kadar çok salyangoz var aslanım. Köyün dış mahallerine yönel, oralarda çok olur bu meretlerden. Bahçe kenarları, duvar dipleri benim bahçedekilerin hepsini toplattım kardeşlerime. Bunlar fidanlara yapışıp zarar veriyormuş, kibarca alıp yere koyduğum bu böceklerin para etmesine sevindim. Köydeki bahçe sahipleriyle konuş, oralardakini temizle derim sana, ben koca adamım, utanırım, sen bence oraları hallet.”

“Tamamdır, sağ ol.”dedi Osman, “bunlardan köyün birinde geçen yıl 20 ton toplamışlar.”

“İyi para kazanmışlar.”

“Öyle herhalde, ben kaçar” dedi el edip oradan uzaklaştı Osman.

Osman bir ağacın altında bekledi. Yağmur kesilir diye. Hasta olmaktan korktu, eve dönmeyi düşündü. Bastı.

Köy yolundan ilerliyordu, başını kaldırdı, az ötedeki evin penceresinde Mehmet vardı: “Ne arıyorsun burada?”

“Halamlara geldim. Isınıp kuruyup öyle gideceğim.”

“Az bekle dedi, içeri gitti, “Gel içeri; ısın, halamdan izin aldım. Hem yemek yersin.”

Osman bahçeye girdi. Çuvalı kenara koydu. Eve girdi.

Yere kurulu sofraya oturdu. Fırınlı sobanın yanına.

“Annen oyacak seni. İyice kuru da öyle gidersin.” dedi evin kadını. İçeri gitti.

Mehmet, heyecanlı heyecanlı konuşup kırmızı bir bisiklet almaktan söz ediyordu. Sonra lafı değiştirdi, acı gerçeklere geldi. Elinde tereyağlı ekmek vardı,  Mehmet’in ağzından çenesine yağ akıyordu. Çenesini sildi.

“Önce eve gideyim dedim, annem komşudan çıkıyordu, yolda gördü beni, iki şamar patlattı, baban öldürecek dedi. Ben de buraya geldim. Ekmek çamura düşer, alıp öperler alınlarına koyarlar ve sonra kenara, ya da tavuğa verirler. Bize de böyle davransalar. Kaçıp gideceğim günün birinde buralardan

O otomobil lastiğini sürüp duruyordum köy yolunda, geçen yazdı, şehirli bir çocuk gelmişti köye, beni görmüştü, şebekmişim ya da böcekmişim gibi bana bakmıştı. Kız gibi güzel kırmızı bisikletiyle yanımda durdu, dedi ki: O seni süreceğine sen onu sürüyorsun,  bu işte bir yanlışlık yok mu, güldü, dedim ki, kendini benim yerime koy, kırmızı bisiklet alacak para yok, sence bu yaptığın densizlik değil mi? Benden özür diledi. Kabul etmem dedim, ver bisikletini, bir tur atarsam özrünü kabul ederim. Verdi bisikleti, bir tur attım. O gün onunla akşama dek bisikletle dolaştık, ben bisikletin çatalına oturdum. O gün öyle güzel geçti ki. Sen yoktu köyde. İşte o günden beri kırmızı bir bisiklet hayalim var.”

“Yenisi olmasa bile kullanılmışını alırız. İkinci el. Eskicilerde var. Yazın çalışırız alırız.”

Osman’ın üstü başı kurumuştu. Evden ayrıldı.

Osman  Mehmet’in evinin önünden geçiyordu. Mehmet’in annesi bahçede kütük üstünde baltayla odun kırıyordu: “Mehmet nerde?”

“Halasında.”

“Yağmurda ıslandı mı?”

“Hayır.”

“Yalan söyleme!”

“Biraz ıslandık; ama sorun değil.”

“Daha yeni iyileşti. Hasta olup geberecek. O hasta olursa sorun değil’i sana gösteririm Osman!”

“Senden izin aldığını söylemişti.”

“Almadı, babası da hayır diyemedi.

“Her neyse. Annene de selam söyle.”

“Baş üstüne.”

Tek katlı evin birçok penceresi beyaz naylonla kapatılmıştı, Mehmet’in küçük kardeşleri oyun oynarken kırmışlardı, cam yaptırmaya paraları yoktu, evde halı ve kilim bile yoktu, çıplak döşemede geziyorlardı. Köyün en yoksul ailelerindendiler.

Osman geri döndü.

Mehmet diye seslendi. Mehmet cama çıktı: “Ne var? Ne oldu, çok haşin, karanlık bakıyorsun?”

“Bisiklet işi boka sardı.”

“Neden?”

“Annen çok kızdı. Ondan izin almamışsın.”

“Eğer eve gelmezse kafanı patlatacakmış ve geceyi tavuk kümesinde geçirecekmişsin.”

“Gerçekten öyle mi dedi?”

“Kafanı patlatması doğru da tavuk kümesi olayını uydurdum.”

“E niye?”

“Ya eve dönsen iyi olacak. Annem hasta olmandan korkuyor.”

“Derdim değil.”

“Onu annene anlatırsın.”

“Bisiklet hayali işi mezarlıkta dolanan ceset hikayesine döndü.”

Osman güldü: “Aynen öyle.”

“Belki o mankafa belediye başkanına gideriz.”

“Neden?

“Bizi bu belaya o soktu. Köye bir bisiklet alsın. Çocuklar ödeşmeli biner. E bir bisiklet alacak parası vardı koca belediyenin.”

Osman’ın gözleri parladı: “Hay aklında bin yaşa!”

“Nerden aklına geldi belediye başkanından bisiklet istemek?”

“E okula toplama kitaplar geliyor ya, bir akıllı da birkaç bisiklet yollasa. Kitaplarla oyun olmaz ki.”

“La Mehmet sende süper zeka var. Bu kafayla sen çok yükselirsin hayatta.”

Mehmet gülüyordu.

Osman dedi ki: “Demek belediye başkanından bisiklet isteyeceğiz. Utanırım ben. Hem annem kızar. Dilencilikten hiç haz etmez.”

“He, ben konuşurum, merak etme. Ama arkamda olacaksın ve köyden 10 çocuğu da ikna edeceksin bizle gelmeye; söz mü?”

“Söz.”

“Sözünün tutmazsan oyarım seni bak sağmam söz ver

Osman güldü: “Söz. Ama ya belediye başkanı bizlere almazsa bisiklet.

“Alır canım, almazsa onun sorunu o. Adam olan alır. Sana köy çocukları gelse almaz mısın, küçük çocuklardan utanır da alırsın.”

Güldüler.

“Utanmaz çıkarsa?” dedi Osman.

Canımız sağ olsun geçer gideriz. Otomobil lastiklerini süreriz.”

“Süreriz. Ben yarın salyangozları götürüp satarım. Senin paranı da getiririm dedi Osman, “Ama annen öldürecek seni.”

“Biraz dayak yerim ama olsun.

“Mücadeleyi yarım bırakmadın. Bırakmadık. Önemli olan budur.

“Ama zoruma giden şehirli boş kadınların suratında olacak o muhteşem sevimli salyangozcuklar. Krem olarak. İçim acır buna.”

“Bunu konuştuk ya, bak bunları yiyorlar Avrupa ülkelerinde.

“Sahi mi?”

“Ne bileyim. Öyle dedi Süleyman abi. Düşünsene. Kadının yüzünde yanık var. Salyangozlar krem yapılacak. Kadın kremi kullanacak ve iyileşecek. Diyelim kalıcı yanık izi var. Kadın salyangozdan üretilen kremi kullanıp yanık izini yok edecek makyajla, sokağa çıkmaya yüzü olacak.”

“Hı, vay be, hiç böyle düşünmemiştim!”

“Çapsız düşünme kardeşim. Büyük düşün. Evrensel düşün.

“Evrensel nedir la? Uyuz uyuz konuştun!”

“Anlamadığın için uyuzum değil mi?”

Güldü: Aynen. Ne demek istedin? Evrensel nedir?”

“Büyük çaplı yani. Sevgiyle bakmak yani. Her yerde geçerli olan güzel görüş yani. Ahmak ve çıkarcı köylüler gibi bakma hayata yani. Babamdan öğrendim bunları.”

 

O gün Osman güzel bir dayak yedi annesinden.

 

Ertesi gündü.

Köyde Mehmet’in öldüğü haberi duyuldu. Gece ateşi çıkmış ve sabaha karşı yatakta can vermiş. Mehmet zaten zatüreyi yeni atlatmıştı. Osman ağlıyordu. Derin bir suçluluk duyuyordu. Eğer Mehmet’i salyangoz işine bulaştırmasa ölmeyecekti. Kendini suçlayıp duruyordu.

Osman gece uykudan uyandı. Kabusmuş; delice sevindi.

Bir daha asla salyangoz işine bulaşmamaya yemin etti.

 

Ertesi gündü. Osman topladıklara salyangozları köye gelen tüccara satıyordu. “Kilosu 1,5 lira” dedi tüccar.

“Daha fazla demişti Süleyman abi? Keriz yerine koyma beni. Lütfen.”

Adam güldü: “Bak aslanım, ben bu fiyatta alıyorum.  Satmak istemiyorsan sen bilirsin; ama sana biraz daha fazla para veririm.”

“Sağ ol.”

Osman parayı alıp oradan ayrıldı.

Köy bakkalından bir şeyler aldı ve koşarak ilerledi.

Birkaç kuruş.

Önemli olan bu buydu, bu kadarıydı: Dostla paylaşmak.

Osman, Mehmet’in evine gitti.

Sobanın başındaydı Mehmet. Hastalanmıştı. Ateşi vardı, limonlu çay içiyordu.

Osman, ona aldıklarının çoğunu verdi: “Kardeşlerine de verirsin.”

“E çok, senin payın.”

“Yolda yedim.”

Halbuki yememişti.

“Koca adamlar  salyangoz işine karılarına sarılır gibi sarıldı. Hayretler içindeyim.” dedi Osman.

Mehmet, gülmeye başladı.

“Karılarına sarılır gibi, ha?”

“Karılarına ya da hayalarına Gerçekten öyle. Köylü aç, sefil. Açlar ama çaktırmıyorlar.”

 

Ertesi gündü. Köyün üstüne kızgın bir güneş vardı.

 

Öğle vaktiydi ve Osman Mehmet nasıl diye bakmaya gitti.  Onun hastalanıp ölmesinden korkuyordu çünkü. Şu kabusun etkisini atamamıştı. Mehmet’i mutlu etmek istiyordu; ama aklına bir şey gelmiyordu. Dün sattığı salyanyoz parasının bir kısmını diğer cebinde unutmuştu, parayı bulunca dünya onun oldu sanki.  Aklına iyi bir fikir geldi ve koşarak bakkala gitti, bir plastik top satın aldı.

 

Mehmet, kapıda oturuyordu. Keyifsizdi.

Osman, bahçeye girdi ve usulca onun yanına oturdu. Topu bir eliyle arkasında saklıyordu poşette.

Osman ona baktı. Mehmet başını önüne çevirdi.

“Neyin var?” dedi Osman.

“Ne bilem. Keyfim yok.”

“Bir şey var. Söylesene gardaş?”

“Şu bisiklet olayına kafayı taktım. Anneme dedim belediye başkanından isteyeceğimizi. Çok kızdı, süpürgeyi fırlattı bana, biz dilenci değiliz.  Abin çalışır alır dedi, eğer belediye başkanıyla görüşmeye gidersem bana bir kamyon dolusu dayak atacakmış.”

Güldü:“Takma kafana.”

 

“Nasıl takmayayım. Öyle kurdum ki kafamda. Şu salyangozcukları toplayıp para bitirecektik hesapta. İnsan kafasında canlandırınca ve o hayal gerçekleşmeyecek gibi görünüyorsa üzülmez mi?  Kurduğu hayal canı gibiyse hem de.”

Osman, arkasından topu çıkarıp gösterdi: “Sana bir hediye aldım. Bunu bir kırmızı bisiklet olarak kabul et lütfen.”

Mehmet, futbolu çok iyi oynardı, en sevdiği oyundu futbol. Topa çok sevindi. Dostuna sarıldı sonra topa sarıldı. Osman buna güldü.

Mehmet ayağa fırladı, topu yere koydu ve duvara şut attı. Top duvardan sekti ve boş eski zeytinyağı tenekelerinden birinin tırtıklı kenarına çarptı, kırmızı top “tısss” etti anında patlamıştı.

“Anasını seveyim; böyle şansın içine tüküreyim! Gitti ya la yepisyeni top!”

Osman güldü. Mehmet ağlıyordu. Uzun süre ağladı. Osman da içinden ağladı. Osman ayağa kalktı, kapı kenarındaki süpürgeyi eline aldı, süpürgenin uzun sapı vardı, Mehmet’in yanına geldi.

“Bak güzel kardeşim; bu bir bisiklet. Kırmızı bir bisiklet.

Ben süreceğim, sen de orta bölüme oturacaksın, tamam mı?”

Mehmet güldü: “Sen kafayı mı oynattın la?”

“Yok, atla haydi, yokuş aşağı son sürat gideceğiz.”

Mehmet’e çok saçma sapan geldi bu; ama salakça da olsa; “bu oyuna uyayım, bakalım ne edecek?” diye düşündü.

Osman, bisikleti sürer gibi başladı.

“Yokuş aşağı gidiyoruz. Saçlarında rüzgarı hissettin mi?”

“Hayır.”

“Hissetmeye çalış.”

“Nasıl hissedeceğim yahu!”

“Hisset şapşal seni!

“Hissedemiyorum. Gerçek bisikletin yerini tutmaz bu.”

“Bana uy. Kasma. Yokuş aşağı gidiyoruz. Bilyalıyla giderdik ya.”

“Ha, tamam çıkardım.”

“Saçlarında rüzgarı hisset.”

“Galiba.”

“Yakaladın mı?”

“Biraz.”

“Hani o gün mavi bir kazak giymiştin. Dedenin kazağı.”

“Hayret! Unutmamışsın, evet. Şahane bir gündü. Aklımdan çıkmaz!”

“Şimdi pedallara basacak kardeşim. Çok daha hızlı gideceğiz.”

Osman, Osman hayali bisikletin pedallarına basar gibi yapıyordu.

“Şurada taş var, dikkat et” dedi Mehmet.

Osman güldü: “Bunu sevdim. Sağlam dur.”

“Daha sıkı sür şunu, uçalım””

“Tepe taklak oluruz.”

“Yok bas sen. “

Güldüler.

Osman, ses çıkarıyordu, bisikletin zincir sesi. Arada rüzgar sesi çıkarıyordu.

Osman, evin önünde geçen yaşlı adamı gördü.

Dedi ki: “Orada biri var, geldiğimizi görmüyor.”

“Muhammed dede bu, elinde poşet var. Hayret. 85 yaşında. Fosil olmuş; ama salyangoz toplamaya gidiyor.”

Osman güldü: “Fosil deme; duyacak!”

“Dede çekil yoldan!” diye bağırdı.

“Salyangoz topluyorum” diye bağırdı.

“Yoldan çekil!” dedi.

Osman, yana attı kendini.

“Dede neden çekilmedin?”

Yaşlı adam çocukların yanına geldi.

“Nasılsınız çocuklar?”

“İyiyiz.”

“Fosilim demek?”

“Şakasına dedim dede.”

“Salyangoz toplamak senini işin değil dede” dedi Osman, “Yat evde aşağı. Uyu keyif yap. Dua et.”

Yaşlı adam güldü: “Kocakarı evden attı. Hep oturuyorsun, yatıyorsun. İçin geçti. Seni kirli mutfak elbezi gibi görünce sinirlerim tepeme çıkmıyor. Az hareket et dedi.”

Çocuklar güldü, dede güldü.

Dede, şaka maka derken ağlamaya başladı.

“Elime poşet tutuşturdu. Gidip salyangoz topla, bir işe yara dedi. Dizlerim ağrıyor. Ama salyangoz da toplamam lazım.”

“Dede, sen otur biz toplarız senin yerine” dedi Osman.

“Hayır. O kamyon takozu suratlı kocakarı haklı aslında. Hareket edince dizlerim açılıyor. Karışmayın. Az dinleneyim toplarım salyangozSiz ne yapıyorsunuz?”

“Bu süpürgeyle oynuyoruz. Yani onu kırmızı bir bisiklet olarak hayal ediyoruz. Yokuş aşağı giderken sen çıktın yola. Çarpıştık.”

“O da ne ki” dedi. Bastonunu gösterdi: “Siz hiç uzay gemisiyle uzayda yol almadınız demek?”

“Ney, nasıl nasıl?”

“Atlayın bakalım.”

Çocuklar birbirine baktı şaşırarak. Gözlerinin içi sevinçle parladı. Bir şamata olacağını sezmişlerdi.

“Dikkat. Kapı tısss diye açılır otomatik. Duman çıkar.”

Çocuklar gülmeye başladı.

“Orada yeşil düğme var. Ona basın.”

“Neresi ya, anasının kökü nerde bulamadım?”

“Rastgele bas kanka, hayal et mankafa, hayal gücün mü dondu?”

Güldü: “Numaradan öyle yaptım.”

Güldüler.

Basıp içeri geçtiler.

Yaşlı adam kapı sesi çıkardı: “Tısss.”

Çocuklar ciyaklayarak güldü.

“Şimdi galaksiler arası ışık hızından daha hızlı biçimde yol alacağız çocuklar. Göktaşları vs. karşımıza çıkabilir. Bir tanesini alıp o takoz suratlı kocakarının başını indirmek lazım. Siz astronot kıyafetlerinizi giyip bir miktar toplayacaksınız, anlaştık mı?”

“Kıyafetler nerde dede?”

Ne dedesi!? Mr. Spock diyeceksiniz. Mr. Spock diye hitap eksik kalır mı, böyle bir uzay gemisine biniyorsunuz, eşek herifler! Kaptan Mr. Spockım ben!”

Çocuklar, gülme kopmasına, komasına girdi.

“Sen onu nerden biliyorsun kaptan bay spak?”

“Kim bilmez ki onu” dedi, takma dişini çıkardı, “çocuklar bu yolculukta şeker ihtiyacınız baş gösterecek, şu çikolatadan bir miktar ısınırın bakayım.” Takma dişi uzattı.

Çocuklar ürkerek birbirine baktı.

“Tadı harikadır. Bir parça ısırın. Nasıl olsa siz de takarsınız kocayınca.”

Çocuklar takma dişi aldı sırayla, ısırır gibi yaptı.

“Çikolatanın tadı mükemmelmiş kaptan bay Spak.”

Dede, takma dişlerini ağzına yerleştirdi: “Biraz de ben yiyeyim. Hım. Çok güzelmiş çikolata. Çocuklar. Saatte 300 kilometre hızla insan uçtuğunu düşünür. Ve dünya saatte 112 bin kilometre hızla dönüyor ve hissetmiyoruz. Hayatta öğrenmeniz gereken çok şey var ve siz keşfetmeniz gereken ufuklara yol almalısınız. Asla pes etmeyin. Asla vazgeçmesin.  Kocakarı bana dedi ki: Git salyangoz topla, sat, dışarıda bir işe yara, git topla salyangoz, bana para getir ve kaybolan yıllarımı getir. Anlaşılan eskileri düşünüp üzüldü, gençlik zamanlarınıNeyse. Bu yolculukta canınızı sıkmayayım. Eğlenme zamanı!  Nerde hareket orada bereket.  Emniyet kemerlerini neden takmadınız, at  nalları!

Çocuklar deli gibi gülmeye başladı.

Gülerek dedi ki Osman: Neneye kızdın, hırsınız bizden çıkarma Kaptan bay Spak, yolcuları eziyorsun. Kibar ol lütfen.”

“Çok konuşma, emniyet kemerini bağla yoksa atarım sizi çöp gibi uzay boşluğuna. Fırlatma koltuklarının düğmesi orada, kontrol panelinde, canımı sıkanı hiç acımam atarım vallahi, uzay boşluğuna.

Çocuklar yine deli gibi güldü.

Osman dedi ki: “Tamam Bay Spak, sakin ol lütfen. Bağladık emniyet kemerlerimizi.”

“Şimdi konsolunuzdaki kutuyu açın ve kırmızı şekerlerinden alın.”

“Ooo, süper!” dedi çocuklar, “Burası tam size göre düzenlenmiş.”

 

AÇ KURT SÜRÜSÜ

 

Aç kurt sürüsü acıması olmayan kar fırtınası içinde ilerliyordu, nasıl acıması olsun ki. Kar bildiğini okuyor, okuyor; ne var ki bütün canlılar merhamet duyar, merhamet ister, dört ayaklı canlılar, iki ayaklı canlılar hele de açken merhamete daha çok ihtiyaç duyar. Ve karın ruhu yapması gerekeni yapar. Nasıl ki altında solucanların ve böceklerin uyuduğu kaya ya da taş nasıl görevini yapıyorsa kar fırtınası da görevini yapıyordu kusursuz ve içtenlikle.

Siyah kurt bu işten hiç hoşlanmıyordu, ne zaman ara verecek bu kar fırtınası diye düşündü. Ne kadar can sıkıcı, ne kadar can sıkıcı! Onun sürüdeki lakabı baba’ydı, sürüde her bir kurdun lakabı vardı, lakabı her kurt zaman içinde, hareketlerine ve eylemlerine göre alırdı. Siyah kurt bütün kurtlar arsında baba olarak söylenirdi çünkü o bir büyük yürekli baba gibi davranırdı, bütün kurtları ayırt etmeden bağrına basardı. Kolay kolay sinirlenmezdi; ama ters bir bakışı karşı tarafı korkutur, öldürmekten beter ederdi, o bütün kurtlar üstünde öyle bir otorite sağlamıştı ki. Bunu baskıyla, zor kullanarak ve acımasızlıkla değil; sevgiyle başarıştı. Ve herkes onun keskin dişlerinin nasıl bir acıya yol açtığını bizzat yaşaması da bilirlerdi. Hissederlerdi ve zaten çatışmalar diş gösterme seviyesinde kalırdı; çünkü başlarsa kan çıkacağını bilirlerdi ve kan dökmeden sürü düzeni sağlanıyordu.  Ama siyah kurt hiç çekinmeden ve kimsenin gözünün yaşına bakmanda kan dökebilirdi, çok kesin, keskin ve netti. Harcardı, mahvederdi ya da o kurt kimse onu sürüden atardı.  Açtı ve girgindi. Ve sürüsü açtı ve o babalık yapmıyordu, sürüsü sefildi ve onları bu pis havda yola çıkarıştı. Arkasındaki kurt yuvarlanıp ona çarında patladı ve ona hırlayıp gırtlağına yanaştı, zavallı kurt cıyaklayınca siyah kurt kendine geldi, ses etmedi ve devam etti yoluna. Arkadan, sürünün ortasında ve geriden de kızgın ve perişan ve gözleri karamış hırıltılar, isyan sesleri, çileden çıkmış sesler geliyordu, bittik, yeter artık, nerde yiyecek. Bir halt bulamadık homurtuları. Siyah kurt uludu, ben burayım, ben varken kafanızı yormayın, kılınıza zarar gelemeyecek ve delice beslenip karınlarını şişireceksiniz tonu vardı bu ulumada, güç göstermek, ruhunun gücünü ve kalbindeki azmi göstermek amacıyla uluyordu, ne yaptığımız çok iyi biliyorum, sabredin, az kaldı. Şansa ve kazara yol almıyoruz, yılların tecrübesi var bende. Dayanın sabredin. Canınızı dişinize takın.  Bu sağlam, yürekli , cesur ve azimli uluyuş sürüde dalga dalga bir etki yaptı, ama az sonra hepsi bunu unuttu, çünkü açlık ve kar fırtınasında ilerlemenin güçlüğü baskın gelmişti. Sabırlar her saniye daha da çok aşınıyordu, sürüde birbirini yeme dürtüsü uyanacak gibiydi. Çatışma hali patlak verecek gibiydi. Sinirler akyalar yıpranmıştı, kimsenin kimseye tahammülü kalmamıştı, yılar yılı süren sevgi ve güven bağları yırtılıyor gibiydi. Yaşını almışlar dayanıklıydı ama genler böyle kar fırtınasını ilk kez deneyimlediği için sabırız ve kendileri mahvolmuş hissediyorlardı.

Siyah kur geçmişine savruldu.

 

Hava kararmıştı ve aç aç uykuya çekilmek çok can sıkıcıydı, yorgundu siyah kurt. Lacivert kurtla sığındıkları mağarada çok dardı, ikisini zor almıştı, sağanak yağmurun sesine kulak kabartmışlardı. Siyah kurt yoldaş edindiği kurdun bir zihinsel engelli olduğunu düşünüyordu, bazen bundan eser yoktu; ama bazen tam öyleydi. Yoldaş edindiği kurt baş belasıydı belki de. en kısa zamanda ondan kurtulmayı hesap ediyordu, belki de gece yarsı onu burada bırakırdı, bu sefil ahmak yaratık yakaladığı avlarla oyun oynayayım derken onları kaçırmıştı. Ama lacivert gözlü kurt çok cana yakındı,

“Biz sonsuza dek yoldaşız, değil mi?” dedi.

“Hı” dedi siyah kurt umursamazca.

Uludu: “Bu senin içindi.

“Anlamadım?”

“Senin şerefineydi dostum senin için ölürüm.”

“Onu o zaman görürüz.”

“Nasıl?”

“Lafla olmuyor bu işler.”

“Demek öyle.”

“Öyle.”

“Sana kanıtlayacağım. Benden iyi dost bulamazsın.”

 

Lacivert kurdun çenesi düşmüştü. Karnım çok aç dostum. Şu otları bile yitecek olarak görüyorum.”

“Tavşanı bıraktın, sersem!”

“Öyle deme dostum, ölü sandım. Hem onunla oynamak çok hoşuma gitti.”

“Oyun çocuk kurtlar için. Koca kurtsun sen.”

“Çok sevimliydi. Dayanamadım. Oyun öyle zevkliydi ki.”

“Sen bu zihniyetle gidersen çok yaşamazsın.”

Sırıttı saf saf: “Neden ki?”

“Kurt gibi davranmıyorsun. Çocukça saçma sapan düşüncelerin var.”

“O koyun leşini buldum ama. Sen de tıka basa yedin.”

Ezilerek sırıttı: “Orası öyle canım.”

“Bu ormanda mutlaka yiyecek bir şeyler vardır, olur, açlıktan ölmem ben.”

“Ölürsün ölür. Kendine çok güvenme. Kış gelince ne yapacaksın?”

“Birlikte bir şeyler yaparız.”

“Hiç sanmıyorum.”

“Biz yoldaşız sanıyordum?”

“Eğer öyleysek gerekenleri yapmalısın. Tavşanla oynayıp onu kaçırmana çok bozudum.”

“Özür dilerim dostum. Benim yerimde olsan sen de aynısını yapardın.”

“Öyle bir şey yok. Tavşan buldun mu sıkacaksın boğazını ki hemen ölsün.”

Lacivert gözlü kurt güldü.

“O sevimli minik yaratığı öldürmek istemedim. Bu bana çok adice geldi. Bir an öldürmek istedim açlığımı hatırladım. Ama sevimliliğiyle oyunla beni mutlu etmişti. Kaçıyordu hesapta. Can derdindeydi. Pençemi bir vursam sersemlerdi  ve o an atılıp sıksam boğazını; işi biterdi. Ama yapmadım. Yapamadım. Onu çok sevdiği ormandan ayırmak istemedim. Bana gereken mutluluğu verdiği için serbest kalmayı hak ettiğini düşünüyordum ve o sırada fazla düşündüm, duraksadım ve kaçmayı başardı. Belki de onu mideye indirdim ve sen de payına düşeni alırdın.”

“Acımak yok, tamam mı?”

“Şey

“Şey mey yok. Acımak yok dedim!”

“O zaman öyle olsun. Ne geçiyor aklımdan biliyor musun, şöyle 50 koyun. Belki de 25 tane. Hepsi yemeye hazır, birine girişsek. Of. Ne güzel olur. Ağzım sulandı şimdi.”

“Boş hayalleri bırak. koyunlara dalmak istedin, başına ne geldi gördün. Koyun varsa bir yerde insan ve köpekler de vardır. Bunu aklından çıkarma. Kimsin sen? Nerden geldin. Nereye gidiyorsun?”

“Geçmişime dair hiçbir şey hatırlamıyorum. Tek hatırladığım yaşlı bir adam ve yoldan geçerken bana bir şey çarptı.

“Sana ne çarptı?”

“Hatırlamıyorum.”

“Kafandan bir arıza olmuş demek ki.”

“Bilmem ki.”

“Şu tavşanları sevimli bulman. Hiçbir gerçek kurt böyle düşünceleri aklından geçirmez. Bir tavşan gördü mü onu yakalayıp hemen mideye indirmek ister. Senden bir tuhaflık var.”

“Bilmem.”

“Nerden büyüdün?”

“Hatırlamıyorum.”

“Biz yoldaşız, değil mi?”           

“Bilmem.”

Güldü. “Neden öyle dedin?”

“Sürekli bilmem sözünü kullanıyordun. Bir kez de ben bilmem demek istedim.”

Lacivert gözlü kurt güldü.

Bir ses duydular.

“Sen rahatsız olma yoldaş” dedi lacivert gözlü kurt, “Gidip ne olduğuna bakayım. Eğer bir tavşansa söz sana; yakalayıp getireceğim.”

Siyah kurt umutlandı. Bu sözler gerçek olmasa bile çok hoşuna gitmişti.

Az sonra lacivert gözlü kurt geldi.

“Bir kirpiymiş. Yakalamak istedim. Dikenleri battı.”

Siyah kurt güldü. “Sen kalın kafalı mısın? Kirpi yakalanmaz.”

“E ne yapayım. Onunla da oyun oynamak istedim. Dediklerin aklıma geldi. Ve aptalca bir nefretle saldırdım ona ve dikeni burnumu mahvetti.

“Şapşalsın sen Yaklaş. “

“Neden?”

Ona yaklaştı.

Siyah kurt onun kanayan burnunu yalamaya başladı. İyice yaladı ve bıraktı.

Lacivert gözlü kurt şaşkınlıkla şöyle dedi: “Vay canına! Bu çok iyi geldi. Biz yoldaşız. Değil mi?”

“Bilmem.”

“Bu çok özeldi bence.”

“Ney?”

“Burnumu yalaman.”

“Neden?”

“Bunu yapsa yapsa ya annem yapardı ya da babam. Çok tatlı bir histi, sen özel bir kurtsun.”

“Saçmalıyorsun. Her neyse.”

“Saçmalıyorsun” dedi; ama işittikleri kendisini özel hissetmesine yol açmıştı, epey hoşlanmıştı ondan. Onu yalarken aynı tatlı hissi o da hissetmişti.

 

Yan yana uykuya dalıyorlardı.

Siyah kurt bir ses duydu ve gözlerini açtı. Lacivert gözlü kurda baktı. “Ne yapacağım bununla” diye düşündü. Ona acıyordu, ben olmasam hayatta kalamaz. Onun bakıcısı da olmama ki. Başımın çaresine bakmam lazım. Eper onun bakıcı olmaysa kalkarsam hayatım riske girer. Bir hafta yaşamaz bu zavallı. Ölür gider. Bir fırsatını bulduğunda onu terk etmeyi kafasına koymuştu. Onun yumuşak ve saçma sapan düşünceleri zaman kaybından başka bir şey değildi. Kim bilir başına ne zorluk ve belalar gelecekti ve bu koca bebek yanındayken ne yapabilirdi, eli kolu bağlı olurdu,

Gökyüzünde ay vardı, siyah kurt düşüncelere daldı, kaybettiği aile fertlerini düşündü tek tek, hayatta kalan tek oydu, ne yapıp edip hayatta kalmalıydı, ailesinin sesini soluğunu ve ruhunu taşıyordu çünkü, neslin devamını sağlamalıydı, kendini onlara borçlu hissediyordu ve bir intikam dürtüsü de vardı; ama bundan hoşlanmadı, daha kaç belayla baş edecekti, kaç açlıkla ve açlık sorununu her zaman çözebilmeliydi, avlanmada gelişmeliydi, bilmediği her şeyi öğrenmeliydi, her gün bir ders sunuyordu, her gün çok şey öğrenmeliydi ve kış geldiğinde avanak avanak gezemezdi ormanda, avlanmanın bütün püf noktalarını ve inceliklerini öğrenmeli yeni yerleş keşfetmeli, kendi kurt sürüsünü oluşturmalıydı, ama bu yanındaki varken. Ona bakıyordu, bebek kurt gibi mışıl mışıl uyurken arada homurdanıyordu, rüya görüyor olmalıydı, bu oyunbaz, sevecen ve iyi kalpli kurdu yalnız bırakacaktı ve o da çok geçmeden ölüp gidecekti, bu içini sızlattı, ne yapayım, orman kanunu, güçlüler hayatta kalır, zayıflar ölür gider. Ailem de öldü gitti. duygusal düşünemem ne yazık ki diye düşündü. Lacivert gözlü kurdun dediklerini düşünüyordu. Aklına sürüdeki olay geldi. Gece yarısı ormanda ilerliyordu, yaz gecesiydi, gökyüzü yıldız kaynıyordu, sürü yeni yerleşecek ve avlanacak topraklar arıyordu, aniden karayolu çıktı karşılarına, karşıya geçerken sürünün en güçlü kurtlarından birine araç çarptı, bir süre kaldı olduğu yerde ce can havliyle kaçıştı ormana, çok geçmeden sürünün arkasında belirdi, bütün sürü onun hayatta olmasına çok sevindi, ama kan kaybediyordu ve giderek güç kaybediyordu, zor yürüyordu. İç kanaması da vardı, sürü onu orada bırakmak zorunda kaldı.

Siyah kurdun aklına başka bir olay düştü, sürünün av sırasında görevli kurtlardan biri geyiğin saldırması sonucu bir bacağını kırmıştı, kış ayıydı, o kurdu da orada bırakmak zorunda kalmışlardı; çünkü yürüyemiyordu.

Trafik kazasıyla lacivert gözlü kurdun kafasında bir arıza, bir zihinsel engel oluşmuştu, büyük ihtimal buydu. Ondan dolayı çocukça hareketleri vardı.

Şimdi siyah kurt tıpkı sürüsünde liderlerin karar verip diğerlerinin de onayladığı gibi bu çocuk ruhlu kurdu bırakacaktı yalnız başına ve başının çaresine bakacaktı.

Çok kısa zamandır dost olmalarına rağmen kanı çok kaynamıştı ona ve tekrar yalnız yola düşmek cehenneme düşmüş gibi hissettirecekti ona; ama yapacak başka şeyi yoktu. Sürüsünde diğer kurtlarla yaşadığı kardeşliğin bir benzerini onda hissetmişti. Zaten sürüsünü kaybettiğinden beri delice açtı o hislere ve yalnızlık ve tek başınalık korkunçtu, şimdi yine öyle yalnızlıkla ormanda akıp gitmek hiç de olur şey olarak gözükmüyordu gözüne, bunun bir çözümü olsaydı diye düşündü. Çok canı sıkılmıştı ve uykusu kaçmıştı. Tekrar ona dikti gözlerini, geride, yani onu bıraktıktan sonra şunu yapsaydım diye bir düşünce geçecekse eğer, geçmesin diye ona bakıyor, bir tür veda eder gibi kalbini ve yoldaşlığını sunuyor, adeta bir tören yapıyordu, gözleri lacivertti. Evet, gördüğü ilk ve tek lacivert gözlü kurttu bu, sürüsünde her kurdun bir adı vardı; ama lakabı da vardı ve genelde lakaplar kullanırdı, eğer bu iri kurt o sürüde olsaydı lakabı kesinlikle iri lacivert olurdu ya da lacivert. Kalkıp gezse iyi olacaktı. Kımıldadı. bir baykuş öttü. Siyah kurdun tuvaleti gelmişti, uzaklaşıp tuvaletini yaptı, geri dönecekti, aklına onu terk etmek düştü, evet, iyi bir fırsattı, başını kaldırıp gökyüzüne, aya baktı, düşüncelere daldı, yarın tek başına olmak düşüncesi gözüne hiç hoş gelmedi, ertesi gün bu işi düşünmeye karar verdi, arkasından bir çıtırdı duydu, korkarak başını çevirip baktı. Lacivert gözlü kurttu bu.

“Sen miydin?”               

“He ya, ben.”

“Geldiğini hiç duymadım.”

“Duymazsın.”

“Nasıl duymam; hayret!”

“Duymazsın.”

“Çocuk kurtun tekisin sen.”

“Belki de değil.”

“Çocuk kurtsun.”

“Belki de öyle. Sorun mu var yoldaş?”

“Yok.”

“Sorun var galiba: Eğer öyleyse yol senin. Tek başına devam et gücenmem.”

“Yok canım.”

“İyi o zaman.”

“O zaman tamam” dedi, “Anlaştık iri lacivert.”

“Ne dedin sen?”

“İri lacivert.”

“O da nedir?”

“Senin adın?”

“Adım mı?”

“Evet.”

“Adın yok ya. Ad koydum sana. İri lacivert ya da daha kısa ‘Lacivert’

“Sevdim. Bak kanka beceriksizin teki gibi görünsem de becerikli olabilirim. İnan bana.”

“Sorun yok.”

“Tavşan olayında haklıydın.”

“Takma kafana.”

“Ama sen sanki beni terk edeceksin?”

“Neden?”

“Aptalca, çocukça hareket ettiğim için. Tavşan meselesi.”

“Onu unut. Zaten bir daha yapmazsın.”

“Neden seni terk edeyim ki?”

“Sana ayak bağı olduğumu düşünüyorsun.”

“Yok canım.”

“O kadar da kalın kafalı değilim dostum, bana bir şey çarptı ve kafamda sorun oluşmadı, emin ol, sen sadece beni tanımıyorsun ve ben de kendimi. Geçmişimi unuttum çünkü O da nedir?” dedi.

Çalıların arasından bir ses geldi.

“Sen dur” dedi lacivert, “Ben gidip bakayım. O bir tavşansa onu yakalayıp sana getireceğim.”

“Umarım.”

Az sonra geldi Lacivert, “bir kaplumbağaydı bu.”

“Bırak onu.        “

Yere koydu.

“Ama yiyecek bu?”

“Nasıl yiyeceği? Kabuğu çok sert. Bırak onu aldığın yere seni tosbağa!”

“Lacivert desen daha iyi.”

“Peki Lacivert, onu yerine koy lütfen.”

Gülümsedi Lacivert:“İyi miydi? Bir yiyecek yakalayıp getirdim?”

“Evet. Bu kez eline yüzüne bulaştırmadığın için sevindim.”

“Bir tavşan olsaydı görürdün sen. Kesin yakalayıp sana getirirdim. Hepsini sen yerdin.”

“Takma kafana. Gidip uyuyalım. Yarın zor bir gün olacak.”

“Öyle mi dersin?

“Öyle. Bir kurdun her günü zordur yoldaş.”

“Yoldaş kelimesini gerçekten mi dedin?”

“Evet. Sürekli şüphecisin. Bunu bıraksan iyi edersin.”

“Ama gece ansızın beni terk edersen?”

“Etmem yoldaş. Sen iyi kalpli bir kurtsun ve zamanla av yakalamadan uzmanlaşacaksın.”

“Sahi mi?” dedi gözleri parlayarak.

“Evet.”

“Buna inanıyor musun?”

“Tabi, Lacivert.”

“Bir daha de, çok güzel dedin.”

“Evet yoldaş, bay Lacivert.”

 

“Neden ters edersen beni cehennemin öbür ucunca olursan gelip bunun gırtlağına yapışırım ama.

Siyah kurt güldü: “Çok şakacısın.”

“Şaka yapmadım. Senin sevdim dostum.”

Mekanlarına geldiler. Yan yana uzandılar.

“Ormanda gezinmekten mutluyum dedi lacivert ya sen?

“Açlıktan başka bir şey düşündüğüm yok ki.

“Orası öyle ama güzellikleri de kaçırmamalısın. Ben de açım.

“Öğrenmem gereken çok şey var

“Bence tadını çıkarmalısın. Benim gibi.

“Senin gibi yaparsan yeni şeylere öğrenemem.

“Bence benim gibi yaparsan da yeni şeyler öğrenirsin.

“Sanmıyorum.

“Kısa zamanda çabuk kaynaştık. Seni sevdim.

“Olabilir ama ilerde sevmediğim bir yönümü fark edebilirsin.

“Olabilir. Ama yoldaşlığımıza engel olmaz bu. Ama bak sana samimi söyleyeyim. Beni sevmemiş olabilirsin yoluna yalnız devam etmek istersen bu gece senin. Aksi halde bunu kabul etmem.

“Sen çok sahiplenicisin.

“Bilmem ki. Dostlar sanırım sahiplenir. Dostluk böyle değil mi?”

“Böyle. Ama öyle şartlar olur ki ayrı kalmak zorunda olabiliriz. Beni çok sevme.

“Sevdim bir kere.”

“Bana geçmişinden söz eder misin. Nerden nereye gidiyorsun başında geçenleri merak ediyorum.”

“Sonra. Şimdi değil. Rahat bir zamanda anlatırım. Ama şimdilik şu kadarını söyleyeyim. Ailemi kaybettim. onlarla sonsuza dek olacağımı sanırdım. Ama aniden kaybettim onları. Bu yüzden bana fazla bağlanma derim. Belki birkaç gün sonra ölürüm. Bağlanma fazla. Ölürsem çok üzülmesin ve yoluna çok yaralanmadan devam edersin.

Karamsarsın. Geçmişimi hatırlıyorum ama ben de kötü şeyler yaşamışımdır. Ama senle karşılaşana dek birkaç gün önce ormanda kötü şeyler yaşadım. Bir ayı saldırdı mesela, yavrusunun fark etmedim, meğer yavrunun yanından geçiyormuşum, ayı bana saldırdı, nerdeyse gebertiyordu beni.

“Ormanda her an dikkatli olmak lazım. Beklenmedik anlarda yaklaşır büyük tehlike.”

“Ama böyle tedirgin yaşanmaz.”

“Seni istediğin gibi yaşa.”

“Orası öyle. Ya dostum nedir biliyor musun mesele, et, şu koyun leşi aklıma geliyor, ağzım sulanıyor.”

“Çok berbat bir şeydi o. hayatım boyunca yediğim en kötü yemekti.

Şöyle 30 koyun hayal ediyorum, otuzunu da yiyebilirim.”

“Orası zor.”

“Baba, yarın umarım koyun buluruz.”

“Baba mı?”

“Ne?”

“Baba dedin bana az önce?”

“Dedim galiba. Ne olmuş?”

“Ha, tamam, senin lakabın da baba olsun. Uyar mı?”

“Uyar. Ama bak söyleyeyim. Koyunu geç. Koyun yüzünden başımız belaya girdi. Koyunları sil at kafandan tamamen.”

“Öyle olsun. Merak ettiğim bir şey var. Sürüde adın var mıydı?”

“Meraklı’ derdi annem bana, kardeşlerim de. ama bir lakap koyulmamıştı henüz. Lakabı yaptığın eylemlere göre verirler. Bir şey yaparsın, efsane gibi, parlak bir şey ve o şeyi biri sana lakap olarak söyler ve lakabın ortaya çıkar. Bu senin bir özelliğinden yola çıkılarak da koyulmuş olabilir.”

“Acaba benim adım ve lakabım neydi?”

“Düşün belki hatırlarsın.”

“Bir gün hatırlayacağımdan eminim.”

“Şu tavşanlar. Onlardan yarın umarım yakalarız.”

“Ufacık tavşan.”

“Yok dostum. Ha evet. Ama bak mutluluk için küçük şey lazım.  Ve onlarla saflığını korursun.”

“Tavşanla doymayız ki. “

“Orası öyle. Ama küçük şeyler daha lezzetlidir.”

Siyah kurt ona bakıyordu, şaşkındı:  “Dostum sen bana başta geri zekalı gibi göründün; ama ağzın iyi laf yapıyor. Yani geçmişte kimsen epey bilgili biriktirmişsin. Ben anlamam böyle felsefelerden. Ben anlarım vahşi kanlı şeylerden.”

“Demek söylediklerimi ütopik buluyorsun?”

“O da ne demek; anlamadım?”

“Ulaşılması imkansız şeyler yani.”

“Evet, aynen budur.”

“Aslında imkansız şeylerden bahsetmiyorum; sen çok vahşice yaşmışsın ve bundan başkasını tanımıyorsun.”

“Bak bu olabilir.”

“Bak sen gerekirse cehennemin en karanlık ve en can yakan deliklerine girebilirsin ilerde.”

“Neden böyle dedin?”

“Sezdim. Zor yolları seviyorsun ve zor şeyler yaşayacağını sanıyorum. Kurt kafasında yaşattıklarını yaşar. İnandıklarını. Bir kurt neye inanıra odur bence.”

“Buna katılırım.”

Sen ormanı savaş meydanı olarak görüyorsun. Bense tam tersi. Ama bunu sakın unutma. Sana zarar gelmesine izin vermem, vermeyeceğim yaşadığım sürece. Ve senini için gerekirse ölürüm.”

“Böyle şeyler deme kardeşim. Yarınların ne getireceğini bilmeyiz. Benim için ölme. Ben başımın çaresine bakarım.”

“Yok dostum.”

“Öyle bir ahlak, öyle bir değer geliştirdim, yolarımızı kontrol edemediğimiz sebepler yüzünden ayrılacak olursa kalbin çok kırılır. Kalbinin kırılmasını hiç istemem. Burada orman kanunları geçer

Saplantılı biçimde kötü şeyler geçiriyorsun kafandan. Boş ver. Kafana göre takıl bence. Hayatın zenginliklerini keşfet ve tat. Güvenlik alarmı verip durman enerjini düşürürsün.”

“Demek öyle.”

“Dostum kafanı gereksiz yere çok çalıştırıp yoruyorsun. Rahat takıl.”

 

Gün doğuyordu. Karanlık ağır ağır çekiliyordu ormandan. Siyah kurt uyandı, açlık hissediyordu, midesine girebilecek bir lokma kokuşmuş kurtlu ete bile razıydı, bugün, bu sabah, bu erken saatlerde yiyecek bir şeyler bulmak, bu düşünce heyecan ve azim verdi ona, açlığın ezici ve zayıflatan tesiri almıştı iradesinden. Lacivert gözlü kurda sokuldu.

“Sabahın körü, ne var?” diye homurdandı.

Gitmemiz gerek.

Gün aydınlanmadı.

Gitmemiz gerek. Yiyecek bir şeyler bulmamız lazım.

Ben kalkmamam.

Sen bilirsin dedi siyah kurt, çevresini kolaçan etti ve uyuyan kurda baktı ve usulca ayrıldı oradan, arada eğilip yer, otları kokuluyor, bir av kokusu almaya çalışıyor, buralar hakkında bilgi topluyordu. İki kere burnuna bir koku geldi, et kokusu, bu domuzlara ait bir kokuydu, iyi bilirdi onların nasıl koktuğunu, sürüsündeyken domuz eti yemişti defalarca. Arada başını arkasına çevirip dostu geliyor mu diye bakıyordu, birkaç kere daha baktı ve gelmemesine üzüldü, umarım şansı yaver gider diye düşündü, tekrar yalnız kalmanın ve böyle ilerlemenin acısını duymaya başladı, ne güzel kardeş ve yoldaş olmuştu. Uyurken bir an lacivert başını onun başına yaslamıştı, bu hareketinden çok hoşlanmıştı, sürüsündeyken güvenli mağarada ufak kardeşleriyle hep iç içe yatardı. Kardeşleri geldi gözünün önüne. İçi acıdı. Açlıktan nefeslerinin koktuğu ve birbirlerini gebertmeyi gerçekten arzulayarak oynarlardı, açlık dürtüsü psikolojilerini bozar, birbirlerine sataşırlar, taraflardan biri ciyaklayana dek öteki taraf kendine gelmezdi ya da büyüklerden biri el atardı kavgaya. Zorlu kış dönemlerinde domuz eti çok yemişti, çnkü onları avlaması kolaydı. En zor zamanlarda, en zorlu kışlarda domuz eti yiyerek hayatta kalmışlardı, ve domuzlar gezip dururdu otlamak için ve çok ürüyorlardı ormanda. Hava şartlarının ağır olduğu zamanlarda en çok gezebilen, görünen domuzdu. Onlar gece gündüz gezerlerdi sürü halinde. Saklanıp geceyi beklemezlerdi ama en çok gece çıkarlardı beslenmeye; çünkü gecenin örtüsü onları görünmez kılardı; ne var ki avcı kurtlar da avın ayak izinde dallarda ortada burada bıraktığı, havaya saldığı kokuyu almakta sorun yaşamazdı.

Siyah kurt izleri takip ediyordu acele etmeksizin, seviniyordu, izler dereye çıkıyordu, domuzlar dereden su içip ya yuvalarına gitmiş olmalıydı. Tam bu sırada dereye yaklaşan bir domuz sürüsü gördü, bunlar genç domuzlardı, altı taneydiler, anneleri ve babaları da burada bir yerde olmalıydı, siyah kurt olduğu yere sindi, ot ve çalıların arasında görünmez olmuştu, bu genç domuzlardan ikisi su içip onun tarafına doğru geliyordu, heyecanlandı, domuzlar başlarını o tarafa bu tarafa uzatarak otluyor ve yaklaşıyordu, bu sırada arkadan gelen seslerden ürken domuzlar bir anda yok oldu oradan, kaçıp gitmişlerdi. Lacivert gözlü kurt fincancı dükkanına giren fil gibi gelmişti.

“Yoldaş ne yapıyorsun burada?

“Elinin körününü!

“Kalmadım dostum. Kusura bakma.

“Az önce domuz avlayacaktım, pusudaydım, sesini duyup kaçtılar, her şeyi berbat ettin.

“Sıkma canını. Buluruz onları, birlikte çok daha kolay olur işimiz.

“Sessiz gelemez miydin?”

“İzini kaybetmekten endişelendim. Seni kaybetmekten. Canını sıkma. O domuzların işini bitiririz. Önemli olan yoldaşlık değil mi

Siyah kurt kızgındı, ses etmedi. Kurt gibi hareket et, eğlence merkezi gibi değil. Eğlence merkezi gibi yürüyorsun, az sessiz ol. Yiyecek bir şeyler lazım. Açlıktan öldüm.

Lacivert gözlü kurt güldü.

Demek eğlence merkezi gibi patırtılıyım. Peki sen öyle bir yere gittin mi hiç

Hayır. Ama kardeşlerim o merkezlerden milyon kat iyiydi, onlar ne güzel oyun arkadaşıydı.

Takma kafana dostum.

Siyah kurt üzgündü. Her neyse. Şu izleri takip edelim ve domuzları gafil avlamanın bir yolunu bulalım.

Bulalım yoldaş.

İlerliyorlardı.

Hiç çaktırmıyorsun ama çok yumuşak yüreğin var. Çoktan bana defalarca tekme basabilirdin. Sana boşa baba dememişim. Baba kalbi var sende.

Bu analizleri geceye, baş başa kaldığımız anlara saklasan iyi edersin, izlere konsantre oldum, kafamı karıştırma.

Peki usta.

İlerliyorlardı.

Siyah kurt bu taraftan dedi.

Hayır, bu taraftan gidelim,

Neden dedi siyah kurt, içimdeki ses aradığımız şeyin bu tarafta olduğunu söylüyor

Ama izler dediğin yönün tersini işaret ediyor. İzlere göre gitmemiz lazım.

İlerlediler, epey bir süre gittiler.

Siyah kurt bu kez onun sessiz kalmasından sıkılmıştı.

Ne sessiz kaldın.

Susmamı söylemiştin.

Bu domuzlar da nerede

İri yapraklı dalların arasından geçtiler ve durdular, ikisi de sinsi.

2 yavru domuz ve annesi ve babası,

Annesini sen aslan, babasını bel alsamolacak gibi değil. Bunlar çok iri. Dedi siyah kurt. Oradan uzaklaştılar.

 

Susamışlardı, öğle vaktiydi ve sıcak bunaltıcıydı. Ufak tefek leşler bulmuşlardı, bir karga leşi, bir baykuş leşi. Bir de yılan leşi. Bu kokuşmuş leyleri yemek zordu; çünkü bozulmaya başlamışlardı ama onları ayakta ve iradeli tutmaya fazlasıyla yetmişti.

Dere kenarına indiler, su içip kayaların arasındaki mağaraya kuruldular, burası in gibiydi ve dışarıdan fark edilmiyordu. Lacivert kurt derede yüzen balıklara gözünü dikmişti.

Epey bir süre geçmişti, sıcak fenaydı, yatmak en iyisiydi.

Akşam olmuştu, kafadarlar güç toplamıştı, zihinleri yenilenmişti ve her ikisinin de gözleri parlıyordu, bu birlikte yola devam etmenin verdiği huzur ve güvenlik hissiydi, yürek yüreğe vermişler ve şimdilik bir kardeşlik geliştirmişlerdi. Avlanmak için çok güzel bir akşamdı. İlerliyorlardı, siyah kurt düşüncelere dalmıştı. Karanlığa kalıp yuvasına ulaşamayan bir hayvan varsa ve şansları yaver giderse bazılarını yakalayabilirlerdi. Bunun en önemli ilk yolu koklamaktan geçiyordu ve çevreyi koklayarak ilerliyorlardı, karanlıkta gözler işe yarar ama koku duyusu daha baskındır, neyin ne olduğunu şırak diye bilirlerdi, o şeyin üstüne yüzlerce farklı analiz yaparlardı. Hava kararmadan bütün canlılar yuvalarına dönerdi, yuvanda uzaklaşırlardı çünkü yiyecek yuvanın çevresinde yakında ya da uzakta olurdu, bazılarını yakalama şansları çok yüksekti. Birçok canlı kurtlar gibi akşam ya da gecenin ilerleyen saatlerinde ya da sabaha yakınken beslenmek için yuvarlından çıkıp ormana dağılırlardı. Suyun olduğu yerde mutlaka sudan faydalanan birçok canlı vardır, siyah kurt bunu sürüsünde öğrenmişti ve geldiği çevrede su kaynağı var mı diye araştırıyordu.

Gözünü dört aç dedi yanındakine.

Aynen öyle ortak dedi lacivert gözlü kurt, onu hiç takmıyor gibi gözüküyor, neşeyle ilerliyordu. Gökyüzünde ay vardı.

Yere sessizce basar mısın?

Farkında değildim yoldaş

Nedir biliyor musun, çıkardığın ayak sesi senden 5 kilometre önce gidiyor ve orada bir eğlence partisi düzenleyip bütün ormana şöyle diyor: kurtlar çok aç, usul usul yaklaşıyor, canını sevenler hemen saklanırsa iyi ederler

Bu iyiydi dedi lacivert gözlü kurt. Epriri yeteneğin de bayağı gelişmiş. Hayret ettim senin gibi vahşi bir kurdun böyle söylemesinden

Tahta ya da taş mıyım, ebette benim zihinsel yeteneklerim de güçlüdür.

Öyledir yoldaş, şüphem yok.

Vahşi kutların da epri yetenekleri vardır bence sen çok yumuşak büyütüldün dostum, seni kim büyütmüşse.

Bilmem. Ama senin de yumuşak bir yanın var, çünkü istesen beni terk ederdin, benim gibi çuvallayan birini kim yoldaş olarak kabul eder ki.

Kapa çeneni ve sessiz ol da şu izlerin sahibi nefis domuzlardan birini yakalayıp midemizi şişirelim.

 

Od yoldaş, dişlerimi o kanlı ete gömmek için sabırsızlanıyorum.

Sustular.

Yeni izler bulmuşlardı. İzleri takibe koyuldular az sonra izler ikiye ayrılmaya başladı, siyah kurt işaret etti, sen oradan, ben bu taraftan.

Sonra burada buluşup bilgi alışveriş yapacaklardı.

Siyah kurt izleri takibe koyuldu, uzun otların arasındaki patikada izler belirgindi. Sezgisi o fareyi yakalayacağını söylüyordu, umarım cılız bir şey değildir diye düşündü, ilerledi, çok geçmedi, fareyi orada bir şey yerken gördü, iriydi, arkası dönüktü, fırladı ve atıldı üstüne, fare oraya buraya kaçayım dedi ama siyah kurt onu üçüncü hamlede yakaladı ve sıktı ve hemen yemeye koyuldu onu.

O yumuşak şeykafasını çiğnerken kırılan kemik sesleri geldi..ama diğer bölümleri lezizdi. Küçükken annesinin ona kusup midesinden çıkardığı lapa gibi etler gibiydi fare. Aklına dostu geldi, onunla paylaşmamıştı fareyi. E n yapayım, o da kurtluk yapsın, yakalasın fare diye düşündü, ilerledi ve domuz izlerini takibe koyuldu. İzler sık çalılığa gidiyordu ve burada bitki örtüsü çok yoğundu, oradan ancak ufak domuzlar geçerdi ve görüş kısıtlıydı, geri döndü.

Lacivert gözlü kurtla sözleştikleri yere geldi.

Lacivert gözlü kurt bir süre domuz izleri takip etmişti, sonra dikkati dağılmıştı, bir kelebek dikkatini çekmiş ve peşinden gitmişti. Kelebek bir oraya bir buraya konuyor, onu peşinden sürüklüyordu, çok zaman sonra lacivert gözlü kurt oyundan uyandı. Nerde olduğunu bilemedi, yoldaşıyla sözleştikleri yere nasıl giderdi, izleri kaybetmişti.

Siyah kurt çok bekledi ve onun gelmeyeceğini anlayınca bir kez uludu yola koyuldu.

Üzüldü başta. Yok canım böyle olduğu iyği oldu, ondan baş belasından başka bir şey olmazdı. Tek takılmak iyiydi, er ya da geç güçlü kurtlarla yoldaşlık yapardı, ama o iri lacivertle zaten bu iş yürümezdi ki. Epey bir süre daha gitti ve dinlenmek istedi. Geldiği yere şöyle bir bakındı ve içinden ulumak geldi. Uzun uzun üç kere uludu ve uzandı ağacın altına. Uykuya daldı. Sırtında bi ağırlık hissederek uyandı. Üstündeki iri lacivertti.

Nereye kayboldun dostum

Seni bekledim ama gelmedin.

İzlerin peşinden çok gittim. Ama sonra bir kelebek aklımı aldı. Öyle düzeldi mi?

Kelebek ha?”

Sana beş domuz gördüm, birini yakalayacaktım nerdeyse diye uydurabilirdim. Dürüstüm ben odlaş. Her neyse. Sen ne ettin?”

İzler fos çıktı.

Demek öyle. Yolda ufak tefek bir şey yakaladın mı?”

Yok. ha. Bir iri fare yakaladım.

Vay canına. Ne güzel, peki bana neden ayırmadın. Bu nasıl yoldaşlık?”

Bir lokmaydı dostum.

Peki sen bir şey yakaladın mı?”

İri bir tavşan.

Neee! İri bir tavşan mı? Ben o pis kokulu fareyi yedim. O nefis tavşanı benle paylaşmayı düşünmedin mi; hani biz yoldaştık, yoldaşlık böyle mi olur, yoldaşlık kardeşçe bölüşmek değil midir?

Şaka yaptım dostum. Hemen de inandın. İki koca kurduz, ama iki beceriksizden farkımız yok.

Bak çok güzel söyledin. Bu işi artık değiştirmemiz lazım.

Ama bizim suçumuz yok ki. Aslında bu şans meselesi.

Orası öyle. Ama elbette şansımız döner.

Bir şey itiraf edeyim. O tavşanı yedim kusura bakma. Sen o an aklımdan uçup gitmiştin. Aklıma gelseydin bir parça sana getirirdim.

Dert değil.

Ormanın içinden çıkmaya karar verdiler, uzun bir süre yol aldılar, buraları orman işletme tarafında elden geçirilmiş ve ağaçlar seyreltilmişti.

Koyun sesleri iştiler, tepenin aşağısında, iri lacivert oraya gitmek istiyordu; ama siyah kurt bunun sorun ve daha sonra büyük çaplı bela ve daha sonra ölümle sonuçlanacağını, hayatlarını riske atmamak gerektiğini söyleyip duruyordu, ama aslında siyah kurt da koyunlara saldırmak istiyordu; ama insanlara yaklaşmanın ve o esnada en ufak bir hata yapmanın hayatının sonu olacağını biliyordu.

Siyah kurt onun caydırmayı başardı, avlanma konundaki tecrübelerinden söz etmeye başladı, bunları büyüdüğü kurt sürüsünde edinmişti. İyi avcı bir kurt önce görünmez olurdu, avcı avcına yaklaşırken hayalet gibi görünmezdir, bu görünmezlikle ona yaklaşır, hep daha çok yaklaşır, en uygun mesafede ise fırlar. Karşıda, pusuda bekleyen kurt öldürücü hamleyi yapmak için bekler. Av o tarafa koşturulur, sağdan ve soldan çevrilir, sürüdeki bütün avcı kurtlar işbirliği içindedir, kimin ne yapacağı, yapması gereken belirlenmiştir, herkes yapacağını otomatik olarak, duruma gör analiz edip anlar ve harekete geçer, uzaktan birbirini görürler. Avlanma esnasında avlanacak sürüde hangi hayvanın peşinden gidilecek, (en zayıf hasta ya da yaşlı) hangi hayvandan uzak durulacak, avlanan kurtlar bunu bilir, güçlü bir hayvanı avlamak için uğraşmazlardı, boynuz darbeleriyle hayatlarını kaybedebilirlerdi. Avlanan kurtlar avlanacak hayvan ne kadar küçük her fırsatı değerlendirmeyi bilir.

Bir takım olarak birbirimize sıkı sıkıya birbirimize bağlı çalışmamız lazım. Başka kurtlara ait topraklara gireceğiz günün binde, ve ölümüne kapışmamız gerekecek, avladığımız hayvanlarla da ölünme dövüşmemiz gerek.

Gerektiğinde gözünü tamamen karartman gerekecek. Beni yarı yolda bırakamazsın, ben de seni yarı yolda bırakmam.

Ekinlerin yanındaki patikadan ilerliyorlardı, aşağıda çiftlik evini fark ettiler, siyah kurt huzursuz oldu, ama lacivert o tarafa gitmek istiyordu, fazla kalmayız, yiyecek bir hayvan bulursak gırtlağına çökeriz. Yoksa yok. hemen döneriz.

Orada mutlaka köpekler vardır.

Ama gece gündüz dolaşıyoruz bir halk beceremedik. Riske girelim. Tamam sen korkuyorsan önden ben giderim. Epey geriden beni takip edebilirsin.

Yok öyle dedi, korkumdan değil. Sadece aklımı kullanıyorum, oraya gitmek akılsızlık, o çiftlik evinin sakinleri eli boş beklemez. Tüfeklerinin nelere yol açtığını gördüm.

“Tamam, tek başıma giderim. Sana da bir şeyler getirmeye çalışırım.”

“Olmaz.”

“O zaman gidelim.”

“Evin ışıkları sönsün. Daha erken. Sabaha karşı yaparız yapacağımızı. Burada zaman geçirelim. Dinleyip güç toplayalım. Kestirelim.

Bu şahane yoldaş. Senin hakkında yanılmamışım. Sen yürekli bir kurtsun.

:

Lacivertin gözleri kapanıyordu: “Koyun yediğimizi düşünüyorum, öyle bir şeyler anlatır mısın yoldaş. Gittik ve bir koyun yakaladık, işini bitirdik.

Anlatayım tabi. Biz ahıra girerken çiftlik sahibi ve adamları çoktan bizim geldiğimizi fark etmiş ve biz pusu kurmuştur. Koyunun birine saldırıyorsun, en de ötekine. Sevinçten hangisine saldıracağımızı şaşırdıkbir tüfek patlıyor, kaçıyorsun, diğer tüfek patlıyor, karnından vuruldun. Bana da ateş ediyorlar. Ben de vuruldum, kaçmaya çalışıyoruz ama iri köpekleri salıyorlar üstüme. Beş köpek çullanıyor üstümüze. Köpekler oramızı buramızı ısıtıyor,

Yapma yoldaş. Çok karanlık ve kabus bir hikaye oldu bu.

En kötü olasılığı anlattım. Bu ş kurt oyuncağı değil. Ailem kemik getirdi arada, kardeşlerle onunla oynar, pratik yapardık. Oyuncak kemik değil bu iş. Çiftlik sahipleri kurtları sevmez.

Tamam, çok dikkatli olacağız, kesinlikle hayalet. Hatta sen bile göremeyeceksin beni o sırada.

“Çok tehlikeli görürsem durumu, geri döneriz.”

“Döneriz. Anlatsana et yediğimizi.”

“Kanlı, kıpkırmızı.”

“Anlat. Anlat.”

“Burnun kan içinde.”

Güldü lacivert kurt.

 

 

Tanrı’ya inanan adam olmak kolay.

Asıl zorluk; Tanrı’nın inanacağı adam olmakta.

 

 

“Eti yerken şapır şupur sesler çıkarıyorsun?”

“E o olmazsa olmaz. Başka başka.

“Heyecanlandın mı?”

“Tam değil.”

“Ne antika kurtsun be. Hayret. Artık uyuyalım.”

“Biraz daha anlat n’olursun?”

“Bak arkadaşım, sana bir şey diyeyim. Bu çocuk kafayla gidersen çok fazla yaşamazsın sen.”

“Neden?”

“Çocuk gibisin ve gerçeklerden haberin yok.”

“Seni sevdim diye, sohbetini sevdim diye çocuklaşmış olamaz mıyım?”

“Hiç sanmıyorum.”

“Bana geri zekalı muamelesi yapıp duruyorsun ama çok yanlıyorsun.”

“Yok kanka onu demek istemedim.”

“Vay. Bana kanka dedin. Ne güzel, çok hoşuna gitti.

bana sonsuza dek kanka de yarın bir gün senin yüzünden geberip gitmesem iyi.”

Beriki güldü.

“Ben varken kılına zarar veremezler.

“Atıp tutuyorsun. Bakalım dediğini yapacak mısın?”

“Emin ol yaparım.”

“Belki de senin öncellikli yapman gereken büyük dişlerini boğazıma geçirmen. Bilirsin insanı öncelikleri hep değişir. Açlık böyle bir şey

O neden ki, ani neden böyle düşünüyorsun

Bilmem

Neden kanka, neden böyle bir haince düşünce var, yani sana hainlik edeceğimi düşünüyorsun.

“Kurt felsefesi.

“Peki. Sana güvenmiyorsan yollarımızı şimdi tam bu anda ayıralım?”

Ben gidiyorum. Yolun açık olsun.

İri lacivert uzaklaştı.

 

Siyah kurt gözlerini yumdu.

Blöf yaptığını sanki anlamadım salak diye düşündü.

Ama iri lacivert siyaha kurdun beklediği gibi az sonra çıkıp gelmedi. Huzursuz oldu. Yoksa ona alışmış mıydı, farkında olmadan onu cidden sevip bağlanmış mıydı. Bağlık ne kötü. Gerçekten seversen ve sonunu bilmiyorsan.

Siyah kurt tam da uykuya daldığı sırada iri lacivert ses çıkarmamaya özen göstererek yaklaşıyordu, çocuk gibi böö yapıp onu korkutacaktı, siyah kurt o çok cılız aytak sesini duydu ve gözlerin açmadı, çaktırmayacaktı. İri lacivert aniden onun üstüne atladı ve kahkaha atmaya başladı.

Ayı mısın nesin be, çekil git üstümden. Böyle iğrençlik hiç görmedim.

Beriki deli gibi gülüyordu.

“Nasıl korkuttum ama?”

“Tam bir ahmaksın sen. Tam bir insan gibisin sen.”

“Yok. sen hayvan olamazsın. O sefil insanlar gibisin.”

“Nasıl korkuttum amahaha hahahahhahahah!

Dengesiz manyak. Çekil git. Uzaklaş benden. Tam uykuya dalacaktım. Pis deli.

Kızma be dostum. Böyle şeyler kankalığın tuzu biberidir.

Kusura bakma uykunu kaçırdığım için.

Kapa çeneni git uyu

Peki.

İri lacivert onun yanına uzandı.

İkisi de uyumaya çalışıyordu.

“Bir şey diyebilir miyim?”

“De ama bu son olsun.”

“Başımı sırtına koyabilir miyim?”

“Olmaz.”

“Lütfen.”

“Hadi koy.”

Ona yaklaştı ve başını onun sırtına uzattı gelin gibi.

Siyah kurt başını çevirip ona baktı, iri lacivert gözlerini kapamıştı, koca kurt bebek kurt gibi uyuyordu.

Başını oynattı az.

Her nedense bu hareket siyah kurdun çok hoşuna gitmişti. İri lacivert kaşındı, pençesiyle pireli yeri kaşımaya başladı can havliyle.

Pis kaşındı kardeş.

Sonra başını yaslamadı sırta.

Siyah kurt; “yaslasa ne güzeldi” diye düşündü.

Mutlu olmuştu.

Az sonra iri lacivert. Sırtın. Unutmuşum. Kanka.

Başını onun sırtına uzattı: “Nasılız yoldaş? İyi miyiz?

“Sorun yok.  uyu!”

Siyah kurt duygulandı, sürüsünde kardeşleriyle sırt sırta, yüz yüze sarmaş dolaş uyuduğu müthiş karanlık ve soğuk geceler aklına geldi. Yüreği parçalandı. Gözyaşları düştü gözünden.

İri lacivert mızıldadı.

Siyah kurt; “herhalde rüya görüyor olmalı” diye düşündü.

“Umarım sonsuza kadar tek dostum sen olursun.”

“Umarım kalırsın.” Diğerleri aklına geldi. İçi yandı. İçi parçalandı.

İçine içine ağlıyordu.

“Kanka” dedi iri lacivert,“Neden bilmem ama içimden ağlamak geldi. Sanırım seni çok üzdüm. Yaptığım ahmaklıklar yüzünden. Oldu. Evet. Açsın ve kızgınsın. Kalbin çok kırgın bana. Beni üzen bu. Ağlamak istemem bundan.”

“Takma kafana. Uyu.”

“Duyuyor musun?”

“Neyi?

“Esinti başladı. Ağaçların yaprakları hışıldıyor.”

Siyah kurt ağacın yapraklarına bakıyordu.

“Ne acayip” dedi iri lacivert. Karanlık sallanıyor,

“Ne, nasıl  ne dedin?

“Karanlık sallanıyor. Yapraklar sallanıyor ya. Karanlık hareket ediyor gibi. Canlı gibi.”

“Karanlık canlıdır.”

“Başını neden çektin?”

“Neden sordun?”

“Hiç.”

“Rahatsız olmadın değil mi?”

“Yok.”

“O zaman koyayım. Böyle çok daha keyifli.”

“Keyifli ya. Kanka. Hem de nasıl. Umarım yarın bir gün bir sebeple düşman bellemeyiz birbirimiz.”

“Yıldız hiç yok. umarım yıldızlı geceler altında, ay altında yüzlerce kez avlanır ve karnımızı tıka basa doyururuz.”

“Hayal kurmak güzel ama bir de gerçekler var.”

“Çarpışma.”

“Ne?”

“Çarpışma dedim?”

“Neden?”

“Onu sonra anlatırım sana.”

“Çarpışma güzel bir kelime sanki. Ama kötü de.”

“İlerde bir gün çarpışacak mıyız, birbirimizin can düşmanı mı olacağız. Bunu mu demek istedin?”

“Hayır. Sonra dinlenmiş kafayla anlatırım.”

“Ha, anladım kanka. Hayat bizi ne yapacak çok merak ediyorum kanka, harcayacak mı yoksa bize güzel bir yer mi gösterecek, bir yuva. Korunaklı basit bir yuva bile taht gibi gelir bana. Öyle şatafat sevmem ben kanka. Başımız yağmur almasın yeter. Kutu gibi bir mağara.”

 

Siyah kurdun kalbinin derinliklerinde sımsıcak, ateş gibi sımsıcak bir his canlanıp yüzeye çıktı. Sürüsüyle yıldızlı geceler altında ormanın derinliklerinde yuvada yatarken geçirdiği geceler, ay ışığı da olurdu, ağaçlar ağasından döne döne yer değiştirirdi. Bazı geceler sisli olurdu. Sis ardında kalırdı ay. Ağaçlar sisi toplardı ve çişe atardı atlarında.

Siyah kurt gözlerini yıldızlara diklerdi, aya, büyülenirdi ve tutkular dolanırdı içinde. Azim hissederdi, yüreğinde kırlangıçlardı azim. Dalga dalga büyürdü. Çığlık çığlığa uçardı kafasının içindeki gökyüzünde. Bir an önce büyüyüp avlanan sürüyle beraber hareket etmek, avlananlar yıldırım gibiydi, gözü pek, sonuna sapına kadar cesaretli:

 

ÇARPIŞMA

 

Ölümüne dövüşürlerdi ava giden ağabeyleri amcaları teyzeleri amcaları.

Minik siyah kurt o an bilemezdi ama onun ufak kalbi olağan üstü güzellikler ve iyiliklerle yaratılmıştı.

Onun kalbine doğmadan önce öyle parlak bir ışık yerleştirilmişti ki.

Sabırsızdı.

İçi içine sığmazdı.

Kalelerin içinde prensesler vardır, hapsedilmişlerdir.

Sistem o prensesleri hiç sevmez.

Her yörenin her şehrin her ülkenin prensesleri vardır.

Devlet başkanları o prensleri mahkum etmiştir. Çünkü onlar prensesleri sevmezler. Güzel, iyi, adil ve tanrısal olanı.

Minik siyah kurdun durumu o prenseslerinki gibiydi.

Durma. Koş. Gücün neyse katkıda bulun.

Sürün için bir şeyler yap.

Daha süt dişlerin car ufaklık. Şu kemik parçasını bile haklayamadın. Gelmiş sırtıma sıçıyorsun. Kuyruğumu çekiyorsun. Çekil git. Bak uyuyacağım. Bir kaparsan enseni. Fena ısırırım bak. Yürü git. Bak avdan yeni geldim. Geberdim. Öldüm bittim. Sen gelmiş oyun oyna benle baba diyorsun. Annen şurada. Gitsene onun yanına evlat. Bak kızdırıyorsun beni. Şurada kardeşlerinle takılsana.

Ufaktı. Ayaklarında yıldırımlar hissederdi. Çenesinde akıl almaz bir güç.

Kemiğini kıramıyorsun daha. Onu çatır çutur yemen lazım ufaklık. Çekil üstümden.

İçi içine sığmazdı minik siyah kurdun.

İşte bir av yakalayacağım onu

Evlat ona sakın dokunma. Akrep o. akrepleri yemeyiz. Sokarsa mahvolursun. Az sakin otursana bak kardeşlerin uzanmış. Sakin dur. Nende yaramazlık yapıp duruyorsun. Dün bulutları izledin mi. bulutlar sana çok şey öğretir evlat. Çekip gitmeyi. Sevmeyi ve ölmeyi. Sabret. Zamanın gelecek.

Minik kurt bir an önce büyümek ister. Büyürse sürüsünün çeklik kanatlarından bir kanat olacaktır çünkü.

İçinde kopar nehirler kör eden güneşler.

Pırıltılı parlak gözlerine ay ışığı üşmüştür, küçük bir yansıması vardır gözlerinde, merkezinde.

Karanlığa bakıp dalıp gitmiştir, geleceğini, sürüyle geleceğini, yapacaklarını hayal etmektedir.

Dağların omurgasında gezinen rüzgar gibidir. Ağaçların köklerindeki enerji akımı gibidir geleceğine, sürüsüne duyduğu aşk.

Acayip derin, sağlam ve sonsuz duygular onu önüne katmıştır yaprak gibi sürükler.

Karanlığı ilk kez  o gecelerde derinden hissetti.

Ve kış geldiğinde.

 

Şimdi iri lacivert ona o geceleri hatırlatmıştı.

“Bu karanlıkları eriteceğiz dostum değil mi pençelerimizi birbirine katarak.

“Hayat bilir.

“Sen?

“Bilmem.

Siyah kurdun içinden şöyle geçiyordu:

“dağları terk etmedim rüzgar

dağları terk etmedim rüzgar

annemin gözyaşları gibi

kardeşlerim

sürüm

hepsini altın gittin

yapayalnız kaldım hayatta

bütün hayallerimi umutları kurup çöle çevirdin hayat.

Yaşıyorsam eğer

Yaşıyorsam eğer seni sevdiğim için değil

Mecbur kaldığım için değil

Ölmekten korktuğum için değil

İntikam için değil.

Her şeyi tersine çevirmek için.

Anılarıma duyduğum bağlılık için.

Sürüm

Bana öğretilen her şeyin hakkın vermek için.

Bir parça sevgi bir an bakış.

Bir sevgi kırıntısı en zor zamanda.

Kış günü.

Açken.

Bir umut pırıltısı her şey çok güzel olacak.

Bir lokma.

Kof bi kemik parçası.

Sonsuz şefkatli yaz gecesi.

Sıkıldığımda benle oyun oynayan mor turuncu kırmızı kelebek.

Sıkıntıdan içimi kurtlar kemirirken Başımın üstüne aniden düşen yaprak parçası

Beni sonsuz mutlu eden kuş cıvıltıları.

Annemin bir damla sütü kursağımdaki.

Babamın onurlu mücadelesi. Kan ter dökmesi bir lokma et için.

Hepsine duyduğum saygı.

Hepsine borçluyum.

Ayaklarımın altındaki o sıcak toprak.

Üstüne Dikildiğim o sonsuz merhametli toprak.

Beni var eden toprak.

Yeşil otlarüstünde uzanıp uyuduğum yeşil. Otlar. Sarı otlar.

Tepedeki güneş.

Karanlıkbizi koruyan karanlıkgeceleri..dinlendiğimiz geceler.. hayal kurduğumuz ve yeni umutlar icat ettiğimiz en zehir zemberek zor günlerimiz..açlıkla. fırtınayla yağmurla. Korkarak düşman tehlikesiyle. Her an birimizi kaybetme korkusu.

Annem babam yuvaya bugün de dönecek mi

Dönmeyebilir. Avda ölebilirler. Başlarına başka bir kötülük bela kaza gelebilir.

Onlara borçluyum. Tepeden tırnağa kadar.

Kalbimdeki onlara beslediğim merhamet yüzünden devam ediyorum ve asılıyorum hayat.

Bu hayatın cehennem olduğunu ve tek saniye yaşanmaya değmez olduğunu sürümü kaybettiğim gece anladım. İçime zımbalandı o kötü his. İğrenç his.

 

“Kanka güçlü şeyler var mı sende?”

“Ne? Nasıl yani?”

“Güçlü duygular.”

“İşe yarasalar bari.”

“Birini anlat?”

“Leopar desenli. Ormana duyduğum saygı.”

“Çiftlik evine gitmeliyiz. Bize tek koyun lazım.

“Köpekleri vardır. Hemen sesimizi duyarlar. Bir lokma yemeden tüfekleriyle gelip vururlar bizi.”

(çiftlik evininin ışıklarına dönük uzanmışlardır.)

 

MEZRA EVİNDE

 

Kırsaldaki tek katlı evin penceresinde solgun bir ışık görülüyordu, dışarıda kıyamet kopuyordu, kar fırtınası bütün şiddetliyle devam ediyordu. Evin önündeki köpek kulübesinde bir hareketlilik oldu, köpeğin uykusu kaçmıştı, kulübeden dışarı çıktı, fırtına canını yaktı, kızdı ve havlamaya başladı. Bu sese sevinen ahırın önündeki diğer köpek de heyecanla dışarı çıktı, o da havlamaya başladı. Çok geçmedi ikisinin de iflahı kesildi ve hemen kulübelerine girip kıvrılıp yattılar. Böyle iyiydi. Mızıldadı biri, öteki de ona cevap verdi. Evin penceresine baktı ahırın önünde bağlı olan köpek. İçerden biri çıksa ve bir şey yapsa iyi olurdu. Rutin nöbet can sıkıcıydı ama arada kulübeden dışarı çıkıp boş boş havlayınca yaşadıklarını hissediyorlar, güç kazanıyorlardı. Bazen can sıkıcı olsa da mutluydular; çünkü onlar bu evi ve içindeki insanları koruma görevi verilmişti. Hep bunu hatırlıyor ve bu onları zinde tutuyordu, hava şartları ne olursa olsun. Durum ne olursa olsun.

Ali mutfakta yumurta kırmaya girişmişti.

Yerine otur yoksa kafanı kırarım

Bir yumurta kıracağım işim hemen biter.

Yerine otur dedim orayı yeni sildim.

Bu konuda çok titizdi Melek.

Ali oturmadı tabi.

Çekil kenara, kurt mu var oğlum midende. Yiyip yiyip doymuyorsun.

Melek yumurta kırıp tepsiye koydu onun önüne getirdi çay zeytin ve peynirle.

Ali yumurtayı yedikten sonra pencere önüne gitti, dışarı çıkmak istedi ama annesi izin vermedi, ali annesinin odasına gitti ve alile albümünü alıp geldi. Sayfaları çeviriyordu, annesi ona kızdı, albümü ona getirmesini istedi, Ali albümü ona getirirken bir fotoğraf kayıp düştü kilime. Anne o fotoğrafı istedi. Ali uzattı.

 

Ekin biçilirken çekilmiş bir fotoğraftı bu. 41 genç kız vardı fotoğrafta. Elerinde tırpanlar vardı bazılarının. Kimi önde yan yatmış diz çökmüş, diğerleri ayaktaydı.

Leyla duygulandı. Geçmişini hatırladı. Bu fotoğrafı çekildiği zaman 15 yaşındaydı.

Köyde birinin tarlasında çalışıyorlardı, para alacaklardı.

Bir hikaye anlatmaya başladı.

 

 

SONGÜL

 

 

Kız arkadaşlarından biri, çok sevdiği kız arkadaşlarından biri aile kararıyla bir adamla evlendirilmişti, 40 yaşında bir adamla. Ailenin paraya ihtiyacı vardı, bu yüzden kızı vermişlerdi, kız da intihar etmeye karar vermişti. Leyla yapmaz diye düşünüyordu, çünkü Songül ölmekten çok korkan biriydi. Ailesi iyi para almıştı. Parayla büyük bir arazi satın almışlardı. Songül köydeki kızların en güzeliydi. Ailesi ve kardeşleri kurtulmuş ve rahat etmiş olacaktı o tarla sayesinde. Sonra damadın babası eski traktörünü de hediye etti aileye. Ailem için çok iyi olacak diyordu, düğünden önce intihar edecektim, caydım, ne verdilerse hepsini geri alırlar.

Kız belki adamı seversin,

Onu ben de düşündüm. Belki iyi olur. Bu yüzden bir süre bakacağım bu iş nedir, bazen kızlar zorla evlendirilir ama mutlu olurlar. Annem de babamla zorla evlendirilmiş. Sonra içi ısınmış ve dünyanın en iyi insanıyla evlendiğine bütün kalbiyle inanmış. Eskiden kuş kafalı olduğunu söylemişti. Abuk subuk tipleri uzaktan sevmiş, ama hiçbir onu cidden sevmemiş. Zaten o ilişkileri bir sona gitmemiş.

 

Songül evlendi ve evinden ayrıldı, başak bir şehirde bir köyde yaşamaya başladı. Üç ay sonra öldüğü duyuldu.

Derede boğulmuş. Kendini dereye mi attı yoksa öldürüldü mü kimse bilemedi. Ama Leyla’ya anlatmıştı, eğer döverse kendimi öldürürüm, yüzme bilmem, en iyi ölüm şekli bu, zehir içsem intihar etti derler, boğulmak iz bırakmadan ölmek, bizimkilerde verdiklerini de geri alma imkanları olmaz. Zekice değil mi?”

“Bunu sakın kimseye söylemem.

Söylemedim zaten. Bunu tek sen bileceksin.

Ama Songül’ü tanıyanlar neyin ne olduğunu anladı. Songül 15 senelik yaşamında bütün sevecenliğiyle sarılmıştı yaşama, onu herkes çok severdi, geriye sağlam dostluklar, ve büyük kahkahalarını bırakmıştı köyde, dostlarında.

 

Onun ölümü bütün kızların canını sıkmış ve erken yaşta göçüp gitmesi dostlarının sinirini bozmuş ve bunu bir türlü hazmedememişlerdi.

 

Durumu Songül gibi olan başka kızlar da vardı. Sevdayı da ailesi istemediği biriyle evlendirmek istiyordu, Sevda kardeşim Songül gibi olmayacak deyip duruyordu, ben kendi hayatımı kuracağım. Ailesi lise 1’ den çekip almışlardı onu. Sevda köyden kaçma planları yapıp yapıp dururdu, kızlarla kafa kafaya verip bunu konuşurdu, bir gün gelecek ve bunu yapacaktı, nasıl kaçacaktı, nereye gidecekti, herkes akıl verirdi, herkes ona planı konusunda yardım etmeye çalışırdı, 3 abisi de gardiyan gibi sürekli gözlerdi onu. Sadece kız arkadaşlarıyla konuşmasına izin verirlerdi, kızlardan zarar gelemez diye. Oysa sevda kızlarla bir çete kurmuştu ve kimsenin haberi yoktu. Sevda sürekli plan yapar, en iyisini seçmeye çalışırdı, kızlar heyecanlanırdı, köyü terk eden bir kız şimdiye karar gördükleri duydukları şey değildi, çünkü hepsi korkardı, kendilerine güveni yoktu, köyün dışında şehirlerde bambaşka hayatların yaşandığını ve olabildiğini hayal edemezlerdi. Ya dindar yetiştirirleri, ya tarla işçisi, ve kötü bir adamın ve birçok çocuğun kölesi. Onlar vaad edilen buydu. Bir kötü adamın esiri olmak ömür boyunca. O adamlar o kızlara yeni ufuklar açmazdı, kızlar ne kadar az bilirse iyiydi, o zaman adamın emrinde ve hizmetçisi olurdu, o adamlar akıllı ve gözü açık kızları sevmezdi. Kıt akıllı, kontrol edilebilen, boyun eğebilen iyi kızlar onların işine gelirdi.

Onlar kızlarla evlenince onların nasıl mutlu edileceğine dair dersler almamışlardı, belli rutinleri devam ettirirlerdi, belli ihtiyaçlarını ve buna uyacak bir eş ararlardı. Yani ortada aslında kasıtlı bir kötülük yoktu, şuursuzluk ve bir bilinçsizlik vardı. Kadın nasıl mutlu edilir, o erkeklere öğretilen bir şey değildi. Sevda köyden kaçma planlarını anlatıp duruyor, zaman geçiyor bir şey olduğu yoktu.

 

Dalga geçerek:“Ne o sevda. Kaçma planları suya mu düştü?”

Önce ters baktı ve gülümsedi: “Hayır canım. Bir zamanı var.”

“Yoksa korkuyor musun?”

“Aslan bile korkar. Tabi; ama bu beni yıldırmaz.”

“Senin köyden kaçacağın yok.”

“Zamanı gelsin görürsün.”

“Bırak bu işleri. Songül kadar yürekli değilsin.” Demişti ona Leyla.

 

 

Mayıs ayının başıydı, havalar yağmurlu gidiyordu ama

O gün sanki yaz gelmişti. Akşam yeni gelmişti.

ruh alan tatlı bir yumuşaklık.

Sevda’nın gözlerinde gecenin parıltısı

 

GECENİN PIRILTISINDAKİ ÇİÇEKLER ÜSTÜ UFUK: YENİLMEZ!

 

Sevda’nın umutları.

Sedanın parlak kalbi

Yıkılacak gibi değiller.

İflas etmez gözüküyorlar.

Hayata, hayattaki en tekinsiz şeylere, belalara meydan okuyacak cinsten.

Gözü kara bir çiçekler üstü ufuk.

Ufak at da yesinler derler

O çiçekler üstü ufuk en ufağını atsa yer yerler.

Çünkü öyle güçlü ve öyle güzel ki.

Kurumuş çöle dönmüş topraklara can verecek denli azimli haysiyetli ve özgün karakterli.

 

Nasıl farkında olabilirsin ki

Bazıları çok tutkulu yaratılır

Alev alev

En istediğin, en sevdiğin biçimde ve içerikte yaratıldın,

Böyle olduğunu nasıl anlayabilirsin, nasıl sezebilirsin o muhteşem ayarını zembereğindeki

Bacaklarının arasındaki kusursuz mekanizmayı?

Nasıl görebilirsin karnında zihnini merkezinde uçuşan renk renk kelebekleri?

 

Sevda tutkuluydu.

Seviyle, içinin zarifliğiyle, sakinliğiyle bakışı ezerdi kötü bakışları.

Güzel ve kalpli bakışı uçururdu kötücül enerjileri.

Tam kafadan.

Çünkü o gecenin pırıltısındaki çiçekler üstü ufuktu.

Yenilmezdi, öyle bir his vardı kalbinde, zihninin uçsuz bucaksız yeşil merkezinde.

Devam et devam et

Asla yılma

Yılma çünkü omurgan çığır açacak.

Kalbin

Kafan.

Bu satırları okuyan kişi.

 

“Çok güzel bir hayatım olacak!”

“Zor be gülüm” dedi Leyla. “Ağabeylerin doğrar seni.

“Bak orası kesin dedi sevda. Aynı anda gülmeye başladılar.

“Canım planım var elbette.”

“Nasıl?”

“Plan söylenmez.”

“Ne zaman kaçacaksın?”

“Yakın.”

Sevda orada burada konuşuyor, ama gizemli laflar ediyor, herkesi bir merak alıp götürüyor, kızlar arasında, yalnız ona sorduklarında, şakayla karışık zorladıklarında, güç bela ağzından bazı laflar alabiliyorlar. Sevda hep şifreli konuşuyor, uzak güzel şehirde bütün günler mavi.

Ya da: sadece samimi olduğu dostlarına bile ne yapacağını açıklamıyordu, bütün kızlarda bir merak kasırgası vardı, sevda ne yapacak, köyden kaçacak ve şehre varmadan kısa sürede kirpi gibi enselenecek miydi üç abisinde birine. Ağabeyler gözü gibi bakıyorlardı ona, evin en küçüğüydü çünkü. Neler olacağını dört gözle ve dört nala koşan yürekle bekliyordu bütün kızlar, o vakit bir an önce gelsin ve sevdanın kaçıp kayıplara karıştığını, yer yarılıp içine düştüğünü, bir türlü bulunamadığını, köylünün seferber olduğunu işitmek ve görmek için çıldırıyorlardı. Çünkü hepsi kendisini sevda olarak görüyordu, çileliydi köy, dertli zor ve baş belası, ciddi ciddi bir cehennemdi genç kızlar için. Adamlar çeker gider, kızlar mahkum gibi kalır. Bütün kızlar büyük bir saygı ve sevgiyle sarıyordu sevdayı, sevda büyük iş yapıp ezip geçecekti üç abisini. 3 de ablası vardı. Ailesini özellikle ağabeylerini doğranmıştan beter edecekti. Sevda, köyün bütün çaresiz kızlarının, o kader dedikleri lanetin, kısırdöngünün, tabunun, korkuların delik deşik edilmesinde öncüydü. Son derece sinsi ve akıllıydı. Sevda kızlarla bir araya geldiğinde çok ilginç ve gülünç hikayeler anlatırdı. Eski model bir araç sürdüğünü, yanında uzun saçlı tipsiz bir sevgilisi olduğunu, banka soymak gibi sıra dışı hikayelerdi bunlar. Mutlaka içinde suç oluyordu, ama banka soyarken memurlardan birini öldürmek gibi şeyler olmuyordu, olursa bu kızların hoşuna gitmiyordu, yani kızların hayal dünyasında gezmelerini sağlıyordu. Kızlar onun bu şeyleri nerden bulduğuna ve güzelce hikaye etmesine şaşıyorlar, onun hikayesini gerçekmiş gibi dinliyorlardı. Sevda onların yapamayacakları şeyleri imkanlı hale getiriyordu hikayelerinde. Kanlı canlı hikayeler. Uyuşturucu satıcısını tekme tokat dövmesi, sonra adamın silah çekmesi, sevda kaçıyor,

sevda kafasının içinde bir şeyleri çok güzel kurabiliyordu, ve kurduklarını çok iyi ve heyecanlı biçimde anlatıyordu ve bu kız arkadaşlarını delice mutlu ediyordu. Zaten sıkıntılı hayatlarına renk lazımdı, bir gökkuşağı, sevdanın hikayeleri öyle bir dinamit gibiydi ve hayatlarını uçuyordu uzaya, cennet gibi güzel bir yere. Bir yerleşim istasyonuna doğru.

Sevda hikayenin birinde köyden kaçıyor, bir kapıcı ailesiyle yaşamaya başlıyor, mahallede bir cinayet işleniyor, polis araştırıyor ama sonuç yok, sevda polis gibi araştırmaya başlıyor, apartmandan birisi cinayeti işleyen, öyle düşünüyor.

Sevda hikayede bir köylü kızın hiç yapmadığı, yapamayacağı şeyler yapıyor, mesela çantasında satır taşıyor, kılık değiştiriyor, erkek kılığına giriyor ve erkekler dostluk yapıyor gece yarısı.

Tabi hikayeyi anlatırken sesini erkek sesine çeviriyor ve o kadar sahici oluyor ki. Kızlar onu bir erkek olarak görüyor. Şaşıp kalıyorlar. Elleri ağızlarında.

Bacaklarımın arasındaki balyozun tadına bakmak ister misin tatlım.

Kızlar gülmekten kırılıp düşüyorlar yere.

Oda yıkılıyor. Odada sanki deprem oluyor.

“Sana bir sırrımı vereceğim. Ama kimseye söylemeyeceksin. Yoksa keserim seni

Ölürüm de kimseye demem de.”

“Şu çoban Hasan geçen gün yanında geçerken selam verdi. İlkokulda en sevdiğim arkadaşımdı. Sohbet akıp gidiyordu, uzaklara gideceğim dedim. Kanatların yok dedi, düşer ölürsün. Nasıl dedim. Bazı kızların büyük kanatları olur büyük kuşlarınki gibi. Sen onlardan değilsin dedi. Sinir oldum tabi. Ya ne dedim burada mı yaşayacağım. Ruh. Dedi ruhun. Onun ferahlığa ihtiyacı var. Ruhunun mutluluğa sevince ihtiyacı var. Seni mutlu edecek adamın bunu yapması lazım. Bunu yapabilirse sen cehennemde bile mutlu mesut yaşarsın. Sen bunu nerden çıkardın? Seni eskiden beni tanırım. Dedikleri çok hoşuma gitmişti. Burada kal bence. Çok iyi olur. Bıktım köyden dedim. Seni alırım dedi. Mutlu etmesini beceririm. Ben de dedim ki: Beni öp. Korkarak baktı bana. Ona gülümsedim. Şeytanca gülümsediğini biliyor musun dedi. Güldüm. Öp haydi bir daha demem. Keriz miyim dedi. Anlamadım dedim. Sen köyü terk edeceksin. Seni öpersem üzülürüm uzaktasın diye. Olsun dedim. Bir kere öl yanına kar kalır. Olmaz dedi.

“Güzel laflar ediyor. Hassas biri. Ama ben bu köyde deliyorum. Bir de bu delirmeye onu mu dahil edeyim. Ama ne güzel söylemişti. Sana ruhunu hissettirmek lazım. Bütün ilacın bu. İnsan kendi ruhunu hissedince gerçek mutluluğu bulur.”

“Ne güzel. Seni anlayan biri var.”

“Beni anladığını sanmıyorum.”

“Ama seni etkileyen sözler söylediğine göre seni anlıyor.”

“Sanmıyorum.”

“Bence sen kendini tanımıyorsun ve o seni iyi analiz etmiş. İnsan kendini tanıyamaz. Dışarıdan göz seni fark eder.”

“Bu köyü tek etmem lazım?”

“Bence sen onu yeniden bir değerlendir. Belki de sonsuz mutluluğu onla yaşacaksın.”

“Bir çobanla mı; sen kafayı mı yedin oğlum?”

“Belki de kafayı yiyen sensin. Haberin yok. gideceğim diye tutturdun gitmiyorsun. Bence sen palavra sıkıyorsun- bir hayal kuruyorsun ve çok korkaksın. Hiç cesaretin yok. öyle cesurca kaçacağım edeceğim, bambaşka ve çok renkli bir hayatım olacak diyorsun ama bunlar kof laflar. Bilmediğin bir yerde bilmediğin insanlar arasında nasıl hayatta kalacağına dair sağmal bir görüşün yok. hikaye anlata anlata milleti eğlendirip büyülüyorsun- kendinde eğlenip havalara giriyorsun- olay bu. Sen gerçeklerin içinde bir solucansın. Yani kaçıp gideceğim diyorsun ama cesurca laflar, arka planda bir solucan var. Kaçıp gitmekten ödü patlayan bir solucan.

Sevda önce güldü. sonra parladı: “Ne biçim dostsun be! Sabrediyorum abuk subuk laflar edip moralimi bozuyorsun.”

“İçimden geçeni demeyeyim mi?”

Bak güzelim iyi bir plan şart. Sonra doğru bir zamanda uygulamaya geçmek lazım. Aceleye getirilen işler istenen sonucu vermez, başarıya ulaşmaz. Plan tamam da beklediğim bir şey var demek ki.

“Söyle.”

“Söylemem.”

Söylesen ne olur

Sonra yakana yapışırlar ve seni bülbül gibi ötürürüler. Öyle şeyler yaparlar ki konuşmaya mecbur kalırsın. Belki de kaçmama sen mani olursun. Kimseyi güvenim yok.

“Bana da mı?”

“Ne yazık ki. Ayrıca her şeyi söylersem planıma olan gücüm de azalır gibime geliyor. Belki de cayarım.”

“Kendinden korkuyorsun.”

“Hayır. O enerji kaybolmasın. O cesaret. O güç. Büyü bozulmasın.”

Güldü Leyla.

“Ban en iyisi mi sen git yarın çaktırmadan Hasan’la bir konuş. Oradan geçiyormuş gibi yap. Tart. Dinle onu. Bence size çizili bir yol da da sen körsün.

“Saçmalama.”

“Beni seviyorsan gidip onunla konuşursun. Yüzüne bak, onunla sonsuza dek olduğunu hayal etmeyi dene, sevgilin, kocan filan. Bir ev hayal et. İçindesiniz. Bir bahçe hayal et. Akşamları çay içiyorsunuz filan. Ne bileyim. Seviyorsunuz filan.

Sevda delice bir kahkaha kopardı. Gülmekten gözünde yaşlar geldi. Gülmesi bir türlü bitmiyorsun.”

“Sen deli misin? Sen kafayı mı üşüttün, o ve ben sevişmek ha. Dünyada tek o kalsa asla.”

Ama o iş yaparken belki de muhteşem hissedeceksin, aradığının o olduğunu anlayacaksın. Yaşamadan bilemezsin ki.

“Annem gibi laflar etmeye başladın.”

“Beni kırma. Yarın bir dene bakalım.”

“Beni kesseler denemem.”

“Ben eve gideyim” dedi kalktı, yola düştü.

“Sevda evine git, yolda küçük abisine rastladı, sigara içiyordu, nerdeydin dedi, arkadaşla az oturdum dedi. Kahvehanenin önünden geçiyordu, ortanca abisi oradaydı, kalkıp yanına geldi, nerdeydin dedi, ona da bir cevap verdi. Tarlanın yanından geçiyordu. Büyük abisi tarlada iş yapanları seyrediyor, çay sigara içiyordu

o da sordu, ona da bir yanıt verdi.

Üçü de bir iş yapmıyor, sağda solda gününü gün edip keyif çatıyordu. Eve sadece babaları bakıyordu. Üç genç adam gurbete çıkmayı planlamıştı ve haber ha geldi ha gelecekti. Bir aydır beklenen haber yüzünden iş güç yaptıkları yoktu.

Akşam serinliği çökmüştü köye. Sevda yatağında uzanmıştı, dinleniyordu, pencereden esen rüzgar içeri doluyordu, gün boyu bu rahatlığı bu uzanışı beklemişti, kapıdan gelen konuşmalara kulak vermişti. Kapıya gelen az sonra gitti. İçerden ağabeylerinin sohbeti başladı. Yarın sabah erkenden kasabaya giden dolmuşa bineceklerdi. Oradan da büyük şehre gidecekleri çimento dolu kamyonla. Baba inşaat ustasıydı, bir köy evi inşa ediyordu, gecenin 12 si geldi eve, açtı, karısı ona yemek verdi, karısı oğlanların iş bulduğunu yarın gideceklerini anlattı, baba da çok sevindi bu işe.

Ama en çok gizli saklı sevinen sevdaydı. Aylardır kafasında kurduğu planı gerçeğe dökebilecekti böylece.

Ertesi gün sabah karanlığında üç kardeş/aralarında 2 şer yaş fark var. Hazırlanıp annelerinin elini öpüp sarılıp yola çıktılar. Sevdaya gözün gibi bak gözünün üstünden ayırma dedi en büyükleri. Gözünüz arkada kalmasın dedi anneleri. Üç kardeş karanlıkta kaybolup gitti.

Gün aydınlandığında sevda bağırış çağrış gürültü patırtı olmadığını fark etti, anladı ki ağabeyleri gitmişti. Onlar ev deyken kavga gürültü eksik olmazdı. Ağız dalaşı. Olmayacak konulardan saatler süren tartışmalar. Erkekçe tartışmalar. Gittiklerine o kadar çok sevindi ki, sevinç kahkahaları atmak istedi. Tuttu kendini.

Gün ilerlerken planını masaya yatırdı, düşünüp duruyordu. Birden kafasına dostunun dedikleri düştü: gidip hasanla görüşmek. Onunla görüşme fikrini değiştirmezdi, bu köyü terk edecekti; ama belki onunla görüşme iyi bir şey eklerdi ona, bir şey kazanırdı belki. Dostu böyle demişse vardı bunda bir şey. Annesine bir yalan atıp evden çıktı.

Hasanı dün gördüğü yerde göremedi.

Epey aradı ama bulamadı. Dağlara doğru gitmiş olmalıydı.

Ertesi gün de hasanı aradı. Yine bulamadı.

Üçüncü gün de bulamadı ve öfkeyle deli olmuş biçimde dağdan iniyordu. Kendi kendine konuşup duruyordu. Kayalık yanından aniden hasan çıktı karşısına,

Hasan sırıtıyordu. Hasan çöktü. Sevda onun yanına gitti. Az aşağıda koyunlar otluyordu. Hasan arkasından bir çiçek çıkarıp uzattı. Sevda çiçeğe baktı. Burada onlardan bir sürü var dedi kayıtsızca, hasan çiçeği atar gibi yaptı, Sevda çiçeği almak istiyor oysa, kokmaz etmez gül değil çünkü. Ama almak istiyor. Hasan uzattı çiçeği, Sevda çiçeğe baktı, Hasan’ın kafasına attı çiçeği. Almak istedim çünkü kafana atarsam iyi olur diye düşündüm. Güldü hasan. Mutlu oldun mu?”

“Tabi. Ama bu kez taş olsa iyi olur.

Güldüler.

“O da nedir?”

“Kitap.”

“Kitap mı okuyorsun?”

“Öyle.”

“Okuyacaksın da ne olacak; bir çobansın sen?”

Hasan güldü gül verir gibi.

İçinden dedi ki: “Kaskafacık.”

“Ne sırttın?” dedi kız.

“Sen de okursan iyi olur, dünyan değişir.”

“Ne varmış dünyamda?”

“İçinden geçenleri çok iyi biliyorum.”

“Bir şey bildiğin yok. istediğin kadar oku. Çobansın.”

“Beni neden aşağılıyorsun.”

“Çünkü saçma şeyler diyorsun.”

“Nasıl?”

“Çobansın. Bir çobanı kim ciddiye alır.

Demek istediğim. Şehre gittin. Başın belaya girdi. Hatırlı zengin dostların olur mu okuyarak. Yok. paran olursa, hatırlı çevren olur. Emek istediğim küçük dünyanı aşsan iyi olur. Başka ufuklarda şansını denemelisin.

Ben gayet iyi durumdayım. Sevdiğim yerdeyim.

Altında doğru düzgün pantolon yok be. Ne zırvalıyorsun. Kıçındaki pantolon yamalı. Babamın pantolonu. Hatıra. Uğurlu pantolonum bu. Sana rastlarım diye giydim.

Sevda güldü.

“Giyecek başka şey bulsan iyi ederdin.”

“Bu pantolonla çok komiksin.”

Hasan, ona sırtını döndü. Gözlerinden yaşlar düştü.

“Hasan küseceksen giderim bak. 3 gündür senle konuşmak için köpek gibi gezip durdum.”

Hasan oralı olmadı.

“Hasan dön bana. Bak yoksa giderim.”

Hasan ona yüzünü döndü.

“Ağladın mı sen?”

“Yok.”

“Ağladın. Bak hasan ağlayacak durum yok ki. Sana gerçeği dedim.”

“Şehirlerde kızlar yırtık pırtık şortlar ve kot pantolonlar giyer dolaşır, modadır bu.”

“Sen ne parçalıyorsun?”

Sevda güldü. “Tamam: ama onlarınki başka. Bir çoban yamalı pantolon giyerse mecburiyetten, fakirlikten, bu yoksunluk göstergesi, fakirliktir. Ama o şehirli kızlar yırtık pırtık şeyler giyer. Onlar istedikleri pantolonu alabilir. Onlarda gülünç olmaz. Ama sende olur.

Bırak ya. Senin kalbin donmuş. Kötü gözle bakıyorsun her şeye. Ama senin dibini biliyorum da ses etmiyorum. Üzülüp ağlarsın. Sonra beni öyle hatırlarsın.

Sen ne biliyorsun be pis çoban parçası. Baldırı çıplak cahil. Köyde kala kala ve eline geçen saçma kitaplarla adım mı sandın kendini. Babanın pantolonuna bir şey demedim. O iyi adamdı. Sen onun kılı bile olamazsın. O yıllarda şehirde çalıştı durdu, geliştirdi kendin. Sen yıllardır burasın. Gitmekten korkuyorsun.

“Bak sevda açtırma ağzımı!”

“Açarsam ne olur. Aç da bir görelim bakalım. Seni laflar boğarım hasan. Acıdım geldim yanına. Üç beş laf edeyim dedim çileden çıkarma beni.”

“Bırak bu işleri. Ne acıması. Senin dibini biliyorum dedim.”

“Bilemezsin.”

“Bak tartışmayalım. Kırmayalım birbirimizin kalbini.”

“İstediğini de. Kırılmaz ki. Güleri geçerim. Senin neyine kırılacağım. Çaresizsin. Senin ciddiye alsam şamarımı yerdin.”

Hasan güldü.

“Söyle dibim neymiş?”

“Boş ver.”

“Kitabın arasındaki kağıt ne?”

“Boş ver.”

“Ver onu bana. Merak ettim. Okuyacağım.” Güldü şımarıkça.

“Olmaz.”

“Neden?

“Sakıncalı.”

“O halde dibim neymiş onu de?”

Ağlarsın.

“O zor.” Güldü.

O şiiri okur.

Sevda başını öteki yana çevirmişti ve gözlerinden yaşlar düşmüştü. Çaktırmadan hemen sildi onları. Ama gözleri yine doldu.

“Bana bak.”

“Bakmam.”

“Sen ağlıyorsun?”

“Sevda gitme buralardan. Buralardan güzel yer bulamazsın ki.”

“Bunu sakın kimseye deme.”

“Demem. Ama başına kötü işler gelir. Ne olursun yapma. Burada sevdiğin birini bulursun.”

“Sen beni sevmiyor musun?”

Hasan güldü: “Elbette seviyorum.”

“Benimle evlenmek istemiyor musun?”

“Elbette.”

“O zaman neden sevdiğin birini bulursun diyorsun.”

“Belki başkasındadır kalbin. Ne bileyim. Ama ne edersen et seni severim. Gidersin  pişman olursun döner gelirsin. Severim seni. Bence bir süre  daha burada kalmayı denemelisin. Çünkü öyle şeylere bulaşırsın ki sonra geri dönüşün olmaz. O kapıyı bir kaparsan geri açma imkanın kalmayabilir. Ölmek gibi. Ölümden kimse geri gelemez ya. Öyle.”

“Buraya dönmek istemem başıma ne gelirse gelsin.”

“Demek istediğim buradaki anıları vs her şeyi imha etme en azından. İnsan geri gelmek ister. Hayatı başladığı yere.”

“Kağıtta ne var?”

“Bir şiir.”

“Kime yazdın?”

“Senin için.”

“Ay ne güzel okusana!”

“Üzülürsün.”

“Olsun oku.”

Hasan şiire okumaya başladı.

“Sevmek zor iş: Elmayı sen seviyorsun diye o da seni sevecek değil ya.

Sevmek zor iş bir köyü bir kenti ya da bir insanı.

İşleri istediğin gibi gitmez

Hep böyle olur zaten

Alıp başını gitmek istersin

Yaşadığın köy seni sevmek zorunda değil ki.

Önemli olan senin onu sevmen

O sana gerekli her şeyi veriyor zaten demişti bana annem.

Eğlenceli gözükmez sana tarlada çalışmak.”

 

Sevda’ya baktı, yüzü başka tarafa dönük.

Belli ki ağlıyordu. Ses etmedi ve şiiri okumaya devam etti.

“Mutlu olmak diye bir şey yok.”

“Buna inancım kalmadı.”

“Annemin sözlerini düşünüp duruyordum.”

“Burayı bırakıp gitsem?”

Çok uzun düşündüm bunu. Aylarca. Sonuç şu oldu: Burayı bırakıp gitsem bu köy arkamdan gelecekti. Bunu anladığım an köyü terk etme düşüncem yerle bir oldu.”

Sevda yaşlarını sildi ve ona döndü.

“Köyü terk edeceğimi kim söyledi?”

“Kimse. Sezdim.”

Sevda kalktı, yola koyuldu: “Sakın bir yere gitme. Kal ve düşün. Bu köyde doğan birçok kişi düşünür bunu. Kaçıp gider bazısı. Bence gitme. Burada bir dene. Mahvolmanı istemem uzaklarda.”

 

Sevda uzaklaştı.

Gece yarısıydı. Gündüz hazırlığını yapmıştı. İki çantası hazırlamıştı. Odasının penceresinden dışarı şöyle bir baktı. Hava muhteşemdi.

Dışarı çıktı ve seri adımlarla ilerlemeye başladı.

Bir an geri dönüp evine baktı. Zavallı ev diye düşündü. Seni son görüşüm. Köyün çok dışındaydı, ormanlık alana geldi. Yorulmuştu. Biraz dinleneyim dedi ama canı kalkmak bilmiyordu. Hasanın dediklerini düşünüp duruyordu. Ya gittiği yerde başına bir felaket gelecekse? Kötü kötü senaryolar kafasında dolanmaya başlamıştı. En kötüsü ne olabilirdi ya tecavüze uğramak ve öldürülmek. Böyle kötü şeyler düşündükçe korkmaya başladı. Asında korkusu yoktu. Şu hasan içine öyle kurtlar atmıştı ki. Kalkıp biraz daha dişin sıksa, denese burada. Ormanda kuşlar ötüyordu. Baykuşlar. Kargalar ve ufak ötücü kuşlar. Ağustos böceklerinin sesi geliyordu. Derede vıraklıyordu kurbağalar.

Vahşi hayvanların saldırısına uğramaktan korktu ve ateş yakmak için çalı odun toplamaya başladı. Çok çaba sarf etmedi. Burası yakacak odun doluydu.

Ateşi yaktı ve başına kuruldu.

Plana göre yukarıdaki köye gidecekti. Eski bir arkadaşı vardı orada. Çok güvendiği. Geceyi orada geçirecek ve ot yüklü kamyona saklanacak, kamyon şehir dışına çıkacaktı. Kardeşten öte sevdiği çocukluk arkadaşı kızın abisi kamyonu sürecekti. Şehir dışına ara ara ot götürürdü. İşi buydu. Ot götürür, saman taşırdı. Hayvan götürürdü. Düşünüyordu ve bu iş hiç de kızlara anlattığı gibi değildi. Berbat hissediyordu. O cesur lafları ve olayın tam içinde olmak apayrı şeylerdi. Köyden kaçma düşüncesi iyice çözülmeye başlamıştı. Ayağa kaktı. Ateşi söndürmeye başladı.

Süratli adımlarla evine doğru ilerlemeye başladı.

Bir ay daha deneyecekti, eğer bu köyde kalmasına yol açacak bir sebep bulamazsa artık sonu ne olursa olsun kaçacaktı.

 

 

OSMAN

 

Osman kar fırtınasında ilerliyordu.

Düşünecek, kafasını verecek bir şey arıyordu. Birden içine Halit düştü. Halit’le ilkokuldan arkadaştı. Zaman zaman çok yakınlaştılar bazen uzaklaştılar ve başkalarıyla daha sıkı takıldılar ama her birbirinden haberdarlardı, her zaman. Sonra bir şeyler olur, yeniden her gün takılmaya başlarlardı.

İkisi birlikte kasabada geçici işlerle çalışıyorlardı, 16 yaşındaydılar. Kasabada inşaat malzemeleri satan bir iş yerinde çalışıyorlardı. Kamyona çimento ve kireç yüklüyorlardı. Bu iş çok zordu, ama bu işi bulabilmişlerdi ve parası da diğer işlere göre fazlaydı, Halit ikide bir köyü terk etmekten söz ediyordu, her akşam köye giderken mutlaka köyden gideceğinden söz ederdi, büyük şehirde yaşamak istediği hayatı anlatırdı. Halit öyle anlatırdı ki, kanlı canlı bir atmosfer gelirdi Osman’ın gözünün önüne. Mesela kızlar tasvir ederdi Halit, onlarla nasıl konuşacağını anlatırdı, o kızları öyle güzel anlatırdı ki. Osman çok zevk alırdı onu dinlemekten, ara ara hikayeye espriler yerleştirirdi.

 

Her ne olduysa Halit o hayali anlatmayı kesti, iyice içine gömülmüştü, Osman deli olmuştu. Halit neyin va diyor, ama Halit kaçamak cevaplar veriyor, içinde ne olup bitiyor hiç anlatmıyordu.

Akşamın o saatinde araç olmazdı köye çıkan, ama köye giden araçlar denk gelirdi traktör ya da otomobil. O zaman o öldüren uzun yolu yürümek zorunda kalmazlardı. Halit sessiz olunca o yol da çekilmez oluyordu. Osman bir şeyler anlatmıştı, ama Halit kendi içinde bir yere gömülmüş gibiydi.

“Sen beni dinlemiyorsun?”

“Yok; kulağım sende. Anlat.”

Osman anlatıyordu bir şeyler. Laf olsun diye. Ama Halit’in kafası kesinlikle başka bir yerdeydi. Ve onu Osman çok merak ediyordu. Neyi vardı bu hayat dolu çocuğun?

Köye vardılar ve bir notada evlerine gitmek üzere ayrıldılar. Osman bekledi ve onu takibe koyuldu. Halit evine giden yoldan sapmıştı. Osman onu dikkatli biçimde takipteydi. Bir an her neye bastıysa ses çıktı. Bu taşın taşa değdiği gibi sesti. Halit dönüp arkasına baktı. Ama Osman onun arkasına döndüğünü görünce sinmişti. Ne iş çeviriyor bu böyle diye düşündü. Gökyüzünde inlerce yıldız ve ay vardı. Halit ilerledi ve bir evin bahçe duvarına yaklaştı, içeri atladı. Osman duvara yanaştı. Orada iki gölge vardı, bahçenin bir köşesinde, bu evin sahibi adamın üç kızı vardı, Halit anlaşılan onlardan biriyle iş çeviriyordu. Osman emin olmak istedi. Ve iyice baktı. Evin küçük kızı Rahime o.  Ferruh amca Halit’i bir yakalasa, öldürmezdi. Ama öldürmekten beter ederdi onu. Kızlarına çok düşkündü ve kızlar herkesin dikkatini çekecek kadar zarif ve alımlıydılar.

Osman içinden gülerek oradan ayrıldı.

Ertesi gündü.

Halit ve Osman kasabada akşama kadar çalışmışlardı. Köy yolunda ilerliyorlardı, in cin top oynuyordu ve yolda yürümekten yorulmuşlardı.

Yol bazen pis yokuş bazen yokuş aşağı, bazen kıvrılarak gider, döne döne köye çıkardı, ağaçlar ormanlar içinden kız gibi akardı yol.

“Para biriktirip bisiklet alsak çok iyi olacak.”

“Öyle; ama dünyanın parası bir bisiklet.”

“Eski püskü olsa yeter.”

“Yokuşu çıkmaz.”

“Motosiklet alalım.”

“Zor iş. Bizimkiler para bekler.”

Ağaçlık alana geldiler. Yolun kenarına kuruldular. Burada küçük bir dere vardı.

Karanlıktı; ama cephane gibi ay vardı gökyüzünde.

Halit, küçük kardeşlerine bisküvi çikolata almıştı ve ekmek. Şehir ekmeğini seviyorlardı. Gözüne bahçe ilişti.

“Az sonra geleceğim” dedi ve gözden kayboldu. Çok geçmedi. Geldi.

“Ne yaptın?”

“Domates aldım. Salatalık.”

Derede yıkayıp geldi.

“Yiyecek misin?”

“Yemesem olmaz. Kurt gibi açım.”

Bölüştüler ekmeği domatesleri de. ekmek arası yapıp yemeye başladılar.

“Dün gece seni takip ettim. Kızla muhabbet ediyordun. Kardeşim neden bana böyle bir şey olduğunu söylemedin ki.”

“Çok yeni çünkü. Hem böyle şeyler söylenmez. Ya birine söylersen. Ağzında kaçırdın mesela.”

“Amacın ne?”

“Tabi ki esmayla evlenmek. Ama beni adam yerine koymazlar. Alıp kaçıracağın onu.

Babası seni alıp kaçırmasın da. Anladın sen onu.”

Halit gülmeye başladı. Osman baktı garipsedi ve o da gülmeye başladı.

Gülmeleri bitmiyordu.

Öteden bir ses geldi.

“Kim var orada! Ne yapıyorsunuz?”

Bir tüfek sesi patladı.

Halit ve Osman fırladı.

Bir süre sonra kan ter içinde durdular.

Bahçenin sahibi yaşlı adamı tanırdılar, bahçede onu sebzeleri sularken görürlerdi, bazen karısını.

Selam verip geçerlerdi.

Gülerek alçak sesle konuşarak ilerliyorlardı.

Yumuşak o yaz akşamında az önceki olay, gümbürtü akıllarını söküp almıştı ve kurtulmanın coşkusu, sevinci. Yorgunluk filan kalkmıştı üstlerinde.

Halit birden sutsu. Uçurum dibi gibi bir sessizliğe gömüldü.

“Ne yapacaksın o kızla?” dedi. Osman.

Güldü: “Ne bileyim. Evlenirim herhalde.”

“O ne yapacak senle. Ne dedi?”

“Sormadım. İyi vakit geçiriyoruz.”

“Başına bela olmasın.”

“Yok canım. Ne yaptığımı bilirim.”

“Hiç sanmıyorum. Sonunda başın belaya girerse şaşırmam. Hapse atarlar seni.

Neyin ne olduğunu biliyorum. Bana istediğini yapabilirsin diyor. Kim bilecek ki. Çok dil döktü. Yine de bir şey yapmadım. Sadece ellerini tuttum. Sarıldım. Yanaklarından öptüm.”

“Bu iş çok tehlikeli göründü bana.”

“Bana da. Hani kız teslim olmasaydı çok iyi olacaktı ya. Başta uzaktı. Mesafe koyardı. Mesafeyi yitirdi ve gözümden düştü. Onunla asla evlenmem.”

“O zaman neden görüşüyorsun?”

“Arkadaşım. Çok çocuk. Ama kabul etmiyor bunu.”

 

Birkaç gün sonraydı. Sıcak, azap veren bir günün en serin, en rahat ve yaşanılası zamanıydı, gölgeler kurtarıcı gibiydi ve esinti başlamıştı.

Halit bir traktörle köye gelmişlerdi kasabadan: “Gel benle” dedi neşe saçarak, “dolaşalım biraz.” Onu kızın evinin oraya götürüyordu.

“Nereye?”

“Kızla sen de tanış.”

“Neden?”

“Sık sık dostluğumuzdan söz ederim ona. Ne bileyim. Her şeyden. Seninle tanışmak istedi.”

Osman ses etmedi. Bahçeye girdiler gizlice. Bahçenin arkasına ilerlediler.

Kızın ailesi yatmıştı. Karanlıktı.

Osman beklerken Halit geldi kızla. Osman hemen kızın kokusunu duydu. Tatlı, güzel bir kokuydu, herhalde çamaşırda kullanılan deterjandandı. Ay ışığı vuruyordu kızın tatlı yüzüne. Kocaman mavi gözleri vardı. Sohbet başladı. Osman şaşırdı, “Halit bu kıza nasıl aşık olmaz, inek herif” diye sordu içinden. Halit sigara yakmak için kibriti çaktı ve kızın ne kadar güzel olduğu alev yüzüne yansıyınca iyice ortaya çıktı. Kız da sigara yaktı. Sen de içer misin. Olur dedi Osman. Cana yakın kız olduğu gibiydi. İçinde ne varsa döküyordu, içinden ne geçiyorsa saklamadan söylüyordu. Evden iyice uzaklaşmışlar. Ağaçların arasında bahçenin en dip ve gizli köşesine ilerliyorlardı.

Halit dedi ki: “Baban arkadan gelse, diyelim ki biz saklandık. Bizi göremedi ve seni yakaladı burada tek başına. Ne dersin?”

Kız güldü hafifçe: “Korkudan aklım çıkar, ne yapacağımı şaşırır. Fener tutulmuş tavşana dönerim.”

Hep birlikte güldüler.

“Gözlerimi kapar uyur gezer numarası yaparım. Asıl sen kendini düşün. Seni bahçede yakalarsa ne eder.”

Halit dedi ki: “Osman la. Her gün iş iş. Bıktım la. Kafamıza göre takılsak ne güzel olur. Bu çiçek de yanımızda olsa.”

Osman ve öteki güldü.

Halit dedi ki: “Ne zaman kafamıza göre takılacağız biz.”

“O iş olacak gibi görünmüyor.”

“Niyeymiş?”

“Sorumluluklarımız.”

“Katır gibi çalışıyoruz. Böyle bir yere varamayız.”

“Mecbur. Elden bir şey gelmez.”

“Tuvaletim geldi. Az sonra gelirim” deyip uzaklaştı.

“Halit’le çalışmak nasıl?”

“Çok geveze. Sürekli konuşur. Sizin aranızda ne var?”

“Hiçbir şey. Halit eğlenceli biri. Beni öpsene.”

“Ney?”

“Beni öpsene dedim.”

“Ciddi misin?”

“Evet, öpüşelim diyorum sana. Halit gelmeden çabuk ol!”

Osman şok olmuştu.

“Öpüşelim; ama hayvanlaşma.”

“Bak düşünme. Bu fırsatı bir daha bulamazsın. Aramızda kalacak.”

Osman düşünüyordu. Kız öyle deyince alev almıştı. Çok hoşlandığı, adeta kanını kaynamadan bu kızı şimdi öpse. İçgüdüleri evet diyor ama kafası bu işte bir yanlışlık var diyor. Yoksa Halit onu deniyor muydu?”

“Beni deniyor musunuz?”

“Yok be. Haydi öpüşelim. Nerdeyse gelecek!”

Osman; “tamam” dedi içinden, diyecekti nerdeyse. Halit’in geldiği yöne baktı.

“Haydi!” dedi kız.

“Peki” dedi Osman. Kız usulca ona yaklaştı.

Osman önce bir şey anlamadı ama az sonra kızın sıcak nefesi ağzına doldu. Sımsıcak nefesi ağzında hissetti. Bir çıtırtı duydu. Korkarak başını geri çekti.

Kalbi küt küt atıyordu.

Halit yaklaştı.

“Ben yokken ne kaynatıyordunuz bakalım?”

“Hiç” dedi Osman korkarak.

Kız gülümsedi: “Özledim seni Halit. Yaklaş ve beni güzelce öp.”

“Bu da nerden çıktı?”

“Canım öyle istedi. Öp haydi!”

“Yok. Olmaz.”

“Osman var diye mi? Haydi öp. Osman arkasını döner istersen.”

“Saçmalama kızım.”

“Beni son görüşün olabilir Halit. Beni öp.”

“Akşam akşam delirdin mi?”

“Öyle. Öp.”

Halit güldü. Usulca ona yaklaştı.

Halit bir şey hissetmiyordu, kız da bu işi bıraktı onun yanağını ısırdı.

Halit acıyan yanağını ovuşturdu.

“Pis seni. Çok adisin.”

“Ben gidiyorum. Siz de kaybolsanız iyi edersiniz.”

“Hayatta sana başarılar Halit. Osman harikaydın.”

Kız, güvercin gibi koşarak uzaklaştı. İkisi de fare gibi kaçarak uzaklaştı.

Halit sordu: “Sana neden harikaydın dedi?”

“Ne bileyim.”

“Siz bir halt karıştırdınız ben yokken?”

“Ne diyorsun sen. Saçmalama!”

“Sesin başkaydı. Titredi. Ne yaptın ben yokken?”

“Sohbet ettik.”

“Hadi öyle olsun ama bence onu öptün.”

Bir hafta sonraydı.

Kız yer yarılıp içine girmişti sanki.

Halit dert yanıp duruyordu: “Nerde bu kız? Canım ciğerim onu arıyor, yanıyor.”

Osman haberi almıştı: “Görüştüğü biri varmış. Ve anlaşılan seni gibi gevşek değilmiş ve kızı kapmış.”

“Ne diyorsun?”

“Kızı kaçırmış.

“Şaka mı yapıyorsun?”

“Yok. Rüstem abinin büyük oğluyla kaçmış.”

“Oto tamircisi pis sarı bıyıklıyla mı?”

“Evet.”

Halit kulaklarına inanamıyordu: “Demek ki o gün ondan sana hayatta başarılar demiş. Keşke onu öpseydim. Ah keşke. Aşık olur yaparım bir hata derdim. Kafama sıkayım! Kız yok oldu, altın oldu. Ne geri zekalıymışım ben. Keşke öpseydim. Ah keşke. O pis herif onu cayır cayır öpüyordur şimdi.”

Güldü: “Kaçıp gidince mi değerli oldu?”

“Ne bileyim arkadaşım. Yanımdayken kendini teslim etmek isterken çok ucuzdu gözümde. Canım çekmiyordu. Doğru söyle. O gece onu öptün mü; kızmayacağım?”

“Öptüm.”

Halit güldü: “Ne sinsi pislik adammışsın sen. Senden hiç beklemezdim. Nasıldı?

“Boş ver.”

“Nasıldı?”

“Muhteşemdi. O an dünyayı verseler öyle mutlu olmazdım.”

“Çok hainsin Osman. Çok hain. Seni ahlaklı ve temiz bilirdim. Nasıl yaparsın bana bunu?”

“Onunla aramızda bir şey yok demese yapmazdım.”

“Nasıl hissettin?”

“Yapışkan bir şey. Bal tadı gibi. Ondan öte bir şey. Ruhumu hissettim. Ruhumun kanatları açıldı. Acayip mutlu oldum acayip. Kelebekleştim. Az daha geç geleydin ya ahmak.”

Halit güldü.

“Evlensek ne güzel olurdu derdi. Hayaller kurardı, ses etmezdim. Neden konuşmuyorsun derdi. Evlenmeye hazır değilim derdim.”

“Öpmedim kızı. Tarla faresi! Öpseydim keşke. Ben de senin gibiyim.”

 

Ertesi gündü. Halit ve Osman otururken patron geldi. Onlara bağırmaya başladı. Halit böyle şeylere sabredemezdi, o da bağırdı ve işi bırakıp gitti.

Osman işe devam etti. İş olmadığı için oturduklarını söylemişti Halit. Osman da. Patron sonra geldi. Pişmandı. Durumu öğrenmişti ama Halit çoktan gitmişti. Osman patron adına Halit’e durumu iletti, işe dönsün diye yalvardı ama Halit işe dönmedi.

Ertesi gün köyden ayrıldı.

Bir ay sonraydı.

Halit depoya geldi.

“Patronla konuştum” dedi. “İşe başlayacağım.”

“Nerelerdeydin?”

“Uzun hikaye.”

Akşam köyün yoluna yamandılar. O sıcak ama serin güzel yaz akşamında ilerliyorlardı. Kuru ot ve çevre ağaçların güçlü kokuları içinde. Orman havasında.

İş buradan baktığım gördüğüm gibi değilmiş. Yani oradayken burayı hayal edip durdum. Buradayken burayı beğenmezdim. Orada bir şeyler yaşayınca nerede olmam gerektiğini buldum. Büyük şehirde insanlar çok acımasız. Sildi mi siliyor. Burada kavga ederiz, küseriz. Ama bir şey olur, sana bir şey lazım olur, ne bileyim hastan olur, tarlada ihtiyaç duyarsın, gelir yardım istersin, anısı benim için de geçerli. Büyük şehirde işler böyle değil. Sildi mi siliyor. Gerçek duygusal bağlantı yok, ruhani bağ yok. Orada gerçeğin, koşulların acımasızlığı hüküm sürüyor. Herkes hayatta kalma savaşı veriyor. Her şey para. Köyde hamur yoğururlar ekmek yaparlar. Fırından ekmek alırlar orada. Bahçeden domates toplarsın. Aç kalmasın köyde.  Ama şehirde geçerli olan para. Paran varsa yiyecek alabilirsin. Paran yoksa seni takan kimse yok. şehre gittiğim ilk günlerde iş bulamadım. Sahilde banklarda yatıyordum. Bekçiler geçiyordu, nesin kimsin sorguluyordu. İş arıyordum kafeler çoktu, kimse iş vermedi garson olarak. Villanın birinin önünden geçerken kamyonete takım alet filan yükleyen birini gördüm. Kısa boylu. Ağır bir alet vardı. Gel bir el at dedim, yardıma gittim. Tesisatçıymış. Çırağı onu bırakıp gitmiş. Çok sıkıntılıydı. Dert yanıp duruyordu. Adam lazımsa çalışırım dedim. Tamam dedim, sevindi. İşe başladık. Nerde kalıyorsun dedi, buralarda oturuyordum dedim. Ertesi gün seni alayım dedi filan. Sabah onun kamyonete bindik. Şehirden uzakta bir yere gittik. Resmi bir binanın atık su borularını yerleştirmek için tarla gibi bir yerde, duvar dibinde çalışmaya başladık. O biraz çalıştı. Kazmayı bana verdi, başladım çalışmaya. Toprak çok sert ve taşlı. Kan ter içinde kalana dek kazmayı salladım, kürekle de toprağı çıkardım, o diz çökmüş beni seyrediyor. Yorulduğumu görüyor; ama sıra bende demiyor, bekliyorum, bekliyorum, seyrediyor beni, sigara yakmış, bir şarkı mırıldanıyor, sonunda bunun ses edeceği yok, sıra sende dedim. Bozuk suratla baktı bana, ağzında sigarayla çalışmaya başladı, güya çalışıyor, sigara ağzında,  bir iki kazdı, sen güzel kazıyorsun, devam et dedi kazmayı uzattı bana. İşe yeni başladım, kuvvetli olmam lazım, adam çalışmanı beğenmedim deyip işime son verebilir, beş kuruşum yok ve acil para lazım. Kazmayı heybetle sallıyorum; ama gücüm tükeniyor, dayandım, uzun bir süre sonra işi o devraldı. Kısa bir süre sonra bana bıraktı ve dayanabildiğim kadar dayandım ve bir an iflahım kesildi. İşi bırakıp kaçıp gitmeyi düşündüm. Durdum. Bana baktı. Ne durdun der gibi. Sağa sola baktım. Kazmayı elimden aldı. O an keşke orada işi bıraksaydım. Basıp gitseydim.keşke pes etseydim. Pes etmek gözüme güzel görünmemişti. Para lazımdı çünkü. Adamla 4, 5 gün çalıştım, katır gibi çalıştırdı, işi bırakmak istedim, birkaç bira parası verdi, dövecektim nerdeyse adamı, bırak geç git yoluna dedim, polisle başın belaya girmesin, ya da bir yumruk atarım düşer başını çarpar yere, ölür diye korktum, ama az da olsa para vermeseydi yakasına yapışacaktım. Akşam oluyordu. Sahile indim. Büfeden üç bira aldım. Paramın tamamıyla. Az da çerez aldım. Yürüyüş yolundan insanlar geçiyordu. O kadar çok kız vardı ki. Şaştım kaldım. O kadar çok şortlu, mini etekli genç kız vardı ki. Akşam tatlı ve güzel ve kızlar çoktu. Derken iki gece bekçisi türedi yanımda. Bira içmek yasak dedi. Pılını pırtını topla dedi. Kumsala indim. Karanlıkta içmeye başladım.  Kaybolan umudum ve enerjim yerine geldi içtikçe. Şansı yakalayacaktım ısrar ederek. Yeni denemeyeler yaparak. Bir iş buldum mu, o şortlu kızlardan biriyle de arkadaşlık yapmayı kafaya koymuştum. Sahili çok sevmiştim.

 

HALİT SAHİLDE

 

BİR GENÇ KIZ, BİR GENÇ ADAM ve YAŞLI ADAM

 

Halit, sahili hayatında ilk kez görüyordu. “Deniz” kelimesi onda muhteşem hisler uyandırırdı. Denizin kokusu, kız gibi sakin dalgalar onu büyülemiş, alıp götürmüştü. Evet, bir iş bulması gerekliydi, artık ne olursa olsun bulacaktı, kalacak yer de bulması lazımdı, bulurdu, şimdilik hava sıcak olduğu için sahilde bir yerlerde, banklarda sabahlayabilirdi.

Sahilde gerekli her şey vardı, tuvalet kabinleri.  Restoran, kafe ve apartmanların oradaki çöp kutuların yanına poşetlerde ekmek, yiyecek atıldığını görmüştü.

Bayatlamaya başlamış ekmekler, sadece bayatladığı için atılan sağlam ekmekler, hamur işleri, pasta, gözleme, ev yapımı pizza.

Halit bir poşeti gözüne kestirdi ve çevresine bakındı. Kimse yoktu. Sabahın 3’ydü ve gidip sansar gibi poşetin ikisini kaptı ve birini panikle açtı. Kokladı, gözleme yenecek düzeydeydi. Kötü kokmadığına ve taze olduğuna göre yeni atılmıştı. Hızla oradan uzaklaştı, kumsala indi, burası karanlıktı. Gözlemeler doyurmamıştı. Zaten iki taneydi. Diğer poşeti açıp sert ekmeği fare gibi kemirmeye başladı. O kadar çok açtı ki açlıktan kan şekeri düşmüş, bayılacak gibi olmuştu. Dünden beri bir şey yememişti ve yediği en lezzetli ekmek ve gözlemeydi bu. Susamıştı. Deli gibi. Çişi de gelmişti.

Tuvalete giderken yere atılmış, boş plastik şu şişesi gördü, onu eline aldı. Tuvalette işini görüp çıktı, su şişesini yıkayıp doldurdu, artık yanında taşıyabileceği suyu vardı.

Asfalt sahil yolunun ışıkları ne güzel yanıyordu, çevrede kimseler yoktu, kumral karanlık içindeydi, yürüyüş yolunda da kimseler yoldu.

Bir yere kıvrılıp yatmayı düşündü; ama uykusu yoktu. Yürüyüş yolunda ilerledi. Sonra çevreyi öğrenmek için ara yollara girmeyi düşündü ve villalar, aparmanlar arasına daldı, yakın çevrede dolanıyordu.  Apartman önlerinde çöp kutuları kenarına poşetlerde ekmeklerin atıldığını fark etti, villanın birinde de demir kapıya birileri alsın diye poşette ekmekler atılmıştı. Bugün ekmek yemişti; ama her gün sadece ekmek yenir miydi? Yenmezdi. Katık lazımdı, domates, peynir, zeytin mesela. Acilen iş bulsa iyi olacaktı.  Devriye atan polis aracını görünce saklandı, geçip gittiklerinde ortaya çıktı.  Kısa bir süre dolandı ve sıkıldı, yorulmuştu.  Merak ve buraları çözme duygusu da sönmüştü. Uykusu gelmişti. Yeri bellediği banka ilerliyordu, orada birkaç gencin oturup bira içtiğini görünce başka bir yer bakındı. Kimsenin onu rahatsız etmeyeceği ve kimsenin gelmeyeceğini düşündüğü bir banka yerleşti. Uykuya teslim olmak için sabırsızdı, uygun bir bank bulup yan uzandı. Ellerini koltuk altında birleştirdi. Kumsaldan gelen hafif esinti ferahlatıyordu sıcak yaz gecesini. Çok geçmeden uykuya daldı tatlı biçimde. Küfürlü konuşan birileri Halit’i uyandırmıştı. Başı kaldırıp baktı: Az ötesine iki zibidi gelmişti. 20, 25 yaşlarında, iyi giyimli, saçları bakımlı güzel çocuklar. Ellerinde bira kutuları ve sigara. İçip birileri hakkında

küfürlü konuşuyorlardı, bağıra bağıra. Halit, gidip ikisini de pataklamayı düşündü, çok öfkelendi, nerdeyse gidip hesap soracaktı. Arkadaşlar, şurada uyuyordum, yüksek sesle konuşuyorsunuz, biraz saygı.”

“Özür dilerim arkadaş” dedi biri, kumsala indiler.

Ne var ki Halit’in uykusu kaçmıştı, mal mal oturdu, kalktı yürüdü uykusu gelene kadar. Sonra bir banka yattı. Çok geçmeden uykuya daldı. Korkarak uyandı, ayaklarına bir şey dokunmuştu, ayak ucunda oturan bir adam vardı, 50 yaşlarında. Kel kafalı, kısa boylu, geniş ve göbekli bir adamdı. Sempatik, içten ve tatlı bakışları yeşil biriydi.

Halit öfkelenmişti.

“Uyandırdım mı evlat? Kusura bakma.” diye sordu, “Geçiyordum, seni görünce bakayım dedim. Yardıma ihtiyacın vardır diye.”

Hırsız mıydı neydi? Zararsız birine benziyordu, adamın gözleri ıslaktı. Ağlamış gibi. Adam leş gibi bira kokuyordu.

Halit’in uykusu kaçmıştı. Toplanıp oturdu.  Adam “gider diye bir şey diyeyim” diye düşündü; çünkü korkmuştu, zarar görmekten.

“Ben iyiyim dayı, sağ olasın.”

Adama dikkatlice baktı, adam süt dökmüş kedi gibi mazlum duruyordu, önüne bakıyordu dilenci gibi, bir elinde sigara vardı.

Halit korkuyu boş verdi: “Ben iyiyim. De; senin neyin var? Neden ağlıyorsun? İçtin sanırım. Derdin ne?”

“Karım aklıma geldi. 2 sene önceydi. Onu çok sevmiştim.”

“Neden öldü?”

“Ölmedi; ama bir anlamda öldü. 2 sene önce en mutlu son zamanlarımızdı Komşu evde bir adam yaşıyordu, ben yaşlarda. Yeni taşınmışlardı mahalleye. Ama evde bir ay oturdular. Genç bir çift ve o adam. Çift işe gidip geliyordu. Eve gelen giden yoktu. Sonra bir gece eşyalar kamyona taşındı ve adamı bıraktılar boş evde. Yatağıyla. Sonra ev sahibi onu dışarı attı, çok acıdım adama. Kızı onu terk etmiş. Çok ağladı, gelecekler ve beni alacaklar, bir yanlışlık var bu işte diyordu, kızım bensiz yapamaz. Birçok komşu adamı evine almak istedi; ama ben öne çıktım ısrarla. Adama evime getirdim, yemek verdim. 15 gün sonraydı. Dışarıda iş güçle uğraşıp duruyordum. Bir sabah uyandım. Karım ortada yok, adam da yok. Gece karım aradı, adamla kaçmış. Boşuna polise gitme. Rezil olursun. Bu işi aramızda çözelim.  Anlaşmalı boşanalım dedi. Olur dedim. Yani iyi bir adama benziyordu. Karım da öyle bir şey yapacak birine benzemiyordu. Karımın bana anlattığına göre, seni sevdim, evleniriz, arazilerim var, seni çok rahat yaşatırım türünde şeyler demiş. Aklına girmiş anlaşılan. Kandırmış karımı. Sonra karım aradı. Bu adam alkolik dedi, beni kandırdı, hiçbir şeyi yok. Boşanmaktan caydım. Geri dönsem kabul eder misin dedi. Dün aradı. Ben de şimdi kabul etsem mi etmesem mi diye düşünüp duruyorum. O yokken kafayı yedim. Şimdi onun da kafayı yemesini istiyorum, öfkem var. Nasıl yapar bunu bana? O evde durmak istemedim, lanetliydi sanki ve bütün eşyaları sattım, kirayı da ödeyemedim. Evli barklı iki kızım var, ayrı şehirdeler. Annelerini sordular. Köye gitti diye yalan attım. Karım şimdi üçüncü sınıf bir lokantada bulaşıkçılık yapıyor.  Köle gibi çalışıp adama bakıyor. Her gün adama içki almak zorunda. Çalışıp bana bakmazsan senin öldürürüm diyormuş.”

“Abi sen bilirsin ne yapacağını; ama bence karını bağışla. O adamın elinde çektiği eziyeti çekmiş zaten.”

“Ben de öyle düşünüyorum. Birkaç ay geçsin, para biriktireyim. Aradığında gel diyeceğim. Her şeye sıfırdan başlayalım. Tabi işsiz kalmıştım, birilerine borcum vardı, adam işte tam bu esnada daldı hayatımıza, yalanlarla ama iş buldum. Bir haftadır çalışıyorum. Artık eski hataları tekrar etmeyeceğim Onunla yeteri kadar ilgilenemedim. Kadınlar ilgiye bayılır ve onlara can verir bu, ilgi yoksa o evlilik çöker, bunu sakın unutma. Basit ilgi! Sen neden burada yatıyorsun, kalacak yerin yok mu?”

“Babamla kavga ettim, beni dışarı attı.”

“Demek öyle. Gel benle istersen. Ama uyuşturucu bağımlısı filan değilsin, ha?”

“Yok dayı. Asla.”

“O zaman yürü gidelim. Aç mısın?”

“Evet. Kuru ekmek yedim ama.”

“Yavru köpek misin ki? Yavru köpek bile yemez onu.” dedi şakayla.

“Onu bulabildim. Peki sen alkolik misin

“Yok ya, darlandım bu gece, birkaç bira içtim. Normalde asla.”

 

 Birkaç kilometre ilerlediler. Büyük ve güzel bir bahçesi olan 2 katlı villaya yanaştılar. Villanın havuzu açık mavi renkteydi. Bahçenin arkasına ilerlediler. Burada ahşap bir kulübe vardı.

İçeri girdiler.

Duvarlarda bikinili kadın resimleri vardı. Bütün duvarlar onlarla kaplıydı. Gazetelerden kesilmiş.

“Dayı bunlar ne? Sen ne yaptın böyle?” Güldü.

“Benden önceki genç elemanın hobisi. Ben de ellemedim. Hatıralara büyük saygım vardır. Hani derler ya. Emeğe saygı. İşte bu. Çocukcağız çok özen göstermiş. Bana dedi ki dayı çok emek saf ettim. Onları yırtıp atma. İlerde bu işe dönme imkanım olabilir. Buranın bekçisiymiş.”

Küçük tüp üstündeki tencerenin altını yaktı. Isıtıcıyı açtı.

Kıymalı patates koydu bir tabağa ve bardağa poşet çay koyup sıcak suyu ekledi.

Halit yemeğe koyuldu.

Korku düştü içine. “Bu adam bana bir şey yapar mı?” diye. Dikkatli olmaya karar verdi. Çünkü onu hiç tanımıyordu.

Yaşar tek kişilik yatağına geçti ve uyumaya başladı. Halit de yerde battaniye üstüne uzandı. Yaşar’ın uykuya daldığına emin olunca o da uyumaya karar verdi, ne olur ne olmaz.

Uykuya dalmadan önce tatlı bir his geldi yüreğine. O güzel şortlu kızlardan biriyle tanışacaktı, sevgili olacaktı, yaşar belki ona iş verirdi. Bu koca bahçeyi tek kişi derleyip toparlayamazdı, ayrıca yüzme havuzunun da bakımı vardı, böyle büyük, gösterişli evin işi, eksiği gediği bitmezdi.

Gün aydınlanmamıştı; ama yarım saat sonra karanlık erirdi. Halit uykusunu almıştı, aniden uyandı, kendini hafif ve zinde hissediyordu, kalacak bir ev ve yiyecek lokma bulduğu için şükretti. Kalktı ve bahçeye çıktı, çam ağaçlarının ve gül kokularının dalgasıyla karşılaştı, çimene sırt üstü uzanıp gökyüzüne daldı gitti, sonra kalktı, bahçede ilerledi, villanın bir odasının ışığı yanıyordu. Işık söndü ve bir kadın çıktı balkona, sigara tüttürüyordu, bir elinde kahve fincanı vardı. Halit sıçan gibi korkarak geri çekildi ve ağacın arkasından kadına bakıyordu. O ara gün hafiften aydınlanmaya başlamıştı, kadın sahile bakıyordu, denize. Az sonra kadın içeri geçti. Halit bahçenin öteki tarafına gitti salanla sallana, burada kocaman bir yüzme havuzu vardı. Halit, birinin yaklaştığını duydu, evden ayak sesi geliyordu, Halit, süs bitkilerinin arkasına saklandı. Evin kapısı açıldı. Halit, başını saklandığı yerden çıkarıp karşıya. Manken gibi düzgün vücutlu bir kadın çırılçıplak halde havuza yanaştı,  havlusunu sandalyenin üstüne astı. Kahvesinden bir yudum alıp masaya bıraktı ve havuza balıklama atladı. Sarışın, mavi gözlü; adeta ceylan gibi bebek gibi zarif kadın Halit’in aklını başından almıştı. Onun iradesini bir anda açlıkla kıvranan sincapa çevirmişti.

Halit ayıldı,  kadını gizlice seyretmek ona doğru gelmedi ve süratle oradan uzaklaştı.

Yaşar uyanmıştı, ısıtıcıyı açmıştı. Çay yapacaktı.

“Yaşar dayı” dedi, “havuza bir kadın giriyor.”

“Evin hanımı olmalı. Gece geldi.”

“Ne iş yapar?”

“Doktor.”

Havuza çırılçıplak girdi.

Yaşar fırladı: “Deme!”

“Dayı nereye?”

“Az işim çıktı; gelirim.”

Halit, ayak kesti ama o da fırladı. Yaşarı arıyordu bahçede.

Yaşar, yüzme havuzunun orada, bir ağacın arkasına saklamıştı. Pantolonunu aşağı indirmişti.

Halit ona dokundu: “Dayı, ne yapıyorsun?”

Yaşar, korktu, ona arkasını dönüp pantolonunu yukarı çekti hemen.

“Dayı, seni işten atarlar. Adım gibi eminim. O bikinili kadın resimleri kulübenin duvarlarına sen yapıştırdın? Ama ev sahibi onu gözetlediğini görürse işin biter.”

“Her neyse. Bu aramızda kalsın, evlat. Gençsin. Beni anlarsın. Uzun zamandır yalnızlık çekiyordum da.”

 

Gece oldu, Halit bir rüya gördü; ama sabah hatırlayamadı.

Yaşar ve Halit kahvaltı yapıyorlardı.

“Menemen süper olmuş, bu konuda çok beceriklisin dayı.”

Yalnızlık adama her şeyi öğretir, kadın eli değmesi lazım oysa adama, evine. Sen anlamazsın, gençsin.”      

 “Dayı bu açık saçık kadın resimlerini duvarlardan sökelim bence?”

“Neden?”

“Bir işe yaradıkları yok.”

“Onlara bakınca iyi hissediyorum ama.”

“Bırak dayı. Sökelim.”

“Karışma, sen anlamazsın. Dua et de hanım seni fark edip kovmasın buradan.”

“İşçi lazımdır buraya. Söylesen iş aradığımı.”

“Diyemem.”

“Neden?”

“Diyeceksen sen de. Beni adamdan saymaz. Ciddiye almaz. Ters bir şey derse kalbim kırılır. Seçkin değilim. Onlarla hiç muhabbetim yok, yeniyim burada. Sen ve ben gibiler onların gözünde pis kokulu salyangozdan başka bir şey değilizdir, evlat.”

Halit, eski gazetelerden birini eline aldı. Bir hayvan fotoğrafı gördü: “Bu ne?” diye mırıldandı.

Yaşar onun baktığı sayfaya baktı: “Okuman yazman yok mu? Bak İmpala yazıyor.”

“Dayı, aklıma müthiş bir şey geldi. Duvara İmpala’yı koyalım. Yalnız bir tane değil. Çok.”

“O zaman çoğaltmak lazım.”

“Neden İmpala?”

“Güzel çünkü. Ayrıca buraya o hanım ya da eşi girerse ne hissedersin?

“Sapık gibi ya da tecavüzcü gibi. Utanırım çok.”

“Peki o?”

“Sapığın tutsağı gibi hisseder. Korkar ve kaçar. Ve beni işten atar.”

Bence İmpala’yı koyalım duvarlara. Başka başka hayvanlar. Fotokopiyle  çıktı alırsak olur. Şimdi hatırladım. Dün gece İmpala görmüştüm rüyamda. Duvarlarda İmpala’lar koşuyor. Çayırlık alandı burası. Duvarlar yoktu. Sanki dünyanın merkeziydi. İmpala’lar vardı her yerde. Bu angut salak karıların ruhuna verdiği hiçbir şey yok.

“Birkaç tanesini sökebilirsin.”

Halit, duvarlardaki kadın fotolarını koparmaya başladı.

“Aslan yattığı yerden belli olur. Babam böyle derdi. Bunlar nedir ya, bunlar senin ruhunu yansıtıyor mu, iç güzelliğini? Yok. Bunlar iç güzelliğini imha ediyor sadece.”

Yanıt alamadı.  Başını çevirip ona baktı.

Yaşar ağlıyordu sessizce. Sandalyeye oturmuş.

“Yaşar dayı, ağlama ya. Bak üzüyorsun beni. Hep aykırı şakalar yapan adamı böyle görmek hiç kolay değil.”

Yaşar kısacık güldü.

“Neden dertlendin dayı?”

“Karım terk edinceyalnızlık, can sıkıntısı işte. Karım neşe verirdi bana, hayat sevinci. Onu kaybedince böyle şeylere kafayı sardım.”

 

Öğle vaktiydi.

Yaşar yemek pişiriyordu. Kuru fasulye ve pilav.

Yemeğin pişmesine az kalmıştı. Kulübenin önünde oturup sağdan soldan sohbet ediyorlardı.

Yaşar dedi ki: “Evin hanımıyla konuşayım da bakalım sana verebilecekleri iş var mı, bahçıvan olarak bir yardımcıya ihtiyacım vardı zaten. Konuşayım. Onların yüzünü gördüğüm yok. Yaz geleli birkaç kez gördüm, bir şeyler deyip gittiler. İkisi de üniversite doktor Hanım geldiğine göre anlaşılan yıllık iznine ayrıldı. Eleman lazım mı diye ağzını arayacağım. Dün gece düşündüm, durumuna üzüldüm, bir iş yapman lazım, bu konuda bir şey yapacağım, ortam oluşursa da dile getireceğim iş aradığını.”

 

Yemek pişmişti. Yemeğe oturdular.

Yaşar, su gibi terliyordu ve hızlı yiyordu.

“Yaşar amca bu sürat ne, az yavaşla. Boğulacaksın. Bu ter nedir böyle?”

“Karım da yavaş ye der. Ne yapayım. Biriyle güreşir gibi de terliyorum. Karımınkine az dokunuyorum; zırt boşalıyorum.”

“Ney ney?”

“Cinsel ilişkiyi diyorum. Onunkine az dokundu mu benim alet; hemen boşalıyorum.

“Yaşar dayı, bunu bu kadar açık anlatmasan. Hiç anlatmasan cennetliksin.”

“Ne olacak, evladım yaşındasın. Karımın o adamla işi pişirmesinde onu mutlu edememem de var, cinsel olarak. Erken boşalma sorunu için doktora gitmem lazım.”

“Abi dur, bir kaşık aldın, yavaşça çiğne ye yut. Sonra derin bir nefes al, bir süre tut nefesi ve ver. İçinden ona kadar say. Sonra ikinci kaşığı al. Haydi başlayalım terapiye.”

Terapiye başladılar. Az sonra.

“Galiba kontrol gelişiyor.” dedi Yaşar.

“Evet abi.”

“Bunu ben cinsel ilişkide de denesem iyi olacak.” Güldü.

Halit, ona acıyarak baktı, “yarım akıllı mı, yoksa saf mı bu adam?” diye düşündü.

Bir çığlık duyduklar. Bir öfkeli acı çığlıktı bu.

Kadın çığlığı. Kadın şöyle bağırdı: “Kör olasıca yaşar bey, nerdesin?! Hangi cehennemin dibindesin!

Yaşar Halit’e baktı: “Allah Allah. Hanım hiç çığlık atmak ve bu şekilde hakkımda konuşmaz. Bir gidip bakayım.”

“Ben de geleyim mi?”

“Gel. Kontrolümü kaybedip hanımın üstüne atlarsam tutarsın beni. Hem tanıştırırım seni.” Güldü.

“Oldu dayı.”

Panikle ilerlediler.

Kadın havuz kenarında öfkeyle sigara içiyordu.

“Nerdesin Yaşar efendi? Kaç kere seslendim!”

“Özür dilerim hanım efendi. Duymadım. Yemek yiyorduk da.”

“Kocaman bir fare geziyor burada. Onun icabına bak. İğrenç bir şeydi. Burada tek fare görmeyeceğim. Ona göre!”

“Baş üstüne, efendim. Bu arada bir arkadaşım geldi. İş arıyor.  Fareyi çabucak bulmamda çok faydası olur, kıvrak ve enerjik. Benimle çalışabilir mi?”

“Çalışsın; ama onu işe alıp almama işini düşünmem lazım.”

“Burada yardımcı lazım bana efendim. Kaç kişinin yapacağı işi tek başıma yapıyorum.”

“Bunu sonra konuşuruz. Şimdi kafam yerinden değiş Yaşar efendi.”

“Peki efendim.”

Kırmızı mayoluydu kadın, şezlonguna uzandı.

Yaşar başını çevirip şöyle bir baktı, oradan uzaklaşıp fareyi aramaya giriştiler.

Yaşar alçak sesle dedi ki: “Su kadın benle arkadaşı gibi sohbet etse dünyanın en mutlu adamı olacağım, evlat. O kadar asil ve seçkin ki. Bense onun yanında kendimi fare gibi hissediyorum. Bana dostu gibi değer verdiğini görsem ve güzel gözlerine salarım kendimi ve vücuduna sapık gibi bakmam bir daha. O zaman çok mutlu olurum. Böyle güzel bir kadının varlığının yanımda hissetmek muhteşem olur ve onun beni bir ahbabı gibi görmesi uçurur sevinçten beni. Hadi diyelim aşık oldu bana. İmkansız ya. Ya bunlar çalışanlarını köle gibi görür. Hani Afrika filmlerindeki zencileriz biz. Beyazlar patron. Efendi. Biz ağzımızla kuş tutsak bunlara yaranamayız. En iyisi karım arasa da gel desem. Bu saçma düşüncelerim son bulur. İnsan yalnızken çıldırıyor be evlat. Ama hanım belki benle yatar. Bunların sınırsız fantazileri olur.

“O sana hayatta bakmaz. Pis köle, pis zenci.” Güldü.

Yaşar güldü: “Ağzına sağlık. Şaka yapıyorum be evlat.”

Fareyi bulamadılar; ama Yaşar fareyi bulup öldürüp çöpe attığını söyledi evini hanımına.

 

Yemek yediler ve Halit villadan ayrıldı, sahilde çöpleri gezmeye başladı, eski gazete ve dergi toplamak için. Akşam yaklaşırken getirdi bunları, Yaşar’a gösterdi.  Gazetelerden hayvan ve doğa resimlerini kesip kulübenin duvarlarına yapıştırdılar.

Yaşar bir an durdu, düşünceliydi.

“Ne oldu Yaşar dayı?” dedi Halit.

“Bu kısım, tam şurası, olayın merkezi, orası boş kaldı, elimizde resim varmadı. Çıplak popo gibi sırıtıyor orası.”

“Yarın yine gazete buluruz, uygun resim koyarız oraya.”

“Bak aslanım burası özel, o resimler olmaz, burası merkez, burası tapınağın merkezi. Oraya çok özel bir resim koymamız lazım.”

Az sonra; “buldum!” diye bağırdı.

“Ne dayı?”

“Penisimin fotoğrafını çektirip oraya yapıştıracağım. Kapış kapış gider.”

“Dayı saçmalama! Ağır sonuçları olur bunun.”

“Ya ben hanımım için düşünmüştüm. Hanım duvarda penisimi görünce hoşlanır benden.”

“Başına baltayla vurmak gibi bir şey olur.”

“Öyle mi dersin?”

“Aynen.”

“Ama ben oraya senin penisinin fotoğrafını koymayı düşünmüştüm, ne de olsa genç ve dinamiksin.”

“Dayı, bu muhabbeti kapat lütfen. Duyan ilişkiye girdiğimizi sanacak.”

Yaşar, deli gibi gülmeye başladı.

“E yeter dayı, seni güldürmek için dedim; ama artık normalde dön.”

“İlişkiye girmek, ha. İlginç.”

 

Ertesi gün de bu işe devam ettiler, boş kaldıkları zamanda. Halit kimi resimleri fotokopiyle çoğalttı.

Duvarda boş kalan o yere aslan resmi yapıştırdılar.

Resmi Yaşar kara kalemle yapmıştı.

Akşam yaklaşmıştı iyice. Beş on dakikaya hava kararır ve günün en güzel zamanları başlardı villada, bahçesinde ve sahilde.

Yaşar, gün boyu çeşitli işler yapmıştı, yorgundu ve kulübede uzanmıştı. Halit ise çıkmıştı.

Evin hanımı bu kez beyaz bikini girmişti. Bahçenin ışıklarını açtı. Yaşar’a bakındı. Görmeyince kulübesine doğru ilerledi.

“Yaşar bey?” dedi.

Yaşar duymadı.

Kadın kulübeye girdi.

Duvardaki hayvan fotoğraflarını görünce şaştı kaldı.

“Yaşar bey?” dedi.

Yaşar uyandı ve korkarak toparlandı.

“Buyurun Zerrin hanım?”

“Bu kulübeyi neye çevirmişsin?”

“Bilmem ki.”

“Kusura bakmayın. Özür dilerim.” Duvarları eski haliyle sanıyordu, bikini kadın fotoğraflarıyla kaplı, bir vahşi, kudurmuş halde.

“Yok yok. Muhteşem olmuş.”

Yaşar, duvarlara baktı ezilerek.

“Nerden aklına geldi duvarları bu güzelim hayvanlarla süslemek?”

“Oh!” dedi içinden, Yaşar ve sevinçle şöyle dedi: “Rüyamda gördüm.”

Kadın duvardaki fotoğrafları incelerden Yaşar da kadını süzüyordu: Muhteşem memeler. Muhteşem kalça.

Kadın güldü. Sandalyeye oturdu ve bacak bacak üstüne attı.

“Dostum, burası inanılmaz! Bambaşka bir aleme sürüklendim, Afrika’ya, savanaya gittim sanki.”

“Yok efendim, kıçı kırık aciz bir kulübe işte.” dedi kendiyle gururlanarak, hayret etti,  kadın kendini saklamıyor, gizlemiyordu ve çok rahattı. Ve ona “dostum” diye hitap etmişti.

“Çocuk elinden çıktığı çok belli: Aslan resmini hangi piç yaptı peki? Çok kötü ve komik olmuş.”

“Ben efendim.”

“Çok sempatik diyecektim. Kusura bakma.”

“Sorun değil efendim.”

“Çay içer misiniz, efendim?”

“Olur; ama kahve varsa kahve.”

“Var efendim. Fakir işi.”

Kadın güldü.

Yaşar, iki kahve yaptı hemen.

“Yaşar bey, bahçe çok büyük, bahçede hayvan bakmak nicedir aklımda. Tavuk mesela. Bir köpek. Ördek. Tavukları çok severim. Bir kedi mesela. Güvercin. Civciv bul bir yerlerden. Onları yemlerim büyütürüm.”

“Bulurum efendim. Ama önce kümes yapmak lazım.”

“Ne gerekiyorsa yap.” 

“Şu gariban genci işe alacak mısınız?”

Düşündüm bu konuyu, hayvanlar olacak, tek başına bakamazsın, o genci gözüm tutmuştu zaten. Ben onunla konuşurum. Geçen hafta sonu misafirlerimiz vardı, çocukların büyüğü senin kulübeye girmiş ve senin sapık olduğunu söylemişti, inanmamıştım, duvarlar boydan boya açık saçık kadın resimleriyle süslüymüş, o genç kız seni işten atmamı söylemişti, Yaşar bey yapmaz demiştim. Yalan söylediğini düşünmüştüm ve doğru çıktı, o kız uyuşturucu tedavisi görüyor şimdi.

“Yanlış yapmış, efendim. Ben öyle şeylerle hiç ilgilenmem.”

“Öyle olsaydı seni işten atardım. Sen evli miydin?”

“Evet efendim.”

“Kaç çocuk, eş?

Sohbet uzadı.

Kadın orada yarım saat daha kaldı ve gitti.

 

Halit geldi kulübeye.

Yaşar olanları anlattı: “İnsan yerine koyulmak inanılmaz güzel. O kadın bana bir dostu gibi sevecen davranması o kadar zevk verdi ki bana. Bilemezsin. İnsan bana yanımda çırılçıplak kalsa, ilişki teklif etse kabul etmem namussuzum.” Güldü.” “Ederim de hayda hay. Yani demek istediğim insan kalmak değerli evlat. Yaşlıyım. Çirkin. Ama sen gençsin. Belki sana verir.”

“Neyi verir?”

“Kendini.”

“Yaşar dayı bırak bu sözleri. Duymamış olayım! Çok çirkin.”

“Ya şaka yapıyorum evlat. Seni işe alacağını söyledi. Senle konuşacak.”

“Süper oldu dayı! Sana minnettarım!”

“Sen ne yaptın, gezdin mi?”

“Hı. Bir kız gördüm. Şortlu. Çok güzel. Saf bakışları var. Sanırım benden hoşlandı. Ona arkadaşlık teklif edeceğim.”

“Sana bakmaz onlar evlat. Sertleştin mi?”

“Dayııı!”

“Şakaydı.” dedi sırıtarak.

“Neden onlar bana bakmaz?”

“Giydiğin pantolon paçavra. Gömleğin yüzyıl öncesinden kalma gibi görünüyor. Saç tıraşı olman lazım. Onlar sana bakmaz. Onlar iyi giyimli yakışıklı çocuklarla ilgilenir.”

“Deme. Abi çok moral verdin, teşekkür ederim.”

“Sakın bulaşma onlara. Terslenirsin. Üzülürsün. Yıkılırsın. Seni kalıbın kızlar değil onlar.”

“Yok abi. Ezik psikolojisi bu. Yani senin psikolojin kusura bakma. Ben şahane görünmeyebilirim. Ama kişiliğimle kazanırım o kızı.”

Güldü: “Hiç sanmam. Sen buraları bilmiyorsun. Bak aslanım, evin hanımı benle sevişmeyi ne kadar çok ister. Asla istemez. İşte o kızlar da senin için o. Kasap önünde yalanan aç kedisin. Onlar ise kasap dükkanı sahibi. O kızlar züppe. Havai. Gerçekten sevmezler. Sevmeyi bilmezler. Erkeklerin ilgilisi, gözlerini çekmek için kısa, açık saçık ve seksi giyerler. Ama iş yürekten sevmeye gelince o yeni yetmeler o işi hiç bilmezler.”

“E kimi seveceğim ben? Kafamı attırma Yaşar dayı!”

“Onu zaman gösterir.” Güldü: “Dost acı söyler. Gerçeği söyler. Sen sen ol bulaşma o kızlardan birine. Şimdi derin nefes al, bir süre tut ve ver, sen yokken bunu çok çalıştım.  Yani karımınkine ufak tıklatınca boşalmayacağım öyle mi?”

Halit, istemeden gülmeye başladı.

“Abi, böyle konuşmasan olmaz mı. sonra karını elinden almaya kalkarsam?”

Yaşar güldü: “Alırsan al. Annen yaşında...”

“Lütfen pis şaka yapma.”

O gösterişli kızlardan birini mi sevmek istiyorsun?”

“Evet abi.”

“Gerçekten mi?”

“Evet.”

“Bence senin bütün derdin seks. O kızlardan birini yatağa atmak peşindesin. Sevmek filan deme bu işe! Gariban içgüdüsü.”

“Yok abi. Saçmalıyorsun! Bir kız var. Onunla hep göz göze geliyorum. Ona arkadaşlık teklif edeceğim.

“Bütün derdin onu yatağa atmak. Pis köylü seni!”

“Yaşar dayı bana çok itici gelmeye başladın, her nedense.”

Yaşar güldü: “Şakaydı canım.”

“Ben bir dolaşıp geleyim” dedi Halit, sahile indi.  Boş bankı görünce hemen oturdu.

Çocuğun biri çekirdek satıyordu, bir bardağı bir liraydı. Gelip geçen çekirdek ya da haşlanmış mısır yiyor ya da dondurma yalıyordu, en ucuzu da çekirdekti, Halit’in canı çok çekti; ama parası yoktu. O da kendini avutmaya başladı, gelip geçen insanlara bakıyor, hayaller kuruyor ve vakit su gibi akıp geçiyordu. Derken o kız göründü.  Yürüyüş yolundan geçiyordu, az sonra genç adamın önünden geçecekti, Halit, Yaşar’ın dediklerini düşündü, Yaşar haklı olabilirdi, bunu anlamak için bu kez ona bakmayacaktı,  umursamaz görünecekti, onu fark etmemmiş gibi yapacaktı,

“bakalım bana bakıyor mu?” diye deneyecekti onu. Başka tarafa baktı ve çaktırmadan onu izledi. Evet, kız ona bakıyordu ve Halit yüzünü ona çevirdi. Kız tatlı biçimde gülümsedi. Kız arkadaşıyla geçip gitti ve gözden kayboldu.

Halit, sevinçle Yaşar’ın kulübesine gitti, soluğu orada aldı.

 “Yaşar, dayı kız benle ilgileniyor!”

“Nasıl? Bacak arasındaki ejderini mi gösterdi sana?”

“Dayı! Of!”

“Kızın nasıl tepki verdiğini diyordun?”

“Bana gülümsedi. İçtenlikle gülümsedi.”

“Yok be, arkanda başka birine gülümsemiştir. Tanımadığı birine neden gülümsesin?”

Halit, kapının menteşesini yapmaya çalışıyordu. Gevşemişti ve kapının kapanmasına engel oluyordu menteşe.

“Anasını şey yaptığımın menteşesi otursana yerine!”

“Kızma, yavaşça vur, oturur.”

“Sen anlamazsın!”

Çok sert vurdu ve menteşe yamuldu.

“Kapı artık hiç kapanmaz, çok güzel oldu, yarın hallederim.” dedi Yaşar. Gülümsedi, aslında kızgındı.

“He ya, sayende artık içeriyi sivri sinekler basar.”

“Yarına kadar bir şey olmaz canım. Ufacık canlılara da hoş görü göster.”

“Ama çok kötü vurdun menteşeye. Yavaşça vur, oturur demiştim.”

 

İlerleyen saatlerdi.

İçeriyi sivrisinekler akın ediyordu.

“Anasını sevdiğimin sivrisinekleri gidin başka yere! Yediniz bitirdiniz beni!” diye söylendi Yaşar.

“Abi, ilaç almak lazım.”

“Bütün marketler kapalı.”

“Menteşenin laneti tuttu. Metal bir nesne bile olsa iyi davranacaksın. Yamulttum onu. Sonuç bu.”

“Bizim köyde sivri sinekleri kaçırmak için tezek yakarlar.”

“Burada nerden buracağız tezeği?!”

“Hoş görü göster diyordun sivrisineklere.”

“Yok lan, insanın gözünü çıkarıyor bu namussuzlar.”

 

Ertesi akşamdı. Ferahlık, umut ve yaşamı sevinci veren bir yaz akşamıydı. Her taraf cııvl cıvıldı. Bahçelerde insanlar çay kahve içiyor, yemek yiyor, çekirdek, çerez ya da dondurma yalıyordu, dostlarla Her taraftan müzik sesleri geliyordu, kahkahalar, söyleşi sesleri.

Halit, sahile inecekti.

Yaşar’dan bir miktar borç para isteyecekti. Ama utanıp diyemedi.

“Nereye?” dedi Yaşar, “çay yapacağım.”

“Sahile ineceğim. Bunaldım. Çay olana kadar gelirim.”

“Sahilde ne yapacaksın?”

“Benim kızı görmem lazım.”

Yaşar güldü: “Sana bol şans, bay azgın. Kayaklıklarda kimse olmaz. Orada ilişkiye girebilirsiniz rahat rahat.”

“Dayı, büyüleyici derinliğine hayranım; ama yapma.”

Güldü: “Peki.”

 

Halit, sahildeydi, bir banka kuruldu ve canı sıkılınca yürüyüş yolundan gelip geçen insanlara bakarak içinden şarkılar söylemeye başladı.

Çok beklemesine rağmen mavi gözlü kız görünmedi. Sürekli takıldığı esmer kız arkadaşı da piyasada yoktu.

Vakit epey geç olmuştu.

Özlenen kız ortalıkta yoktu. Halit, buna inanamıyordu.

Oysa bugün onunla konuşacaktı, punduna getirip konuşabilirse.

Kız yoktu; yıkılmıştı Halit, yolun sağına soluna baktı. Oraya çivi gibi çakılı kalmıştı sanki. Eve gitmek istemiyordu canı, kız gelir ümidiyle. Sahil yolundan arada araçlar geçiyordu ve yürüyüş yolunda turlayan mutlu ve coşkulu insanlar erimişti. Birkaç serseri ve zibidi kalmıştı sadece.

Halit, eve dönmeye karar verdi. Son kez yolun ucuna baktı. Bisikletli başka bir kız gördü

İçi acıyarak banktan kalktı ve şöyle düşündü: “Yaşar dayı çok haklıymış, o kız bana asla bakmaz, sen önce aç karnını doyur. Hem onunla kayalıklarda o işi yapmak istediğimi de nasıl bildi namussuz herif! Eee, yaşlı kurt ne de olsa. Bir kez hayal ettim canım, bir kez.”

Yerde duran boş teneke kutuya tekme attı. İçecek kutusu duvara çarptı ve tekrar önüne geldi. Top saydığı tenekeye tekrar vuracaktı ve onu duvardan aşırıp kumsala fırlatacaktı. Yoğunlaşmıştı.

“Dur” dedi kız. “Geçeceğim.” Bisikletinin yanında yürüyordu, bisikletin lastiği patlamıştı. Kumral saçları kıvırcık, kahverengi gözlü genç kız 20 yaşındaydı, siyah tayt giymişti. Üstünde beyaz tişört vardı. Güvercin gibiydi. Makyajlıydı, tırnaklarını kırmızıya boyamıştı.

Halit, başını çevirip ona bakt aval avalı: O yakıcı kızdı bu. Dona kaldı heykel gibi.

“Ne baktın?”

“Hiç.”

“Selam olsun sana” dedi kız, “İyi geceler o zaman.”

Kız, bir adım atacaktı.

“Dur.”

“Ne?”

“Bir şey söyleyebilir miyim?”

“Söyle bakalım” dedi kız.

“Birlikte yürüyebilir miyiz?”

“Zaten yürüyordum. Senle neden yürüyeyim ki, seni tanımıyorum?”

Halit, bir elini üzüntüyle kaldırdı, “kusura bakma” dersesine, onu selamladı, dudaklarını bükerek.

Halit, bastı, arkasına bakmadan ilerliyordu. İçinden ağlamak geliyordu, yok olmak şimdi hemen buradan, utanç içindeydi.

Bankı gördü ve oturdu.

Kız ona yaklaştı: “Kalk, yürüyelim demedin mi? Açıklama bekliyordum.”

“Seni buralarda görmüştüm, sohbet etmek istemiştim sadece.”

“Öyle desene, neden korkuyorsun ki.” Güldü.

“Adını öğrenebilir miyim?”

“Sevcan ben.”

“Ben de Halit.”

“Memnun oldum” dedi kız.

“Ben de.  Yarın buralarda mısın?”

“Bilmem.”

“Neden benimle sohbet etmek istedin?”

“Bilmem.”

“Şu büfeden bana bir şişe su alır mısın?”

“Bende var, bunu kullanabilirsin” dedi Halit, şişesini uzattı.

“Onu yerden buldun; gördüm seni.”

“Yıkadım ama.”

“Olmaz. Pistir o. Git büfeden su al bana.”

“Şey, cüzdanımı evde unuttum da.

“Sorun değil. Özür dilerim; bunu düşünemedim. Ben gidip alırım. Bisikletime göz kulak olursun, ha?”

“Elbette dostum.”

Güldü: “Dostum demek!”

Genç kız, bir şişe su ve iki bira alıp geldi. Biranın birini Halit’e verdi.

“Ben kullanmam.” dedi Halit.

“Niye?”

“Sevmem.”

Genç kız, birayı açtı, biraz içti. Geğirdi, güldü.

Genç kız, biradan içti ve geğirdi, bu kez çok geğirdi ve güldü: “İğrenç olduğumu düşünüyorsun, değil mi?”

“Hayır.”

“Sen bana ne diyecektin, neden benimle konuşmak istedin, şu meseleyi açık açık söyler misin?”

“Senle konuşmak, seni tanımak istedim, seni merak ettim.”

“Başka?”

“Hepsi bu.”

“Başka şeyler var mı?”

“Yok.

“Var bence?”

“Yok.”

“Haydi şu kayalığa gidelim. Orası ıssız. Denize gireriz. Altımda bikini var. Ne dersin?

“Olur.”

“Sıcak çok bunalttı. Acil denize girip serinlemem lazım. Denize geceleri çıplak girmek acayip bir özgürlük hissi veriyor. O kayalıkta hep yaparım bunu. Haydi gidelim hemen.”

“Gidelim.”

Genç kız, aniden durdu.

“Senin gibi bir sırtlanla oraya gideceğimi mi sandın?! Şapşal! İşiniz gücünüz seks! Cebinde bir lira yok!

“Yanılıyorsun.”

“Benle sohbet etmek istiyorsun. Önce paranın olması gerekmez mi. diyelim karnım aç. Diyelim seksi seven bir kızım. Ama aç karna seks olur mu, beş kuruşun yok ve seks istiyorsun benden. Kendinden utanmalısın, aç zavallı!”

“Öyle değil.”

“Yalancı, takoz seni! Sevgi mevgi umurunda değil. Taytlı halime, vücuduma

kesildin ve benle konuşmak istedin. Kalbim umurunda değil. Ruhum umurunda değil. Tamamen hayvanca içgüdülerini tatmin etmek peşindesin. Önce aynada kendine bir bak. Pantolonun buruşuk. Gömleğin kirli. Pantolonunda yırtıklar var. Ayakkabıların çok eski. Sakalların var. Dağlıya, sapığa benziyorsun.”

“Sen delinin tekisin!”

Genç kız güldü. Mutluluk duydu bu sözlerden.

“Ispanak! Sen şehirli vahşinin tekisin. Zarif görünüşün çok yanıltıcıymış, sakal bırakıp elinde tırpan ya da baltayla gezsen çok doğru olacak, ne der usta, ya göründüğün gibi ol ya da olduğun gibi görün, benim dış görünüşümle alay edip durman çorak bir zihne sahip olduğunu gösterdi, oysa ben senin içinin değerli olduğunu sanmıştım.”

Genç kız şaşkınca baktı ona ve birden kahkaha attı, delice mutluydu, şöyle dedi:

“Hadi ben sende! İçmişlim. Kolayım, ha? Avucuna yalarsın! O ıssız yere gitsek üstüne atlayacağımı mı sandın. Gülerim sana. Tamam; görünüşüm süperdir. Beğenebilirsin. Normal. Ama benim kalbim tuhum yok mu?

“Sen kalpsizce konuşuyorsun. Çok gaddarsın. Param yok. Sebebini bilsen üzülür ve benim kucağıma oturmak istersin. Ağlarsın.”

“Aaaa!” dedi genç kız şaşarak, güldü, “Hadi ben sende! Pis fakir. Uzak dur benden. Çığlık atarım, toplanırlar buraya bak, asabımı bozma! O sözden dolayı hemen özür dile benden!”

“Tamam tamam, özür dilerim, sakın bağırma. Senden çok hoşlanmıştım. Her şeyi bu kadar çabuk berbat etmek çok mu hoşuna gitti? Ama zihin yapın bok çuvalının tekiymiş, çok vahşi.”

“Çok mu zoruna gitti.” Güldü.

“Evet.”

“O zaman ağzıma sağlık. Git kendin gibi köylü bir kız bul.”

“Seni anlaşılan birileri çileden çıkarmış. Kalbin katılaşmış ya da bugün berbat bir şey yaşadın ve bana patladın. Boşaldın.”

“Kızlar boşalmaz.”

“Boşalır.”

“Senin neyin var?”

“Asıl senin neyin var, odun herif!

Nasıl?

“Bisikleti ben süreyim, sen biranı rahat iç diye söyledin. Çok bekledim. Erkek arkadaşım, sevgilim olacak saplama satıp gitti beni. Saçma bir kıskançlık yaptı. Küfür ettim, bastı gitti. Onunla  işim bitti. Su almaya ben giderim demedin. Kırık camların üstünden geçtim, demedin orada kırık camlar var, diğer lastiği de patlatma. Bira bitti, ver boş kutuyu çöpe atayım demedin, dersin diye boş kutu elimde penis gibi durdu. Bekledim. Denedim seni cacık herif! Sen odun ötesi birisin!”

“Ya o kadar çok heyecanlandım ki seni görünce! Sen tam yanımda olunca normal olamadım. Kalbim kut küt çarpıyordu ve düşünemedim. Fark edemedim senin durumunu. Çok haklısın. Öküzün tekiyim.”

“Yürü git işine be!” dedi kız, bastı gidiyordu. Ağlama sesi duydu Halit. Yanına koştu.

“Eve kadar yardım edeyim?”

“Beni yalnız bırak” dedi kız ağlayarak, “Kalbini daha da kırmayayım.”

“Lütfen” dedi gözlerin ıslanarak.

“Olmaz. Benim vahşi biri olduğumu söyledim, sana zarar veririm.”

Halit, durdu ve kızın gözden kaybolmasını seyretti.

Halit’in gözlerinden yaşlar düştü. Hayali, İç dünyası yerle bir olmuştu, karanlık bir enkazdı. Bağırmak istiyordu. Deli gibi öfke ve kırgınlık.

Öfkesi kendineydi. Ona incelikli davransaydı keşke.

Banka oturdu, bir paket sigara ve çakmak fark etti, bir dal çıkarıp yaktı. Güldü: “Bir fırsat vardı ve kaçırdım.” diye söyledi kendi kendine. Tamam güzelim. Sonuna kadar haklısın. İlk gördüğümden beni bayıldım beyaz bacaklarına. Pembe mini etek giymiştin o gün. Tamam. Suçsa suç. Günahsa günah. Delice yalamak istediğim onları. Ama bir çift bacak görürken bir çift çiçek de gördüm. İşte sana bunu ifade edemedim. Bir çift çiçek. Bir çift gül. Köyümdeki bizim evin bahçesindeki güllerden. Turuncu güllerden. Onları ben dikmiştim.”

Çocuk gibi ağladı.

Bu sırada arkadan ona yanaşan genç kız onun bütün dediklerini duymuştu. Yaşlı gözlerini sildi. Derin bir nefes aldı. Ona doğru yaklaştı ve Halit’in gözlerini kapadı, ses tonunu değiştirdi: “Bil bakalım ben kimim?”

“Sevcan!” dedi öfkeli, güçlü bir ses.

“Baba” dedi genç kız.

“Nerdesin kızım, bakmadık yer bırakmadım, gel hemen eve gidiyoruz.”

Genç kız ona doğru gitti, duvar kenarına koyduğu bisikletini aldı ve başını çevirip Halit’e baktı üzgün biçimde.

“O kılıksız kimdi?”

“Hiç.”

“Konuşma onunla.”

“Yok.”

“Fatih seni sordu. Kavga ettiğinizi anlattı. Eve gelmediğini öğrenince çok endişelendi, benimle seni aramaya gelecekti; istemedim.”

“O piçle işim bitti baba, adını anma!”

“Hani evlenecektiniz?”

Yok; bitti.”

 

 

AÇ KURT SÜRÜSÜ

 

Sabah karanlığında kafadar kurtlar uyanmıştı, yakında küçük bir dere vardı, gidip su içtiler. Çiftlik evini kesmeye başladılar.

Çiftlik evininin ahırına baskın yapıp ne alabiliyorsa yapacaklardı. Bu siyah kurdun hiç istemediği bir şeydi; ama iri lacivert çok ısrar ediyor, öyle laflar ediyordu ki; siyah kurt bu işin zor olmayacağını düşünmeye başlıyordu, ama sezgisi “girme bu işe” diyordu, “ben bu işin iyi sonuç vereceğini seziyordum” dediğinde ise iri lacivert şöyle diyordu: “Tek başıma girerim, sen buradan beni izle o zaman. Onun bu işe tek başına girmesini de hiç istemiyordu. Başlarına ne gelecekti. Siyah kurt bunu kestirmeye çalışıyordu, başlarına ne gelebilirdi? Düşünüp duruyordu, ikisi de gergindi, akşam geldi ve gece yaklaştı. Gündüz çiftlik evini, ahırı gözetleyip duruyorlardı.

Civarda bir tane köpek bile görmemişlerdi, siyah kurt buna çok sevinmişti.

Üç koyun gördüler, ahırın bir yerinden çıktılar, çevrili alanı aştılar ve ormana doğru ilerliyorlardı.

“Haydi şunların icabına bakalım” dedi iri lacivert.

Gündüz ışığında o koyunların avlamaya çalışmak kendini ölüme atmakla aynı.

Bir süre konuştular. İri lacivert onu ikna etmeye çalışıyordu.

Sen gelmezsen gelme. Ben tek başıma giderim dedi iri lacivert. Bu sırada yaşlı bir adam göründü. Koyunları çağırdı ve koyunlar onun sesini duyar duymaz fişek gibi ona koştu.

Gördün mü dedi siyah kurt. Ben sana demiştim güvenli olmadığını.

Haklısın. Ama burada köpek olmaması işimizi çok kolaylaştıracak ne dersin.

Köpek olmaması çok tuhaf. Koyun varsa köpek mutlaka vardır. Bu işte bir iş var.

Çok kolay olacak.

Öyle görünüyor ama bu işte bilmediğimiz bir şey var. Hiçbir av kolay değildir dostum. O yaşlı insan buralarda bizim gibi kurtların aç dolaştığını bilir. Kesin vardır bir numarası. Köpekler öteki tarafta bağlı olmalı.

O zaman gece o tarafı gidip yoklayalım. Ama köpek olsa mutlaka havlar. Ses çıkarır.

“Orası da doğru. Bilmiyorum.”

Gece yaklaşmıştı. Kafadarlar gergin, heyecanlı ve kıpır kıpırdılar. Açık duygusu içlerini ezmişti. Ama yemek bulacak olmaları onları dimdik ayakta tutuyordu.

“Bir çarpışma olursa” dedi iri lacivert, “Fare gibi enselenirsek?”

Çok iyi dedin,

Çarpışırız. İkimiz kafa kafaya verince onların işini bitiririz.

“Yapma ya.”

“Ya ne?”

Ev sahibi ya da köpekleri karşımıza çıkarsa hemen vın kaçacağız. Ayrı kollardan. Onlarla ve köpekleriyle kapışılmaz. Benim ilkem zor duruma düşme, insan ve adi köpekleriyle muhatap olma. Olmak zorundaysan kaç. Onlarla savaş olmaz.”

“Sen de çok korkaksın be.”

“Bununla ilgisi yok.”

“Ya neyle?”

“Akıllı kurt benim gibi düşünür, avanak seni. Ama umarım

Bizi enselemezler iş üstünde. E öyle olursa kaçmak için çarpışmamız gerekecektir. Anlatabildim mi?”

“Anladım yoldaş.”

 

ÇARPIŞMA

 

Bir kuru kemik parçası için kardeşleriyle kavga ederdi siyah kurt. Göğüs göğse. Yatıp yuvarlanırlar, hırtlaşırlar, kemiği iki uçtan tutup çekiştirirler, bu sırada hırlarlar, güçlü olan kemiği alır, kaçardı uzak köşede onunla oynamaya başladı, yenilen arkadan koşar, kemiği alıp kaçardı.

Çarpışma olunca kardeşini hissederdi. Yumuşaklığını. Sıcaklığını. Pis kokusunu.  Ağzını sırtında ya da başka yerlerinde hissederdi. Çarpışmaya başlayınca vücut vücuda birçok noktadan temas eder, baskı uygular, biri birini yıkmaya çalışırdı, kupkuru aptal bir kemik parçası için. Her şey oyun gibi görünürken taraflardan biri gerçekten kızmaya ve kardeşini hurda haşat etmek için çılgınca kükremeye başlar. Beri ki de çıldırmıştır. Oyun gerçek bir kavga döner. İşte o zaman gerçek can yakmalar başlar. Yavruların gerçek karakterleri şekillenmeye ve ortaya çıkmaya başlar. Kimi uysal, kimi zeki, kimi atak, kimi pes etmez, kimi gaddar, kimi paylaşımcı, kimi sevgi dolu, kimi sinsi, kimi şeytanın yaveri misali, kimi ise canavarlık üstüne rakip tanımaz. Ve kardeşlerini gebertmek ister, siyah kurtta en güçlü özellik dirençli oluşuydu, ondan güçlüydü kardeşleri, o en son doğmuştu, kardeşleri canavarca hislerle doluydu, ama en akıllısı siyah kurttu,  kardeşlerinin canavarca saldırılarından kurtulmak için hep aklını kullanırdı. Sevecendi ayrıca, gücü diğerlerinki kadar değildi ama pes etmez, onunla uğraşanı bezdirip moral bozardı. O güçlü kardeşleri birbirinden kemiği alıp dururlardı, kemiği alan sevinirdi, zafer ilan ederdi, sonra öteki bastırırdı ve kemik başka ağza giderdi, hepsi tatmin olurdu; ama siyah kurt tatmin olmazdı, en sonunda bütün yavruların koşturmaktan canı çıkardı ve yorgun  düşüp uzanırlardı, bu kez minik siyah kurt kemiği alırdı. Kemiğe hırladı, koşardı zıplardı. Kardeşleri onu ciddiye almazdı. Neden benimle oynanıyorsunuz solucanlar der gibi onlara bakar, onları kendine çekmeye çalışırdı. Siz hiç merak etmeyin. Büyüyünce hepinizi haklayacak kadar güçlü olacağım derdi bakışları.

 

Kavurucu bir sıcak vardı ve ormanda otların arsında çiftlik evini gözlüyorlardı.

İri lacivert dedi ki: “Eğer acele etseydik yaşlı adam gelmeden o koyunlardan birinin işini bitirebilirdik.”

Hiçbir kurt gündüz av aramaz. Aklı varsa ve açlıktan ölecek gibi değilse.

Zaman da ne kadar ağır geçiyor.

Yerleştikleri yerde kimse onları fark edemezdi. Hayalet gibiydiler. Bazen uyukluyorlar, bazen gözleri açıp çevreye bakıyorlar, bazen oralarındaki buralarındaki pireleri ısırıp kaşınıyorlar, bazen esniyorlar ve huzursuz biçimde zamanın geçmesini bekliyorlardı, ara göz göze geliyorlardı.

Siyah kurt bundan çok memnundu, göz göze gelebildiği bir kurdun yanında olması ona çok iyi hissettiriyordu, iri lacivert de böyle hissediyordu ve bu göz göze gelme onları mutlu ediyordu ama asıl olan güçlü ve güvenli kılmasıydı, işte bu yüzden göz göze gelmeler ikisini de mutlu edebiliyordu. Bir yoldaşlık, fikir ve yol birliği, bir işe adanmışlık, kafa kafaya vermek.. zehir gibi sıcakta bekliyorlardı ve hiç esinti yoktu, nem korkunç bir düzeydeydi. İki sürüngen gibi yapışıp kalmışlardı oraya, bütün umutları çiftlik evinin ahırıydı, düşünüyorlar, hayal kuruyorlardı. Aslında hayal kuran iri lacivertti, koyunları yediğini düşünüyor ve görüyordu, iri lacivert ise durum nasıl olacak, iş nelere yol açacak, kafasında en kötü senaryoları çevirip duruyordu ve canı sıkılıyordu. Bu sırada sıkılan, canından bezen iri lacivert gevezelik etmeye başlıyordu,

“Ortak, ne düşünüyorsun?”

“Hiç.”

“Umarım bu kadar beklemeye değer.”

“Tabi işler umduğumuz gibi gitmeyebilir.”

“Ne yaparız?”

“Kaçıp başka bir yiyecek kaynağı ararız. Ama bana sorarsan o çitlik evine hiç gitmememiz lazım.”

 

Ormanda baykuşlar ötmeye başlamıştı, gecenin karanlığı her yeri vahşi biçimde kaplamıştı. Kafadarlar gergindi, bir korku, tedirgin bir his kalplerini yalıyordu. Kıpır kıpırdılar, yiyeceğe kavuşmanın sevinci içlerinde taklalar atıyordu, delice arzuluydular, son derece kuvvetli ve yenilmez hissediyorlardı kendilerini, ama o korku hep vardı, hiç gitmiyordu. Konuşmuyorlardı. Çiftlik evini gözlüyorlardı, ışığın sönmesini ve vaktin epey geçmesiniaşağıda küçük bir dere vardı, kurbağalar şevk ve mutlukla vıraklıyordu, cır cır böcekleri ötüyordu neşeyle.

Sessizdiler. Konuşmak istemiyorlardı, havayı kokuluyorlar, çevreyi dinliyorlar, sabırla vaktin ilerlemesini bekliyorlardı, bazen dört ayak üstünde, bazen yatarak.

Nihayet uygun zamanın geldiğini hissetmişti siyah kurt.

İri lacivert hemen hissetti onu, ardından gidiyordu.

“Ben önden gideyim yoldaş.”

“Neden?”

“Çünkü oraya gitmemizin iyi sonuçlar doğurmayacağını seziyorsun, şayet başımıza ölümcül bir şey gelecekse önce bana gelsin, sen ise kaçma fırsatı bulursun.”

“Belki de başımıza fena bir şey gelmeyecek.

Gelecekse eğer. Sorumluluğu üstüme almalıyım.”

“Peki o zaman. Sen önden git bakalım.”

“Ahıra önce ben girerim.”

“Sakın vakit kaybetme. Acele de etme. Çok dikkatli ol.

Ben etrafı gözlerim. Bir sorun çıkarsa ses ederim.”

Dereyi geçtiler ve çiftlik evinin tellerinin altından geçip araziye girdiler. Hiç ses çıkarmıyorlardı, toprakta hayalet gibi ilerliyorlardı. Sabah yaklaşmıştı ve bütün canlılar en derin uykularındaydı.

Siyah kurt geride mevzilendi. Buradan her tarafı görebiliyordu, iri lacivert ise ahırın çevresinde dolanıp girebileceği bir yer, bir delik arıyordu. İçerideki koyunların kokusunu almıştı, sevinçten deliye dönmüştü, içeri bir an önce girmek için aralık arıyordu heyecanla ve süratle. Bulamadı.

Siyah kurdun yanına gitti.

“İçeri girmenin yolunu aradım ama bulamadım. Tekrar bakayım.”

“Boş ver. Gidelim buradan. Zorlamayalım.”

“Saatlerce bekledik. İyice denemeden gitmek aptallık olur. Bekle beni.”

İri lacivert ahırın çevresinde tekrar dolanmaya başladı, küçük bir aralık vardı, tahttalar eskiydi, çürümüştü, arayı genişlenirse içeri girebilirdi, kemik kıran güçlü dişleri elbette bu çürük tahtaları kırardı, aralığı büyültüyordu, çok vakit geçmişti ve siyah kurt telaşlandı. “Nerde kaldı bu?” diye acıyla düşündü. Biraz daha bekledi ve başına bir şey geldiğini düşünüp fırladı.

İri lacivert deliği büyültmüş ve heyecanlanıp acele edip sığabileceğini düşünüp atılmış, ama gövdesinin yarısı deliğe sıkışıp kalmıştı, ne ileri gidebiliyor, ne geri çıkabiliyordu.

“Ne bekliyorsun orada?”

“Sıkıştım. Bana yardım et!”

Siyah kurt kuyruğunu yakaladı ve onu geri çekmeye çalıştı.

İri lacivertin canı çok yanıyordu ve bıraktı.

“Böyle olmuyor. Bütün gücünle zorla.” Tam bu sırada yukarda gözüne bir şey çarptı.

“Yukarda açık bir pencere var dostum, eğer başını yukarı kaldırsaydın onun görürdün ve buraya sıkışmazdın. Gözün heyecandan kör olmuş demek ki.”

“Ne bileyim. Görmedim işte.”

“Arkadan seni iteceğim. Sen de bütün gücünle it kendini.

Canın acır ama çıkarsın. Bir iki üç deyince bastır.”

“Tamam.”

İri lacivertin canı çok yandı ama o dar pis delikten kurtulmayı başardı. O sırada acıyla inlemişti.

“Umarım sesi duymamışlardır. Ben etrafı kolaçan edeyim.” Siyah kurt eski yerine gitti, çevreyi araştırıyordu.

Vakit geçmişti ve iri lacivert gelmemişti. Siyah kurt fırladı, sıçrayıp pencereden ahıra girdi. İri lacivert kuzunun biriyle oyun oynuyordu.

Seni geri zekalı ne yapıyorsun burada.

Şuna baksana ne kadar sevimli. Beni annesi sandı. Sokuldu. Onu gebertemezdim herhalde.

İki öfkeli köpeğin sesini duyduklar  dışarıda.

“Eyvah! Köpekler! dedi siyah kurt.

Köpekler öfkeyle hırlıyorlardı, ahırın kapısı önünde.

“Bunlar gündüz yoktu, nerden çıktılar?!” dedi iri lacivert.

“Acilen burayı terk etmeliyiz!”

“Önce sen kaç, eğer seni takip edelerse ben fırlar, peşimden gelmeleri için onları oylarım. Kurtulursam senle dinlediğimiz yerde buluşuruz. Bir saat içinde orada olmazsam benden umudu kes ve yoluna git. Bana yaşattığın her saniye için, geçirdiğimiz günler için sonsuz teşekkür ederim sana yoldaş.

Siyah kurt dedi ki: “Sen yaşayacaksın!”

Berikinin içi parladı sevinçle: “Neden biliyorsun?”

“Sezgilerim.”

Siyah kurt tam çıkacaktı.

Dur dedi iri lacivert. Yanlış bir plan yaptım. Onlar şimdi çok öfkeli, güçlü. Süratle koşup yakalayabilirler seni. Önce ben çıkarsam güçleri erir, takatleri kalmaz. Senin peşinde düşseler bile kısa süreli olur. Ben önce çıkarsam onları yorar oyalar ve sana zaman kazandırırım.”

“Haklısın. 10 tane olsalar da sorun değil. Kendimi hiç bu geceki kadar cidden bir kurt gibi hissetmemiştim. Atalarımın ruhu ruhumda sanki. Bana güç verdiler ve ne senin ne kendimi onlara yem yapmayacağım.”

İri lacivert pencereden atladı ve köpeklerin seslerinin geldiği ahırın önüne doğru ilerledi sakince, ve onları az ötede gördü, İki kangal köpeği onları az ötelerinde görür görmez çıldırdı öfkeden ve onun paramparça etmek için

fırladı ve iri lacivert de fırlamıştı. Kangalın biri önde, diğeri arkadaydı, on metre kadar ilerdeydi iri lacivert. Çok çabuk dikenli tellere geldi. Hızını düşüremedi ve dikenli tellere tosladı ve top gibi geri düştü tepe takla ve doğrulup yumuldu tellere, tellerin altından son anda geçti ve onun başına gelen erkek kangal köpeğinin başına geldi ve çok iriydi, canı  o kadar yandı ki, acıyla ciyakladı, teller birçok yerini parçalamıştı. Diğer kangal akıllıydı, yavaş gelmişti sakatlanan kangal yerde ceset gibi kalırken akıllı dişi kangal bir süre şaşkınlıkla ona baktı, onu bu kadar aciz ve sefil biçimde ilk kez görüyordu, kalın kafalı seni gidi der gibi bakıyordu ona. Hemen ayıldı ve fırladı tellerin arasından süzüldü.

İri lacivert dereye yaklaşmak istiyordu, bütün gücüyle koşuyordu, dere uzaktı, eğer yaklaşırsa dereye işi çok kolaydı, karşıya geçecek ve geçti mi kendini ormanda bulacak ve kayıplara karışacaktı, kangal ormana girmezdi, giremezdi, korkardı, o çiftlik arazinden sorumluydu çünkü. Orman ise başka canlılara, yani vahşi hayvanlara, kurtlara aitti. Ki evcil köpekler bu ayırımı çok iyi bilirdi.

İri lacivert asılıyordu. Adeta ruhuyla koşuyordu. Dayan diyordu kendine. Ama arkadaki erkeğe göre ufak olan kangal mesafeyi git git kapatıyordu.

 

Bu sırada siyah kurt yoldaşının başının belada olacağını sezip ayrı yoldan kaçmamış, iri lacivertin izlediğini düşündüğü rotayı takip ediyordu. Sakatlanan kangal onu görünce doğrulmaya çalıştı, bir ayağı fenaydı, topallıyordu, havladı hırladı ama ilerleyemedi, siyah kurt onun ötesinden tellerin altında süzülüp ilerledi. Daha hızlı ol diyordu içindeki ses, yoksa onun ölüsünü bulacaksın, daha hızlı. Çok daha hızlı. Eğer koşup ona yardım etmese iri lacivertin kesinlikle öleceğini zımba gibi hissetmişti kalbinde. Dürtüsü yanılmıyordu ve rüzgar gibi koşuyordu.

Leş gibi uzanan ve inleyen iri erkek kangalın yanından geçip gitti. buna ne olmuş böyle diye geçirdi içinden. Orada dikenli emir tellerin olduğunu unutmuştu, ay ışığının yansıması parıltısı kımıldatmıştı ve zorlukla durdu, nerdeyse tellere toslayacaktı, kangalın başına geleni anlamıştı, tellerin arasında kuş gibi süzüldü.

 

İri lacivertin nefesi tükeniyordu. Arkadaki kangal çok yaklaşmıştı. Birkaç metre daha yaklaşırsa fena olacaktı.

Dişi kangal onun arka ayaklarına göğsüne çarpıp yere devirmeyi planlıyordu.

İri lacivert dereyi geçemeyeceğini anlayınca yön değiştirdi. Yokuştu ve yokuş gücünü kesmişti.

Çiftlik arazinden aşağı doğru, ama ormanla arayı çok açmadan koşarsa, çiftliğe doğru koşar gibi yaparsa, onu şaşırtıp ya da ekip tekrar yokuşa asılabilir ve dereyi geçip ormana dalabilirdi. Orada bir yerlere saklanabilirseevetevetsaklanmak

eğeröyle yaptı…  yokuş aşağı koşmak kolaydı.

Kangal köpeği şaşırmıştı. Ama ısrarlı koşusuna devam ediyordu. Ona ölümcül bir ceza vermekte çok kararlıydı.

 

Siyah kurt durdu ve ötedekileri duymaya çalıştı.

karanlıkta yankılan nefes seslerini duydu. Ayak seslerini duydu. Ayakların süratle yuvarladığı taş toprak seslerini duydu. Tamam, nerde olduklarını duymuştu. Fırladı. Elli metre kadar ilerledi ve sonra aniden kendini su içinde buldu, boğulmamak için çırpınıyordu.

Bahçe sulamak için yapılan eski bir su havuzuna düşmüştü. Su derindi ve çok geçmeden boğularak öleceğini anlamıştı. Gücü tükenince. Gökyüzünde binlerce yıldız vardı. İri lacivert ne haldeydi ve kendini burada ölüp gidecekti, ona yardım edemeyecekti, ölecek olması değildi, zaten çok sevdiği ailesini ve sürüsünü kaybetmişti, o gündür yaşama sevinci tuz buz olup gitmişti, öleceği için delice seviniyordu, bu can sıkıcı hayatta kalma savaşı bitecekti, her gün delice yiyecek bulmak için çırpınıyordu, o çıldırtan açlık duygusunu bir daha hissetmeyecekti, ölünce ailesine ve sürüsüne kavuşacağından emindi. Bırak kendini, mücadele etme, boğul ve öl diyordu içindeki bir ses. Ama öteki ses mücadele et diyordu, buranda kurtulmanın bir yolu vardır. İri lacivert aklından gitmiyordu, onun canı cana öyle çok karışmıştı ki. Onun ruhu ruhuna öyle sımsıkı dolanmıştı ki, onunla kardeşlerinden olduğundan yakın bir bağ kurmuştu. Bunu heba olup gitmesi ve ona yardım edememekişte en can sıkıcı olan buydu, giderek daha sakinleşiyor, panik duygusunu atıyordu, birden karşısında yoğun bittiler gördü, mucize gibiydi. O tarafa gitti, akyalarına bir şeyler takıldı. Evet, çamurdu burası, kayıyordu ve bitkilere takıyordu ayakları. Ön akyalarıyla bitkilere tutundu, başta kaydı, bir süre dinlendi ve tekrar denedi ve sıçrardı. Bir parça kendini yukarı aldı, bekledi, tekrar sıçradı. Ve kendini havuzdan çıkarmayı başardı. Silkindi ve bastı. Bataklığa dönmüş bu iğrenç havuzda boğulmadıysa artık ona ölüm yoktu. Sevinçle fırladı.

 

İri lacivert zikzaklar çiziyordu. Kangal köpeği başını uzatıyor, onun bir tarafını tutup çekmeye çalışıyor ama bir türlü başaramıyordu, kurun bu direnişi onu deli etmişti, hemen önündeydi ve ona bir türlü yetişemiyordu, yetişir gibi oluyor, bir anlık kurt atak yapıp yine onu arkada bırakıyordu, hemen ardındaydı kangal köpeği, onun pes etmemesi sinirlerini bozmuştu. İri lacivert zikzak çizerken ayakları kayıyordu, kangalınki de. kangal bazen soldan yaklaşmak için çırpınıyor, bazen sağdan asılıyor, bazen arkaya düşüyordu, bu kovalamacada yarış pistindeki atlar gibiydiler.

Bazen iri lacivert bu iş bitti diyordu içinden, ama bırakmıyordu, o esnada ise kangal köpeği atak yapacak gücü bulamıyordu kendinde. İri lacivert onun yaklaşıp onu devirmediğini görünce şaşırıyor ve yeniden doğmuş gibi koşuyor, adeta yenileniyor ve güç doluyor sevinçle koşuyordu, işte bittim, sonunda bittim, az sonra işimi bitirecek diyor, ama o gerçekleşmiyordu.

Pes etmemsi, direnişi hep lehineydi ve bunun farkında değildi. Kangal köpeği bu teslim olama karşında ezilip ufalanıyordu adeta ve bu işin uzaması onun kaybetmesi demekti, bırakmayı düşünüyordu, bu pis lanet kurdun peşini bırakmayı kararlı biçimde düşünüyordu. Ama gücü cidden tükenmemişti. Biraz daha zorlamalıydı. Perişan olana dek en azından. Onun peşinden koşmak anlamsız gelmeye başlamıştı. Heyecanını yitirmişti. Onu parçalamak isteği erimişti.

İri lacivert koşuyordu ve düşmanı bezdirmenin onu yenmek olduğunu bilmiyordu ama hayatta kalma içgüdüsü ona devam etme gücü veriyordu. Kangal köpeği için böyle bir şey söz konusu değildi. Onun itici gücü yoktu, ha, başta sahibinin arazisini korumak ve sevmediği pis, sefil, asalak kurdu gebertmek şahane gelmişti gözüne ama çok yorulmuştu.

İri lacivert yine düşündü: işim bitti.

Kangal köpeği canhıraş koşuyordu ve şöyle düşündü: “Az sonra işini bitireceğim!”

Kader böyle anlarda saklıydı.

İri lacivert yine asılıyordu ve kangal köpeğinin ayağı iri bir taşa takıldı ve yuvalandı.

İri lacivert arayı açtı ve karaltılar arasında bir yer fark etti. Eski arı kovanlarının arasına sığındı. Burada dizi dizi birçok arı kovanı vardı. Çiftlik sahibi birkaç yıl kadar önce arıcılık yapmıştı ve kovanları buraya yığmıştı. İri lacivert nihayet nefeslenme fırsatı bulmuştu ama burada fazla kalamazdı. Güç topladıktan sonra bütün gücünü dereye doğru koşmak için harcayacaktı.

Kangal köpeği toparlanıp gelmişti. Bir kedi tıslaması duyuldu, kangal durdu ve geri çekildi. Havladı. Kedi tısladı. Kedinin dört yavrusu vardı. Yeni ayaklanmış kediler arı kovanı kutusunun arkasına gizlenmişlerdi. Hemen arkalarında ise, bir kutu sıra arkasına iri lacivert saklamıştı. Anne kedi iri lacivertin sesine uyanmış, korkmuş, az beklemiş, dışarı çıktığında ise kangalı fark edince yavrularını savunmak için saldırı başlatmıştı.

Kangal köpeği bu kediyi tanırdı, çiftlikte dolanan bu kediyle hiç ahbaplığı yoktu ama. Ona ses etmezdi. Neden böyle tepki verdiğini anlayamıyordu. Oraları kolaçan etmek istiyordu ama kedi izin vermiyordu, nereye gidecek olsa kendi önünü kesip tıslıyordu. Kangal köpeği mesafeyi koruyup havlıyor, çekil yolumdan diyordu. Kedi ise burası benim, çekil git diyordu. Benim mekanımda böyle dolaşamazsın.

İri lacivert havlamaları ve tıslamaları duyunca yavaşladı.

Dostu burada bir yerde olmalıydı. Salanmış olabileceğini düşündü.

Sessizce, adeta hayalet gibi yaklaştı ve zihni meşgul olan kangalın tam arkasına gelip bir bacağından ısırıp fırladı. Korkan ve şaşkına dönen kangal köpeği çok kızdı ve canı yandı ve ne olduğunu anlayamadı ama kurt kokusu alıp fırladı. Havlayarak gitti bir yöne. İri lacivert ortalığın sessizlini dinledi. Uzaktan gelen sesleri. Dostunun hırlamasını. Kangalın hırlamasını duydu. Kapışıyor olmalıydılar, canı çıkmıştı koşmaktan ama onu yalnız bırakamazdı. Siyah kurdun onun kaçması için bu fırsatı yarattığını anlamıştı ama onu yalnız bırakmak yoldaşlığa uymazdı. Seslere doğru fırladı.

Çok yorgun ve gücü tükenmek üzere olan kangal köpeği bir yanda, siyah kurt bir yandaydı, kangal ona yaklaşamaya cesaret edemiyordu çünkü bütün heyecanını yitirmişti. Hırlayıp köpürüp ona gözdağı verip direncini yıkmak istiyordu. Oysa iri lacivert oyuna yeni dahil olmuş, bütün gücü kuvveti yerindeydi ve tam bu sırada iri lacivert sahneye girdi. Hırlayıp diş göstermeye başladı. Şimdi ikiye karşı birdi. Kangal köpeği çaktırmıyordu ama müthiş bir korku içindeydi. Fırsat bulup hemen buradan toz olmalıydı.

Siyah kurt yoldaşını görür görmez müthiş sevinmişti ve cesaretle doldu yüreği. Atıldı ve kangalı bire yerinden kaptı kangal acıyla cıyakladı. Arkadan da iri lacivert atıldı, kıçtan ısırdı. Kangal köpeği panikle cıyaklayıp geri çekildi, çok korkmuştu ve korkuyla panikle yanlış yöne fırladı, çiftlik evinin tam tersi yöne, ormana doğru ilerliyordu.

Ve kafadar kurtlar süratle uzaklaştılar oradan.

Neden kaçmadın. Senin kaçman için fırsat hazırladım. Mankafa.

“Bana kızacağını biliyordum ama seni tek başına bırakamazdım. Kader nedir dostum?”

“Bu da nerden çıktı?”

“Kader nedir dostum?”

“Bilmem.”

Pes etmemek. Direnmek. İşte bunu yaptın mı kaderini sen şekillendiriyordun demektir.

“Nerden çıkardın bunu?”

“Tam işim bitti dediğim an pes etmedim. Direncim canımı dişime taktım. Ama bir an cidden geriledim. Basamadım güzelce. Beni yakalardı istese. Ama bir şey oldu. Ayağı bir şeye takıldı herhalde. Yavaşladı. Ensemdeki soluğu gitti. Ayak sesleri.

O taşı oraya tanrı koydu. Aptal köpek. O taşı oraya Tanrı koydu çünkü direndiğimi, pes etmediğimi gördüğü için.

“İşte kader budur kardeşim. Peki, neden geç kaldın?”

“Bir havuza düştüm. Nerdeyse geberip gidiyordum.”

“Bence yarım kalan işi gidip halledelim. Nasılsa köpeklerin icabına baktık.”

“Bu delilik olur. Yürü gidelim buradan!”

 

Ertesi günün erken saatleriydi.

Ali dayı köpekler yerinde yok.

Yaşlı adam uykudan yeni uyanmış evini verandasında çay içip kahvaltı yapıyordu.

Dün yemek verdim, yerinde olmamalarının imkanı yok.

Gidip baktılar. Dişi ve erkek kangal ortada yoktu.

“Dayı onlara çok para verdim. Birkaç gün sonra gelip alacağım dedim. Sense köpekleri kaybettin.”

Kemal’in erkek kardeşi trafik kazası geçirmişti.

yolda almıştı telefon. Köpekleri dayısı Ali’ye bu yüzden bırakmıştı. Köpekleri o gün satın almıştı.

Çiftliğin çevresinde köpekleri arıyorlardı.

Erkek kangalı buldular. Ölmüştü. Delik deşik olmuştu, perişandı ceset. Kahraman edasıyla kasıla kasıla yeşil çimlerin üstünde yürüyen muazzam heybetli kangalı böyle görmek yürek yakıcıydı.

“Dayı ne oldu bu köpeğe?” dedi gözlerinden yaşlar düşerek.

“Bilemiyorum, çok pis parçalanmış zavallı.”

 “Dayı bunu ne yapmış olabilir?”

“Bilemiyorum. Başka köpekler olabilir.”

“Kurt olmasın?”

“Uzun zamandır burada kurt görmedim. Bunu yapsa yapsa güçlü ve büyük bir ayı yapmıştır.”

İlerlediler. Dereyi aştılar. Dişi kangal yoktu.

 

Kemal, o gün adam topladı. 8 kişi. Av tüfekleri vardı v av köpekleri de vardı. Arkadaşlarının biri iz sürmede uzmandı. 2 saat sonra aramaya başladılar.

Dişi kangalı ormanda dereyi geçtikten sonra bir ağacın altında parçalanmış halde buldular.

İz sürmede uzman Mustafa bazı tüyler buldu ve bir diş.

“Senin köpekleri kurtlar parçaladı. Şu tarafa gittiklerini düşünüyorum.”

“Onları bulacağız. Gece gündüz aramaya devam. Onları bulana kadar devam. Gelemeyecek olanlar bıraksın, kalanlarla devam ederiz. Gidip tam teşkilat hazırlanmamız lazım. En az bir hafta dolanacağız peşlerinden. Belki 10 gün.”

Adamlardan ikisi bıraktı işi. Birisi karısı birisi de işi yüzünden.

Kemal, delirmişti. Öfke doluydu.

Musa dedi ki: “En fazla üç gün devam edelim, o kurtlar çoktan gitmiştir. Boşuna kendimizi perişan etmeyelim.

Buralarda bir yerdeler. Yukarı köyde, olmadı ötekinde.

Mutlaka kendilerini belli ederler. Açlar.

 

DÖRTLÜ KURT ÇETESİ

 

Dörtlü kurt çetesi önlerine ne çıkarsa öldürürdü, aç olmasa bile yaparlardı bunu. Onlar yeni tanışmıştı. Önce kırmızı gözlü iri kurt tek başına takılıyordu. Sonra diğerleri dahil oldu çeteye. Kırmızı gözlü kurt liderdi. En güçlüsü oydu. Bu dört kurt daha önce insanlarla hiç karşılaşmamıştı ve ilk kez karşılaştıkları iki kangalı da öldürmüşlerdi. Onlar katil doğmamıştı; ama öldürmekten büyük zevk alıyorlardı. Kırmızı göz en beter şartlardan bu günlere kadar gelebilmişti. Onlar çok sistemli organize olmayı geliştirmişti ve çok akıllı hareket ediyorlardı. Korktukları hiçbir şey yoktu. Ve onlar normal kurtlara göre çok iri yapılıydılar.

 

 

Kırmızı gözün anne ve babası o yöreye yeni gelmişti. Yaz ayıydı ve burada av boldu. Burada kalmaya karar verdiler ve yavruları oldu. Sekiz yavru doğmuştu. Bölge sahipli değildi ve yiyecek çoktu burada. Burayı sahiplendiler ve birden bire verimli bir av sahasına sahip olmuşlardı, mutlu güzel günler geçiriyorlardı.

Buraların kışının çok sert geçtiğini bilmiyorlardı ve kış aniden bastırdı. Neye uğradıklarını bilemediler. Kar buradan çıkmalarına da izin vermiyordu. Adam boyunu kat kat aşan karda neye gidebilirlerdi ki.

Her şey çok sıradan başladı.

 

Bir sabah uyandıklarında kar yağdığını gördüler. Ertesi gün biraz daha, ertesi gün biraz daha. Ve bir gece kar kesmeden yağmaya başladı ve boylarını aştı. Kar günlerdir yağıyordu ve burada kapana kısıldıklarını anladılar. Ormanın ücra bir köşesinde tutsaktılar. Dişi kurt, erkeği, bir dişi kurt ve tek gözlü yaşlı bir kurt ve sekiz yavru. Avlanmanın imanı yoktu, yuvaları kayaların altındaydı. Burası topraklı, ve içeriyi genişletmişlerdi.

Yaşlı kurt hastalandı aç kalınca ve kısa sürede öldü, onu yediler. Ve çok geçmeden açlık yine başladı. Sonra dişi kurt hastalandı, eş kurtlar onu öldürüp yemeye başladı, yavrular da yedi. Sonraki günlerde açlık yine başladı. Baba kurt en büyük yavruyu öldürdü. Onu yediler. Sonra diğer yavru. Kırmızı gözlü kurt bir gün sıranın kendisine geleceğini biliyordu. Gelecek yıllarında kanına işleyen bütün karanlık ve kötü şeyleri, hisleri ve acımasızlığı o haftalarda edinecekti. Ve bu onun karakteri olacaktı. Sürekli öldürme isteği duyacaktı.

Son bir yavru daha öldürdü baba kurt. Ertesi gün sıra kırmızı gözdeydi. “Neden birbirlerini öldürmüyorlar?” diye düşündü. Buradan kaçmayı düşündü. Gündüz saatleriydi ve yuvadan dışarı çıktı, kardan bir dağ vardı çevresinde. Kale gibi. Arkasında babasını gördü. Ona kükredi. Korkarak yuvaya kaçıp saklandı. Gökyüzünde binlerce yıldızın olduğu o müthiş güzel yaz gecelerinde babasının sırtına çıkıp oynar, onu dişlerdi. Şimdi o baba açtı ve onu öldürecekti. Annesi yuvanın bir köşesindeydi, yavrusuna öfkeyle hırladı. O da annesine karşılık vardı. O güzel yaz gecelerinin birinde annesi ona ve kardeşlerine tavşan getirmişti. Tavşan çok lezzetliydi ve tavşanı iştahla parçalarken kardeşleriyle yiyecek kavgası yapardı, o kardeşlerin hepsi ölmüştü, oysa o mutlu gecelerin süreceğini hayal ederdi, mutluluk ne kısaymış ve kabus başlamıştı, bunlardan nasıl kurtulurdu. Katil anne ve babadan!?

 

Kurt sürüsünün ininin olduğu yere çok yakın noktadan bir yol geçiyordu, belediye arası yolu kardan temizliyordu.

Anne ve baba kurt ve kalan son yavruları sesi işitmişti.

Ve o gün bölgece bir avcının kaybolduğu bildirilmiş, arama kurtarma ekipleri bölgede araştırma yapıyordu.

Kurt ini yakınında bir kurtarma görevlisi onu izleyen kurtları fark etmedi, dişi ve erkek kurt adama saldırdı.

Adamın çığlıklarına arkadaşları koştu, adam ağır yaralıydı. Kurtlar kaçmıştı. Ve yavru kurt cıyaklamaya başladı. Arama kurtarma görevlilerinden biri yavru kurdu karların arasında aldı. Yavru kurt kaçmak isterken karlara saplanıp kalmıştı. Yavru kurda araca götürdüler ve yiyecek verdiler. Bisküvi ve süt içinde kendine geldi. İlk kez insan görüyordu ve bu büyük varlıklardan çok korkmuştu. “Er ya da geç bunlar da beni yiyecek” diye düşünüyordu.

Araç yola devam etti, görevlilerin karnı açtı, yol üstünde bir benzin istasyonunda durdular. O esnada yavru kurt kapı açılınca fırladı ve gözden kayboldu.

Burada da kar vardı ama büyüdüğü yerdeki gibi değildi.

Benzinliği arkasında tavuk kümesi vardı, burada ördek tavuk çoktu, yesinler diye ekmek atıyorlardı pilav ve yemek artığı, yavru kurt geceleri oraya çıkıp karnını doyuruyor ve sonra ormanda saklanıyordu, eğer onlara yakalanırsa öldürülüp yeneceğini düşünüyordu, tıpkı anne ve babasının kardeşlerine yaptığı gibi. Onlara görünmemek için çok dikkatliydi, büyük bir titizlikle hareket ediyordu, orada bol yiyecek ve su vardı.

Aylarını böyle geçirdi. Sonra bir gece aklına tavukları öldürmek geldi. O gün hiç ekmek bulamadı tavukların gezdikleri yerde. İçine canavarca bir his geldi. Onlar beni görüp yiyeceklerse ben onların tavuklarını gebersem iyi olacak. Tavukların birini yedi ve doydu.

On tanesini boğdu. Sonra tüfek sesi duydu ve bastı ormana, orayı terk etti. “Bunlar da beni öldüremediler” diye düşündü. Onda takıntı olmuştu öldürülüp yenme endişesi.

 

Kemal ve arkadaşlar kamp ateşi yakmıştı, ateşin çevresinde oturuyorlardı.

Saatlerdir yol yürümüşlerdi ve ayakları çok yorulmuştu.

Kemal bir an önce eve dönmeyi düşünüyordu, ama yol boyunca iki köy vardı, eğer o kurtlara rastlarlarsa o köylerin birinde rastlarlardı. Öfkesi zayıflamıştı ve bitik hissediyordu kendini. Sıcak yatağını özlemişti ve diğerleri de aynı durumdaydı.

 

İri lacivert ve siyah kurt ertesi günün öğle saatlerine ormanda yeni ölmüş bir at buldular ve tıka basa yediler. Yiyecek çoktu ve birkaç gün daha burada kalmaya karar verdiler, içecek su vardı, dereye yakındılar ve dinlenip bol bol yiyip güç toplayacaklardı.

Siyah kurt dereye su içmeye indiğinde yakından gelen sesleri işitti. O tarafa doğru ilerledi saklanarak ve av köpekleri tutan adamı ve silahlı bir adamı gördü.

Süratle koşarak yerlerine döndü. İri lacivert ortalıkla yoktu. Oradan çekip gitmeye karar verdi. Ama bir an durmak geldi içinden. Durdu ve gri baktı. Bir tüfek sesi patladı, av köpekleri heyecanla havladı, bir tüfek daha patladı. Arkadan koşarak gelen iri laciverti gördü. İri lacivert onu fark etmişti. Çok geçmedi ona yetişti ve birlikte koşmaya başladılar.

Ayrı yönlerden kaçsak onları ekme şansımızı daha kuvvetli olur dedi siyah kurt. Sen dere altından koş, ben üstten. Bir süre öyle koş. Sonra dağa doğru git. “Dağda buluşuruz.”

Ayrıldılar.

Avcı köpekleri salmıştı. Köpekler fişek gibi ilerliyordu, 2 köpek bir yöne, 2 köpek başka yöne fırladı.

Çok geçmedi. Siyah kurt iri lacivertin acı çığlığını duydu, av köpeklerinin havlamalarını ve bir tüfek patladı.

İri lacivert belki de ben dere altından gitmeliydim diye düşündü, zavallı dostum.

Saatlerce koştu. Artık arkasında havlayan köpeklerin sesi yoktu. Küçük bir dere kenarında durdu, cılız derenin suyu çok soğuktu, terlemişi bitikti. Kana kana içti ve suya girip her yerini ıslattı.

Büyük bir umut ve heyecanla onu bekliyordu, gölgeye uzanmıştı, uyku uyanıklık arasında onunla ettiği son konuşmaları hatırladı, sonra onunla tanışması, ilk anlar ve gelişen dostlukları. Uykuya daldı. Kargalar ötüyordu. Uyandı. Kargaların ötmesi onu huzursuz etti, gerindi ve kalktı. Vakit epey ilerlemiş olmalıydı. İri lacivert görünürde yoktu. Aniden bir yerden çıkıp üstüne atlayacağını, şaka yapacağını hayal etti. Oturdu ve yine beklemeye başladı.

Çoktan burada olması lazımdı. Mutlaka gelecek, kaçmanın bir yolunu bulmuştur dedi içinden. Ya vurulmuşsa. Geleceğine inanmak istiyordu ve inatla bekliyordu ve artık geleceğine inanmayı sürdürmenin boş olduğunu fark etmeye başladı. Yıkıldı o an. Burada gitmeliyim diye düşündü. Onun yokluğu korkunçtu, yeniden o dayanılmaz yalnızlık duygusunu hissediyordu, ona ne çok bağlanmıştı böyle. Yürürken arkasında ya da solunda da sağında olurdu, başını çevirip ona bakardı, iri lacivert dostça yanıt verirdi, birbirlerinden güç alırdı ve güven hissederlerdi. Bir tehlike varsa birbirine sinyal verip uyanırlardı. Bu dostluk canına can katmış, gelecek günlere umudu artmıştı, ama günün birinde bu dostluğun ansızın biteceğini de hep düşünüp durmuştu. İşlerin aniden kötüye gitmesi kaçınılmazı ormanda. Ve her şey aynı gitmezdi. Korkunç değişiklikler olurdu ve siyah kurt bunu yaşamıştı, korkunç değişikliklerden sonra ormana adapte olarak, duruma yeni duruma adapte olarak hayatta kalmayı başarmıştı. Çok üzgündü. Onu perişan eden üzgün bir his vardı kalbinde. Ve ayrılığın böyle aniden gelmesi kalbini çok kırmıştı. Bir köpek sesi duydu sonra bir tane daha. İşte o an korkuyla zıpladı yerinden kalbi. Bastı. Süratle orayı terk ediyordu. O an şöyle düşündü. Belki hayatta kalmayı başarmıştır, eğer öyleyse bir yerde karşılaşırız umarım yeniden diye düşündü. Bu düşünce içini ısıttı. Ona adımlarını hızlandırmada büyük bir güç verdi. Azim ve inançla koşuyordu. Rüzgar gibi. Ama gözlerinden yaşar düşüyordu.

 

 

OSMAN

Osman kar fırtınasında ilerliyordu, kar hız kesmeden yağmaya devam ediyordu,  kurt ulumaları duydu, bir uluma arkasından gelmişti, çok acılı ve karakterliydi, diğer uluma karşı taraftan gelmişti.  Sert ve zor tanımaz bir ulumaydı bu, çok vahşi ve acımasız.

“Bir tek siz eksiktiniz” diye düşündü Osman.  Eski dostu Halit düştü aklına. “Şimdi ne yapıyor acaba?” diye düşündü.Halit’in şehirden döndüğü haftaydı. Osman bir köylünün tarlasında çalışmaya giderken uzaktan derede yüzen birini görmüştü. Tanıdık gelmişti bu kişi ona, yaklaştı.

Halit’i tanıdı, çok sevindi onu gördüğüne. Çok zor ve acılı günü paylaştığı dostu. Nice serin yaz gecesinde köyün dışında birlikte yürüyüp sesli hayal kurdukları günler aklına geldi. Muhteşem gecelerdi onlar. Şehirde şehirli bir kızla evlenip orada iş tutmaya ve orada şehir konforunda yaşamaya dair.

“Halit!” diye bağırdı,

Halit yanıt verdi. Gülerek bir şeyler söyledi.

Osman dereye indi yokuştan.

“Sabahın yedisinde dereye mi girilir?”

Güldü: “Öyle esti. Gece sıcak uyutmadı.”

“Gözüne ne oldu?”

“Düştüm.”

“Düştün demek. Yalan atma.” Güldü.

“Yok. Babam çaktı.” Güldü, “İçerde anamla konuşuyordu, bir baltaya sap olamayacakmışım filan. Zoruma gitti. Ya baba arkamdan atıp tutuyorsun, olur mu böyle. Yüzüme desene dedim. Çaktı. Ben de çaktım. Eve sakın uğrama dedi. Dereye bakıp düşünürken yüzeyim dedim.”

“Hayırlı evlat, üstünü giyip gel benle” dedi Osman, “tarlaya çalışmaya gidiyorum.”

“Tarla deme bana!”

“Neden?”

“O zihniyetle ileri gidilmiyor.”

Güldü: “İyi o zaman. Sana derede bol şans.”

Osman ona acıyarak baktı, Halit beyaz külotla giriyordu derere ve çok sefil, çok acınası görünüyordu. İnsanlığın yüz karası gibi. İri, kıllı, kararmış vücuduyla.

 “Para kazan ve mavi bir şort al kendine. Kedi değilsin sen. Köpek değilsin. Çocuk değilsin. Beyaz külotla 7 yaşındayken girerdik dereye.”

Halit ona baktı ve başını öne eğdi suçlu gibi, sonra sırıtarak ona baktı: “Haklısın birader. Ne yaparsın, para yok.”

“Gidiyorum. Geç kalmayayım.”

“Nereye?”

“İş bekliyor, dedim ya!”

“Ne güzel muhabbet ediyorduk.”

“Boş lafa vaktim yok.”

“Dur, bende geleyim senle. Boş duramam. İş lazım.”

“Tarla işi bana göre değil dedin?”

Güldü: “Orası öyle de babam da evden attı. Ne yaparsın. Senle konuşunca yumuşadım, asiliğim eriyip gitti. Sen çok değer verdiğim birisin, Osman. Senle cehenneme bile giderim.”

“Babana çaktın mı?”

“Annem araya girdi. Tam değil.”

“İyi yapmadın.”

“Olan oldu, keşke olmasaydı.

 

Devasa soğan tarlasının başına geldiler, ilerde bir kulübe vardı.

“Soğan toplayacağız” dostum, “zor iş; ama başka ne yapacağız. Ben gidip patronla konuşayım.  Umarım seni alır. Adam lazımdı, bulduğunuz adamı getirin demişti.”

“Öldüren bir iş bu, eğilip soğan çıkarmak.”

“Bana da hiç cazip gelmemişti başta. Alışıyorsun.”

Derme çatma kulübenin olduğu yere ilerlediler. İşçilerin lideriyle konuştu Osman. Halit işe alınıştı. Diğerleriyle birlikte tarlaya doğru ilerlediler.

 

Öğle vaktiydi. Kulübede yemek yapılmış, üçerli beşerli yer sofralarında yemeklerini yiyorlardı. Doyan kalktı gitti bir köşeye, saatin dolmasını bekliyorlardı. Halit ötede tek başına düşüncelere dalan ve uzaklara bakan Osman’ın yanına gitti, çimene oturdu.

“Bu iş hiç de öldürmekten beter, mahvoldum” dedi Halit. Güldü.

Osman gülümsedi.

Halit ses alamamıştı, sohbet etmek istiyordu. Çünkü bu ona iyi geliyordu. Sustu.

Halit onu konuşturmak için dedi ki: “Bu deli kavuran güneş insanın kapkara yapar. Ben zaten karayım. Zencilerden beter olacağız. Belimde ağrılar var.”

Güldü: “Dişini sık. Güzel şeyler hayal et dayanma gücü bulursun.”

 

İşçilerin lideri iri yarı adam, yaşlı bir işçiye bağırıp çağırıyordu, derken ona küfürler yağdırmaya başladı ve bir yumruk attı, yaşlı adam yere serildi. Halit fırlayacaktı, Osman onu tuttu. Halit, kolunu kurtardı ondan ve iri yarı adamın karşısına çıktı: “Dayıya el kaldırmaya utanmıyor musun?”

“Sen karışma, genç adam.”

“Karışırsam ne olur, neden vurdun ona?! Haksızlığa hiç gelemem de.”

“Benden borç istedi. Para yok dedim. Küfür etti. Ben de vurdum.”

Yaşlı adam söze girdi: “Alacağımı istedim, geçen haftadan alacağım var, vermiyor. Karımı hastaneye götüreceğim, para lazım.”

Kalfa ona vurmaya çalıştı, ıskaladı, Halit onu tutmak istedi, bu kez Halit’e vurmak istedi. Halit başın eğmişti.

Arkadan başka bir adam fırladı Halit’in üstüne. Halit bir yumruk yedi. Osman girdi kavgaya.  Osman Halit’i yumruklayanı yere serdi.  Kalfanın iki adamı daha girdi kavgaya.  Dörde kaçı ikiydi. Halit ve Osman güreş yapmayı ve yumruk atmayı, kavga etmeyi, yakın dövüşü iyi bilirdi. İki genç sırt sıra verip onları güzelce pataklıyordu; ama diğer işçiler araya girip onları ayırdı.

Kalfa, yaşlı adamın parasını vermişti.

Osman ve Halit çalıştıkları kadar ücreti aldılar ve işten atıldılar.

“Bir daha sizi gözüm görmesin buralarda!”

“Yediğin dayağa doymadın herhalde!” dedi Halit.

Osman Halit’i tuttu.

Ses etmeyip oradan uzaklaştılar, yaşlı adam da yanlarındaydı.

Gençler yaşlı adamla muhabbet başladı, Rıza, buralara uzak bir köyden gelmişti. Aslında 50 yaşındaydı; ama 70 gösteriyordu, bir hastalık geçirip böyle olmuştu. Kızı bu köye gelin gelmişti. Gençler o kadını ve o aileyi iyi bilirdi.

Kerim dedi ki: “Çocuklar, size minnettarım, umarım günün birinde sizin için bir şeyler yaparım. Onca kel, sakallı, gün görmüş adam, sözde adam ses çıkarmadı ve siz ses çıkardınız. Size ne kadar teşekkür etsem azdır!”

Dayı, mutlu biçimde yoluna gitti. Gözden kayboldu.

 

Kafadarlar sessiz sedasız ilerliyorlardı. Osman, tek kelime etmemişti, uzun süre geçmesine rağmen. Halit kendini suçlu ve ezik hissediyordu.

“Kusura bakma Osman. Dayanamadım.” dedi Halit.

“Boş ver. Olan oldu. Zaten o adama hep bir tane çakmak isterdim. Benim yerime sen çaktın.”

“Şimdi işsiz güçsüz olmaz ki. İşinden ettim seni.”

“Sorun değil. Bir iş bulurum elbette. Doğruluğu olmayan adamın ekmeği zaten yenmez.”

Toprak yoldan at arabasıyla bir adam geçiyordu, durdu: “Gençler selam!” dedi eşn şakrak, “olayınızı duydum, elinize sağlık, ben de hiç sevmezdim o adamı. Temiz dayak atmışsınız. Elleriniz dert görmesin.” Geçip gitti.

Osman dedi ki: “Sevilmek güzel bir şey.”

Halit güldü, sonra üzülerek dedi ki: “İşin acı tarafı var.”

“Orası öyle; ama iyi tatmin oldum. Soğan toplama işi hayattaki en lanetlik iş dostum, popum çıktı ya, ayaklarımın dermanı, ruhu yok oldu, de bunu kendime bile çaktırmıyordum.”

“Dişini sık, güzel şeyler düşün, ha.”

“Eh, o an için en uygun sözlerdi. Halen de öyle.”

Osman dostça onun omzuna dokundu: “Sen iyisini bilirsin, iyi adamsın ya.”

“Biri bize iş verse. Lağımda bile çalışırım. Ne yapmak lazım, çocukluğumuzda kurduğumuz şehirde yaşamak hayali, bunu mu denesek.”

“Şehre gidelim” dedi Halit.

“Demesi kolay, annem 3 buzağı aldı, öyle tatlılar ki. Onlara aşık oldum. Onlar benim sorumluluğumda, onları bırakıp hiçbir yere gidemem. Köyde başka birçok sorumluluğum var. Bu işleri de seviyorum.”

“Birader, seni anlıyorum da buranın buzağısı danası osu busu bitmez ki. Basıp gideceksin. İçin acır; ama gidersin. Sen çok duygusalsın.”

Üstlerinden bir karga geçti. Pike yapmıştı.

İkisi de korkup başını eğdi: “Şu namussuza bak, beynimizi oyacaktı nerdeyse!” Dedi Halit.

“Yavrusu var demek buralarda bir yerde.”

Bastılar.

Bu sırada yanlarından geçen kamyonet yavaşlayıp durdu,  arkasında birkaç un çuvalı vardı.

“Gençler” dedi şoför, “atlayın, gideceğiniz yere kadar bırakırım.”

Kamyonete atladılar sevinçle.

Kamyonet harekete geçti.

“İş arıyor musunuz?” dedi Adam.

Osman Halit’e baktı: “Evet” dedi ve adama çevirdi gözlerini, “arıyoruz!”

“Bunu duyduğuma sevindim! Namınızı duydum.” Neşeyle güldü.

“Neymiş? dedi Osman.

“Adamı iyi benzetmişsiniz.” Güldü.

 

Kemal, onlara sorular sorup duruyor, onları tanımaya çalışıyordu.

Bu arada Halit sordu: “Ne iş yapacağız usta?”

Güldü : “Güzel soru. Tarlada güneş altında mahvolmak gibi değil kesinlikle. Ben de gençliğimde tarlalarda köle gibi çalıştım. Güneş altında imanım gevredi, size iş vereceğim ve güneş altında imanınız gevremeyecek.”

“Peki ne bu iş?”

“Gübre işi.”

“Nasıl yani?”

“Gübre topluyorum. Onları müşterilerime satıyorum.”

“Ne gübresi?”

“Yarasa gübresi.”

“Burada o gübreden yok ki. Burada bu işi yapan varsa da biz duymadık. Kimlerdensin?”

“Bak evlat, bana güvenmiyor musun? Nüfus memuru gibi soru sorup duruyorsun!”

“Sorarım elbette, in misin cin misin bilelim elbette!”

Kemal aracı aniden yolun kenarına çekti: “Eğer çalışmakta gözün yoksa in aşağı!”

“Var abi. Ne kızdın, sordum sadece.”

“Ben güzel güzel bir şeyler anlatıyorum, beni soruşturuyorsun, güzel para alacaksınız merak etme, tarlada kavrulup pişersiniz; ama üç beş kuruş alırsınız, feleğiniz şaşar. Ama benden daha fazla para alırsınız, daha az emek harcarsınız.”

Kemal, aracı yürüttü.

“Kasabada işlerim var. Yarın sabah işe başlarızYolun bir tarafına baktı: “Burası da nedir böyle?”

“Mezarlık” dedi Osman.

“Yarın sabah sekiz, dokuz gibi burada buluşalım.

Çizmelerinizi de getirin. İş üstü filan. El feneri. Burada inin, kasabaya gitmem lazım. Yarın görüşürüz. Yarın burada dediğim saatte olmazsanız başkasını bulurum, ona göre.”

Soru soracak oldu Halit, ses etmemeyi yeğledi, aynı düşünce Osman’ın içinden de geçmişti.

Osman ve Halit araçtan indi.

Araç, tozlu yolda usul usul gözden kaybolurken ikili bir süre keklik gibi bekledi orada, araca bakarak ve ilerleyip

evlerinin yoluna saptılar bir garip sevinçle.

“Bu adamı buralarda hiç görmedim.” dedi Halit.

“Ben de.”

“Kim bilir neyin nesi? Tanımadığımız birine neden güvenelim?

“Orası öyle. Çok soru sorup durdun, sinir oldu.” Güldü.

“E herhalde. Döverim bu adamı ben! Limon gibi sıkarım. Tam dayaklık biri” dedi Halit köpürerek, “beni sinir etti. Şebek!”

Osman güldü: “Öyle deme.”

“Şebek maymunu işte!”

“Kimdir necidir? Bize bir iş etmesin, ne bileyim. Dünyanın kaç bin türlü hali var. Onu hiç tanımıyoruz.”

“İyi birine benziyor.” dedi Osman, “tartalım bu şebeği, baktık sakata geleceğiz, boş veririz. Güzel bir iş fırsatıysa kaçırmayalım, bize burada böyle kim yaklaşıp da iş verir ki. Dilenci köpek gibi iş arasak zor buluruz.”

“Haklısın dostum, sineye çekelim şimdilik İn aşağı deyince nerdeyse patlatacaktım yüzüne, en son soğancıya vurup her şeyi berbat ettiğim aklıma gelince sakinleştim.”

 

Ertesi gündü,  otların delice kapladığı eski mezarlığa ilk gelen Osman’dı. İri bir taşın üstüne oturmuş, can sıkıntısıyla kıvranırken bir çalıyla toprağa bir resmi yapıyordu. Güneş yükselişe geçmek için beklemedeydi, şimdi hava serindi, arılar ve kelebekler uçuyordu mezarlığın oradaki çiçekler üzerinde.

Yola baktı, gelen giden yoktu, erken gelmekle hata etini düşündü, gözünü ufka, dağlara çevirdi, kalktı, çimene uzandı, gözlerini kapadı, bir süre uyudu, gelen giden yine yoktu. Saat kaçtı acaba?

Halit, kopuğu da görünürde yoktu. Bu paranın olmadığı köyden çoktan giderdi Halit’in yerinde olsa, o kafasına estiğini yapardı. Uzun boylu düşünmezdi, yeter ki onu bir şey harekete geçirsin. Halit gibi olmak gerçekten iyi olurdu, iyi hissettirirdi herhalde; ama bunun çok tehlikeli ve zararı büyük yanları da olabilirdi. Halit, yaş tahtaya basar, maceralara atılır ve yolun başına dönerdi. Yine de mutlu olmasını becerirdi, gamsızdı.

Issız araziler vardı aşağıda, köyün ekili arazilerine bakıyordu. Yerden yeşil bir ot kopardı, ısırıp çiğnemeye başladı. Tertemiz, açık mavi gökyüzüne baktı. Bir bal arısı vızıldayarak yaklaştı, yüzüne konmak istedi, başını geri çekti. Otların arasında birkaç karınca vardı, toprakta, diğerlerini fark etti, ilerde, taşların arasından bir kertenkele çıktı, Osman’ı fark edince korkup taşların arasında gözden kayboldu. Osman çevresindeki bu ufak canlıları seyrederken zamanı unuttu. Halit’in sesiyle başını o tarafa çevirdi. Halit, geliyordu nefes nefese.

Yaklaştı: “Geç kalmadım umarım?”

“Yok, katır gibi bekle bekle öldüm yahu, eşeklik bende, işi kaçırırım diye çok erken geldim, işi sağlama almak için, sen de yoktun, ne biçim iş bu, deli oldum.”

Halit güldü: “Bizim çakal geldi mi?”

“Yok. Neden çakal diyorsun adama?”

“Bence öyle.”

“Bırak ya. Sen de işin gırgırındasın.”

“Yok. Ayar oldum ona. Alacağım elime onu.” Güldü.

“Sakın yapma Halit.”

“Şaka yaptım Ama bunu onun hareketleri belirler Saat ona geliyor birader. Belki de 11 olmuştur. Çoktan gitmişsinizdir diye düşündüm. Adam bizi kandırdı anlaşılan, ekti.

“İşi çıkmıştır, bekleyelim.”

Halit, bir şarkı mırıldanmaya başladı. Bir tarafa baktı, daldı düşüncelere, az uzaklaştı, hayaller kurdu. Yüzünde bir umut, düşüncelere daldığında bir gülümseme beliriyordu yüzünde. Başka bir alemdeydi, Osman yanında yokmuş gibi dalgın davranıyordu.

Osman onu izlemişti hep: “Sen bugün başkasın?”

“Nasıl? dedi güldü. “Niye ki?”

“Pek mutlu, içi aydınlık görünüyorsun. Babanla aran düzeldi galiba.”

Güldü: “Yok Gel senle çocukluğumuzda yüzdüğümüz dereye gidelim.”

“Orası şimdi sığdır.”

“Olsun gezeriz.”

“İşin gücün eğlenmek. Adam gelirse bizi bulamaz taş kafa.”

Yolda kamyoneti gördü Osman, dedi ki: “Geliyor bizimki!”

Halit ekledi: “Bu çakal başımıza bir çorap örecek gibi.”

“Paranoyak olmana gerek yok. Sıradan bir adam.”

“Zavallı desek.”

“Kapa çeneni!”

Kamyonet, yolun kenarına yanaştı. Gençler araca bindi. Araç yürüdü.

“Genç kaldım. Kusur bakmayın gençler, bir işim çıktı da

Araç, yükseğe, dağlara doğru gidiyordu.

 

“Çocuklar, buralarda mağaralar varmış, nerde olduğunu biliyor musunuz?”

“Biliyorum” dedi Osman.

Halit dedi ki: “Küçükken yüzdüğümüz derenin orada vardı birkaç tane.”

“Demek öyle” dedi, “güzeee!”

Bir süre gittiler ve Kemal, aracı yol kenarına çekti.

Kamyonetin arkasına geçti: “Şu çuvalları alın. Küreği ve kazmayı da.”

“Ne olacak bunlar?” dedi Halit.

 “Mezar yeri kazacağız.”

“Kimin mezarı?”

“Senin mezarını. Çok konuştuğun için.” Güldü.

“Aman çok komik” der gibi Osman’a baktı Halit.

“Şakayı severim.”

“Ben de, ne taraftan gideceğiz?”

Halit, eliyle işaret etti, Kemal bastı, arkasında Halit ve onun arkasında Osman vardı.

Halit ona dil çıkardı ve kürekle sırtına vuracak gibi salladı küreği.

Osman gülecek gibi oldu, kaş göz işareti yaptı.

Kemal dedi ki: “Halit, sen çizme getirmemişsin.”

“Unuttum.”

“Sağa mı sapacağız, sola mı?” dedi Kemal.

Halit, eliyle solu gösterdi. İlerlediler arka arkaya.

Çok dik bir yamaca gelmişlerdi, aşağısı uçurumdu, ayakları kayarsa uçurumun dibini boylayabilirlerdi.

Halit dedi ki: “Kemal abi mağarada yarasa gübresi toplayacağız, ha?”

“Evet.”

“Bu define aramak olmasın?”

Güldü Kemal: “Defineci değilim.”

“Yarasa gübresi işinde iyi para var mı?”

“Var tabi. Yoksa neden uğraşayım.”

“Ne zamandır bu iştesin?”

“Yeni girdim bu işe. Bir arkadaşım bu işe başladı. Durumu çok iyi. Yarsa gübresi bütün gübrelerden daha iyi. Toprağı adeta sihirli hale getiriyor Halit sen önden gider misin?”

“Neden?”

“Sen biliyorsun ya mağarayı.”

“Peki” dedi Halit, öne geçti, Maymun kadar iyi tırmanıcıyım, ama çocukluğumda, buralarda az dolaşmadık.

Kemal Osman’a göz kırptı ve Halit’e dil çıkardı.

Osman gülümsedi. Kemal Osman’dan küreği aldı ve Halit’e vuracakmış gibi yaptı. Onun ensesine tokat atacak gibi yaptı bir eliyle ve Osman’a göz kırptı, Osman da sessizce güldü. Halit, bir şarkı söylemeye başladı.

Kemal Osman’ı kenara çekti ve bir kayanın ardına saklandılar.

Halit, yalnız başına ilerliyordu şarkı söyleyerek.

Epey gitti ve yalnız olduğunu bilmiyordu. Geride Osman ve Kemal bekliyordu. Halit, aptallığının farkına varsın diye. Varamadı, epey gitti tek başına. Ayağı kaydı, bağırdı korku ve panikle,

Uçurumdan aşağı düşecekti neredeyse.

“Gübre uğruna nerdeyse uçurumun gibini boylayacaktım! İçine edeyim böyle işin.” Kıç üstüne oturmuştu.

Ardında kimseyi görememişti.

Ötekiler kopup yetişti: “Nerdeydiniz Allah’ın belaları!”

“Yüzün kireç gibi beyaz” dedi Kemal.

Osman ekledi: “Canın çekip gitmiş gibi.”

“Ölüyordum gübre uğruna!”

“Maymun kadar becerikli tırmanıcıydın hani?”

“O eskidendi.”

 “Kalk, devam et.” dedi Kemal.

“Yok, sıra sende. Benden bu kadar! Canımı yoldan bulmadım!”

“Osman sırayı sen al, sonra ben alırım.” dedi Kemal.

Osman öne geçti.

Osman, uçurumun en tehlikeli yerine gelince Kemal’in şakacı tavrından tamamıyla sıyrılmış, gerçekliğin can acıtıcı yerine gelmişti. Bu iş ona da tekin gelmemişti. Korktu ve durdu: “Kemal abi sıra sende.”

“Teşekkür ederim, çok arzu ediyordum zaten.”

Öne geçti: “En kesin yer burası, aşağı düşsem işim biter. 100 metre var burası. Çocuklar çok dikkatli olun, Tahtalı köyü boylamayalım.”

Çevik ilerledi. Arkasına baktı: “Kirpi kadar uyuşuksunuz.”

İkili arkada durum analizi yapıyordu, işi bırakmak ya da bırakmamaya dair bir tartışmaya kaptırmışlardı kendilerini.

Halit, “işi bırakalım” diyor, “başımıza bir hal gelecek, gelmeden bırakalım. Maymun bile olsa korkar, buralardan tırmanmaz. Sigortamız yok.”

Osman ise sebat bilmez eski dostuna tersini diyor, ona umut verip şüphelerini gidermeye çabalıyordu.

Kemal, onların gelmesini bekliyordu, sigara

yakmıştı. Onları yanında görünce sevindi: “Çok yüksek burası. Aşağı düşsem ne olur acaba?

Yarasa gibi kanatların varsa sorun değil tabi.”

Mağaranın önüne geldiler.

“Çocuklar, gidip kontrol edin mağarayı. Ayı, kurt ya da çakal var mı diye?”

“Yok abi, cesurlar önden gider.” dedi Halit.

“Şaka yaptım, ben bakıp geleyim, siz bekleyin. Yarasa gübresi var mı diye bakacağım, varsa gelin diye bağırırım.”

Kemal, mağaraya girdi ve gözden kayboldu.

Osman ve Halit yer değiştirdi, çıkıntının altına geçti, burası güneş almıyordu ve uzanacak kadar mesafe vardı. Yan yana oturdular.

Halit dedi ki: “Bence bu adam yalan atıyor. Ömrüm boyunca mağarada yarasa gübresi arayan birini tanımadım, duymadım da. Bence bu adam başka bir iş peşinde. Defineci belki de. Gübre deyip ayak yapıyor.

“Vay be” dedi Osman, “evet ya, defineci olabilir. Ya ben salak mıyım ya, senin düşündüğünü düşünemeyecek kadar! Bu adam defineci olamaz, onlar sinsidir, tanıdıklarıyla iş yapar. Bir yerlerde duymuştum, yarasa gübresi inanılmaz faydalıdır toprağa, babam mı anlatmıştı nedir.”

Halit ve Osman sohbet ederken Kemal’in sesini duydular.

“Kayıyorum imdaaaat! Yetişin!” diye haykırdı Kemal.

“Eyvah, bu angut aşağı düştü” dedi Halit.

Osman ekledi: “Eyvahlar olsun! Adamcağız gitti. Define için pisi pisine gitti.”

Dinlediler, ses soluk yoktu, acılı bir inleme yoktu.

“Hemen kaçalım buradan!” dedi Halit panikle, “Birileri çıkar adamı attınız aşağı derler. Ölür de başımıza kalır. Yıllarca hapis yatarız.”

Kaçıyorlardı. Sesi işittiler.

“Çocuklar, orada mısınız?”

Halit dedi ki: “Ses aşağıdan geliyor. O halde uçurumun dibini boylamadı, çakal.” Güldü.

Uçurumun o bölgesine yanaştılar.

Kemal, uçurum kenarından iki metre kadar aşağıdaydı, uçurum duvarında biten bir ağaca tutunmuştu. Yüzünü gözü toz ve örümcek ağları içindeydi.

“Bu ağaç fazla dayanmaz. Kurtarın beni çocuklar!”

Halit, ona uzanmayı deneyecekti.

“Öyle tehlikeli olur” dedi Osman, “başka şey düşünelim.”

“Kamyonette halat var çocuklar, biriniz çabuk gidip onu alıp gelsin.”

Osman, bir koşu gidip ipi alıp geldi. Kemal’i ipi sardı beline, onu yukarı çektiler.

Toza toprağa ve korkuya bulanmıştı Tahsin, bazı yerleri yara bere ve diken çizikleriyle doluydu, kan ter içindeydi. Bir ayağı dizden aşağı yoktu.

“Sol ayağın nerde Kemal abi?” dedi Halit, gülesi geldi. Tuttu kendini.

“Düştü.”

“Nasıl düşer ki?”

“Gezmeye çıktı. İsyanlarda. Kafasız herif; Ayağım protez! Aşağı gidip ayağımı getirin ne olursunuz!”

“Ne kızıyorsun abi. Şaka yapayım dedim.”

Kemal sırt üstü uzandı, ölüm korkusuyla fena bir ter atmıştı cayır cayır.

Şok içindeydi. Kalbinin deli ritmi azalmamıştı:

“Geberiyordum az kalsın gübre uğruna. Başıma silah dayasalar yapmam bu işi bir daha.

Osman sordu: “Abi bir yerinde bir kırık ya da başka bir sorun yok, değil mi?”

“Yok. Gidip ayağımı uçurum dibinden alın.”

“Onu alırız. Önce seni buradan çıkaralım. Dereye inmek uzun iş.”

İkisi onu tutup oradan, o daracık patikadan çıkarmaya çalışıyorlardı. Biri tam kaysa, diğeri de onun yüzünden kayacak ve hepsi birlikte uçurumdan aşağı yuvarlanacaktı.

Halit bıraktı: “Bu iş böyle olmaz.”

“Ya nasıl?” dedi Osman.

“Bırak; sürünerek gelsin. Yoksa üçümüz birden aşağı yuvarlanacağız.”

Üçü birlikte gidemiyordu dar patikadan.

Kemal dedi ki: “Çocuklar yapmayın.

Osman söze girdi: “Halit haklı, beline ip bağlayalım, kendi çabanla kaya kaya inersin aşağı, biz yukardan tutarız seni.”

Kemal’in beline ipi bağladılar ve onu yavaş yavaş kaydırarak aşağı indiriyorlardı.

“Sürü Tahsin abi. Sürün.” dedi Osman.

Tahsin ağlar gibi konuşuyordu: “Çocuklar beni bırakmayın burada. Aman ipi sıkı tutun.”

Halit dedi ki: “Ya bir ayağın yok. Bir de ne gübresi ararsın arkadaş uçurumlarda. Ayranı yok içmeye, atla gider çeşmeye.  Ajan gibi sinsisin. Baştan her şeyi açıklasaydın ya. Bir ayağının protez olduğunu. Biz de ona göre tedbirimizi alır, oraların sana göre olmadığını anlatırdık, sen gelmezdin, biz gidip gübreyi alıp gelirdik.

Haklısın genç, ama bana itibar etmezdiniz diye korktum, gelmezdiniz diye.”

Kemal, kıç üstü kaya kaya aşağı iniyordu.

“Devam et usta” dedi Halit,  “oluyor, sağ salim seni aşağı indireceğiz. Seni gidi kandırıkçı. Define arıyorsun, kandırıp getirdin bizi buraya. Gübreymiş! Ne kadar da safmışız. Bize sakladığın şeyleri anlat, rahatla.”

“Çocuklar, defineci değilim.  Çocukken bir kaza mı geçirdin sen, aynı zırvayı tekrarlıyorsun. Beni ilk sorgulaman gibi.”

Halit güldü.

“Ben yarasa gübresi peşineyim. Bu pazarda ben de ciddi bir yer edinmek istiyorum. Zengin müşteriler var. Bahçelerinde çeşit çeşit bitkiler, ağaçlar filan yetiştirir sosyeteler.  Yarasa gübresi peşindeler. Türkiye pazarı, sonra dünya pazarına açılmak hedefim. Dünya pazarı olunca dolar söz konusu. Yani çok para demek bu.”

“Böyle bir iş kolu hiç duymadım” dedi Halit, “Yeme bizi, Kemal abi, bak yaşına başına saygım var. Gerçeği de; kurtul!”

Osman dedi ki: Halit, Kemal abinin yalancı olduğunu sanmıyorum, uzatma.”

“Hadi öyle olsun.” Güldü.

Tehlikeli yeri aşmışlardı. Biri Kemal’in sağına geçti. Öteki soluna. İlerliyorlardı.

Onu kamyonetin yanına getirdiler.

Osman dedi ki: “Kemal abi, sen burada bekle bizi. Biz senin ayağını bulup geliriz. Suyun dibini boylamamışsa ya da akıntıyla akıp kaybolmamışsa.”

“Bulun onu ne olursunuz. Ayaksız ne yaparım. Ayaksız bitiğim” dedi ağlayarak, “siz bilmezsiniz bunun ne demek olduğunu.”

Osman, şefkatle onun sırtına dokundu: “Bulacağız, merak etme.”

İkili yola koyuldu.

Osman dedi ki: “Çakal dediğin adam ne çıktı.”

“Ya ne bileyim.”

Protez bacağı derenin kenarında, irili ufaklı yuvarlak taşların içinde bulup Tahsin’e getirdiler.

Kemal, dünya onun olmuş gibi sevindi ve bacağı öptü, sonra yerine taktı. Sevinç kahkahası attı, ayağa kalktı, üstüne bastı, birkaç deneme yaptı, sonra asla gibi dedi ki: “Çocuklar artık bambaşka boyuttayız! Bu arkadaşlığımız bence çok randımanlı olacak. Sizi çok sevdim, beni acayip sevindirdiniz! Ben de sizi sevindirmek için elimden geleni yapacağımdan kuşku duymayın.”

“Randımanlı mı?” dedi Halit, çok ilginç, randıman kelimesini Ali aga pancar motorunu çalıştırırken söyler, bu sene randıman alamadım, beş dakika sonra benzer cümle ve içinde mutlaka yine randıman kelimesi olur, kahvehanede hep benzer lafları der, millet kapa şu randımanlı çeneni dediğinde gülmeye başlar. Sizi nasıl kanser ettim ama. Şaka mı yapar; yoksa rahatsız mıdır çıkaramayız. Net olan şu: Adamın hayatı randımanlı gidiyor. Bir evsiz olarak hayatını sürdürebilirdi ya da kalp hastası olarak. Aslan gibi sağlıklı bir adam. Önemli olan da bu değil mi? Yani randıman!”

Kemal dedi: “Ne demek istediğini anlayamadım. Yani randıman meselesini?”

“Demek istediğim şu; randımanla aram hiç randımanlı değil! Çok konuşuyorsun; bizi kandırmandan endişeleniyorum.”

Bunları çok sert, içindeki gizli, bataklığa dönmüş sıkıntıyı saçıyormuş gibi demişti.

“Para konusun kafaya takmayın, inşallah güzel paralar kazanacağız. Sırt sırta vererek. İşçi patron ayırımı yok, emekçi sömürüsü yok, siz ne yerseniz ben de onu yiyeceğim. Zamanla bağlarımız kuvvetlenecek.”

“İşte bak bu lafı sevdim!” dedi Osman, “Ama senin bu ayakla bu iş zor. Kusura bakma.”

“Yok be! Ben inşaatlarda bile çalıştım, kalıp söktüm. Ama günün birinde arkadaşımın tahtaları düzensiz yığması yüzünden kaza geçirdim. Tahta koyarken tahtalar üstüme yığıldı, sırayı düzgün yapmamıştı, moloz! Sonra patron da beni karşısına aldı, zaten sigortasız çalıştığımı, başıma bir şey gelirse devletle başının belaya gireceğini söyledi ve beni kibarca işten kovdu. Beni protez bacakla işe almıştı zamanında. Kovması zoruma gitmedi.

Sonra seyyar satıcılık yaptım bir süre. İkiz kızlarım var. 13 yaşındalar. İlk karım boşadı beni, ayağımı bahane etti ve çocuğumuz da olmuyordu, asıl sebep buydu, bende bir sorun olduğunu söyleyip duruyordu, o zamanlar pazarcı değildim, eskiciydim, maddi sorunlarım vardı, boşadı beni ve sonra yeniden evlendim. İşler daha da zorlaştı. Evden attı bizi ev sahibi.

Hayatın en zor yüzüyle tanıştım. Hayat çelik yumruğuyla yüzüme patlattı bir tane. Bir bacak protez olunca işler çok zor ya. Bazen uyanıyorum, ayağım sağlam sanıyorum, bir de bakıyorum ki; protez. Korkunç bu. Neyse ki aldığım karı direnişçi çıktı, müthiş mücadeleciydi, soğan ekmek yeriz yaşarız demiyordu; döşemeleri söküp yeriz diyordu, sen delirdin mi der gibi bakıyordum yüzüne, sırıtıyordu. Esprisi olan kadın ilerleme gücü verir insana. Kırsal arazide naylondan yaptığımız çadırda yaşadık kış boyu. Aldığın karı hayatını, kaderini belirler, iyi karı alırsan hayatın düze çıkar, kötü karı alırsan mahvolursun. Benim karının içinin kalitesi çok iyi çıktı şansıma. Birlikte zor günleri aşabildik, sırt sırta vererek. Çeşit çeşit işler yaptım, pazarlarda çakmak, mendil, tıraş bıçağı, kibrit sattım. Bunlara her zaman talep çoktur. Bu işte geliştikten sonra sadece çorap satma işine girdim, altı ayda işi öğrenip büyülttüm, sonra bu eski kamyoneti satın aldım, çorap satma işi iyi gidiyordu, daha fazla kazanmak için gübre işine girdim, bu işte başarılı olamazsam yine çorap işine dönerim, yaz kış çorap satıyordum pazarlarda. Bunlar temel eşya, insanlar bunlara çok ihtiyaç duyar. Kadın iç çamaşırı, badi, atlet, sutyen de satıyordum. Onları üstüme geçirip şov yaparı pazarda. Bu yüzden size seksi gelmişsem şaşırmayın.”

Osman ve Halit güldü başladı.

Halit dedi ki: “Bence çorap işine dönsen iyi edersin, ben bu işte çalışırım senle. Gübre işi yaş. Mağarada gübre aramak delilik, hayalperestlik. Ama pazarda tezgah açmak net ve gerçek.

“Haklısın evlat, tespitlerini yerinde; hatta harika buldum, pazarcı olur senden; ama denemek lazım. Büyük işler denemek lazım. Pazarcı olarak kalmak istemem. Bok işi olmadı; gelirsin çalışırsın benle. Bu arada senin bir randıman meselen var.”

Halit çocukça güldü: “Ne demek istedin?”

“Var mı onu söyle. Sen söylemezsen ben söylerim.”

“Var; ama sen onu bilemezsin ki.”

 “Hayatınla ilgili sorunların var, belki de ailevi, babanla sorunların mı var çözemediğin, anlat, açıl bana. Çekinme.”

Halit, başını önüne eğdi, gözlerinden sessiz yaşlar döküldü. Bu adam onun can yarasına dokunmuştu. Bunu bilmesi onu şoke etmiş, ensesinden yakalamıştı adeta ve yüzleşmek istemediği o duyguyla yüzleşmek zorunda kalmıştı soluk soluğa, tek yumrukla nakavt olan şampiyon boksör gibiydi.  Şampiyon kendini yenilmez sanıyordu ve yerde başının çevresinde yıldızlar uçuşuyordu.

Kemal, onun yanına oturdu, sırtına dokundu: “Üzülme evlat. Ben de babamla hiç anlaşamazdım. Bir gün yanlışlıkla evin camını kırmıştım küçükken, evden üç gün çıkmama cezası vermişti. İlk o zaman derin bir yalnızlığa düştüğümü hissettim, ufacık bir çocukken. Ama bu da iyiydi. İnsanın sağlam derdi olunca boş şeylerle ilgilenecek zamanı ve yüreği olmuyor, dert adamı adam eder, dedi Kemal, ayaklandı. Kamyonetin arkasına geçti, plastik bidondan erik kompostosu suyu ve bisküvi çıkarıp getirdi ve ikiliye bardakla ikram etti ve son bardağı kendine doldurdu.

“Erik suyunu çok severim. Üniversite okurken komposto yapmayı öğrendim, asitli içecekler içerdim, arkadaşlardan biri zararlı olduğunu söylerdi.  Hep tartışırdık onunla, söylemleri bana salakça gelirdi, devrimciğini de salakça bulurdum. Bir gün pazardan kara erik satın alıp geldi, erik kompostosu yaptı. Yaz gecesiydi, dolapta asitli içeceğim yoktu ve bodrum kattaydık. Havalandırma yoktu. Kavruluyorduk orada, bir oda bir mutfaktı ev, kan ter içinde uyanmıştım gece yarısı sıcaktan bunalıp. Pencere açıktı; ama tüy kımıldamıyordu, boğucu bir hava vardı. İçim yanıyordu susuzluktan, dolapta tencerede saatler önce soğumaya bırakılan kompostoyu gördüm, bakayım tadına dedim, bir tas alıp baktım, inanılmaz lezzetli geldi, hepsini yiyip bitirdim.  Ertesi gün arkadaşım çok kızdı bana, ona ayırmadım diye. O günden sonra sürekli komposto içmeye başladım, yapmasını da öğretti arkadaşım. Doğru bir şeyle başlamak lazım, yiyecek olur, içecek olur, yanlış bir şeyle başlarsan kötü oluyor, bağımlılık. Kurtulman zor oluyor. Beni kimse vazgeçiremezdi asitli içecekten; ama vazgeçtim.  Erik suyu içince motivasyonum, enerjim geliyor... Üniversite hayatım güzeldi.  Türkçe öğretmeni oldum, tam işe başlayacaktım, bir hafta sonra, kaldırımda yürürken araç çarptı, gençti şoför, alkollüydü. Ayağım düzelecek gibi değildi, kestiler. İyileştim, protez ayak kullanmaya başladım, yerime başkasını almışlardı ve başka bir okula da almadılar, bir ayağım yok diye. Engelliler okuluna başvur dediler,  başvurdum, torpili ve ayakları sağlam olanı aldılar. Ben de çok kızdım bu işe. Asla öğretmenlik yapmayacağım dedim.  Kan, ter ve gözyaşı döktüm çok. Hayatta kalabilmek için delice gayret etmek zorunda kaldım. Tamamdır, kendimi çok iyi hissediyorum, biraz sonra mağaraya gideriz.”

Osman ve Halit birbirine baktı. Osman önüne baktı.

Halit dedi ki: “Kemal abi, kusura bakma ama biz seninle çalışmayı düşünemiyoruz.

Tahsin bağdaş kurup oturmuştu, ayaklarını uzattı. Onlara baktı uzun uzun ve arkasını döndü.

Halit dedi ki: “Biz gidiyoruz, diyeceğin var mı abi?”

Kemal onlara döndü, gözlerinde yaşlar vardı: “Yapmayın çocuklar. Siz olmazsanız kimi bulurum. İkiz kızlarıma ekmek parası götürmem lazım. 

“Bu işi yapmayacaktın hani. Dereye düşüp ölüyordun nerdeyse?”

“Ölüm korkusuyla dedim öyle, bazen yılgınlığa kapılırız.”

“Yokuz biz” dedi Halit. “Sen de bu işi bırak, gidip pazarda çorak satsan çok güvenli olacak.”

Kemal, acıyla güldü: “Son şansım sizdiniz. Ama tek başıma da devam ederim, ne yapayım” dedi,  onlara sırtını döndü ve sessizce ağlamaya başladı.

Osman ve Halit az uzaklaşmıştı, dönüp ona baktılar.

Halit dedi ki: “Ya üzüldüm şimdi. Bu adam zor durumda. Ne yapalım?”

 “Ölürse ikiz kızlarını hiç göremeyecek. Kafama takılan şu: bize son şansımız  sizdiniz dedi, birinin son şansı olmakşimdi bu adamı yalnız bırakırsak kafam onda takılı kalacak. Bence bir süre daha yanında takılalım.  Vereceği para umurumda değil. Bir şekilde ona caydıralım, gitsin buralardan.”

“Ben bu adamın başımıza bela getireceğini sezmiştim. Tamam; dediğin gibi yapalım. Bir oyun oynayalım şuna. Gel benle.”

Kamyonetin arkasına saklandılar.

Bir süre geçmişti. Kemal  ayaklandı. Sigara yaktı.  Kamyonetin ön kaputuna oturdu. Manzarayı seyrederek düşüncelere daldı.

“Şu sigara bitsin, işe devam dedi kendine.”

Halit, arkadan yanaştı, omuzlardan tuttu garip bir ses çıkararak. Kemal, öyle pek korkmuşa benzemiyordu.

“Neden korkmadın?”

Ayak sesi duydum; anladım saklandığınızı. Bak bu iş bitsin Halit, sen kesinlikle pazarlarda çalışmalısın.”

“Neden?”

Kapasite var sende, müşteri çekersin. Ses tonunda, bakışlarında ışık var, dört tekerli bir arabayla domates satsan sokak sokak gezerek iyi iş yaparsın, ben bir süre böyle çalışarak öğrendim pazarcılığı. Neyse, bugünlük çalışmaya son verelim, eve gitmem lazım, bazı işlerim var, yarın da deneriz, gübre bulamazsam bu işi sonlandırırım. Yarın sabah 9 gibi sizi mezarlığın oradan alırım.”

Kamyonete bineceklerdi.

Tuğla yüklü traktör geçiyordu, yavaşladı.

Gençlerin çok iyi tanıdığı ve çok sevdiği Yasin şoförün yanındaydı. 70 yaşında sakallı bir dedeydi Yasin. Hoşbeş ediyorlardı.

Yasin, eski evinin oraya beton ev yaptırıyordu ve iki ustaya yardım edecek 2 amele lazımdı.  Gelecek olan iki adamın işi çıktığı için gelememişlerdi. Yasin genç adamlara iş teklifinde bulundu. Gençler teklifi seve seve kabul etti ve traktörün römorkuna atladı.

O gün akşama dek çalışıp evlerinin yolunu tuttular.

Kemal, tozlu yolda kamyonetiyle ters yöne gitti.

 

Ertesi günün öğle saatleriydi. Kemal, buluşma noktasına gelmişti ve gençleri

bekliyordu, saatine baktı, çoktan gelmiş olmalıydılar.  Acaba ne olmuştu da gelmemişlerdi ve birden dün o traktördeki yaşlı adamla konuşmalarını hatırladı, kamyonete atladı ve aracı yürüttü. Gübre işini bırakmayı düşünüyordu; ama gençlere veda etmeden de buradan ayrılmak istemiyordu, gübre işine belki devam ederdi, bilemiyordu; ama çok sevdiği iki yürekli gence ulaşmalıydı.  Pazarcılığa başladığı ilk yıllardaki ezik ama azimli kendisini görmüştü onlarda, evet, o yakışıklı ışık onlarda da vardı, biri ellerinden tutarsa hayatta çok iyi noktalara gelebilirlerdi. Kemal, pazarcılığa ilk el arabasında marul satarak başlamıştı, pazarcılar ona destek olmuştu.

Birkaç kilometre sonra yol kenarına yakın eski evin yan tarafında, yeni evin inşaatında çalışan aradığı gençleri fark etti ve aracı yolun kenarına park edip iki tarla ortasından uzanan yola girdi.

Ev sahibi yaşlı adam bahçede karşıladı onu, çay içiyordu,  çay ikram etti.  Sohbet başladı aralarında. Kemal pazarcılık işi yaptığından, ailesinden söz etti.

“Benim elemanları kaptın” dedi Kemal, güldü, “onları arıyordum.”

“Kusura bakma.”

“Çayın güzelmiş.”

“Karnın aç mı, yemek hazırlasın nene sana.”

“Teşekkür ederim, aç değilim.”

Kemal, yaşlı adamın babacan tavrından çok hoşlanmıştı.

“Bir kişi daha olsa iş çabuk biter, ben hiç işe yaramıyorum, yaşlılık işte. İstersen sen de çalışabilirsin. Paranı veririm.”

Kemal de işe dahil oldu.

Vakit akıp geçti su gibi. İş sırasında muhabbet ederken vaktin nasıl geçtiğini anlayamamışlardı.

Hava kararmaya yakındı.  İş bitmişti. Gençler ellerini yüzünü yıkadı, Kemal de ıslak elleriyle hemen bir sigara yaktı. Gençler, iki usta ve Kemal ayrılacaktı.

Yaşlı adamın gelini gözleme ve çay yaptı. Gideceklerdi ama hayır diyemediler. Bahçedeki masada, incir ağacının gölgesinde gözleme yiyip sohbet ediyorlardı. Köyden yaşlı adamın torunlarından biri geldi bisikletiyle. Heyecanla bir şeyler anlatmaya başladı: “Köyde jandarma üç defineci peşinde. İki genç ve bir adamı arıyorlar.”

Aranan kişilerin tariflerini verdi.

Kemal, yüzünü başka tarafa çevirdi.  Tarif edilen kişiye aynen uyuyordu. Halit ve Osman çaktırmadan Kemal’e bakış attılar onu yiyecekmiş gibi.

Bu defineciler çok adiymiş. İki köylünün 15 sığırını da yürürmüşler gece yarısı. Kamyonla gelmişler köye. Köylü alarmda, silahlarıyla bekliyorlar.  Bu gece onları mermi manyağı yapacaklar gelirlerse, yolları tutmuşlar.”

Yemek faslı bitti ve kamyonete doluştular.

Kemal iki ustayı yol üstündeki evlerine bırakacaktı, inşaat ustalarından biri dedi ki: “Kemal kardeş, çocuğun bahsettiği defineci ve hırsıza çok benziyorsun.”

“İnsan insana benzer.” Güldü.

“İşin nedir?”

“Pazarcıyım. Sofrada konuştuk ya.”

“Ha, evet. Unutmuşum. Senin bu kamyonete iki sığar mı?”

“Sığar da neden sordun?”

“Ne bileyim.”

Kemal güldü: “Senin gibi bir sığır çok kolay sığar. Ölüsü kolay sığar!”

Sesi titreyerek dedi ki: “Yok canım, kızma birader.”

“İçimden bir ses bu adamı döveceksin ama sabret, şeytana uyuyor diyor.”

“Ya kusura bakma, bir an senin hırsız olduğunu düşündüm de.”

Ustaları bir nokta bıraktı, evleri birbirine yakındı adamların.”

Hava kararmıştı. Kemal bir süre daha sürdü aracı ve yolun ilersindeki ışıkları gördü: O da neyin nesi, jandarma aracı herhalde ilerdeki.

“Yok evin ışığı o” dedi Osman.

“Çocuklar bu durumda köye dönmeseniz iyi olacak. Ortadan kaybolsak iyi olur.”

Halit dedi ki: “Neden korkuyorsun ki. Sen yarasa gübresi peşindesin.”

“Öyle; ama bizi onlarla karıştırabilirler. Nice adamlar var ki suçsuzlukları kanıtlanana kadar onca yıl hapis yatarlar. En iyisi bu akşam köye dönmesek. Arkada bir sürü alet edavat var. Bizi kesin defineci sanırlar.

Osman söze girdi: “Geri dönmeyip ne yapacağız?”

“Saklanacağız. Bir yerde.  Gün aydınlanınca da tek tek yollarınıza gidesiniz. Yollar kapatılmışsa beraber görünmesek iyi olur. Ya da şu: Ben gidip yolu kontrol edeyim. Jandarma var mı yok mu bir bakıp gelirim. Siz burada inin. Alet edavatı da indirin.”

“Tamam” dedi gençler ve aletleri indirdiler aşağı.  Onları yoldan içeri tarafa taşıdılar.

“Bekleyin beni, geleceğim kertenkele yavruları!” dedi Kemal çok ciddi ve gizemli biçimde ve bir sinema filmi karakteri gibi, yaratıkları öldürmeye giden infazcı gibi soğukkanlı biçimde arkasını döndü, usulca ilerledi, araca bindi. Aracı yürüttü.

Araç gözden kayboldu hayalet misali.

“Deli bu ya” dedi Halit, “bize kertenkele yavrusu dedi,” birlikte güldüler.

 

Hava iyice, simsiyah ve vazgeçilmez, kadife gibi kararmıştı ve binlerce yıldız gökyüzünde yanıp yanıp sönüyordu. Halit ve Osman çimene oturmuş sohbet ediyorlardı, gerginlik ve merak içinde; ama bundan delice haz duya duya. Çocukken birlikte köyden arkadaşlarıyla dağları keşfe gittikleri zamanlardaki duydukları heyecan ve gizem hissiyatı içindeydiler ve gizem onları süngerin suyu çekmesi gibi içine çekerdi, kavuran sıcakta serin ve mutlu eden bir his gibi.

Halit dedi ki: “Bence bu adam bize yalan attı, ikiz kızları filan yok.”

“Köpek gibi ağladı be. Kimse bu kadar içten ağlamaz. Gerçeği söyleyen biri ancak bu kadar içten gözyaşı döker. Yalan söylediğini sanmam. ”

“Jandarmanın aradığı defineci adam ve gençleri merak ettim.”

“Belki de bizi biri mağaraya girerken gördü ya da yolda gördü.”

Bir süre sohbet ettiler ve sustular. Uzun bir sessizlikti. Bir cırcır böceği ötmeye başladı ötede bir yerde.  Beklemekten canı sıkkın gençler buna sevindi.

“Ne düşünüyorsun?” dedi Halit.

“Hiç. Peki sen?”

“Evde olsam da çay içsem” dedi Osman.

Halit, bir şarkı mırıldanmaya başladı. Yarıda kesip dedi ki: “Aşk nedir sence?”

“Ne bileyim.”

“Sence bu köyde aşık olunacak kız var mı?”

“Vardır. Sende bir gariplik var.” Güldü: “Hiç böyle değildin. Böyle şeyleri konuşmazdın.”

“Köyde bir kız gördüm de.”

“Eee?”

“Çok güzeldi. Selam diyecektim caydım, bana kızar diye korkmuştum, ben de gülümsedim. O da karşılık verdi.  Çok güzel gülümsedi bana, öyle böyle değil yani.”

“Başka?”

“Onun kalbini hissettim.  Sanki onu yıllardır tanıyorum gibi bir his oluştu içimde. Onunla aramda muhteşem bir bağlantı oldu. Ve onu hissedince kalbim inanılmaz bir havaya girdi. Huzur buldu, evet, şimdi bana tam olarak ne olduğunu buldum; kalbim huzur buldu.”

“Nişanlıdır, belki de evlidir, yanlılıkla gülümsemiştir, öyle hemen havalara girme.” Güldü.

“Haklısın; harika içine ediyorsun, hiç böyle düşünmemiştim.”

Güldü: “Şaka yaptım.”

“Yalnız kafama bir şey takıldı, Kemal abinin çantaları ?” dedi, kalktı, çantaların yanına gitti. “İçinde ne var acaba? Eşek ölüsü gibi ağır bu. Tarihi eser olmasın.” Çantayı karıştırdı.

Osman da onun yanına gitti.

“Bunlar da ne böyle?” dedi Halit. Çakmağı çaktı.

“Bu kaya parçalarını niye buraya koymuş bu adam? Birini öldürmek için ideal.” Güldü.

Çanta, irili ufaklı taş parçalarıyla doluydu.

“Karıştırma. Gelince sorarız.”

Kısa bir süre sonra Kemal araçla göründü.

“Çocuklar, çantaları aletleri yükleyin. Jandarma falan yok. Gidiyoruz. Sizi de evinize bırakayım.”

Tam yola çıkacaklardı, öteden yaklaşan bir ışık göründü.

“Eyvahlar olsun!”dedi Kemal , ters yöne bastı.

Gazı kökledi.

“Abi dur da ne olduğunu anlayalım” dedi Osman.

“Hapse düşmeye niyetim yok.”

Halit dedi ki: “Abi panik yapma. Biz bir suç işlemedik ki.”

“Tabi ki” dedi Kemal, “onlar işlediğimizi düşünüyorsa iş başka. Aranan kişilere çok benziyoruz. Böyle şansın içine! Kızlarım ekmek bekliyor ve ben kodese girmek istemem.”

Bir elini camdan çıkarcı. “Cuv, cıuv” diyordu.

“Abi ne yapıyorsun?” dedi Halit.

“Ateş ediyorum tabancamla. Kasaya çık Halit. Ateş et, al tabancamı. İstersen kaçış arabasını sen sür. Daha önce kaçış şoförlüğü yaptın mı?”

Osman ve Halit güldü bir süre.

“Gerginliği azaltmaya çalışıyordum, nasıl güldürdüm sizi ama.” Güldü: “Banka soyguncuları bankayı soyar ve bekleyen kaçış arabasına atlar. Kaçış şoförü onları kurtarır.”

“Abi, çok fazla film seyrettin sen. Bırak. Kenara çek. Başınızı iyice belaya sokacağız kaçınca.”

“Sen karışma işime!  Ben ne yaptığımı çok iyi biliyorum.”

Kemal, aracı yoldan çıkardı.

Osman dedi ki: “Yavaş abi.”

“Nedenmiş?”

“Kötü olacak.”

“Neden diyorum?”

“Çok kötü.”

“Ne kötü?”

Halit dedi ki:  “Abi oraya sürme. Orada bir göl var.”

“Göl mü?”

“Evet. Derinliği beş metre. Tarla sahibi tarlayı sulamak için yaptırdı.”

“Şunu baştan söylesenize geri zekalı kertenkele yavruları!

Frenler tutmuyor çocuklar! Bittik.”

Araç, yokuş aşağı kaptırmış taşlara çarpıp zıplayıp sallanarak ve ses çıkarak, gacır gucur ederek çılgın gibi gidiyordu.

“Çocuklar araçtan atlayın. Hadi Allah’a emanet. Herkes başının çaresine baksın.” dedi. Kapıyı açtı ve birden attı kendini aşağı.

Osman ve Halit şaşkınlıktan ve korkudan dondular bir an.

Halit atladı. Peşine Osman.

Top gibi yuvarlanarak gittiler bir yana.

Kamyonet, göle birkaç metre kala ufak bir kayaya çarptı bir tekeri, havalandı ve takla atarak düştü toprağa. Yan yatmıştı. Havada kalan tekerler süratle dönüyordu.

Halit ve Osman bir araba dolusu dayak yemiş gibiydi.  Kalın bir sopayla. Beyinleri sarsılmıştı,  taşlara taşa toprağa çimene dikene sürtünüp yuvarlanmışlardı. Sıyrıklar, ufak  yara bereler, ezikler vardı vücutlarında, belli yerleri yanıyordu acıyla.

Zil zurna içmiş gibi baygındılar. Usul usul kendilerine geliyorlar, ağır çekimde hareket ediyorlar, başlarında vızır vızır yıldızlar uçuşuyordu, her yerlerinde ağrılar vardı.

Osman, sırt üstü uzanmış acıyla kıvranıyordu, zaman geçtikçe daha iyi hissedeceğine daha kötü hissediyordu, yıldızlara bakıp inliyordu. Acıdan ağrıdan gözyaşları döküyordu.

Halit ise az aşağıda acıyla inliyordu,  o da Osman gibi perişandı, gözlerinden yaşlar düşüyordu. Az sonra daha iyi hissetti ve güçlükle kalkıp topallayarak Osman’ın yanına gitti.

“Ben sana demiştim Osman” diyordu Halit. “Ben sana demiştim. Geberip gidiyorduk nerdeyse!”

“Kapa çeneni!” dedi Osman, “Kırık var mı?”

“Bilmem.”

Kemal, yukardan onların yanına geldi sakin sakin.

“Kertenkele yavruları, iyi misiniz?” Güldü, “aslanlarım benim.”

Halit, bir küfür savurdu şansına: “Senin yüzünden düştüğümüz şu hale bak.”

“Kusura bakma. Ama aşağıda gölet olduğunu geç söylediniz.”

“Aniden daldın yokuş aşağı” dedi Osman, “Neden panik yaptın ki?”

“Olan oldu, bağışlayın. Fren tutmadı. Amcamın oğlu 15 yıl hapis yattı. O aklıma geldi. Gerçek katile benzetildi için. Yanlışlıkla 15 yıl yatmak kim ister. Hayatı bitti. Ama yeniden evlendi, çocukları oldu.

Halit dedi ki: “Kemal abi, sen sığır hırsızı mısın, itiraf et, çantana baktık, defineci misin?”

“Evet lan!” diye bağırdı, “yeter ya! Fitil ettin beni! Ben sığır hırsızıyım, köylünün 15 sığırını çaldım ve ben defineciyim!” Güldü, sakince ekledi: “Aş oğlum şu paranoyaları artık. Benim yasa dışı işlerle alakam olmaz.”

“Tamam!” diye bağırdı Halit, “sen sığır hırsızısın, ben de senin baş yardımcın, yarın 12 sığır çalmaya var mısın? Ve define bulmaya.”

“30 sığır çalalım.”

Güldüler.

Yukarda bir ışık göründü.

“Orda biri var” dedi Halit. “Susun.”

“Bu arızalı Hüseyin. Bisikletiyle gezer akşamları. O ışık bisikletinin ışığıymış” dedi Osman.

Kemal sevinçle güldü: “Oh şükür!” dedi.            

“Çocuklar kusura bakamayın.”

Hüseyin bağırdı: “Sığır hırsızları!  Pis defineciler!”

Sizi bildireceğim!”

“Harika” dedi Halit, “bir yerlerini yırtarcasına bağırdın Kemal abi, çocuk da duydu, şimdi gidip herkese söyler. İşimiz bitti. Şakasına sormuştum sana o soruyu, seni deli etmek için; çünkü kamyoneti yokuş aşağı sürdün, solucana döndük acıdan. Çocuk hepsini duydu. Harbiden mahvolduk.”

Bisiklet aniden durduğu noktadan kayboldu ışığıyla.

“Toparlanın çocuklar buradan gitmeliyiz. En azından bu gece saklanmalıyız. Dağlara gidelim. Sonra orada ateş yakarız. Burası çok soğuk; gelin benle.”

“Çantalar, kamyonet ne olacak? Peşte iz bırakmamalıyız. Kamyoneti buradan çıkarabiliriz.” dedi Osman.

“Vay! Aslanım! Tamamdır,  o zaman tamam, gidip çantaları alıp gelin!”

Osman ve Halit yukardan çantaları alıp geldiler.

Yan yatan kamyoneti düzelttiler.

Kamyonet çalışınca Kemal çocuk gibi sevindi: “Atlayın, buradan toz oluyoruz!  Bir daha yarasa gübresi aramak mı; asla! Mezardan babam çıkıp gelse şurada mağarada 100 ton yarası gübresi var dese gitmem, yüz ton altın ya da elmas varsa gitmem.”

 

Kemal, kamyoneti yürüttü, epey gittiler ve ormanlık alana geldiler. Kamyonet aniden durdu. Kemal yapmak için çıkıp baktı, depo delinmişti. Delik ufaktı; ama benzin kalmamıştı.

“Kamyoneti burada bulamazlar” dedi Kemal, çalılarla üstünü kapatalım.”

Kamyoneti dar toprak yoldan içeri aldılar iterek.

Üstünü ağaç dallarıyla kapatıp oradan ayrıldılar.

Halit dedi ki: “Ben gidiyorum. Size bol şans arkadaşlar. Bugün çok uç şey yaşadım. Fazlasına gerek yok. Pederle iyice papaz olamam.”

“Olmaz, birlikte hareket edelim, birlikte daha güçlü oluruz. Hapishaneden tünel kazarak kaçan mahkumlar birlikte hareket ederlerse başarılı olur. Bir basit hata yaparsın, işimiz biter; ama birlikte sağlam oluruz. Kollarız birbirimizi, en azından bu gece için. Üç akıl tek akıldan iyidir.”

“İyice hava girdin sen.” Güldü.

“Haklı adam” dedi Osman, “en azından bu gece. İş daha da zora girmesin.”

Nehir kenarına geldiler.

Orada bir ev fark etti Kemal: “Şu evin samanlığına gidelim.”

“Ben o adamı tanırım,  insandan hiç hoşlanmaz.”

“Peki ne bu adam? Şey demeliyim, ne sever?”

“Biraz manyak. Tek başına yaşar. Siz de görüyor musunuz? Bir el fenerinin ışığı var orada.”

Tüfek patladı.

Osman fırladı, peşinden Halit, peşinden Kemal.

Tekrar ormana girmişlerdi.

“O da neydi?” dedi Kemal. Bir ağacın altında durumu değerlendiriyorlardı, “bizi nasıl da hemen fark etti?”

“Domuz sesi duydum” dedi Osman, “gece bahçesini domuzlar talan ediyor, domuzlara ateş ediyor olmalı.  Bunu duymuştum, bir keresinde kendini yaralamış mankafa. Şu taraftan.”

İlerlediler.

“Buraları çocukken iyi bilirdim” dedi Halit, “sen unutmamışsın Osman.

Osman güldü.

Epey ilerlemişlerdi, kan ter içinde kalmışlardı, gökyüzünde ay vardı balina gibi. İnsanı kış gecesi anne gibi saran türde ve çok tatlı bir his veriyordu insana.

Oturdular.

“Durun; arkadan gelen var mı; dinleyelim” dedi Halit.

Dinletiler, çıt gelmiyordu geriden, sadece çok uzaktan havlayan bir köpeğin yorgun sesi geliyordu.

Osman yüzündeki şıpır teri elinin tersiyle silip attı:  Çok acıktım, bir öküzü yiyebilirim.” Dedi.

Güldü diğerleri.

“Ben de çok acıktım birader” dedi Halit.

Kemal söze girdi heyecanla: “Tarla marla yok mu burada,  mutlaka vardır. Ne bileyim, yiyecek bir şeyler vardır. Ben de çok pis acıktım, karım köfte kızartır bazı sabahlar, müthiş lezzetlidir,  bir gün gelirsiniz bize. E söyleyin, kurbağa gibi susmayın, bağ bahçe yok mu buralarda?”

“Şu tarafta İbrahim amcanın tarlası, bağı bahçesi var. Her sene düzenli olarak domates, biber eker, iri armutları olan koca bir ağaç vardır odada, elma ağacı da var” dedi Osman, “demeyecektim, başımız belaya girer diye; ama bu gece aç geçmez.”

 

“Tamamdır kertenkele, süpersin!” dedi Kemal, “ben gidip yiyecek bulup geleyim. Bu gece aç geçemez, aksi halde birinizi yerdim.” Güldü.

“Kemal abi, gitme derim; ama açım, gözünü seveyim dikkat et, peşine birilerini takıp getirme ne olursun.”

Güldü. Onun sırtına dokundu: “Birkaç domates alacağım. Hepsi bu. Ayrıca bu saatte mışıl mışıl uyurlar.”

Halit sordu: “Çantadaki kaya parçaları  nedir?”

“Değerli materyalleri içirip içermediğini test için bir yere göndereceğim onları. Altın, gümüş, yakut ya da kuvars olabilir.”

“Sen gübreci değil miydin?”

“Orası öyle; ama altın yatağı bulursam. Yarasaların olduğu mağaralarda madenler oluyormuş. Bir taşla iki kuş vurmak. Gübre için giriyorsam değerli madenleri de var mıdır diye araştırıyorum. Suç değil bu. Tabi mağara bölgesi, toprak bana ait olmuyor, atlın varsa alıyorsam suç olur. Ama Allah’ın dağı, madeni. Devlet buralarda değerli maden olduğunu nasıl bilsin. Satın alırsın araziyi. Sonra madenin sahibi olursun.” Güldü.

“Sen çok uyanıksın.”

“Yok be, garibanın tekiyim.” Güldü: “Ben gidiyorum” dedi, “Biri gelirse kaçıp saklanın, yakalanırsanız sakın beni ele vermeyin.”

Kamyonetin yanından ayrılırken sırt çantasını, (özel eşyaları var) ve küçük baltayı almıştı. Sırt çantasını açıp el fenerini çıkardı, iri bıçağı alıp beline koydu. Sırt çantasını sırtına taktı, bir elinde balta vardı, dedi ki: “Domates bulamazsam eve girerim, biri yakalarsa baltayı indiririm. Yiyeceklerle gelirim yanınıza. Hiç merak etmeyin cezaevi firarileri. Filmlerde böyle olmaz mı?” Güldü.

“Kemal abi, sakın! Sakın bir geri zekalılık yapmayım deme” dedi Halit.

“Korku filmlerindeki gibi sıcak bir hava. Güzel çığlık atacak bir kız yok mu? Korku filmi müziği yapın çocuklar.  İşi

İyice gerilimli hale getirsek güzel olur.” Güldü deli deli ve uzaklaşacaktı, dedi ki: “Şeyi merak ettim: Adam tek mi yaşar?”

“Hayır, sekiz çocuğu var” dedi Halit.”

“Deme.”

“Yok” dedi Osman, “tek yaşar.”

“Köpeği var mı?”

“Yok.”

“Var oğlum, bir kangal aldı diye duydum” dedi Halit.

“Kangal hiç sevmez o, yok abi köpeği. Git sen.”

“Var mı, yok mu?”

Osman: “Yok.”

Halit: “Var.”

Halit şöyle dedi: “Yoktur umarım.”

Osman ekledi: “Varsa bile tüylü minik bir şeydir. Fino cinsi.”

 

Yarım saat kadar bir süre geçmişti,  ikili çok büyük bir endişeyle bekliyordu Kemal’i.  Konuşup durdular can sıkıntılarını, gergin bekleyişi atlatmak için.

Sonra Kemal’in gittiği yönden köpek sesleri geldi.  Çok geçmedi, ayak sesi, çıtırtılar gelmeye başladı. İkili sus pus olup saklandı. Kemal ses verdi: “Sevimli kertenkeleler, nereye gittiniz?” El fenerini çevreye tutuyordu.

“Kapat şunu!” dedi Osman, “biri burada olduğumuzu fark edecek.” Saklandıkları yerden çıkıp ona yaklaştılar. Çöktüler oraya yan yana.

Kemal, elindeki iki tavuğu yere attı, el fenerini tavuklara tuttu: “Bakın çocuklar. Size yemek getirdim!”

“Kemal abi hamile gibi görünüyorsun?” dedi Halit gülerek.

“He, orada adamın karsıyla denk geldim, yıldırım aşkı oldu, kızıştık, samanlığa girdik, işi bitirdik ve samanlıktan çıkarken bir de baktım hamile kalmışım.”

Kemal koynundakileri döktü, domates, biber ve iri sarı armutlar saçıldı yere.

Halit tavuklardan birini elime alıp dedi ki:  “Ayağına bilezik kaybolursa diye koyuldu, üstünde telefon numarası var. Eyvahlar olsun! Şimdi kazığa oturduk!” dedi Halit, “Kezban ve Jale bu.  Filmdeki hizmetçi kız Kezban ve ev sahibi zengin marjinal  kadın Jale.”

“Ne saçmalıyorsun be sen?!” dedi Kemal, “Tavuk bunlar tavuk. Kör müsün?!”

“İbrahim amcanın evladından çok sevdiği, hatta kat be kat üstün tuttuğu ithal süs tavukları bunlar.  Çok sevdiği dizi filmdeki karakterlerin adlarını onlara verdi ve sen onları katlettin! Başımız gerçekten belada şimdi.” Ağlamaklı demişti.

“Şunu baştan diyeydin ya dünya zeka şampiyonu! Katletmedim. Bahçenin kenarındaydı, tilki birini alıp götürüyordu, tavuğu ağzında görünce koştum peşinden, kaçayım derken panik yapıp düşürdü tavuğu, gidip baktım, tavuk yeni ölmüş, sıcaktı. Ve orada bir tane daha gördüm. Her neyse. Bir ateş yakalım ve yiyelim bunları.”

“Köpek sesleri duyduk, sana saldırdı diye çok korktuk” dedi Osman.

“Evet, köpek yok dediniz; ama bir fino vardı ve bir kangal köpeği.”

“Yapma ya” dedi Halit.

“Neyse ki tilkinin peşindeydiler. İkinci tilkinin.  Sizin verdiğiniz yanlış bilgi yüzünden nerdeyse kıçı kaptıracaktım. Dikkatliydim ve tilkinin peşinden koşmaya başladılar, bu sayede domates toplayabildim. Sonra bastım. Kayboldum. Zor buldum yolu. Ondan uzun sürdü gelmem. Tamam, odun toplayıp ateş yakın, protez bacağım ağrıdı, sırt üstü uzanmam lazım.”

“Ateş yakarsak bizi görürler” dedi Osman.

“Bu saatte kim olur buralarda, geçin o korkuyu çocuklar.”

“En azından buradan uzaklaşalım, İbrahim amca biz karnımızı doyururken tüfekle baskın yapmasın.”

Çantaları orada bıraktılar. Toparlandılar ve ormanın kuytu bölgesine ilerlemeye başladılar.

“İlerde bir göl olacaktı, ormanın en gizli kalmış yerinde. Oraya gidelim” dedi Osman.

Bastılar, Osman eline el fenerini almıştı.

Bir saat kadar ilerlediler, sıcaktı orman ve yol aldıkça daha sıcaklaşıyordu hava, yoğun ağaç ve bitki örtüsü burayı adeta gizli bir vahaya çevirmişti.

Sonunda geldiler küçük gölün oraya. Küçük bir çocuk havuzu gibiydi göl.

Kemal uzandı. “Öldüm bittim anacım.” dedi, kendi kendine konuşmaya başladı: “Anamın babamın duasını aldım. Bana kötü bir şey olmaz. Param olsun köye gidip onları göreceğim, hediyelerle.”

Bu sırada Halit, ateş yakmak için odun toplarken, Osman tavukları temizlemeye başladı.

Ateş çatırdamaya başladı.

Osman öfkelenmişti: “Birader kafayı mı yedin, nedir?!”

“Neyin var senin?”

“Mars’tan görünecek kadar bu denli hayvan gibi büyük ateş yakmanın alemi nedir, herkesi başımıza toplayacaksın.”

Ateşin dağıttı, küçük bir kısmını canlı bıraktı.

Kemal güldü. Osman ayıkladığı tavukları gölde yıkayıp çubuğa geçirip ateş üstüne koydu. Az sonra tavuk cızırdamaya ve tatlı kokusunu yaymaya başlamıştı, duman çıkıyordu. Osman pişirmekle uğraşırken diğerleri aç ve sessiz gözlerle onu seyrediyordu zevkle. Osman bir kısım eti de parçalayıp közün üstüne koydu. Baş döndüren güzel bir kokuydu, yağı akıyordu tavukların.

Halit dedi ki: “İbrahim amca bu tavuklar yüzünden karısıyla kötü oldu, yaşlı kadın bastı gitti baba evine, tavuklar 30 taneydi. Hastalık vurdu, hepsi öldü, kaldı 2 tane. Ayşe teyze tavukların geberip gitmesini isterdi ve dilediği oldu, bak o bakımdan iyi oldu. İbrahim amca yalvardı yakardı, kadın dönüp geldi yanına. İhtiyarın hayallerini, aşkını yiyeceğiz.”

Kemal ve Osman gülmeye başladı.

Osman dedi ki: “Kemal abi, bir tadına bak bakalım, pişti mi?”

Uzattı tavuktan bir parça çubukla. Kemal parçayı ağzı yanarak hızla yedi.

“Lokum gibi güzel!” dedi.

Halit’in de canı çekti: “Biraz da bana ver.”

Osman, bir parça da ona uzattı:

Halit sıcak et parçasını yedi, parmak uçlarını yaladı: “Mükemmelmiş! Ama İbrahim amcanın elini yermiş gibi hissettim. Kırış kırış yüzünü.

Diğerleri güldü.

Kemal dedi ki: Şu domatesleri bölüp közün üstüne koy, pişsin, biberleri de koy, çok güzel olur tavukla.

Osman denileni yaptı ve tavuktan bir parça koparıp yedi: “Ömrümde böyle lezzetli tavuk yemedim!” dedi.

“Durun” dedi Kemal, çantamda tuzluk ve kırmızı pul biber olacaktı, hep yanımda taşırım. Yolda izde bir şey yediğimde lazım olur. Çantadan tuzluğu ve kırmızı pul biberi çıkardı. Tavuklar pişmişti. Tuz ve kırmızı pul biberle tavuğun lezzeti büyülü hale geldi.

Kemal dedi ki: “Çocuklar tavuk çiftliği kurmaya ne dersiniz?”

“Güzel iş” dedi Halit.

“Sermaye lazım” dedi Osman.

Domates ve biberden yediler, zevkle kendilerinden geçiyorlardı, yavaş yiyorlardı ve bitsin istemiyorlardı.

“Domates bambaşka çocuklar” dedi Kemal, göze çok faydalıdır. Biberin lezzeti öldürdü. Bizim köyde tepede bir tavuk çiftliği vardı, çiftlik dediğim 2 katlı kaba keresteden ev gibi bir yer. Ufak bir yerdi, adam yıllarca tavuk baktı orada, evin yanından geçerken gıdaklama sesi cayır cayır olurdu, ölen tavukları arka tarafa rastgele atarlardı. Tavuklar hep kapalıydı herhalde. İşte o zamanlar böyle bir tavuk çiftliği kurma hayalim vardı.

Karınları doymuştu, tavuktan yine kalmıştı. Onu da sabah yiyeceklerdi.

Kemal, ateşin yanında yan yatmış, bir elini yastık yapmıştı başına: “Karnımız tok, ateşimiz var, daha ne isteyebiliriz, burada güvendeyiz, çok güzel bir gece geçirdik çocuklar, size her şey için çok teşekkür ederim, dilerim bu dostluk sonsuza dek sürer. Çok heyecanlı bir geceydi, böyle bir serüven hiç yaşamamıştım.”

Halit ve Osman ateşin diğer tarafında yan yana uzanmışlardı.

Gece  orman soğuktu, arkaları üşüyordu ama ön tarafları iyice ısınmış, kedi gibi mayışıp gevşemişlerdi.

Halit ve Osman uyur gibiydi, bir kulakları ondaydı. Çünkü Kemal’in sohbeti onlara tatlı gelmişti. Kemal kalkıp ateşe odun attı, bağdaş kurup oturdu, uykusu kaçmıştı konuşmaktan: “Çocuklar çok gençsiniz, ne güzel bir zamandır, deli dolu, güçlü ve çevik. Ama yıllar çok çabuk akıp geçer ve olursunuz 45 yaşında. Ah, sizin zamanlarınıza bir dönebilsem, saçlar beyazlamış, dökülmüş. Bir ayak protez. Bu anları tadını iyi çıkarın; çünkü asla geri gelmeyecek anlar bunlar.” Bir an sustu ve ateşe dikti gözlerini. “Aklıma bir görüntü geldi” dedi, “şehirde dolanırken bir kadın gördüm, caddenin birinde sergi açmıştı kaldırıma, yumurta ve benzeri köy ürünleri satıyordu. Kadının köylü olduğu belliydi kıyafetinden. 12, 13 yaşında bir çocuk vardı, kadının oğlu olduğu belliydi. Sarışın, iri mavi gözleri olan bir çocuktu, kadın telaşla ona bir şeyler anlatıyor, çocuk gülümseyerek bir şeyler diyor, kadın sergiyi düzenliyordu arada. Canımı aldı bu görüntü bir anda, çok sevdim. Belli ki zor geçiniyorlar ve yetiştirdikleri ürünleri burada satışa çıkarıp ek gelir elde etmeye çalışıyordu, birisiniz, pazarlarda kar, kış, yağmur, çamur, ayaz demeden ürün satan yaşlı kadınlar vardır  Gidip kadından bir şeyler almak istedim, oğlu ve annesi ve bu saf dişi mücadele çok hoşuma gitmişti. Ama param yoktu. Cebimi yine yokladım belli üç beş yumurta alacak para çıkar diye. Buldum. Baktım saydım para yetiyordu.  Sergiye yaklaşıyordum. Tavukları kesip parçalamış, pişirmeye tam hazır hale getirmişti kadın, 5, 6 tavuk vardı. O tavuğun büyümesi aylar sürer, teki kaç lira eder acaba dedim, harcanan emeği karşılar mı, sanmam. Ama büyük bir mücadele veriyor, ailesi için,  tarlada o marulları lahanaları yetiştirmek kolay değildir, o yeşil soğanları.  Gecesini gündüzüne katıp canla başla çalışıyor. Beş yumurta aldım kadından.” Kemal sustu, uzun bir sessizlik oldu, Kemal uzandı, protez bacağını çıkardı, öptü,  gözlerinden yaşlar düştü.

Osman soracaktı. Neden diye. Soramadı.  Çok duygulandı ve gözlerinden yaşlar düştü, Halit de duygulanmıştı.

Kemal, uykuya daldı ve diğerleri de kendilerini uykuya bıraktı.

 

Gün doğarken uyandı Kemal, gençleri uyandırdı, çantaları bıraktıkları yere, oradan da kamyoneti yanına gittiler.

O gece sığır hırsızları iş esnasında yakalanmış ve jandarmaya teslim edilmişti, 18 yaşında iki genç ve 45 yaşında bir adam.

 

Kemal,  birkaç gün sonra köyün dışındaki birçok mağarayı gezi ama yarasa gübresi ya da değerli maden bulamadı. Kasabaya indi. Bir iş teklifi aldı, inşaat malzemeleri satan iş yeri sahibinden, ve Osman ve Halit’in  de oraya girmesini sağladı bir gün sonra. Bir hafta orada çalıştıktan sonra pazarcılığa döndü, Halit’i de yanına aldı. Osman inşaat malzemeleri satan iş yerinde kalmayı tercih etmişti.

 

Osman geçmişin derinliğinden sıyrılıp çıktı.

 

 

AÇ KURT SÜRÜSÜ

 

 

Aç kurt sürüsü kar fırtınasında ilerlemeye çalışıyordu güçlükle, canlarını dişlerine katarak, böcek gibi acizdi görünüyorlardı; ama kurtlar çok dayanıklıdır, özellikle böyle hava şartlarına ve açlığa. İçlerinde en güçlüsünü bile bir zorlanma, can acısı sarmıştı,

böyle bir kar fırtınasında her canlı aciz kalır, kalmaya mecbur görünür, bu hava koşulları kafa tutmaya gelmez. En başta ilerleyen siyah kurt da perişandı;ama yaratılışı zor şeyleri aşacak biçimde ayarlanmıştı, mayası. Ve belalı çok gün görmüştü, aşılamayacak gibi görünün ölümcül günleri sağ atlatmayı başarmıştı.

Şimdi geberecek bile olsa geri adım atacak değildi. Onun pençeleri bildik kurtların pençeleri gibi değildi, onun çenesi ve dişleri, onun derin ve keskin bakışları,  o güzel güneşli zamanlarda durup uzakları gözleyip analiz eden araştırmacı bakışları, onun soruşturmacı burnu vardı. En önemlisi çetin tecrübeleri ona işe, yürüdüğü yola yüreğini koymasını öğretmişti, bir zaman sonra işe ruhunun gücünü, parlak ruhunun gücünü ortaya koymasını öğrenmişti. Yaşam enerjisini: Chi. Bunu gezgin bir kurttan öğrenmişti, onunla çok kısa bir süre takılmıştı. Uzak doğudan ta Türkiye topraklarına gelen bir kurttu bu. Dünyayı gezmeyi kafasına koymuş ve bunu başarmıştı da.

Dünyanın her yerini gezmişti. Pakistan, Nepal, Hindistan ve ÇinHimalaya

Oraların dağ soğuklarında hayatta kalmıştı.

Oralardaki dağların zirvelerinde (Plato) adeta bambaşka bir hayat, bir şehir vardı.

Alpler, Avrupa’daki, Sibirya’daki,  Amerika’daki kurtlarla tanışmıştı. Oraların dağlarında, milli parklarında yaşamıştı.

 

İlk başta siyah kurt onu dikkate almamıştı, gezgin kurt çok zayıftı çünkü ve yaşlı olduğu hemen göze çarpıyordu,  ona bakar bakmaz şu düşünce ışıklar içinde belirirdi içinizde: “Bu kurdun işi bitik, ha öldü ha ölecek.”

 

Siyah kurt onun son zamanlarını yaşadığını ve bir hastalık taşıdığını düşünmüş, ona sokulmak istememişti. Hastalık bana da bulaşır korkusuyla.

 

Yaz ayıydı ve sıcak ormanı kavuruyordu, akşam olurken rüya gibi bir serinlik bütün canlıların imdadına yetişmiş, siyah kurdun umutsuzluğa ve iflasa düşen zihnine sihir gibi dokunmuştu, tünediği yerden sevinçle kalkmış,  gerinip omurgasını güzelce esnetmiş, yerinde zıplamış, bir pençesini silkelemiş ve etrafı zevkle koklayarak, sağa sola bakarak ve eğilip kokuları analiz ederek ormandan çıkarken bu vakte kadar canlı kalabildiğine minnettardı.

Ormandan çıkıp dere kenarına indiğinde sakin ve huzurlu biçimde akan derenin sesine kulak verdi, hoşnutluk duydu. İri yapraklı bitkilerin ardından başını uzattı, dereyi gördü ve tam karşısında, on metre kadar ilerde yabancı kurdu fark etti. Çekinip donakaldı ve onu izlemeye koyuldu. Geri çekildi, saklandı, gözler hedefe mühürlüydü.

Yabancı kurt sakin sakin su içiyordu başını dereye uzatmış.

Siyah kurt, ona arkası dönül yabancı kurdu tam incelemeden içine bir güzel his çöktü. Yalnızdı ve bir dost bulduğuna sevinmişti. Yalnızlık insanı da kurdu da yer bitirir. Ekip; diğer deyişle yoldaş olmazsa olmazdır bir kurt için ve bir insan için.

Evet, bu dost olabilecek bir kurttu.

Ama esrarengiz kurt yan dönünce onun zayıflığını, sayılan kemiklerini gördü, hayal kırıklığına uğradı. Hiçbir güçlü kurt güçsüz bir kurtla arkadaşlık yapmak istemez. Ama bir sürü içinde olsaydı zayıf kurda yoldaşları destek olur ve sürünün güvenli kanatları altında olur, yaşama tutunur, ölecek gibi olsa da uzun süre direnir, sürü sayesinde karnı doyardı.

Siyah kurt, yaşlı kurdun su kenarından çekilmesini bekledi; çünkü onunla muhatap olmak istemiyordu; ama yaşlı kurdun oradan uzaklaşacağı yoktu. Kenara çöktü, pençelerini huşu içinde yaladı, karnını yaladı, boynunu sol arka ayağıyla kaşıdı ve keyifle etrafı izlemeye başladı, suda taşların üzerinde çıkıp öten kurbağaları. Çevreyi, yaşama sevinci veren tatlı akşamı  ve uzaktan gelen sesleri dinliyordu.  Gökyüzündeki binlerce yıldızı izledi bir süre. Hayalet gibi ve süratle geçen baykuşa baktı. Çekilip gitmiyordu kurulduğu yerden. Siyah kurdun canı sıkıldı bu işe. Çünkü dereye inen tek patikaydı bu ve yaklaşıp su içmek için en uygun yerdi. Başka yer bulmak için epey yürümek zorunda kalacaktı.

 

UZAK DOĞULU BAY GEZGİN VEGA

 

Vega, Lir Takımyıldızı'nda yer alan en parlak yıldız. Göğün beşinci parlak yıldızıdır. Kuzey yarıküresinde Arcturus’tan sonra ikinci parlak yıldızdır. Güneş’e 25,3 ışık yılı uzaklıkta olduğundan Güneş’e nispeten yakın bir yıldız sayılır. 

 

Siyah kurdun susuzluktan ağzı kurumuş ve adım atacak gücü kalmamıştı ve dolanmak istemedi. Onu umursamadan yanaştı ve su içmeye başladı. İşi bitince dönerken onun bakışlarıyla karşılaşınca nezaketten selamladı onu.  Karşılık hiç ummadığı kadar hayat ve muhabbet doluydu. Gözleri parlamıştı yabancı kurdun.

Bu siyah kurdun çok hoşuna gitmişti.  Tanışma daveti vardı bakışlarda. Onun koklamak istediğini belirmişti başıyla. Siyah kurt onay verdi buna. Yaşlı kurt dostça daveti kabul gördüğü için pek memnun olup kuyruğunu salladı ve yine bir selam verdi, yaklaşabilirsin kabilinden, burnunu ileri uzattı. Siyah kurt ona yanaşacaktı, ondan hastalık kapmaktan korktu,  ama hasta kurtlar böyle parlak ve güçlü bakışlara sahip olmazdı, belki de bir baş belasıydı, bilemiyordu. Belki de birkaç güne ölürdü. Bir yanı ona yaklaşma diyordu. Çünkü iyi bir kurt olmayabilirdi. Ama içindeki kurt içgüdüsüne, yoldaşlık ve merak dürtüsüne engel olamayıp ona sokuldu. Beri yandan ondan ölümcül hastalığı kapma endişesi duyuyordu.

“Çekinme, yanıma gelebilirsin, benim gibi bir işi bitikten zarar gelmez. Birkaç güne öleceğimi düşündüğünü biliyorum. Merak etme. Hasta falan değilim.” dedi yaşlı kurt, mırıldanarak. Güven veren bakışlarla.

Siyah kurt düşüncelerinden utandı.

İçinin okunması onu çok rahatsız etti, şaşırttı ve iyice meraklandı bu kurdu tanımak için. Ona yanaştı.

Koklaştılar ve siyah kurt onun yanına rahatlıkla ve bir yoldan bulmanın hazzıyla uzandı.

Böylece aralarındaki sohbet başladı.

Yaşlı kurt çok farklı gelmişti gözüne: “Buralardan değilsin, sanırım?”

“Gezginim. Uzaklardan geldim. Peki sen?”

“Buralardanım. Dolaşıp duruyorum. Yiyecek bir şeyler bakınıyordum.”

“En son ne yedin?”

“Çok uzun zaman oldu. Hayal meyal bir şeyler hatırlıyorum. Kokmuş bir şeydi. Karga leşiydi sanım. Onu da çok aç olduğum için güçlükle yedim; nerdeyse çıkarıyordum.”

“Bilirim. Buralardaki ne tür avlar var. Buralarda takıldığına göre bilirsin?”

“Sabit değilim. Geziyorum senin gibi. Ben de gezgin sayılırım.”

“Birlikte avlanalım mı?

Siyah kurt güldü: “Senin bir av peşinde koşabileceğini sanmam.”

Beriki güldü.

Siyah kurt, nezaketen ve ister istemez bir dostluk yapmıştı onunla ve buradan, bu çaresiz ve kendini bir halt sanan işi bitik kurdun yanından uzaklaşsa iyi ederdi.

Bir hazırcıya, beleşçiye dayanamazdı. Başa bela olurdu böylesi. Yoluna gitmeliydi, muhabbetin kısası iyiydi.

Yiyecek bir şeyler bulmalıydı, boşa vakit geçiremezdi lak lak için. Delice açken üstelik.

“Beni yanlış anlama; ama gidip yiyecek aramam lazım.”

“Bol şans. Bir şey yakalayamazsan buraya gel. Senin için yiyecek ayarlarım.”

Siyah kurt, onun kaçığın teki olduğunu düşündü, “sen kendi başının çaresine bakamıyorsun ki moruk. Bir de bol keseden atıyorsun.” İçinden güldü ona.

“Teşekkür ederim” deyip basıp gitti.

 

Gece geldi zifiri biçimde, avlanmak için muazzamdı orman. Gece avlanan hayvanlar geceyi iple çeker. Siyah kurt sevinçliydi. Ormanın açıklık, seyrek alanlarında epey gezdi, birkaç saat. Büyüleyici kokular yakaladı, geyik ve domuz kokuları, sonra tavşan, koku ve izleri takip etti heyecanla, sarsıcı açlığını unutarak. Bütün çaba ve azmine rağmen

istediği sonucu alamadı, bir noktadan sonra izleri ve kokuları kaybetmişti. Yorulmuştu da, kalan gücünü yarına saklamalıydı. Buralarda avlayacak bir hayvan bulamamasına üzüldü. Akşamın başında gelen o harikulade serinlik de uçup gitmiş, boğucu bir hava hüküm sürüyordu ormanda. Dereye inip su içti kana kana. İçi ferahladı. Dille ağzına suyu ustalıkla almak her zaman zevkli gelmişti ona. Tam bu sırada aklına yaşlı kurt geldi ve dereyi takip edip o tarafa ilerlemeye başladı, “bakalım bu moruk ne yapıyor?” diye düşünüyordu. Asıl mesele şuydu: Ormanda açlıkla ve yalnızlıkla sefilleşmişsen yaşlı bir kurt kıymete biner. Şimşek gibi güçlü biçimde bunu hissediyordu, bir nefes de olsa o kurdu görmek ona moral olacaktı.

 

Ormandaki diğer kurtları düşündü, şöyle kuvvetli, kendi gibi azimli ve genç kurtlarla tanışsa, yoldaş olsa ne güzel olurdu. Can sıkıntısı hissetti. Avlanacak gücü olsaydık keşfe, kurtlar ormanda bu vakitlerde araştırmalarını yapar ve avlanırını ele geçirirdi. Siyah kurt açlıkla sersem ve bayılacak gibi halsiz ilerliyordu.  Av bulamadığı için kendini beceriksiz olarak düşündü. Ama ormanda her gece yiyecek bulunmazdı, bir kurt bir gece avı yakalamışsa ve sabah da kalanlarla yetinmişse, kalan ufak parçası diğer hayvanlar yerdi; kuşlar, kargalar, çakal ve tilkiler, kirpiler. Böcekler. Ve kurt yeni bir av yakalayana kadar aç gezerdi.

Bıkıp usanmadan av arardı ve bu giderek bir delirme halini alırdı, zihni ve içgüdüleri en uç, en imkansız görünen noktalara ilerlerdi. Açlıkla; yani hayatta kalma içgüdüsüyle bambaşka bir bilinç eşiğine varırdı. Tek koyunla doyacağı halde çiftçinin onlarca koyununu boğazlardı kurtlar. Öldürmekten büyük haz duyarlardı çünkü. Günler süren açlığın tepkisi. İçgüdülerinin yazılımının neticesi.

Siyah kurt yaşlı kurdun dediklerini hatırladı aniden: “Bol şans. Bir şey yakalayamazsan buraya gel. Senin için yiyecek ayarlarım.”

“Acaba bunu yapabilecek bir sırrı mı vardır? Yaşlı kurtlar muazzam tecrübe ve bilgileri sahiptir” diye düşündü, onu hafife almıştı. Hatta işe yaramaz görmüştü. Belki de o bunak bir kurttu. Her neyse. İçinden güldü: “Ben sefilsem o kesin benden daha sefil haldedir.”diye düşündü. Yalnız olmaktansa onunla geceyi geçirmek iyi bir fikir olarak göründü gözüne, hatta vazgeçilmez tatlı bir fikir. Onun Yanında atalarını, eskileri yad edebilir, iyi hissedebilirdi.

Yaşlı kurdun pinekledi bölgeye geldi, onun tam su içtiği noktaya geldi, çamura girdi, az daha ilerledi, burası suyun temiz aktığı bölgedeydi, onun gibi hareket ediyordu, onu taklit ediyordu,  pamuk gibi yumuşak tabanları serinlikle rahatladı. Pençelerinin  arasındaki kir, çamur toprak gevşeyip akıp gitti suyla. Ay ışığı düşmüştü derenin üstünde, suyun altındaki kimi taşlar parlıyordu. Onurlu ve sakin hareket eden dereye zevkle baktı. Kimi taşların yarısı suyun altındaydı. Ay ışığı onları parlatıp ışık oyunu başlatmıştı, birinin üzerinde bir kurbağa duruyordu. Derenin durağan kısmında vıraklayan kurbağaların sesini dinledi, sivrisinekler vardı, yüzüne hücum etmişlerdi. Dereden çıktı. “Nerdeydi şu moruk ?” Canı iyice sıkıldı. Üzüldü. Açlıktan daha beter olan yapayalnız olmasıydı. Aniden bir ses duydu, ince bir ayak sesi, çıtırtı. Sese doğru gidiyordu, ses kesildi, ne tarafa gideceğini bilemedi, çöküp bekledi seslere kulak kesilerek. İyi bir şey olacaksa bütün kalbiyle, kötü bir şey olacaksa bütün gücü ve tecrübesiyle bekliyordu. Ses çok geçmeden yine başladı ve siyah kurt o tarafa gitti. Sesin geldiği yönde çok iyi bir ağaç vardı, siyah kurt gözlerini oraya dikti, bu yaşlı kurt olmayabilirdi de.

Ağacın ardından bir karanlık belirdi,  yavaş hareket ediyordu ve ay ışığının etki alanına, coşkulu parlaklığına girdi, bütün gövdesini ay ışığı yiyordu,  ya da ay ışığı o gövdede asıl şanını elde etmiş, çok mutlu biçimde gülümsüyordu, o harikulade gövde çok parlak ve gösterişliydi. Evet, bu yaşlı kurttu ama sanki bir dönüşüşüm geçirmişti.

Yaşlı kurda ne olmuştu böyle? Nasıl böyle genç ve dinamik bir görüntüye sahip olmuştu. Sanki bu genç hali o yaşlı hali üzerinden silindirle geçmiş gibiydi.

Bir an o kurdun başka bir kurt olduğunu sanmıştı.Ama onu sezgisel olarak tanımıştı, yani onun yaşlı kurt olduğunu hissetmişti.

Gerçek üstü bir şeydi bu.

Doğaüstü bir şeydi bu.

O an öyle bir olmuştu ki siyah kurt bunu zihninin yorgun ve gözlerinin bulanık bakmasına yordu.

Bir ya da iki saliseydi o garip durum.

Sıska ve işi bitik kurt nereye gitmişti?

 

 

YARATICININ BÜYÜKLÜĞÜ ve GÜCÜ

 

Dağlardan alan şelalelerin dibindeki parlak beyaz taşlar gibi bir beyazlık gözüne çarpmıştı.  Antik yunandaki ya da yüzyıllardır çocuklara anlatılan hayvan masallarındaki, efsanelerdeki canlanan heykeller gibi bir heykel gibiydi gördüğü, taşken aniden canlanan. Kusursuz bir başyapıttı,

siyah kurdun ona sarılmak, onu yalamak, sırnaşmak ve koklaşmak dürtüsüyle kucağına atılmak isteyeceği bir çekim vardı onda.

Parlayan bir canlı heykel En değerli ve en güçlü ruhların ışığı taşıyan heykel. Mucizevi heykel ve ay ışığı sırtına

vurunca kırmızı köpüklü bir çizgi oluşturmuştu. Gözleri açık pembeydi. Dipdiri bir kurttu, boyu posu harikuladeydi. Siyah kurt şimdiye kadar hiç o kadar cüsseli bir kurt görmemişti. Harikulade fantastik bir şey vardı gözünün önünde, akıl almaz güzel ve fantastik bir kurt.

Onda yaratıcının büyüklüğü ve mükemmel gücü parlıyordu. Siyah kurt bu güzellik ve iyilik karşısında korku duydu, şoke olmuştu. Gencecikti bu kurt. Ama 50 kurtla tek başına kavga edip sağ çıkmış gibi olgun ve cesur bakıyordu. Ağzı aralıktı ve çok büyük dişleri parıltılar saçıyordu mücevher ışıltısı gibi ve aniden bu görüntü sihir gibi kayboldu ve yerine sıska, ceset gibi bakan bir pislik ve yaşlı kurt geliverdi, hastalıklı bakışlı.

Bu hayattan umudunu kesmiş keş bakışı gibi bir bakıştı ve onda bir muziplik de vardı.

Gülümsedi yaşlı kurt.

Siyah kurt onu genç ve yakışıklı haliyle gördü bir an.

O gülümseme çok derin geldi gözüne, gülümseme iyice açığa çıkıp parladı kanatlandı kara burnunda.

“Hayal gördüm sanki; ama gerçek gibiydi.” dedi siyah kurt.

“Demek öyle.”

“Sen bir şey biliyorsun?”

“Hayal mi, gerçek miydi, çok garip, şimdi eski halindesin.”

“Demek öyle.”

“Senin bir sırrın var?”

“Her kurdun bir sırrı vardır” dedi, gülümsedi, “Senin bir sersem ve işi bitik zavallı olduğunu düşünmüştüm.”

“Olabilir, bazen her kurt bu duruma düşer. Yaşlandım ve eski gücüm kuvvetim kalmadı.” Yine gülümsedi, “sen çok yakışıklı bir kurtsun, dilerim güzel bir geleceğin olur. Büyük ve güçlü bir sürünün lideri olursun. Bütün kalbimle bunu diledim senin için.”

Bunu çok içten ve samimi biçimde demişti,  siyah kurt onun bir melek olduğunu ya da melek kalpli iyi bir kurt olduğunu düşündü, delice hoşlanmıştı ondan, bu yaşlı kurdun enerjisinde büyüleyici bir şey, bir tatlı şey, bir karşı konulmaz güzellik vardı. Ve siyah kurt onun hakkında hep olumsuz şeyler düşünüp durmuştu, kendinden utandı.

Bu yaşlı kurdun bakışlarında ve sözlerinde onu çok rahatlatan, mutlu eden bir şey vardı. Bu eziğin bakışı, gülümsemesi, cana çok yakın bir şeyler vardı onda. Birden koşup ona dalmak istedi, şakadan, hırlayıp ısırmak bir yerlerini. Onunla oynaşmak çocukluğundaki gibi. Kardeşleriyle ya da hoş görülü büyükleriyle yaptığı gibi. Ne güzel burun, tam ısırılası! Kulaklar. Sırt. Ense. Gövde. Her yeri çok ısırılası! Çok güzel!

Kardeşlerini sevinçle ısırıp yalardı. Bazen acıdan bağırtırdı, kendini kaptırdığında ve bırakırdı. Bu kez kardeşi bastırırdı hırs ve öfkeyle.

Şu pis moruğa hücum edip onu yalamak istiyordu delice.

“Seni ucube!” diye mırıldandı sevinerek, hücum edecekti; ama çocukça davrandığını ve sonuçlarının ağır olacağını akıl etti son anda. Bu yabancıyı tanımıyordu ki.

 “Ne dedin?” dedi yaşlı kurt.

“Hiç.”

“Bir şey dedin?”

“Seni gördüğüme sevindim, usta.”

“Usta, ha?”

“Ne oldu? Hoşlanmadın mı ya da beni yalaka mı sandın?”

Güldü:  Y             alaka kelimesi hiç hoş değil. Ama “Usta’ kelimesini çok severim. Bir ara öğrencilerim vardı. Bana ‘Usta’ derlerdi. Yollarına ölürdüm, onlar da benim için.”

“Senin için ölürlerdi demek. Kendini çok çekici ve havalı biri olarak anlatıyorsun ve çok yaşlısın. Atmıyorsun ya?”

“Yok canım. Sana yalan borcum mu var, beni tanımıyorsun.”

“Bak orasını iyi dedin.”

“Kafasıza benzemiyorsun; umarım öyle bir kurt değilsindir.”

Güldü: “Yok, usta.”

“Demek öyle.” Gülümsedi, “Sen bana az önce seni ucube demedin mi?”

 “Yok, sana öyle geldi,  “kendi kendime konuştum.”

“Gel yanma” dedi, “karanlığa girelim.”

“Neden?”

“Gir gir.”

“Bana orada kötü bir iş yapmazsın, değil mi?”

Yaşlı kurt güldü: “Ben yaşlı bir kurdum, sen gençsin ve ben dostum.”

“Umarım.”

Siyah kurt, onun peşinden korkarak ilerledi.

Yaşlı kurt, kısa bir yürüyüşten sonra onu gizli yerine, buzdolabına götürdü.

Siyah kurt, orada gözlerine inanamadı. İyice yaklaştı ve kokladı yerdekileri, kan kokusu baş döndürücüydü: Yerde üç av vardı otların üstünde ve çok leziz görünüyorlardı.

“Bunlar da ne böyle?!”

“Sülün. İki tane yakaladım.”

“Nasıl becerdin bu işi?”

“Açsan yiyebilirsin.”

“Ya sen?”

“Aç değilim.”

Siyah kurt, sevinçle yumuldu sülünlere. Kanatları çekip attı. Tüy müy demeden neredeyse sülünleri bütün yutmuştu.  Bacakları bile kıtır kıtır çiğneyip yuttu. Tam doymamıştı; ama midesindeki isyan susmuştu, kanlı suratını, burnunu temizlemeye başladı, sonra onun yanına uzandı, pençelerini yalamaya başladı, temizlik olmazsa olmazdı, o ara sordu: “Bunları nasıl yakaladın?”

“Sen gittikten sonra bekledim.  Beni ilk gördüğün yerde.

Orası ormanda gizlenen birçok hayvanın, kuşun dereye inip su içtiği patika Sen anlaşılan kuş yakalama işini hiç bilmiyorsun.”

“Hayır. Böyle bir şeyi hiçbir kurtta görmedim, duymadım da. Senden öğreneceğim çok şey var anlaşılan.”

“Dost olacağımızı da nerden çıkardın?! Ayak bağından hiç hoşlanmam.”

“Ben öyle asalak, yaramaz ve beceriksiz bir kurt değilimdir, usta.”

“Yalakasın sen!”

“Yok usta, bu kelime hiç hoş değil demiştin?”

“İlk sen kullandın ama.”

“Orası öyle. Tamam; dost olman gerekmiyor benle. Kuşları nasıl yakaladın?”

“Uyuzun tekine benziyorsun, ucube bir yön de var sende; ama bilgi vereyim sana. Ormanda saklanan hayvanlar gece ya da gündüz su içmek için dere kenarına inerler. Belli yolları kullanırlar. O yollarda pusuya yatarsan istemediğin kadar havyan yakalama şansı elde edersin. Tabi onlardan hızlı, kurnaz, çevik ve akıllı olabilirsen. Uçan hayvanı yakalamak çok zordur. Sülün tavukgillerdendir, vahşi doğada yaşanları var, çiftlikte yetiştirilenleri var, yakaladıklarım çiftlikten kaçmış olmalı. Kaçmayı beceremediler; onları çok kolay yakaladım. Ormanda ördekler irili ufaklı kuşlar vardır, otların arasına gizlenirler bazen. Yuva yaparlar. Yiyecek bulmak için yerde gezinirler.

Ördek ve kazlar yeşil otları, sürgün otları pek severler.”

“Hiç bilmediğim şey bunlar.”

Zamanla deneyim kazanırsın, kafanı çalıştırırsan.

Senin yakaladıklarını yedim, kendimi asalak gibi hissettim. Emin ol sana borcumu ödeyeceğim.”

“Senden hiçbir şey istemem, evlat.”

Siyah kurt, onun saygı duyulacak cinsten bir kurt olduğunu anlamıştı. Kendini onun hizmetçisi gibi hissediyordu; ama beş gram bir iyilik yapmamıştı onun için.

Ayaklandı.

“Usta sen rahatına bak, güzel güzel uyu, ben etrafı gözetlerim.”

“Yok; asıl sen rahatına bak. Öyle derin uyumam ben.”

Siyah kurt ona sorular sorup duruyordu. Onunla sohbet açmak ufkunu açmış, yalnız yüreğine çok iyi gelmişti. Kimileri yaşlı kurda bay gezgin Vega diye hitap edermiş. Vega ona birkaç serüvenini anlattı, bu serüvenler tam da Siyah kurdun içinde olmak isteyeceği tehlikeli ve sürükleyici serüvenlerdi. Bir geyik peşinde haftalarda gidip onu indirmeler, bir ayıyla kavga, sekiz kurda karşılık tek başına verdiği kavga. Siyah kurt en çok bunu sevmişti, yaşlı kurt genç erkek kurtlardan oluşan bir çetenin topraklarına girmişti yanlışlıkla ve çete gece vakti baskın yapıp onun çevresini sarmıştı, öldüresiye bir kavga başlamış, yaşlı kurt sürünün üç üyesini öldürünce diğerleri bir savaşçıyla karşı karşıya olduklarını anlayıp korkup geri çekilmek zorunda kalmıştı. Bu olay geçen sene olmuştu. Siyah kurt onun yaşlı haliyle sekiz kurdun hakkından gelmesine şaşmıştı.

“İşte o anlar senin yanında olmak için neler vermezdim ki” dedi siyah kurt.

“Şiddeti hiç sevmem, özellikle diğer kurtlara karşı. Mecbur kaldım ve onlara bir ders verdim. Bir savaşçı kurt sevginin var olabilmesi için savaşmalıdır sadece, barış için. Canını kurtarmak için. Çünkü yaratıcının büyüklüğü ve gücü bunu emreder.” dedi yaşlı kurt, gözlerini gökyüzüne, parlayıp sönen yıldızlara dikti.

 

 

Oh yıldızlar öyle güzel ki. Onları her gece seyrediyorum.

Siyah kurt yıldızlara mızıldır ha diye düşündü, açlıktan yıldızları seyredecek hal mı kalıyor ki.

“Yoksa sen onları seyretmiyor musun?”

“Hayır.”

“Sen o sülünleri nasıl yakaladın? Aklım almıyor, pek yaşlısın.”

Yaşlı kurt güldü:“Zeka, tecrübe.”

Sabahları uyanınca ne yapıyorsun

Ne yapayım, açlık hissedip kalkıp dolanıyordum. Aptal aptal esnerim. Kaşınırım. Gerinirim. Lanet olası ormanda yine yiyecek bulmam lazım diye düşünürüm,  midem guruldar. Öfe duyarım çayıra çimene ota böceğe dalarım hırsla. Kelebek gelir, sinirlenirim, böcekler üşüşür, sinekler, en nefret ettiğim lanet olasıca şeyler.

Sabah ormanda bir başka güzeldir, gün doğarken, günün ilk ışıkları ormana vururken, o alaca karanlıkta hep ilk gençlik zamanları hatırlarım, ışık dalların arasında dans eder ve her yerde başka bir yansıması vardır, kıvrılıp süzülür, uçar gider, kuş gibi ve yeniden gelir, dalların arasında, en gizli yerlere dalar yumuşak biçimde. Bazı yerlerde uykulu bakar, bazı yerlerde aşık, bazı yerlerde savaşçı, bazı yerlerde mücadeleci.

Usta, düşündüm de yarın uyanınca söylediğin şeylere bir bakayım, yani sen sanki başka bir gezegen anlatıyorsun, böyle hiç görmemiştim.

Efsane ol. Her zaman. Her durumda.

Nasıl.

Zamanla öğreneceksin. Hayata en güzel şey nedir sence?”

“Bilmem.”

“Bir şey bulmuşsundur.”

“Ailem” diyecekti. Üzüldü. Kalbindeki acıyı hissetti yüreği acıyla doldu.

 

 

 

Gözleri doldu.

“Neyin var?”

“Duygulandım birden.”

“Neden?”

“Boş ver.”

“Anlat istersen iyi gelir.”

“Sonra belki. Bu bana acı veriyor.”

“Acısız öğrenemez kurt.”

“Beni geç usta. Sen konuş. Hayattaki en güzel şey nedir sence?”

“Mücadele etmek.”

“Ne için?”

“İyi bir şey için. Güzel bir şey için.  Kayda değer bir şey göremiyorsam bile taşıdığım yürek için devam ederim.”

“Yok be usta, tek başına ormanda kalmak zor.”

“Tek olursan ormanın ruhunu kavrarsın. Yanında başka kurtlar varken onu anlaman zorlaşır. Yalnızlık iyidir. Yalnızlık savaşçı yapar seni.”

“Sen nasıl katlanıyorsun?”

“Öyle bir şey hissetmiyorum ki. Hayata en güzel şey baş belalarını aşabilmek azmidir. Engel ve zorlukları aşmak istemesidir kurdun, bu uğurda dökülen her emeğin anlamı vardır, bana İlham eren işte bu. Çetin işlerle mücadele etmekbeni en çok mutlu eden şey budur.”

“Bana hiç öyle gelmiyor, ölü kurtulsam çok iyi olur. Hayat beni çok yordu, onu bir türlü anlayamadım.” (bunu cidden demiyor)

“Zamanla öğrenirsin. Kendini önemsememeyi. Kendini önemsemezsen dünyayla bir olursun.”

“Demek öyle. Dedim; ama anlamadın.”

Diğeri güldü. “Zamanla anlarsın. Ormanın ruhuyla birleşebilmen için kendini hiçleştirmen lazım.”

“Nasıl?”

“Seveceksin, her şeyi ve hayatı seveceksin. Yumuşak olacaksın”

 

Güldü siyah kurt.

“Bazen dayanacak gücüm hiç kalmıyor, ertesi güne sağ çıkmayacağım diyorum; ama çıkıyorum, bıktım usandım. Açlıktan.  Teklikten.”

“Unutma. Sen ay ışığısın.”

“O da nerden çıktı?” dedi gözleri parlayarak.

“Öylesin.”

“Neden?”

“Öylesin. Senin görevin bu.”

“Benim görevim mi hiçbir şey anlamadım. Neden bana ay ışığısın dedin, ben malın tekiyim.”

Öylesin çünkü. Malın teki olduğunu onaylamadım. Sen ay ışığısın.

Benim fazla ömrüm kalmadı. Sonra sana neden öyle dediğimi anlarsın.”

“Şimdi açıklar mısın?”

“Efsane ol. Her durumda. Bunu sakın unutma.”

Siyah kurt, her nedense korkunç bir kalp sıcaklığı hissetmişti yaşlı kurda karşı, ona sokuldu, bana kızar diye korkuyordu, az sonra biraz daha sokuldu ona, az sonra biraz daha, siyah kurdun gövdesi yaşlı kurdun gövdesine değiyordu şimdi. Babasına ya da annesine sokulduğu anları hatırladı, muazzam mutluydu, bu yaşlı kurt ilginç şeylerle doluydu. Akıl almaz güzel bir şey vardı bu yaşlı kurta.

“Ay ışığısın” diye kendi kendine mırıldandı.

Yaşlı kurt şöyle dedi: “Burnuna iyi bak.”

“Neden burun?”

“Burun çok önemlidir.”

“Çok garip kendi bana.”

“Kurt burnu sayesinde hayatta kalır.”

“Hah! Gerçekten malın tekiyim, bunu bile anlayamadım.”

“Oraya sihirli bir öpücük koydum.”

Siyah kurt güldü: “Şakacı kemik torbası seni. İyi palavra sıkıyorsun, hepsi çok güzel, hepsine bayıldım. Seni buruşuk bunak, seni tatlı bunak!”

“Mankafa seni! Sen öyle san. Çok zoruma gitti. Konuşmuyorum senle. Küstüm sana. Sefil! Aç! Dünya kurtlar arası zeka şampiyonu!”

Öteye gitti, ağacın arkasına. Sesi geldi:

“Tamam, sakin ol, sen bilgesin, bu kadar az anlayanı ilk kez gördüm ama, sinirlenmekte haklıyım, taşa anlatsam anlar, ama bu anlamıyor. Deli etti beni. İstifa ediyorum bilgelikten, bana bunak dedi ya, boğazına yapışacaktım zor tuttu kendimi, buna laf anlatmaya çalışmaktan göbeğim çatladı ya, beyni yokmuş gibi konuşuyor, yok, sonunda ben bunu döveceğim” diye kendi kendine konuşuyordu.

“Şaka yapmıştım sadece. Yedin! Hah Hah hah!” dedi, gülümsedi, yaşlı kurt da gülümsedi: “Ben de şaka yaptım.  Gülerek mutlu olmanı istediğim için.”

“Hım” dedi ona göz kırptı, “sende iş var moruk. Yani usta kurt!”

“Evlat ruhunun üstüne kalbimin en üstün ışıklarını döktüm, kalbimin ışıklarıyla kalbinin üstüne annemin sütünü ektim, enerjinin üstüne ölmez yıldızların taylarını bıraktım. Her zor durumda efsane ol, unutulmaz ve yenilmez ışıklar saç. Tanırının ve ekibinin en sadık direnişçisi ol. Öleceğim çok yakında ve en zor durumlarda ruhum seninle olacak. Bunu sakın unutma.

Birçok dediğini. Anlamadım ama kulağıma çok hoş geldi.

Sen seçildin evlat, seçildin, sen en şanslı olanlardansın.”

“Ne için seçilmişim, benim ne özelliğim varmış ki tek av yakalayamadım ahmağın tekiyim.”

“Ruhunun parladığı zaman gelecek. Kafan gökkuşağı gibi parlayacak. Zihin çok kuvvetlenecek. Kalbin çok kuvvetlenecek. Ruhun çok parlayacak.”

“Benim gibi bir aptalın ha. Neden?”

“Çünkü sen Tanrı’nın kendi için ayırdıklarındansın.”

“Anlamadım.”

“Tanrı varsa neden her gün açım. Sefilim. Gökyüzündeki Tanrı hiç de urumda değil.”

Yaşlı kurt güldü: “Şimdi uyuman gerek” dedi usul sesle.

Aniden siyah kurdu ağır mı ağır bir uyku bastırdı. Uyumak istemiyor; ama göz kapakları kapanıyordu, yaşlı kurdun bal gibi tatlı sözlerine doymamıştı daha.

Siyah kurt, alaca karanlıkta uyandı, burnuna bir kelebek konmuş, onu kaşındırıp uyandırmıştı.

Çevresine bakındı, ışıklar dikkatini çekti, gün doğuyordu ormanda. Güneş ışığı  ormanda farkı farklı yansımalara, ışıklara yol açıyordu, harikulade ışıklar ilk kez dikkatini çekiyordu, daha önce bakar körmüş meğerse. Yaşlık kurda bakındı, yoktu, gitmişti, derin bir üzüntü hissetti, kalbi sızlıyordu, gözlerinden yaşlar düştü.

Karnını doyurmak için ormanda dolaşıp durdu, sonra çalıların içine yattı, canı sıkkın biçimde, kuru ot kokuları, ağaçların kokuları hoşuna gitmişti, yüzyıl uyurdu böyle, karnı açtı ama huzurluydu.

Akşam oldu. Siyah kurt hava tam kararınca ayaklandı. Burayı terk etmeye karar verdi, gündüz bir domuz bile görmemişti, domuzların olmadığı yerde yiyecek bir şey bulunmazdı. Gökyüzünde ay vardı, karnı çok açtı ve gözünü dört açmıştı. En ufak ya da önemsiz fırsatı değerlendirecekti. Durdu ve aya baktı. Yaşlı kurdun dediklerini hatırladı: “Ay ışığısın.” Güldü. “Saçmaladı işte, bunak herif” diye düşündü. Yol alıyordu ve yaşlı kurtla başından geçenleri düşünüyordu, yaşlı kurt rüya gibiydi. Onunla geçen her saniye. Onun kadar asil ve güzel bir kurt tanımamıştı. Tanıdığı için mutluydu.

 

AÇ KURT SÜRÜSÜ

 

Kar fırtınasında siyah kurt ve sürüsü tek sıra halinde ve ağır ağır ilerlemektedir,  her biri tam diğerinin arkasındaydı, böylece karın ve çok şiddetli rüzgardan az da olsa korunabiliyorlardı. En öndeki siyah kurt en korumasız olandı. Şiddetli rüzgar burun deliklerinden içeri girip zorluyordu, nefes kesiyordu, gözlere hücum ediyor, bakışı tamamen köreltiyordu. Siyah kurt başını iyice öne eğmiş ilerliyor, arada gözlerini açıyordu, kar, şiddetli rüzgar canavarca hücum ediyordu sürüye, az sonra işinin biteceğini düşünüyordu ama devam etmeliydi. En kötü anımdayım diye düşünürken imdadına yetişti bir söz.

Siyah kurt yaşlı kurdun sözlerin hatırladı:

“Evlat ruhunun üstüne kalbimin en üstün ışıklarını döktüm, kalbimin ışıklarıyla kalbinin üstüne annemin sütünü ektim, enerjinin üstüne ölmez yıldızların taylarını bıraktım. Her zor durumda efsane ol, unutulmaz ve yenilmez ışıklar saç. Tanrı’nın ve ekibinin en sadık direnişçisi ol. Öleceğim çok yakında ve en zor durumlarda ruhum seninle olacak. Bunu sakın unutma.”

Siyah kurt durdu, sürüden sesler geldi.  Arkada ne oluyordu acaba? Şimdi bir de geriye mi gidecekti, bu baş belalarını yönetmek de pek zordu. İlerlemeliydi. Birkaç adım attı,  yalnız günlerinde pek huzurluydu, açtı ama huzurluydu, gökyüzündeki aya keyifle bakar, kafasına esti mi yatar uyurdu, bu baş belaları hep sorun çıkarıyordu, “arkada ne oluyorsa olsun, ilerlememiz lazım” dedi kendine,  birkaç adım attı,

daha ileri gidecek güç bulamıyordu kendinde. Bir damla gücü kalmamıştı sanki, zorladı, gidemiyordu.

Dinlenmeliydi. Zorlamak yenilmek demekti. Arkada ne oluyordu? Bununla ilgilenmeden önce kendini sakinleştirmeliydi, gidip oraya onlara, sorun çıkaranlara hırlamak istemiyordu. Bu baş belalarına iyi davranmalıydı. Güzel şeyler düşünerek motive etmeye başladı kendini: Fırtına dindiğinde, gün doğduğunda birçok hayvan leşi olacaktı buralarda, kar fırtınasına dayanamayan ya da yolda yakalanan ya da uygunsuz yakalanan birçok hayvan ölecekti. Önceki kıştan böyle olduğunu biliyordu.  Şimdi ilerleyecek güç bulmuştu kendinde, bir şey fark etti ilerde, bir ışık, köy evinin penceresinde görünen kirli aydınlık. Çok ilerdeydi, cılızdı, hayal ve gerçek arasında gibiydi, moral vericiydi. Bu kaybolmadıklarının, doğru rota üstünde olduklarının işaretiydi. Bir ara rotadan şaştıklarını düşünmüştü, şimdi içi çok büyük biçimde rahatlamıştı. Öteki taraftan bir koku aldı. İlerledi. Eski bir samanlıktı burası. Yüz yılık olmalıydı. Birçok yeri kırılmıştı. Siyah kurdu takip etti diğerleri. Çer çöp olmuş saman vardı içerde. Birkaç güvercin samanlığın tepesinde uçuştu.

Bir süre burada pinekleyeceklerdi. Samanların arasında sıcaklık  vardı ve siyah kurt bütün ekiple ilgilenmeye başladı. Arkada olan olay ise; iki genç erkek kurdun birbirine sataşmasıyla olmuştu, açlık sinirlerini bozmuş, biri kayıp ötekine toslayıp üstüne çıkınca kavga çıkmış, bir süre sürmüş, ötekiler araya girip ayırmış bunları.

Siyah kurt her birinin durumunu soruşturuyor, ne düşündüğünü ve hissettiğini öğreniyordu. Her biriyle sohbet etti ve en son Zifin’in yanına geldi. Ona şöyle dedi takılarak: Çok yakışıklı görünüyorsun; ama çok moralsizsin. Seni hiç böyle görmemiştim. Bitiksin.

“İğrenç demek istediğini biliyorum.” Güldü, siyah kurt da güldü.

“Herkes iğrenç” dedi Zifin, “bu aralar hep böyle.”

“Sen herkes gibi olamazsın ama; bunu çok iyi biliyorsun. Az önce kavga eden ikisiyle konuştum, yok bana çarptın ettin diye birbirlerini yiyorlardı. Sen Zifin’sin, sen bu az gelişmiş hayvanlarla bir olabilir misin?”

“Onlar genç çocuklar usta, zamanında ben de öyleydim..”

“Hiç sanmıyorum. Senin onlara ve diğerlerine örnek olman lazım bu zor günlerde. Ama o ateşini hissettiğim azim ve kuvvet ateşi yok gözlerinde. Kıvılcım atardı zor günlerde. En güçlü hale gelirdin. Senin neyin var dostum?”

 

“Ne bileyim. Çok açım. Hayatımın en berbat gecesi bu. Şu fırtına olmasaydı eğer. Sen nasıl katlanıyorsun. Kapasitene şaştım. Çoktan pes etmeni bekliyordum. Fırtına çıktığı ilk an çok fazla gitmez, sabaha kadar bir yerde konaklarız, diye düşünüyordum. Hayal kırıklığına uğradım. Nasıl oldu da pes etmedin. Hayretler içindeyim. Senle tanıştığımız ve dost olduğumuz ilk günden beri hep düşündüm, diyelim bir sebeple düşman olduk ve hayatta kalma savaşı vereceğiz, birimiz ölecek, o kavganın sonunda hangimiz hayatta kalır? Bunun cevabını buldum, kesin beni yenersin. Oysa ben seni yenebileceğimi düşünürdüm hep.”

Demek öyle ha, bu belli olmaz, belki de sen beni yenersin. Seni ilk gördüğüm zamanlardaki halini hatırlıyorum.”

“Gel şöyle” dedi Zifin, “sana bir şey göstereceğim, kırık tahtanın aralığından baktı ileri: “Şu ışığı yanan köy evi. Basalım orayı.”

Siyah kurt onun baktığı yöne baktı ve güldü hafifçe: “Demek fark ettin orayı.”

“Evet, ahıra girmeden bir an önce. Zınk diye. O kadar açım ki, gözlerim çareyi mıknatıs gibi çekti.”

“Bak dostum, orayı kimseye deme. Akıllı bir kurt yolunun insanlarla kesişmemesine dikkat eder.

Yahu tamam, beylik laflar etme, biliyoruz bunları biz, dünkü çocuk değiliz. Ne olursun usta, bana bırak, oraya gideyim. Orada bir ahır var. Sessizce hallederim işi. Kimsenin ruhu duymaz.”

“Olmaz, Zifin, böyle şeyler söyleme, bana yalvarma.”

Gel şu tarafa gidelim. Kimse duymaz bizi.”

İlerlediler ve samanın içine uzandılar.

“Oh be, dünya varmış, her yerim ağrılar içinde birader, nicedir böyle yumuşacık samanlar üstüne uzanmamıştım” dedi Zifin, sürüdeki gençler, biraz daha zaman geçsin sana kafa tutacaklar

“O biraz zor.”

“Neden?”

“Çok zorlu bir gençlik yaşadım. Peki sen?”

“Zordu.”

“Çok acı çektin mi?”

“Evet. Dövüldüm. Kurşunlandım, nerdeyse ölüyordum.”

“Ama hayatta kalmayı başardım. Şu insanlaronlardan delice nefret ediyorum. Mümkün olsa hepsinin gırtlağını sıkıp öldürmek isterdim.”

Siyah kurt ona gülümsedi.

“Bizi nereye götürüyorsun?” diye sordu Zifin.

“Yiyeceğin bol olduğu bir yerlere. Bilmiyorum.”

“Bırak şimdi. Bildiğin bir şey var, söyle? Bu aramızda kalacak.”

“Bir geçit var, oradan gece geçersek iyi olur. Çünkü gündüz geçemeyiz.”

“Neden?”

“Burası başka kurtların bölgesi. Çok da acımasızlar. Korkunçlar ve bizden iriler.”

“Buradan daha önce geçtin mi?”

“Hayır. Ama geçitten geçmeyi başaranlardan bilgi aldım, onlar da gece geçmişler. Fırtınalı havada.”

“Yani mesele yiyecek meselesi değil meselemiz.”

“Bu havada hiçbir kurt yiyecek aramaz. Açlıktan ölecek gibi olsa bile.”

“Bizi kandırdın. Bizi manipüle ettin.”

 “Hayır dostum. Birçok şeyi sürü başı bilir, gerisinin bilmesine gerek yok. Korkarlar, azimlerini yitirirler, dirençleri düşer, motivasyonlarını yitirirler.”

O halde bu gece burada dinlenelim. Sabah fırtına geçer. Gece yola çıkarız.”

“O geçitten ancak fırtınalı hava geçebiliriz dedim ya.”

“Bölgenin sahibi kurtlar acımasız dedin.”

“Evet.”

“Biz onları ezip geçemez miyiz?”

“Duyduklarımı duymak istemezsin.

“Bence gündüz vakti sakin sakin geçmeliyiz oradan, sinikliği kendim bildim bileli sevmem ve hazmedemem, saldıran olursa icabına bakarız. Yoksa korkuyor musun?”

“Korkmakla ilgisi yok.”

“Neyle ilgisi var?”

“Ailenin iyiliğiyle. Büyükler var, küçükler var, ufaklıklar var. Başına buyruk kararlar verirsen ortada sürü mürü kalmaz. Akıllı, planlı ve zekice hareket eder usta kurt, savaşmadan savaşı kazanır. Kan dökmeden zaferi kazanır.”

“Hım, aklıma çok yattı, sık sık mankafa olduğumu bana çok güzel anımsatıyorsun dostum. Kalın kafalının teki olduğumu bu gece bir kez daha anladım.”

“Yok. Cesur, yürekli ve gururlu bir kurtsun.”

“Teşekkür ederim, keyiflendim, bir süredir açlığımı unuttum, bu sohbet çok iyi geldi bana.”

“Konuştuklarımız aramızda kalsın.”

“Elbette dostum.”

“Gün aydınlanmadan geçitten geçmemiz lazım. Ve oraya çok az kaldı.”

Güldü: “Ben bitiğim. Burada uyur kalırım herhalde.”

“Bunu sakın yapma.”

“Ciddi demedim.”

“Senle nasıl tanışmıştık? Hatırlıyor musun?”

“Bunun bir önemi yok şimdi? Çok eski bir masal o. Güzel günlerdi, hayat hakkında pek bilgi sahibi değildim o dönem.”

Senle tanıştığımız günü hatırlıyor musun?”

“Evet. Taze geyik kanı gibi.”

“Şu zor zamanda lütfen biraz fazla diren. Bu gece bitmeden hedefimizi gerçekleştireceğiz. Fırtına bitecek ve gün aydınlandığında yeni topraklarda ilerleyeceğiz, avın bol olduğu bir yer bulacağız ve oralar bizim olacak.”

Zifin sevinerek dedi ki: Şöyle 60 geyik hayal ediyorum, hepsinin boynuna dişlerimi geçirdiğimi ve dilimin kan tadı aldığını hissediyorum, sıcak kan, şah damarının sıcak leziz kanı, köpük küpük kanı, kaygan ve pelte pelte gırtlağımdan aşağı süzülüyor kaba et gibi, yağlı et gibi. Sıcak ıslaklık hissi muhteşem, geyiklerin delice koktuğu an öyle zevkli ki. Kaçışıyorlar dere yatağında, onları kurumuş dere yatağında sıkıştırdım, kaçacak yerleri yok. Dişlerim kaşınıyor, parıltısı kaşınıyor delice açım, geyik gebertmek istiyorum,  birini öldürüyorum ve tıka basa yemeye başlıyorum. Yolda bir ara konuklamıştık bir yerde, orada gördüm bu rüyayı, uyandım ve karnım doymuş gibi hissettim. Şu köylünün ahırına bir gideyim, koyun doludur. Müsaade et bana lütfen.”

“Senden böyle saçma sapan şeyler duymak istemiyorum.”

“Şaka yapmıştım patron” dedi Zifin, güldü.

“Senle nasıl tanışmıştık? Başın büyük beladaydı. Bunu düşün. Şu tarafa git. Araştır oraları. Mekan güvenilir mi, kontrol et.”

Zifin, ilerledi samanlığın öteki tarafına, burası bir yere açılıyor olmalıydı. Onun merak, keşfetme duygusu durdurulamazdı.

Siyah kurt ise diğer kurtların arasına döndü.

 

SİYAH KURT ve ZİFİN’İN KARŞILAŞMASI

 

Siyah kurt Vega’da ayrılalı 21 gün geçmişti.

Doğru düzgün yemek özlemiyle kavruluyordu, tahta gibi dümdüz olmuştu midesiyle çok acınası görünüyordu, çirkinleşmişti. Ona uzaktan şöyle bir bakan kemiklerini sayabilirdi. Güç ve kuvvet veren kasları süratle erimişti,  3 haftadır doğru düzgün bir yemek yememişti.

Dağlık alandan aşağı inmişti, dereyi takip etmişti, bir süre nehir ormanında yol aldı, gece gündüz demeden yol alıyordu, yorgun hissettiğinde yatıp uyuyor ve yola devam ediyordu, ancak böyle devam ederse çok güzel, avın bol olduğu bir yer ve dostlar bulabilirdi.  Yolda rastladığı ufak tefek leşlerle besleniyordu, arada yeni ölmüş bir hayvan bulunca çok seviniyordu. Akşamları ve geceleri yol almak büyük keyifliydi, bu o kadar çok hoşuna gidiyordu ki açlığı umurunda olmuyordu, Vega’nın dediklerini hatırlıyor, onun gibi bir kurt olmaya çalışıyordu, bilmediği yerleri keşfetmek, yeni şeyler öğrenmek bütün sıkıntılara değiyordu. Geceden sabah’ın ilk ışıklarına kadar yol almak kolay değildi; ama alışmıştı bir kere. Nehir ormanı çok geride kalmıştı ve bozkırda ilerliyordu. Uçsuz bucaksız yeşil düzlük sinir bozucuydu.  Çalı ve taşlarla doluydu burası. Bir tavşan gördü, yakalamak için fırladı; ama tavşan da yıldırım kadar hızlı çıktı.

Tavşanlar yuvalarını toprağın altına yapar. Bunu iyi bilirdi, girişi toprakla kapatır, ot yemeye giderlerdi. Geldiklerinde pençeleriyle toprağı kazar, yavrularını emzirip yuvayı tekrar kapatırdı. Siyah kurt tavşanın kaybolduğu yerde araştırma yaptı; ama yerini tespit edemedi. Bastı. Gündüzün kavurucu sıcağında yol almak akıllıca değildi ve gündüzleri genelde uyuyup akşamı bekliyordu; ama gündüz de yol aldığı oluyordu. Çünkü bir yerde pinekleyip beklemek deli ediyordu onu. Gündüz yol almak tehlikeliydi çünkü köpeklerle ve sahiplerle karşılaşma riski vardı, koyun ve inek sürüleri, keçi ya da at sürülerionları fark edince en uzak noktalarından geçiyordu. İnsan geçtiği yeri hissedince, insan kokusu alınca hemen oradan uzaklaşıyordu.

Üçüncü günün gecesiydi, gün doğmasına az zaman kalmıştı,  yavaş yavaş ağaçlar çıkmaya,  çevre değişmeye başlamıştı.  Bilge kurdu düşünüyordu, onu düşünerek, söylediği sözler, paylaşımlarıyolu düşsel oluyordu, karnı açtı ama zevkli oluyordu ilerlemek. Çok sürmedi, bilge kurdu unutunca eski ruh haline döndü, açlık sinir bozucuydu, aldırmamaya çalışarak ilerliyor, orayı burayı kokluyordu. O aranırken biri bir fare fırlıyor otların arasında, siyah kurt hücum ediyor, bütün duyularıyla zaten böyle bir şey bekliyordu, onu yakaladı ve çarçabuk yuttu.

Gündüz vaktiydi, akşamı beklemeye karar verdi, otların arasında kıvrıldı. Fazla fazla uyudu, vakit dolsundu, akşam serinliği çökme başladığında gözlerini açtı, bacakları üstüne uzattığı kafasını kaldırdı, esnedi.  Kalktı, gerindi, omurgasını iyice gerdi, sonra dereye indi, su içti ve bastı, dün yediği iri fare vardı; ama yine de açtı. Bilge kurt vegayla konuştuktan sonra daha uyanık olmuştu, olduğu çevreye bakışı, hayata bakışı değişmişti. Ama yine de eski angut siyah kurt olduğunu biliyordu, zamanla gelişirim diye düşünüyordu, bilge kaz sürülerini anlatmıştı, binlerce kilometre uçtuklarını, nehirleri, yoları, denizleri, dağları köprüleri yapıları takip edip rota çıkardıklarını. Onlar da çok akıllıymış diye düşünmüştü. Ay çıktı, ayı kendini bildi bileli sevmişti, ay ile ilk izlenimleri çocukluğunla, kardeşleriyle ve sürüsüyle vakit geçirdiği zamanlara aitti. Akşamın kokusu, ormanın kokusu başkaydı, o kokuyu şimdilerde duyamıyordu. Karanlık gölgeler çıkmıştı. Bir ormanda ilerliyordu. Burnu sürekli bir yerleri tarıyor, koku analizleri yapıyordu. Burnu hep yerdeydi. diri ve heyecanlı saatleriydi akşamın ve siyah kurt da böyle hissediyordu, çevik, azimli, çelik. Ama çok geçmeden bu azim yerle bir oldu, çünkü yiyecek kokusu almıyordu, isyankar ve umutsuzca ilerlemeye devam ediyordu, bir lokma yiyecek için neler vermezdi, Düzgün yemek özlemiyle kavruluyordu, tahta gibi dümdüz olmuştu midesi, kemikleri sayılıyordu, güç ve kuvvet veren kasları süratle erimişti, en son şişko bir fare yemişti ama ondan beri ne kadar yol gitmişti. Deme gitsin. Yiyecek lazımdı yiyecek. Hayali bile güzeldi ve moral veriyordu, basit bir yiyecek hayali, bir domuz, bir geyik mesela. Bir tavşan gördü, fırladı, ama tavşan uyanığın teki çıktı ve hemen deliğinden içeri girdi.

Biraz daha seri olmalıydı, işi ağırdan almıştı, anında fırlamalıydı, bu av işi böyleydi, tek saliselik bir fark avın hayatta kalmasını sağlardı, en ufak hata açlıkla ölmek demekti, kendine çok kızmıştı, o şişko ahmak tavşanı kaçırdığına inanamıyordu. Kaçamaz, bunu kesin yakalarım diye düşünmüştü, işte en büyük hatası buydu. Bunu unut gitsin dedi kendine, deli olacaksın, ders çıkar, tamamdır. Bastı. Bir yılan gördü, yaprakların arasında, yılanlardan hiç hoşlanmazdı, hiç yememişti; ama bu yılana yaklaşmaya değmezdi, oradan uzaklaştı. Burnunu havaya kaldırdı ve havayı kokladı, bir domuz gurubu, bir geyik mesela.ç burnuna vaşak kokusu geldi, ve bir ayık kokusu, ayı iyiydi ve vaşak da iyiydi, eğer bir av yakalamışsa onlardan çalabilirdi.  İçindeki ses ayının kokusu takip et diyordu. Fırladı.  3 kilometre kadar gitti. ayının kokusu yoğundu ve az sonra dışkısını buldu, devam etti burnuna taze et kokusu geziyordu, taze et kokusu çok caziptir. Kokuya ilerledi. İri boynuzları olan geyik orada taşıyordu, kuru otların üstünde. Fırladı. Geyiğin karnını deşmişti. Bir budu parçalanmıştı. Yaklaştı ve bir ısırık almak için çenesini uzattığında ayının pençesini suratında buldu, cıyaklayarak kaçtı, ayı öldürdüğü geyiğin hemen yanında uyuyormuş. Gölgede kaldığı için onu hiç fark etmemişti. Orada ir karanlık vardı; ama onun ayı olabileceğini nasıl hesap etsindi, ama kokudan ayının çok yakında bir yerde olduğunu düşünmesi, çok titiz davranması lazımdı, boynu kırılacak gibi acımıştı. Sarsıcı açlıkla hesabı kitabı unutmuştur ve işi bitiyordu nerdeyse.

Canını kurtardığına seviyordu,  olsun kokusu bile moral vermişti. Kan ve et kokusu gibi güzel bir şey yoktur. Bu koku hayatta kalma azmini diriltip onu yeniden av arayıp bulmaya iten vahşi gücünü bulmasını sağlamıştı, ete ve kana susayan, kanla ve sıcak etle mutlu olan fiziksel varlığı az ve yalancıktan da olsa doyma hissi yaşamıştı. O mükemmel doyma hissi.  Dişlerini öldürdüğü hayvanın karnına, etinin en lezzetli olduğu yerlerine gömerdi, koparıp bir lokma almak için, et lastik gibi kayardı, kan sımsıcak akardı, baloncuklar oluştururdu, bütün suratı, patileri kan içinde kalırdı.

Ah en azından birkaç fare yese ne olur, (“nerdesiniz tatlı ve sevimli farecikler, ben dostum, çıkın ortaya, saklanmayın”) açlığı yatışırdı;  ama iri bir hayvanın köpüklü kanlı etini çiğneyip yutmanın hazzı hiçbir şeyde yoktu, hiçbir ufak av bu coşkuyu, hazzı ve mutluluğu vermezdi, karnı güzelce doyduktan sonra avın az ötesinde oturup yalanmaya başlar, orasını burasını temizler, bu sırada tatlı bir rahatlama hissiyle uyku şeker gibi bastırırdı. Dirilmiş, son derece çevik ve kuvvetli hissederek uyanırdı, sürüsüyle olduğu zamanlar yaşamıştı o muhteşem günleri. O zamanlar avlanma konusunda ciddi bilgileri yoktu ve ailesiyle yaşadığı civarı yeni terk etmişti. İşte o yıl içindeydi:

Düzgün bir yemek bulma ümidiyle, bir sürü bulma düşünceleriyle ilerliyordu.

Kurdun iş böyledir, sürekli yenilgi yaşar ama ve sürekli umutla hareket eder, bu ikisi arasında kurduğu denge hayatta kalmasını sağlar. En zor duruma dayanma kabiliyeti ve en zor durum hiç bitmez. Her gün en zor durumdur. Aklına bilge kurdun anlattıkları geldi. Avcılar ya da çiftçiler kimi hayvan leşlerini tuzaklara koyar ve kurtları beklerdi, tuzak çsevresine kan damlatırlardı, kokuşmuş et koyarlardı, tuzağa giren kurdun de işi biterdi, avcı gelip kurdu tüfekle vurup öldürürdü. Ona şöyle demişti: insan kokusu alıyorsan oradan hemen uzaklaş, o koku hemen sırıtır. Anla ki onu oraya bir insan koydu, seni yakalamak için. İnsna kokusu alamasan ki almaman için hile yaparlar, başka kokular sürerler, anormal bir koku hissedersin, o zaman o leşe ağzını sürme.

Çoğu zaman ufak tefek şeyler, leşler, hayatta tutacak kadar yiyordu. Ne yaşıyor, ne öldürüyor bu şeyler, işte bu son derece can sıkıcıdır.

Doyurmayan yemekler, ot ya da toprak yemek gibidir, tatları berbat değildir; çok lezzetli gelir kurda, ama çabuk tükenir ve kurt bu işe çok bozulur, ufak öğünler, ufacık atıştırmalıklar teselli eder ama kanser de eder kurdu; çünkü doymuyordu.

Düzgün bir yemek özlemiyle, korkarak, çekinerek, geçtiği yerleri analiz ederek yürüyordu ormanda.

Büyük bir av vurgunu yapmayı hayal ediyordu, bunu nasıl yapacaktı bilmiyordu; ama yapacaktı. Bitmeye bir et kaynağı. Sürüsüyle yaşadığı zamanlardı. Sürü üç domuz öldürmüştü, yetişkin domuz ve 9 yavrusu. Yetişkinler 300 kilo vardı. O gün tıka basa yemişti kurtlar domuzları, uyanınca açlık hissetmişler, yeniden yumulmuşlardı leşlere. Etler bozulmaya başlayana kadar orada kamp kurmuşlardı, bir hafta mükemmel zahmetsiz ve mutlu geçmişti, sonbahar ayıydı ve et kokup kurtlanınca oradan ayrılmaya karar vermişlerdi.

Uyanıp hemen taze etin başına geçip karın doyurmak

harikulade bir histi ve hemen sonrası kardeşleriyle şakalaşmak, onlardan birini boyundan ısırıp yere yıkmak, sımsıcak ve kanlı nefesini yüzünde ve vücudunda hissetmek, o ıslak ve yumuşacık dili hissetmek, canı yanınca pes ettiğini belirtmek, lütfen daha sıkma mesajı verip ufak bir cıyaklama, karşı taraf bunu anlar ve durur, bazen kendilerini kaptırırlar, ki düşman algılarlar birbirini, pata küte girerler birbirine, kavga fena ciddileşir ve araya yetişkin kurlardan bazıları ya da bakıcı girer, ortamı sakinleştirirdi.

Küçüktü, bilgisizdi, hayat nedir hiç kafa yormazdı, anı yaşardı, coşkusu ve saflığı vardı, ailesinin güvenli kanatlar altındaydı, ailesi ve akrabaları olan kurtların arasında vahşi ormanda ama kaledeymiş gibi korunuyordu, o zaman ne kadar rahatmış, o rahatlığı kaybedince ne olduğunu fark etmişti. Tabi ufak bir kurt olsa da bazı geceler yıldızlara bakıp dalar, ormanın kuytularından gelen garip ve korkutucu sesleri kendinden geçerek, aşka ve büyülenmişcesine dinler, işlerin hep böyle gitmeyeceğini bilirdi, kardeşlerinin oyun sırasında sırmaları başka olmaya başlamıştı, oyun sertleşiyordu iyice, her bir kurdun yeni huyu, karakteri ve kişilikleri zaafları ya da güçlü yanları ortaya çıkıyordu, kardeşlerini ilk hatırladığı zamanlar gibi görmüyordu, her geçen gün onlar da yetişkin kurtlara benzemeye başlamıştı,  oyun oynamaktan çok hoşlandığı kardeşlerinden biri donuklaşmış ve oyuna girmek istemiyordu mesela, hırlayıp bana yaklaşma diyordu, pratik yapmalıyız kardeşim pratik, yoksa işimi bitiktir ormanda, öyle kös kös yatsan etrafı izlersen oturup vücudun gelişmez ki.

 

Her şey ilk kez yaşandığı tadı ve büyüsünü kaybediyordu.

O ilk zamanlar ne güzeldi.

Dünyayı ilk gördüğü ve yaşadığın hissettiği anlar.

Zifiri ormanda karanlıkta sürü kamp alanındaydı ve gece yarsı yavru siyah kurt uyanmış, gezinmek ve tuvalet ihtiyacın gidermek için sürüden uzaklaşmıştı, tuvaletini yaparken uzaklardan sesler duydu, garip sesler, baykuş sesleri. Uzaklarda tehlikeli ve onu korkutan bir şeyler vardı, panikle koşarak sürüsünü yanında dönmüştü. Yalnızlık denen şeyi o zamanlar hissetmişti birkaç kere, bir şeye takılıp sürüden uzaklaştığında da kaybolduğunda, birkaç kez kaybolmuştu, sürüsüz kalmanın korkunç hissini yaşamıştı o gün. İnsan ayağı değmemiş vahşi ormanın çalılıları yoğundu, dikenlerin arasına sıkıp kalmıştı, dikenler vücuduna bakıyordu ilerlemek istedikçe, geri de gidemiyordu  bir poturun (dikenli ağaç) içinde hapis kalmıştı. Ve buraya sır merakından girmişti. Acı acı ciyaklıyor, yardım istiyordu, ve aniden bir uluma, nerdesin evlat çağırısını işitti ve daha çok cıyaklamaya başladı ve yetişkinlerden biri gelip onu oradan çekip çıkardı canı yandı ama kurtulmuştu.

Evet, tek başınaydı,  haftadır düzgün bir yemek yememişti,  ufak tefek atıştırmalılarla öğünleri atlatıyor, bazen günde bir atıştırmalıkla idare ediyordu, canı sıkıcı bir sonbahardı, orman bütün gücüyle kışa hazırlanıyordu. Bilge kurdun sülünleri ne lezzetliydi be.

Kederliydi, en kötüsü tek başına olmasıydı, ne diye yaşıyorum ki ben  diyor, keşfe ailemle ölüp gitseydim ya diye düşünüyordu. İlerken bir kulübe ilişti gözüne, içinde bir tehlikeli sinyal ötmeye başladı, sakın yalamaya oraya, ama orada ne olup bitiyordu, her zamanki gibi merak duygusu delice tatmin olmak istiyordu, korkarak, çekinerek ve yavaşça yaklaşıyordu eve, hiçbir canlı görünmüyordu burada. Aniden, birkaç metre ötede kuru yaprakların ortasında bir gövde fark etti, gri bir kurttu bu.

Uyuyor muydu ne, ya çok güçlü ve saldırgan bir bireyse, çekiniyordu ve tam arkasındaydı, çevresinde dolanmaya başladı, uykudaki kurt sıçrayarak uyandı ve başını kaldırdı. Mahzun bakıyordu ve siyah kurdu görünce sevinçle parladı bakışları.

siyah kurt üstüne gelecek saldırıyı bertaraf etmek  için tetikte bekliyordu, hırlamaya başladı.

Ama yabancı kurt ona atak yapmıyordu, siyah kurt onun ön sağ ayağına baktı, ayak bir şeye bağlıydı.

 

O zamanlar kurtlara insanları kapan kurduklarını henüz hiç bilmiyordu, ailesi bundan hiç söz etmemişti, sürüde lafını bile işitmemişti, bunun bilge kurtun anlattığı tuzaktan olduğuna karar verdi.

Bir ayağı kapana takılan kurt hareket etmek istiyor, ayağını çekiyor, çektikçe de ayağı acıyor ve bu işi bırakmak zorunda kalıyordu. Esir kalmıştı burada, zavallının işi bitikti, buraya ya açlık ve susuzluktan ölecek ya da kapanı kuran gün doğunca gelip onu bulacak, tüfekle öldürecek ve derisini yüzecek ve leşini vahşi hayvanlara bırakacaktı.

Ev sahibi kurtlardan korktuğu için gitmeden evin çevresinde kimi yerlere kapan yerleştirmişti. Kışın gelir birkaç ay kalırdı burada sevgisiyle.

“Bana yardım et ahbap, ayağımı kurtar. 3 gündür buraya çakılı kaldım. Açım ve çok susadım! Beni kurtarırsan ölene dek hizmetkarın olacağım. Yemin ederim.”

Siyah kurt, ona acıyarak baktı, onu şüpheyle karşıladı. Gördüğüne de inanmak istemedi, numara olabilir, çevrede başka kurtlar olabilir,  başka kutların bölgesine girmek ölüm demektir, o kurdun işi orada bitirilirdi. Kurtların kanunu buydu. Ve o bul bölgede dolanırken kurt kokusu almıştı. Takmamıştı.  Yabancı kurdun ayağına dikkatle baktı. Çok titiz biçimde, kokladı. İnsan koksu aldı.

 

(Dağda kayaların arasına sıkışıp kalan dağcı oradan kurtarabilmek için bir kolunu bıçağıyla keserek oradan kurtulmayı başarmıştır. )

 

“Ya beni de yakalarsa?”

“Sanmam. O benim içindi.”

“Bu işte başka bir numara olabilir ya da bu şeylerden burada birçok  varsa ve ben de yakalanırsam işim biter.”

“Orasını hiç düşünmemiştim, dostum. O zaman geri çekil. Kaderim neyse yaşarım, ölür giderim artık.”

Siyah kurt, korkarak geri geri gitti korkarak.

“Üzgünüm. Senin için bir şey yapmak isterdim; ama bir çare göremiyorum dedi. Nasıl takıldın o demire?”

“Ne bileyim.  Aniden oldu. Açtım. Yiyecek arıyordum.

“Adın nedir senin?”

“Zifin.”

Masumiyet vardı Zifin’in gözlerinde ve salaklık.. Siyah kurt bundan çok hoşlanmıştı. “Zavallı pis pisine ölüp gidecek” diye düşündü. “Oldukça yakışıklı ve kuvvetli de görünüyor.” Ama ne var ki onun sevecen bakışlarının parıltısı içinde çok güçlü ve su götürmez bir salaklık fark etmişti, bu yüzden o kapana yakalanmış olmalıydı, “bir şey olmaz bu mankafadan” diye düşündü, acıdı ona, güzelim kurt ölüp gidecekti. Çok yaralayıcıydı bu.

Böyle yakışıklı bir kurdun ziyan olup gitmesi çok acıydı.

Çok açtı ve gidip yiyecek bulmalıydı; ama “şununla biraz yarenlik etsem iyi olur” diye düşündü, en son bilge kurtla dosttu, çok mutlu olmuştu, şu tutsak serseriyle de sohbet iyi olurdu herhalde, ve en azından son zamanlarında onu mutlu etmiş olacaktı, her nedense içinde böyle gelmiş, “hemen çek git buradan, aksi halde onun durumuna düşeceksin” dediği halde iç kafa sesi; gidememişti, açsın git karını doyur, aç kafayla muhabbet olmaz.

Yok, birkaç dakika da olsa burada onunla vakit geçirecekti. Sonra buraya nasıl girdiyse, tek adım şaşmadan ağır ağır çıkmalıydı buradan. Çünkü civarda başka tuzaklar varsa ve yakalanırsa onun da işi biterdi.

Siyah kurt dedi ki: “Kimlerdensin, nereden geliyordun ve nereye gidiyordun. İmkansız yoktur demişti bilge bir kurt. Belki sen konuşurken aklıma seni kurtarma formülü gelir.

Ve siyah kurdun saatleri geçecekti orada.

 

Zifin başladı anlatmaya.

 

PLATODAKİ YUVA: ZİFİN ve AİLESİ

 

Zifin’in yaşadığı yer platodaydı,  burası volkanik kayalarla doluydu, bir sürü irili ufaklı mağara vardı. Sürü beş kurttan oluşuyordu, Zifin ve üç yavru daha vardı, lider kurtların ilk yavrularıydı bunlar.

Baskın dişi ve erkek ormanda birbirini bulduktan sonra güvenli bir yer aramaya giriştiler,  ıssız steplerden gece gündüz yol alıp Sibirya’dan Türkiye’ye girdiler.

Bazı insanlarla karşılaştılar ve tüfekleri vardı,  çok korktular ve ormanın iç bölgelerine oradan da platoya kaçtılar. Burada kamp yaparken insanla hiç karşılaşmadılar ve burada av boldu, buraya yerleşmeye karar verdiler.  Şayet bir sorun olursa burayı da kestirme ve gizli yollarla terk edeceklerdi, mutlu ve güvenli günler geçerken üç yavru dünyaya geldi mağarada. Bahar göz açıp kapayıncaya kadar geçmişti ve Yaz ayıydı, platonun kışı çok sertti, kış gelmeden yavruların gelişip büyümesi çok önemliydi, anne ve baba çok endişeliydi. Sürüde bir yaşlı dişi ve iki de genç erkek kurt vardı. Genç kurtlar avlanmada çok fayda sağlıyordu liderlere, yaşlı kurt iste kampta bekleyip yavrulara göz kulak oluyordu.

Yavrular büyümüş, mağaradan dışarı çıkıp oyun oynuyorlar, birbirleriyle güreşiyorlar, tehlikeli bir şey olduğunda, ya bir sesten ürktüklerinde kaçıp mağaranın derinliklerine saklanıp birbirilerin  sokulup bekliyorlardı. Bakıcı yaşlı dişi kurt bu işi iyi biliyordu. Bazen ortalıkta olmuyor, yüksekçe ve gizli bir yerden onları gözetliyordu, bazen aralında kalıyordu. Yavrular azıtıp onu çok rahatsız etseler de bakıcı kurt onlara gereken şefkati gösteriyor, yorulsa da bırakmıyordu, arada onları hizaya getirmek için koca keskin dişlerini gösterirce ufaklıklar geri çekiliyordu korkuyla. İşin en zor evreleri atlatılmıştı, yavrular ayaklanmış,  bitmek tükenmek bilmeyen enerjileriyle koşturuyorlardı, dişi baksın kurt muyluydu, ama bu mutluluğun bozulmasından çok endişeliydi, bir sıkıntı olursa burayı acile terk ettiklerinde yavrular sürüye ayak uydurabilecek kadar güç kuvvet kazanmıştı, işte o buna çok sevinmişti, yüreği bir parça olsun rahatlamıştı. Günün birinde hiç istemeyeceği şeylerin olacağını annelik içgüdüleri söylüyordu ona; ve daha çok koşturuyor ve daha çok avlanıp eve karını tok dönüyor,  yavrulara da avdan belli parçalar getiriyordu. Başlarda eti çiğneyip yumuşatıp önlerine koyuyordu, artık buna yapıyordu, yavrular eti yemeyi öğrenmişti. yavrular zaten doymak bilmeyen bir iştaha sahipti. Sürekli açtılar. Daha çok et. Daha çok et. Daha çok et. Ebeveynler karnı tok gelip her sefer yavrulara et getiriyorlar, artan etleri de yakında bir yerlerde gömüp saklıyorlardı, zor zamanlarda kullanmak için. Kanlı kemikli ete yavrular öyle bir iştahla yumuluyorlardı kietin iyi yerini kapmak için

birbirleriyle kavga ederek.

Ebeveynler süreli yiyecek bulmak zorundaydı,

Bu müthiş yorucu bir tempoda gece gündüz süratle adeta göz akıp kapanıncaya kadar akıp geçiyor, genç anne akşam yavruları çevresine dolunca tatlı biçimde uykuya savruluyor, işte o zaman mükemmel hissediyordu, yavruların sütten kesilmişti; ama bir tanesi yine emmek istiyordu. Zifin. O en ufak ve en çelimsiz olan yavruydu.

 

Lider dişi ve erkek ve diğer iki genç erkek kurt avlanmak için platoyu terk ediyor, avlanma sahasını tarıyordu her gün, son zamanlarda büyük bir sorun vardı, erkek bir ayı bölgeye gelmiş, buraya yerleşmişti,  sınır araştırmasına giden genç iki kurda aniden saldırmıştı. Bu ayı çok hırçındı ve bölgenin kendisine ait olduğunu vurguluyordu her seferinde.

Git git kamp alanına daha çok yaklaşıyordu ve baskın dişi kurt erkeğini ve genç iki kurdu alıp ayının peşine düştüler.  O gün onu buladılar, her nereye gitmişse.

Dişi kurt gece ava çıkmıştı diğerleriyle. Derede o boz ayıyı görünce hücum etti. Diğer kurtlar da saldırıya geçmişti. Boz ayı iriydi, güçlüydü ama dörde karşı birdi ve bir süre konumunu korudu, kurtlar onu sırımaya başlayınca yenileceğini anladı ve derenin karışsına atlayıp karşı tarafa geçti yüzerek.

Boz ayı günlerdir ortalıkta yoktu. Ondan kurtulmuşlardı.

Baskın dişi kurt buna çok sevinmişti ama hayatlarının hatasını yaptığını bilmiyordu.

 

Derenin diğer tarafındaki dağda yayla vardı, birçok ev yerleşimciyle doluydu ve aç ayı önüne ne gelirse darmadağın ediyordu, açtı ve öfkeliydi.

Yaşlı adam sabah ezanında uyanmış, evin dışındaki tuvalete gidiyordu, sabah karanlığı vardı, boz ayı yaşlı adama saldırdı, boz ayı ilk kez insan sesi duymuştu, yaşlı adam öyle feryat etmişti ki boz ayı saliseler içinde orada kayboldu, ona neyin saldırdığını görememişti. Kolundan biraz yaralanmıştı, ciddi bir yara değildi, kurt uluması duyulmuştu önceki gün civarda, bunu yapan kurt dediler.

Av konusunda iyi olan adamlara haber verdiler onlar da köpekleriyle dağı taramaya giriştiler, böylece çevreyi taraya taya aşağı inmişler, platodaki kurtların inine yaklaşmışlardı.

Avcıların arasında biri vardı ki iz sürmeyi çok iyi biliyordu.

Gündüz saatleriydi. Köpekler platodaki yuvayı buldu. Bakıcı yaşlı kurt oradan kaçıp uzaklaşmıştı, yavrular ininin arka tarafına saklanmıştı. Adamların üçü burada kalacak, diğerleri köpeklerle gidecekti, kurtları gözetleyecekler, geldiklerinde de indireceklerdi. Üçlü farklı noktalara mevzilendi ve beklemeye başladılar.

Bakıcı öteden onları seyrediyordu, ne olup bittiğini anlatmak için fırladı aşağı doğru, diğerlerini arıyordu, şelalenin aktığı noktaya gitti, buradan vadi çok net görünüyordu, uludu, bu çağırıyı mutlaka alırdı sürü, gece avından dönmemişlerdi, belki de çok uzaktaydılar.birkaç kez yardım sinyali verdi, yanıt gelmedi.

Yaşlı dişi kurt tek başına bir şey yapamayacağın iyi biliyordu ve yerin değiştirdi, o üç adamın peşine takarsa ve sonra onları atlatmayı başarırsa yavruları oradan alıp kaçabilirdi ölüm çukurundan. Akşamı beklemesi gerektiğini hissetti ve bekledi.

Akşam olmuştu.

Havanın kararması her zaman için kutların lehinedir.

Sıkıntılı bir durum olursa yaşlı kurt derenin kenarına inmesi ve orada üç keza uluması gerekiyordu, öyle anlaşmışlardı, dere kenarına indi ve üç kez uludu, yanıt alamadı, canı sıkılarak ve üzülerek orada uzaklaşıyordu ki; sinsi ayak seslerini ona yaklaştığını duydu, tetkikte bekledi, dolunay vardı ve parıltılı gözleriyle baskın dişi kurdu seçti.

Ekip av bulmak için çok uzaklara gitmişler ve doğru düzgün bir av bulamamışlardı, iki tavşan yakalayıp yemişlerdi. Yarı aç yarı tok ve oldukça bitkindiler. Baskın dişi kurt burayı terk ediyoruz dedi. Neden acil destek sinyal verdiğini sordu.

Yaşlı kurt durumu anlattı.

Dişi kurt dün gece hissetmişti, burayı terk etmesi gerektiğini, ama yola çıkmadan yavruların karının güzelce doyurmasını, böylece yola sağlam tutunabileceklerini düşünmüş, yuvayı terk etmeyi bir günlük geciktirmesinin iyi olacağına karar vermişti.

Yuvaya doğru ilerliyorlardı.

Üç adam bir ateşin etrafında toplanmış çay ve sigara içip muhabbet ediyorlardı, yeni yemek yemişlerdi, kuru fasulye ve pilav. Köyden bir genç adam onlara yemek getirip gitmişti. Kurtlara dair sohbet ediyorlardı. Onları nasıl gebertmek istediklerini, kurt hikayeleri anlatıyorlardı. Onlar gülerek ve coşkuyla ve hırsla şamata yaparken dişi baskın kurt bu durumdan faydalandı ve diğer kurtların bilmediği gizli geçitten yuvaya girdi, yavruları alıp dışarı çıktı. Onlar cehennemden kaçışı gerçekleştirirken genç iki kurt geride kalmıştı, baskın dişi ve eşi onların neden geç kaldığını merak ediyordu.

Genç iki kurdun kafasına bir şey esmişti ve onu yapacaklardı.

Onlar gelir, merak etme, ne yöne gittiğimizi biliyorlar, aşılmaz sisler içinden geçsek bile onlar iz sürmeyi bilirlerbizi bulurlar..endişe etmebastılarufak yavrular akşam karanlığında ilk kez yuvadan bu kadar uzaklaşmışlar, ormanda ilk kez ilerliyorlardı, korkuları vardı, tehlikeyi hissediyorlardı, ne olup bittiğinden haberleri yoktu, arada bir oyuna kapılıyorlar, annelerini hırlayıp seslenip onları peşlerinden gelmeleri konunda uyarıyordu, kokular çok farklıydı ve onlar bu kokuların keşfetmek istiyorlardı. Gökyüzünde ay vardı, yer yer ormanı aydınlatıyordu ama kurtların gözü karanlıkta iyi görüyordu. Yavru kurtlar bir eğlence, macera ve merak içinde ilerliyorlardı, hayatlarının en güzel anlarıydı bunları. En zevkli atmosfer içindeydiler, uzakları, ormanı, ormanda neler olduğun, ormanda yol almanın nasıl bir his olduğunu çok merak ederlerdi, büyüklerin ormana daldıklarında nereye gittiklerini delice merak eder, peşlerinden gitmek isterlerdi, peşlerinden gitmeye ne zaman müsaade alacaklarını merak edip dururlar, yuva çevresinde aynı oyunlar oynamaktan bıkarlardı. Şimdi tam o hayalini kurdukları şeyin, büyük gezegen ormanın içindeydiler işte. Çok tehlikeli can sıkıcı bir durum olduğunu biliyorlardı, ama anlayamıyorlardı, o dehşet gerilimi hissediyordu, bu gerilim içinde yol almak, adamdan sayılmak, sürüde rol alıp arkadan ilerlemek onları gururlandırmıştı, dikkate değer seçilmese de seçilmişlerdi sonunda, ,evet, ,bu akşam akıl sır erdiremedikleri ormanda yol alıp onunla bütünleşiyorlar, onun hakkında her geçen saniye daha çok bilgi topluyordu burunları. Bazen düşüp dubalranıyor, bazen ayakları keskin bir şeye basıyor, acıyor cıyaklıyor, bazen önde giden kardeşine toslayıp yuvarlanıyorlardı. Tam bu gece işte gerçekten bu sürünün ciddi bir parçası oldukların hissediyorlardı, sınırları aşıyorlardı, sınırları aşmalarına izin vermişti. Geceler boyu, yuvadan dışarı çıktıklarından itibaren onlarda derin bir merak ve korku uyandıran ormanda yol alıyorlardı işte sonunda, bu tarif edilmez bir hoşnutluk doğurmuştu onlarda, çok heyecanlıydılar, korkuları da vardı; ama yalnız değillerdi. Ebeveynlerinin onları mutlu eden mırıltıları ve ayak sesleri vardı. Onların kokuları ve rehberliğiyle arkadan tin tin geliyorlardı.

Dört yavrunun da ismi yoktu, anne kurt onların isimlerini henüz koymamıştı, yapacakları bir hareket, bir şeye göre, bir duruma göre onlara o duruma uygun bir ad koyacaktı, şimdiye kadar öyle bir durum olmamıştı. Derken zifin arkada kaldı, bir koksu onu cezbetmişti, peşinden gitti ve çiçeği bulup kokusunu içine çekmeye başladı. Hemen sonra orada yapayalnız olduğunu, sürüsünü kaybettiğini anlayınca cıyakladı, dişi kurt onun yanında aldı soluğu.

Senin adın zifin olsun. Zifin. Bir daha asla sürünü kaybetme. Yoksa ormanda tek başına hayatta kalmayı becermezsin. Seni bulamayabilirdim.

Annesine sokuldu sevinçle ve onu yalamaya başladı, burunu. Annesi onu başınla itti, bastı, zifin de arkasından koştu.

Genç iki kurt ateş başında ısınıp bağıra çağıra muhabbet eden, zevkten kendilerinden geçen üçlüye uzak bir noktadan şöyle bir baktı. Plan yapıp sessiz adımlarla onlara sokuldular.

Biri bir taraftan yaklaştı, diğeri bir taraftan. Ses çıkarmışlardı ve üç kafadar bir şeyin onlara yaklaştığını fark edip seslerini kesmiş, gerginlik korku ve dehşet içinde silahlarına sarılmış bekliyorlardı, bir şey görseler ateş edeceklerdi ama hiçbir şey görünmüyordu ve ateş aydınlığından bakınca hiçbir şey göremezsin, kör gibi olursun, genç kurtlar üç kafadarın üstüne çullanacak gibi yaklaşıp sesler çıkarıyorlardı, kafadarlar onlarca kurdun çevrelerini sarış olduğunu düşünüyorlardı, ateş etmeye başlamışlardı,  sonunda çok az kurşunları kaldı ve biri dedi ki: “Sıkmayalım artık, kurşun biterse işimiz biter.

Genç kurtlar iyice yaklaşıp hırlayıp hemen oradan kaçıyor, sonra başka yerden hırlayıp yine yer değiştiriyorlardı,  kafadarlar dehşet içindeydi, korkudan titriyordu ikisi.

Genç kurtlar içlerinden kıs kıs gülüp oradan uzaklaştılar.

Gecelenin ilerleyen saatlerinde sürüyü bulup onlara katıldılar..

Sonbahardı ve kış ayak seslerini hissettirmeye başlamıştı,

Sürü sabaha dek ilerledi.   

Gün aydınlanırken bir mağara buldular, içerisi boştu ve örümceklerle kaplıydı, buraya yerleşmeye karar verdiler.

Bütün sürü yorgunluktan mahvolmuştu ve mağaranın ön tarafında derin bir uykuya çekilirken lider dişi kurt tetkikteydi. Sonunda o da uykuya daldı, arada uyanıp çevresini dinliyor, ters giden bir şey var mı diye kontrol ediyordu.

Ve yağmur başladı. Zifin uyanıp annesinin yanına sokuldu. Diğerleri bakıcının yanındaydı.

Yuvalarındaki olduğu zamanlarda zifin yağmuru seyrederdi, annesi ona şöyle bir baktı ve gözlerini kapadı.

Saatler ilerledi ve sürü uyandı, ebeveynler hiç bilmedikleri bu yerin güvenli olduğuna karar vermiş, birkaç gün burada konaklayıp yollarına devam etmeye karar vermişlerdi. Ama dişi lider kurt rahat değildi, burada kalırlarsa başlarına kötü bir şey geleceğini düşünüyordu ve sonunda yola devam etmeleri gerektiğini diğerlerine inandırdı, özellikle eşine, açlık meselesini de yolda halletmeye çalışacaklardı. Bakıcı yavrulara göz kulak olurken diğerleri diğer dört kurt önden gidip yiyecek bir şeyler bulmaya çalışacaklardı.

Erkek kurt yağmurlu havada yola devam etmenin iyi şans getirmeyeceğini söylese de sonunda dişi kurdun istediği olmuştu.

İki erkek kurt sal kanattan ilerliyor, sağ kanadı ise lider dişi ve erkeği almıştı, böylece araziyi tarayarak ilerliyorlardı. Her kurdun arasında belli bir mesafe vardı, araziyi tarama bunu gerekiyordu çünkü. Av birinden kaçarsa ötekine yakalanır, ondan da kaçıp kurtulursa kanatın diğer yönüne düşerdi, yani kaçıp kurtulması imkansız olurdu, zaten biri avın ensesinde bitti mi paav panikler korkar aptallaşırdı ve öteki kurtlar zınk diye yetişir, avın kurtulması imkansız olurdu, avın kaçıp kurtulması için ya çok seri olması lazımdı, ya çok zeki, saklanmayı bilen av kurtulabilirdi ama arkada bir kurt olunca av bütün (domuz, tavşan) bildiklerini ölüm korkusuyla şaşırırdı. Ama bu durumda avcı av da olabilirdi, iri bir domuz bir değil birçok kurdun işini bitirebilirdi ve domuzlar genelde sürüyle takılırdı ve çok tehlikeliydiler.

Av kantlardan birine düştü mü sonra süratle onu çember içine alırlardı, çember demek ölüm kapanı demekti, çembere düşen bir avın kurtulma şansı sıfırdı.

 

Az vardı yavrular ıslanmış ve üşümüştü ve üşümeye başladıklarında bu tatlı macera hepsi için bir büyük işkenceye dönüşmüştü.

İlerlemek istemiyorlardı ama geride yalnız başlarına kalınca ödleri patlıyordu, bakıcı kurt arada başını çevirip onları kontrol ediyordu, ıslak ormanda çamura bata çıka ilerlemek pek güçtü, yavruların hiç yaşamadığı bir şeydi bu, üstüne üstlük dünden beri aç olunca bu iş gerçekten kabus olmuştu onlar için. Bu iş çok başkaydı, yaşamın acı gerçekliğini, korkunçluğunu hissediyorlardı, hayatta kalmanın gerekliliği. Canları acısa da yorulsalar da devam etmeleri gerektiği son derece canı sıkıcıydı, bu iş başkaydı çünkü öyle yuvada masum masum ebeveynleri beklemek yoktu, sıcak korunaklı yuvada beklemek gibi değildi bu, ayaz kestiği vücutları titriyordu, bakıcı kurdun da acıması yok gibi görünüyordu, basmış gidiyordu, arkada kalanın işi

bitecekti, panikle kayarak yer yer yuvarlanarak ilerliyorlardı, ıpıslak. İşte o çok merak ettikleri gizemli ve büyülü orman ilk keşiflerinde nasıl da en istenmeyen şeye dönüşmüştü.  Bakıcı kurt sert görünüyordu; ama aslında öyle değildi. Onların başarmalarını istiyordu, sık sık onların mızıldamalarını, yani korkuyla acıyla cıyaklamaların duyuyordu ama aldırmıyordu. Çocuklar sessiz olun diyordu. Burada yalnız değiliz. Canınızı seviyorsanız sessiz olun. Bir kurt her zaman tüy gibi sessiz olursa hayatta kalır. Çok geçmedi ve ormanı yağmurdan bir sis bulutu sardı,  bakıcı kurt bir büyük ağacın dibinde mola vermeye karar verdi ve onların yanaşmasını bekledi, açlıktan mahvolmuş yavrular üzgün bakışlarla bakıcının çevresine yuvalandılar. Bakıcı kurt da çok acımıştı. Yavruların merak ettikleri hayat, yani bu orman bir düş kırıklığı oluvermişti birdenbire ve o saf kendilerine duydukları özgüven de yerle bir olmuştu. Açlığın etkisiyle ve yorgunlukla sarhoş gibiydiler. Düş ve gerçek arasında sallanır gibi.

Bu ne biçim bir işti. Git git yol bitmiyordu.

Bakıcı kurt düşünceliydi. Canı sıkkındı, burnundan sıcak nefes ayazlı havaya dağılıyordu.

Karnı çok açtı, hem yavrular hem de kendi için çevre yiyecek aramaya çıktı, çevrede dairlere çiziyor, etrafı kokuluyor, bir şey, yenecek bir şeyin izini bulup koklamaya çalışıyordu, bir yiyecek bulamadı ama yuva olabilecek, ısısı çok güzel bir yuva buldu, toprak çıkıntısının altında bir yarık vardı, orası oyulmuştu, yavruları oraya götürdü, burada ısı fazlaydı ve yavrular ısınıp mayışıp rahatladılar ve uykuya daldılar.

Akşam oluyordu ve yağmur kesilmemişti. Yine delice yağmıyordu ama yağmıyordu. Bakıcı kurt ormanda bir süre ilerledi ve uludu. Bir süre peş peşe ve acı acı uludu.

Avdan dönen ekip yalnız dolaşan (kayıp) bir yaban keçisi yakalamış ve parçalamıştı, her birinin ağzında bir parça vardı, ve bakıcının mesajını işitmişlerdi. Çağrıyı işitmişlerdi.

Ekip kamp alanına geldi ve baba kurt ağzındaki keçi budunu yavruların önüne koydu ve yavrular sevinçle ete yumuldu. Karınları şişene dek, kana kana yedileler, ara yer kapma yarışına girişip birbirlerine hırlayıp saldırdılar, sonunda hepsi de mutlulukla doygunluğa erişip rahata erdiler ve sonra uyku bastırdı, uykuya çekildiler.

Ekip de yorgundu, onlar da uykuya çekildi.

Kurt sürüsü akşam uyandı, can sıkıcı yağmur vardı yine ama şiddetli değildi. Sürü yola koyuldu.

Akşamın ilerleyen saatleriydi ve yavrular bu işe alışmış gibi görünüyordu, sürüye ayak uyduruyorlardı ve bu iş bu kez bu kadar eziyetli görünmüyordu, çünkü karınları toktu, sürü dağın eteklerinden ilerliyordu, burası tehlikeli bir bölgeydi, yüz metrelik uçurumun kenarındaydılar, çok yol almışlardı ve geri dönmek zaman kaybı olacaktı, ağır ağır ıslak ataşların toprakların çimenlerin üstünden ilerliyorlardı. Aşağıda dere olmalıydı, derenin sesi geliyordu dişi kutun kulaklarına. Bu kısmı aşağında çok büyük rahat edecekti dişi kurt, bakıcı kurt yavruların önündeydi, kaşıntısı tutunca durdu ve kendini kaşımaya başladı.

Yavrulardan biri uzaklaştı, ötekiler de onun peşinden gitti, oyun oynayarak yer arıyorlardı. Fırladılar, yuvalarındaki gibi mutluydular, besin yani süper bir yakıt almışlardı ve güçlü hissediyorlardı, coşkuyla atıldılar, uçurumdan kaymaya başladıklarında çok geçti, toprağa tutunmak istiyorlardı, cıyaklıyorlardı ve usl usul kayarak düşüyorlardı, bakıcı kurt yukardan onlara bakıyordu, yapacak hiçbir şeyi yoktu, aşağı inip onlara yadı9m etmeye kalkarsa o da uçurumun dibine düşecekti, sürü yukarda toplanmıştı, yavruların ilki, ikincisi, üçüncüsü ve son olarak zifin kaydı ve uçurum boşluğundan acı çığlıkları duyuldu, bakıcı kurt aşağıda dere olduğunu biliyordu ve belki bazılarını kurtarırım umuduyla o da bıraktı kendini, kayarak aşağı gitti, bu onun hatasıydı ve belki düzeltebilirdi.  Dişi kurt içinden acıyla homurdandı, o da aşağı kaymaya başladı, peşinden erkek kurt da aşağı kaydı ve uçurumdan düştü, geriye iki genç kurt kalmıştı,  bunun ölüm demek olduğunu iyi biliyorlardı ve belki başka bir yol bulunur diye düşünerek dağın eteğinden aşağı, dereye doğru inmek için bir yol  aramaya giriştiler.

Yağışlarla ve dağın yukarılarından gelen sularla iyice taşkın ve yürekli olan dere çalkantılar içinde döne döne aşığı doğru akıyordu, iri taşlara çarpan sular köpükler saçıyor, yoğun bir ses gürültü çıkıyordu. Yavrular derede bata çıkan aşağı doğru işlerlerken su yüzeyinde durmak için savaşıyorlar,, akyalarını hareket ettiriyorlar ve fırsat bulurlarsa cıyaklıyorlardı acı acı, imdat çığlıkları.

O akşam zifin derenin bir noktasında baygın halde yatıyordu ve kendine geldiğinde yapayalnız olduğunu fark edince uzun bir süre cıyakladı ve yardım gelmeyince ağlamaya başladı. Korkup bir oyuna girip saklandı. Yaşadığına seviniyordu ama ailesine ne olmuştu, neredeydiler? Dere denen şeyin gücünü ilk kez görmüştü.

O gün akşam dek orada kaldı, kafası yerine gelmeye başlayınca dışarı çıkmak için cesaret buldu ve çok açtı,

Birkaç böcek yedi. Derede boğulan bir yılan leşini fark etti.

İri bir yılandı bu. Korktu. Daha önce böyle bir şey hiç yememişti, ölü olup olmadığını bir pençesiyle kontrol etti.

Karını doyunca acı acı uludu, yardım sinyali verdi; ama bir yanıt alamadı. Ertesi gündü, yukarda derede boğulmuş ve sürüklenip gelmiş domuz leşi kıya vurmuştu, bu leş onun günlerce bir ziyafet çekmesine yol açtı. Bir hafta sonraydı, domuz leşi yiyeceği tükenmişti ve artık kurbağalar ve yengeçler yoktu, burada onları avlayan bir yabancının olduğunu anlamış başka yere gitmişlerdi,  balıkları görünüyordu suyun içinde; ama onları yakalaması imkansızdı. Buradan gitmem lazım diye düşündü ve ilk kez adam akıllı çevresine bakındı,

Ormana girebilmesi için uygun zemin yoktu burada, dimdik bir toprak parçası vardı otlarla kaplı. O toprak parçasının bir bölümü dere kenarında ada oluşturmuştu, işte oyuk yani yuvası buradaydı, dik toprağı tırmanması imkansızdı, buradan kurtulmanın tek yolu varsa dereye atlamaktı, dere onu aşağı sürükleyecek, yüzüp uygun kıyaya çıkabilecekti. Ama bunu yapacak cesareti yoktu, o derin ve karalık sularda ilk seferinde nerdeyse boğulacaktı ve çok su yutmuştu. Üstelik her gün yağmur vardı, dere azametli ve acımasızca çalkalanarak akıyordu,

Üstelik cıvarda bir kızıl şahin dolanmaya başlamıştı, kanat açıklığı bir buçuk metre varan kartal orada esir düşmüş zavallı kurdu fark etmiş, onu pençeleri arasına alacağı kritik ve uygun zamanı kolluyordu. Birkaç kez sinsice yaklaştı ama yavru kurt onu fark edip hemken deliğe saklandı, kalbi küt küt atıyordu, havadan gelen tehlikenin de var olabildiğini fark etmişti böylece. Yerde de sıkıntı bitmiyor ve üstten aniden, sinsice yaklaşıyordu düşman. Öfkeliydi, ona dikmişti gözlerini, dişlerini gösterip hırlıyordu uzaklaşan kartala.

Ertesi gündü, açlık onu perişan etmeye, acısını hissettirmeye başlamıştı, dereye atlayıp atlamayı düşünürken kartların süzüldüğünü fark etti, son anda, yuvaya kaçmak istedi, taşın üstündeydi, kaydı ve dereye yuvarlandı, su onu pin pon topu gibi alıp sarıp sarmalayıp götürüyordu, yavru kurt bütün gücüyle direniyordu. Tepe taklaktı, düzeltmişti durumu, başını sudan çıkarmış, ufak pençelerini canla başla süratle çalıştırıyordu, kontrolü sağlamaya çalışıyordu, arada suya batıp çıkıyordu başı. Nefes almakta güçlük çekiyordu. Çok sürmedi, yüz metre kadar sonra her nasılsa gözü kıyıya fark etti, yürüyebileceği zemini gördü ve kuvvetle o tarafa doğru yüzmeye çalıştı, nefesi kesiliyordu, çok yorulmuştu, gücü tükeniyordu ama her seferinde kıya daha çok yaklaşıyordu, o gördüğü noktaya yaklaşamamıştı, çok açığa savrulmuştu ama giderek kıyaya daha çok yaklaşmış ve suyun tokatlayan gücünden çıkmaya başlamıştı, sonunda ayakları taşlara değdi ve sudan çıkıp yürümeye başladı. Gökyüzüne bakındı hemen, kartal yoktu, hemken ormana girdi.

Koca ormanda her gün yeni bir şey öğreniyordu, derede su içiyor, sürekli çevreyi araştırıyor, derenin kenarında vuran ufak tefek bazen büyük leşlerle besleniyordu, dere onun yiyecek ambarı gibi bir şeydi, zahmet harcamadan yiyecek buluyordu (kurtlar leş yer) ama bazen deren kenarında günlerce leş olmuyordu, açlıktan mahvolduğu anlarsa, sonunda işim bitti diye düşünüp bitkince dere çevresinde umarsızca yiyecek bakınırken gözüne yiyebileceği şeyler ilişiyor, fırlayıp karnını doyuruyordu, bu leşlerin tadı berbattı, sürüde yedikleri mükemmeldi oysa, bu leşler iğrenç ve adi şeylerdi,  berbat olsa da karnı doyuyor ve mutlu oluyor ve güçleniyordu. Kendinden büyük canlılar görünce hemen saklanıyor, yabancıyı inceliyordu, başlardaki gibi aptal, kendini bilmez ve boş cesaretli değildi, hep akılıyla, planla ve korkarak hareket ediyordu, çok dikkatliydi. Günlerce beklemesine rağmen yiyecek bulamadığında ise ormanın başka bölümlerine gidiyordu, burada yeni keşifler yapıyor, yiyeceğin en çok olduğu yerleri tespit ediyor, sonra günler geçince ara ara oraları kontrol ediyordu, ormanın bir yerlerinde mutlaka leşler, yeni ölmüş hayvanlar bulunuyordu. Koku analizleri konusunda çok daha iyiydi, çok iyi bir koku hafızası oluşturmuştu, artık birçok şeyi koklayarak çözebiliyordu, belli derecede uzmanlık kazanmıştı ve artık o küçük köpek yavrusuna benzeyen 3 aylık kurt değildi, yetişkinler gibi tüyleri çıkmış,v heybetli bir hale gelmişti, büyük ve keskin dişleri, sert bakışları vardı. Artık genç bir kurt olsa bile bir ağırlığı vardı, kendine bir özgüveni.  Ormanın çok uzak ve başka köşelerinden kurt ulumaları duymuş, ama kendine zarar gelir diye onlara gitmemişti. Ama artık bu yalnızlık can sıkıcı olmaya başlamıştı ve leş ve ufak tefek avlar yemek istemiyordu, düzgün bir yemek yemek istiyordu. Lezzetli bir yemek. Ailesiyle yediği son akşam yemeği, o domuz eti sık sık rüyalarına giriyordu. Ormanda zaman zaman domuzları görüyordu ama onlar iriydiler ve sürü halindeydiler,  bir kez arkada kalan yavrulardan birini kaparım diye atılmıştı ama canını zor kurtarmış, ondan beri domuzlara hep uzaklar bakar olmuştu.

Artık nesin ve net olarak burayı terk etmesi gerektiğine inanıyordu, başka kurtlar arasında olmalıydı, tıpkı çocukluğundaki sürüdeki gibi. Yalnızlık canına tak etmişti.

Ve son kez yuvasına, çevreye şöyle bir göz attı, oralara veda edip bastı, tıkır tıkır yürüyerek uzaklaşıp ormanın ötekilerine, hiç gitmediği yerlere doğru sevinçle ilerlemeye başladı. Zaman gelecek ve ormanın hiç gitmediği yerlere gideceğini, ve korkarak burayı tamam terk edeceğini bir gününü mutlaka geleceğini biliyordu, seziyordu, hissediyordu, çünkü uzakları, çok uzakları delice merak ediyor, oralara adım atmak için can atıyordu, bildik çevrede dolanmak canı sıkıcı oluyordu çoğunlukla. Yeni şeyler olmadıkça , aynı şeyler, aynı sabahlar, aynı akşamlar, aynı geceler, aynı yiyecekler bezdirici ve aşındırıcı oluyordu dinamik bedeni için, yalnızlığı içinde canavarca uluyordu, bu yalnızlık yok edilmek istiyordu, çünkü yetişkin belirtileri göstermeye başlamıştı. Azan ve parlayan İçgüdüleri onu cesaretle dolduruyor, artık bas git buradan diyordu. Ve yalnız kalbi annesiyle sarmaş dolaş olduğu anlardaki gibi bir leş özlemiyle yanıp tutuşuyordu. Bambaşka hevesler, heyecanlar ve uzaklara dair şeyler uyanıyordu içinde. Hep uzak ve bilemediği diyarlara dair hayaller kuruyordu, karşı konulmaz bir istekler oralara çekiliyordu sanki. Her sefer dur, acele etme, henüz zamanı gelmedi diye avutuyor, kandırıyordu kendini. Sezgisi böyle diyordu ona. İçindeki asi ses kabarıyor, sonra diğer ses onu yumuşatıp susturuyor, ormanda neşeyle uçan bir kelebeğin peşine takılıp sevinçle koşuyor ve bütün canı sıkıntısını bir anda unutuyor ve bağlandığı bu topraklara taparcasına mutlu oluyordu ve farklı bir yiyecek bulduğunda mutluluğu taçlanıyor, dört köşe oluyordu keyifle.

Ormanın bir noktasındaydı, burası yüksekçe bir noktaydı ve seyir terası gibiydi, aşağıda uçsuz bucaksız vadiyi seyrediyordu, karnı açtı, son bir haftadır, leş yiyordu, pis bir kavga leşi, kurtlanmış domuz leşi.  Sürekli leş yemek bir işkenceye dönüşmüş, yaşam azmini ve neşesini silip süpürmüştü, üstüne üstlük yalnızlık acısı çekiyordu, dolaşıp ne yapıp edip taze et bulmayı düşünüyordu, bezgindi ve yerinden kımıldamak istemiyordu, zaten her çabası boşa çıkıyordu. mevsimlerden sonbahardı,  birden gökyüzünde uçan ördek sürüsü ilişti gözüne, kuzeye gidiyordu ördek sürüsü, ben de kuzeye gideceğim diye düşündü, ördekler nereye gidiyorsa oraya gideceğim. Kalktı hemen ve yola düştü. Dönüp arkasına bile bakmadı, bu kez kesin kararlıydı, öyle eskisi gibi bir süre gidip geri dönmeyecekti ve dönmedi de.

Bir hafta geçmişti, hava yağmurluydu, çok sık çalıların ve otların olduğu, otların boyuna kadar geldiği bir ormana gelmişti,  yağmur yağıyordu ve açık bir alan, bir vadi bulana dek ilerlemeyi ve uygun bir yerde de kamp yapmayı düşünüyordu, yorgundu, karnı açtı, ormanda önüne gelen ufak tefek leşler ve bir tavşan yakalayıp yemişti. Zaman zaman gözüne domuz sürüleri ilişiyordu ama onlara yanaşmıyordu, henüz onların nasıl avlanacağını biliyordu ve zaten o domuzların ebeveynleri kendinden iriydi, domuzlar onu fark ettiklerinde hücuma geçiyorlardı, eğer zifin onların kesmeye başlarsa. Ve o da acınası biçimde kaçıyordu,  gözünü hep dört açıyordu, kendi gibi bir kurt ya da kurt sürüsü görebilirim diye ama tek bir kurt bile görmemişti, ama sürekli olarak onların izlerine, kokularına denk geliyordu, buralardan bir yerlerde hep kurtlar dolanmış, geçip gitmişlerdi bir yerlere, şimdi onlar neredeydiler acaba, en çok merak ettiği, onu en çok heyecanlandıran buydu, genelde karnı açtı, ufak tefek leşler ona yetiyordu, hayatta kalabiliyordu; ama başka kurtlar düşüncesi ona müthiş bir güç, azim, sabır ve dayanıklılık veriyordu, o hayale kavuşacağı umudu daha ilerlere gitmesini sağlıyordu. Hep yeni şeyler deniyordu, böcekleri yiyordu, çekirgeler, salyangozlar

Nihayet ağaçların seyreldiği alana geldi, bir domuz sürüsü fark etmişti, domuz ailesi dağınık biçimde mutlulukla ve kendilerinden geçerek otluyordu, hepsini gözden geçiriyordu, ufak olan sürüden epey ayrılmıştı, artık şu domuzlardan birini yakalamayı bir şekilde becermesi gerektiğini düşünüp o domuza yaklaşmak için sinsi sinsi yaklaştı, domuz uzun otların arasındaydı ve çevresini göremiyordu, zifin ağır sessiz adımlarla iyice yanaşmıştı domuza, arkasındaydı ve bu işi nasıl yapması gerektiğini bilmiyordu ama içgüdüleri onu yönetiyordu, ağzı sulanmıştı, taze et yeme düşüncesi onu çıldırtıyordu, arkadan domuzun üstüne atladı ve ensesinden kaptı, bunu nasıl yaptığın bilemedi ama bir şekilde yapmıştı, domuz çığlığı basmış, kurtulmak için çabalıyordu, domuzun babası olay yerinde aldığı soluğu ve zifin onun toslamasıyla tepetaklak olup öteye savruldu, ve bastı, panikle oradan kaçtı. Hayal kırıklığı yaşıyordu ama dişlerinde domuzun kanının tadı vardı, ilk atalarını  hissetti o vahşi hazzı hissetti, öldürme içgüdüsü alev alevdi, geri döndü ve başka bir noktadan domuzları izlemeye başladı tutkuyla, domuzlar kaçıyordu, şansını zorlama diye düşündü, bir sakatlık yaşarsa bu hayatını sonu olabilirdi, domuzlar uzaklaşıp gözden kayboldu. Düşünceler dalmıştı ve ilerliyordu, eğer en az bir kurt da olsa o sürüden bir domuz kapabileceğine karar verdi, diğer kurt sürüyü oyalardı, bir şeyler yapardı, eğer iki kurt daha olsa iş daha kolay olurdu, dört kurt daha olsa sürüden bir domuz çalmak garanti olurdu nerdeyse. Aniden durdu, ilerde otların arasında bir şey hareket ediyordu, sesi dinledi, evet orada bir şey bir canlı hareket ediyordu, birkaç metre ilerdeydi ve o kokuyu hemen tanıdı, zifin çiçeği kokusu, kafası birden çocukluğundaki o sahneye gitti, zifin çiçeğini burnunu yaklaştırmış kokuluyordu, annesi yanına geldi, senin adın zifin olsunbaşını çiçekten kaldırdı, ilerdeki canlı hareket etmişti, bekledi, ve harekete geçti, onu korkutup kaçırmak istemiyordu, aniden bastıracaktı, atılacaktı üstüne; ama önce onun ne olduğunu, kalıbını görmeliydi,  cüssesi büyük bir domuzsa ona yaklaşması delilik olurdu, ama bir koku duydu bu koku ona çok tanıdık bir şeyleri hatırlatmıştı, hızlandı, otların arasından dişi kurdu gördü, açık mavi gözleri vardı, burnu, narin gövdesi, tertemiz bakışlarıyla bu dişi kurt hayatında gördüğü en güzel kurt olmalıydı, çocuk bir kurtken annesini çok güzel bulurdu, işte o zamanlar annesine en çok bağlı olduğu zamanlardı, ona aşık olduğu zamanlardı, yuvadan başka bir şey bilmediği zamanlardı, dışarıdan gelen annesinin sütünde, tüylerinde suratında dış dünyanın garip ve güzel kokularını, toprağın ağaçların yani doğanın kokusunu hisseder, acayip mutlu olurdu. Şimdi ötedeki bu dişi kurt kaybettiği anne özlemiyle bir çığlık gibi kalbini eritmişti bir anda, başında tatlı yıldızlar dönmeye başlamış, birden delice heyecanlanmıştı. Ama ya sürüsü varsa ve tek değilse, onu elde edemezdi, eğer tekse şansı yüksek olabilirdi, usulca ilerledi ve bir kuru çalıya bastı, o çatırtıyı ilerdeki dişi kurt gördü ve hemen başını çevirip ona düşmanca baktı, zifinin ona saldıracağını sanış, sinip savunma pozisyonu almıştı, zifin ona güven vermek için sakin sakin onu seyrediyordu, dişi kurt bu yabancıya güvenmiyordu, zifin dişi kurt ortada yokmuş gibi başı yere eğdi, bir şeyleri kokladı, sağına soluna baktı, ben zararsızım mesajı vermeye çalışıyor ve usulca ona yaklaşıyor, arada duruyor ve kuyruk sallıyordu, dişi kurt mesajını almıştı ama yine de temkinliydi, zifin ona iyice yaklaşınca dişi kurt dişlerini gösterip hırlayıp atılıp geri çekildi, zifin öylece durdu, ama korkup geri çekilmişti.   İlerlemek istedi ama dişi kurt tepki gösterdi, zifin de olduğu yere uzanıp gözlerini dostça ona dikti.  Tabi bu arasa çevreyi gözetleyip sesleri dinliyordu, dişi kurdun sürüsü varsa diğerleri gelip ona saldırabilirdi, henüz bu dişi kurdun yalnız takılıp takılmadığını bilmiyordu ve yavaş gitmesi gerektiğini sezmişti. Bu müthiş fırsatı kaçıramazdı,  böyle güzel bir dişi kurdu bir daha nere bulacaktı ki, dişi kurt ilerlemeye başlayınca zifin de hemen peşine düştü, dişi kurt bundan hoşlanmamıştı, neden böyle yapıyordu ki, buna bir anlam veremiyordu,  epey bir süre onu böyle takip etti ve dişi kurt bir karga leşi bulunca onun yenecek kısmını araştırmaya başladı, zifin o an onun çok zayıf olduğunu ve karının da çok aç olduğunu fark etti, bir şeyler yapmalıydı, çevrede bir av araştırmaya girişti, tabi bu arada onu da gözden kaybetmemeliydi, sonunda kendini öyle kaptırdı ki, epey uzaklaştı, bi domuz sürüsüne dek geldi, yavrulardan birini gözüne kestirdi, attık gözünü karartmıştı, bir yavru domuz işini görürdü, anne baba ve beş yavru domuz vardı, biri çok gerideydi, güvercin sürüsüne dalan atmaca gibi plansız programsız atıldı son sürat, en arkadaki başka yöne kaçıp kayboldu ve diğer ikisi birbirine çarpıp yere yuvarlandı, böylece zifin tam önündeki yavru domuza kaptığı gibi fırladı, boynundan yakalamış, gırtlağını sımıştı, bütün gücüyle, yavru domuzu yakalar yakalamaz canı çıkmıştı, peşindeydi baba domuz, zifin sevinçle uzaklaştı ve nefes nefese bir yerde durdu, dişi kurdu bulmak için bastığından arkadan gelen sesi duyup başı çevirdi, bu dişi kurttu, domuzların çığlıkların duymuş, olay yerine gelmiş ve zifin’in görüp onu takip etmişti, zifin tereddüt etmeden ona yakaladı ve ağzındaki domuz yavrusun onun önüne bıraktı, dii kurt bir domuz ölüne bir ona baktı ve domuzu yemeye koyuldu, geriye bir parça kalmıştı, onu da zifin yedi, sonra onu kokladı, diğeri de başını uzattı, zifin kabul görmüştü ve onay almıştı, sevinçle dişi kurdun çevresinde giderek büyüyen daireler çiziyordu, çılgınca koşuyordu, artık bir yoldaşı vardı, dişi kurt da onu yakalamaya çalışıyor, beraber koşuyorlar birbirini şakadan ve yer yer sertçe ısırmaya çalışıyorlar, yatıp yuvarlanıyorlardı otların içinde. Birbirlerini yalıyorlardı, zifini artık sonsuz uzun karanlık gecelerde yalnız olmayacaktı,  artık bir sevgilisi vardı, uyuyacak uyanacak ve onu yanında bulacaktı, delirten yalnızlık onca acılı zamandan sonra bitmişti.  Koşmaktan yorulmuşlardı ve sakin sakin yürüyorlardı, bir tüfek patladı aniden ve dişi kurt yere serildi.  Zifin ne olup bittiğini anlayamamıştı ama kaçması gerektiğini anlamıştı, dişi kurdun yere düşüp cansız kesildiğini görmüş, ona bakıp donmuştu bir an ve sonra fırlamıştı. Orandan uzaklaştı ve iri yaprakların arasından gözlemeye başladı, eli tüfekli bir adam dişi kurda yanaştı, tüfeği ona doğrultmuştu, çizmesinin ucuyla kurdu dürttü, ölü olduğunu anlayınca kuyruğundan tutup sürüklemeye başladı, iri yarı adam kısa bir süre yürüdü ve evine geldi, karısına seslendi.  12 yaşındaki kızı karısıyla dışarı çıktı. Kadın hamileydi.

Geçen gün bizim koyunu öldüren kurdu geberttim dedi.

Zifin kahrolmuştu, ağlıyordu, sevgisi yoktu artık. Hemen oradan uzaklaştı. Düzlüklerin tehlikeli olduğunu anlamıştı ve tehlike hiç beklenmedik anda geliyordu, dağa doğru ilerliyordu ve kayayla aynı renkte bir şey gördü, kımıldamıştı, tavşandı, yakalayıp onu yemeye başladı, kaynı teskin olmuştu, hava kararmaya başlamıştı, kendini yorgun hissediyordu, çalılıkta dinlenmek için uzandı. Uyku uyanıklık arasında dişi kurdu, ona rastladığı ilk anları ve koştuklarını gördü. Uykuya daldı. Gece yarısıydı. Karanlık ormanda bir baykuş ötüyordu. Dişi kurdu hatırladı, onu öldüren köylüyü. Öfke ve intikam doluydu. Gidip sevgilisini vuran köylüden intikam almayı, onu öldürmeyi düşündü ama bu ona saçma sapan geldi, insanların çok tehlikeli, ölüm saçan varlıklar olduğunu anlamıştı, intikam hevesiyle uyarsa sonu diğeri gibi olacaktı. Açlık onu sallıyordu, hareketlendi, birden aklına şu cümle düştü: Geçen gün bizim koyunu öldüren kurdu geberttim, koyun denen şeyin ne olduğunu biliyordu, bir keresinde babası yuvara bir koyundan büyük bir parça getirmişti ve koyunlara dair büyüklerinden çok hikaye dinlemişti.

Yola koyuldu, köylünün ahırında koyunlar olmalıydı ve ondan intikam almanın en iyi yolu da bu olmalı diye düşünmüştü, karanlıktaki kulübenin ışıkları yanıyordu, sogun gaz lambası aydınlığı cama vurmuştu, bacadan dumanlar tütüyordu.

Yağmur başladı ve giderek süratlendi, sağanak yağmur işini gerçekleştirmek için bir sis perdesi sağlayacaktı ve buna çok sevindi. İçinden bir ses ona şöyle diyordu, buranda çek git, yoksa başın çok pis bir belaya bulaşacak ve geberip gideceksin. Bırak şu köylüyü. Ama açlık tam teresini söylüyordu, ağıldaki koyunlar çok kolay bir avdı ve birini ele geçirse karnını doyuracaktı güzelce. İçindeki sesler çarpışıp duruyordu, kararsızdı ve açlık galip gelemye başlamıştı. Bu evden bir ganimet elde edip hemen sıvışacaktı, evin ışıklarının sönmesini beklemeliydi, sesler kesilmeliydi, içerden diyaloglar geliyordu, köylü karısıyla sohbet ediyordu.

Zifin aniden irkildi, ağılın önünde bir çoban köpeği vardı.

Köpek kurdun kokusuna almıştı ve yatığı yerden dikildi. Havladı birkaç kez. zifin tam kaçmak üzereydi ki zincirin şakırtısını duydu, köpek yerindeydi. Köpeklere dair de çok hikaye dinlemişti bakıcı kurttan, onların kurtları nasıl geberttiğini iyi biliyordu zifin. Ağılın  öteki tarafına gitti.

İçeri girebileceği küçük bir aralık buldu, köpek onun orda olduğunu anlamış, var gücüyle bağırıyordu, zifin delikten içeri girdi, beş koyun beş keçi vardı ağılda, zifin koyunlardan birini kaptı, kendine çekti, boğazına yapıştı, koyunlar çığlığı basmıştı, köylü adam elinde tüfek ve el feneriyle ağılda soluğu almıştı, ateş açtı, zifin koyunların arasına daldı, köylü onu arıyordu, koyunlar kaçışıyordu ve zifin fırlayıp kaçacaktı ağıldan, koyna çarpan adam yere devrildi, zifin köylüyü elinden kaptı, ısırıp çekti ve ağıldan fırlayıp çıktı. Dağarla doğru son sürat koşuyordu. Ağzında koyunun tadı vardı, kanının tadı. Delice bir iş yaptığını düşündü, ölmediğine sevindi. Bir daha asla böyle bir delilik yapmamaya karar verdi ama bu delilik ondan bir alışkanlık haline geldi sonra. Cesaret, korkusuzluk. Bu sayede en tehlikeli, en riskli işlere girecekti.

 

ŞİMDİ

 

 

Siyah kurt susamıştı ve acıkmıştı,

“Arkadaşım gitmek zorundayım.”

“Yapma be dostum, biraz daha kalsaydın. Çok iyi bir moral oldun bana. Bu iyiliğini asla unutmayacağım.”

“Bak bence ayağını o şeyden kurtarabilirsin. Aniden bütün gücünle çek.”

“Bunu en başta denedim, çok acıdı.”

“Yine dene.”

“Ayağım koparsa.”

“Koparsa kopsun. En azıdan hayatta kalma şansın artar. Seni yerinde ben olsam zorlardım; ama burada aç susuz ölmeyi beklemezdim. Sana boL şans dedi ve oradan uzaklaştı.

Zifin onun ardından üzgün gözlerle baktı, ilk defa böyle mert bir kurtla muhabbet etmişti. Onunla sonsuza dek dost olabilirdi ve ayağındaki bir pis demir parçası yüzünden onunla gidemiyordu. Derin bir nefes aldı. Bütün gücüyle ayağını çekecekti, ayağının kopmasına da kendini hazırladı. Canı çok yanacaktı, ama bir kez yanacaktı, sonra kurtulacaktı; umarım dediği gibi olur. Aniden ayağını bütün gücüyle geri çekti. Acı hiç olmadı, paslı demir kapanın bir kısmı kırılmıştı ve ayağı serbest kaldı, demek ki boşa bekliyormuş burada, başta çok zorlamıştı ve demek ki kopmaya yakınmış.

Fırladı ve siyah kurda yetişti.

Siyah kurt, onu yanında görünce şaştı kaldı.

“Bunu nasıl becerdin?”

“Dostum sen hayatımı kurtardın sen olmasan ölüp gidecektim orada.”

“Yok canım.”

“Sayende. Ay Işığı!”

Onu yalıyordu.

“Yapma arkadaşım. Neden öyle dedin bana.

“Çünkü sen ay ışığı kadar güzelsin.”

Zifin durmuyordu, onu yalamaya sevgi gösterisine devam ediyordu.

“Kes şu sırnaşmayı, açım ve yiyecek bir şeyler bulmam lazım.”

“Ben de açım ortak.”

“Ortak ha?”

“Öyle değil mi?”

“Hadi öyle olsun” dedi; ama onu tanımıyordu, tekin biri değilse? Nasıl biriydi? Onu denemeye karar verdi, eğer yaramaz biriyse onu terk edecekti bir gece yarısı, ama şimdi şu önemliydi ikisi için de, av bulmak için dayanışma içinde olacaklardı. Zifin bir dost kurt bulduğuna seviniyordu, ondan bir zarar gelebileceğini hiç düşünmüyordu; ama siyah kurt deneyimliydi, doğru kişiyle takılmıyorsa hayatının sonu olacağını öğrenmişti. Uçuk, kaçık, deneyimsiz ve keyifçi kurt baş belasıdır, özellikle bencilse. Ortaklık, yani iş birliği (yoldaşlık) bilinci yüksek, korkak, teminli, sessiz, ağırdan alan ve özellikle söz dinleyen bir kurda hiç benzemiyordu bu avanak Zifin’de yoldaşlık özelliklerinin birini bile görmemişti; boş bir cesaret, deli cesareti. Hepsi bu. Dik başlı bir kurt olduğu belliydi. Dik başlı kurt isyan eder, en yaramaz kurttur yoldaşlık için. Dik başlı kurt dayanıksızdır, en zor şartlarda kaçar ya da kendini düşünür, balon gibi söner, kalın kafalıdır. Boş buğday başakları dik durur, dolu olanlar ise başını öne eğer, evet, Zifin boş bir buğday başağıydı.

 

Günler süratle geçerken gündüzler akşama, akşamlar geceye devriliyordu ve onlar birlikte ava çıkıyorlardı, zifin avla ilgili siyah kurttan çok şey öğrenmişti.

En riskli durumlara önce o dalardı, önce o denerdi, ilk o giderdi riskli pis işlere, imkansız görünen işlere o giderdi ve sürüdeki rolü buydu, ölmekten korkmuyordu, en zor durumlardan tehlikelerden de her seferinde kurtulmayı başarıyordu ve sık sık o sevgisinden söz eder, aslında ben orada öldüm ve sürekli aynı lafları söylerdi, o anı hep anlatırdı, orada ben de ölmeliydim,  öldüm ve fazladan yaşıyorum. Zifin için imkansız yoktu, avlanmayacak hayvan yoktu, bir keresinde bir ayıya bile hücum etmişti.

Siyah kurt kızıyor ve acıyordu, böyle çok yaşamaz bu kafayla kurt diye düşünüyordu, henüz doğru düzgün bir av yakalayamamışlardı.

İkili yaz akşamının gelmesini bekliyordu iple çekercesine, ormanın kuytusunda saklanıyorlardı hayalet gibi, sık çalılıların arasında. Akşam çökmeye başladı nihayet, bir püfür püfür serinlik başladı, ikili su içmek için dereye ilerliyordu. Zifin ailesiyle geçirdiği güzel günlerden söz ediyordu.

Siyah kurt çok konuşanı sevmezdi; ama Zifin anlatma işini iyi beceriyordu, bazen olayı gülünç biçimde anlatıyordu, aslında Zifin denen kurdun uzun yaşamasını isterdi, böyle kurt kendini yetiştirirse iyi bir noktaya gelirdi ormanda, belki zamanla değişirdi; ve söz de dinliyordu, bazen bildiğini okuyordu; ama geri adım atmasını da biliyordu. Arada tartışıyorlardı, sen çok biliyorsun ya koca kafa diyordu Zifin ona. Siyah kurt buna şaşırmıştı, ben koca kafa mıyım, yok, gerçeği söyle. Biraz.

Gerçeği söyle yoksa senle irtibatı keserim. Koca kafasın gerçekten. Ürküten koca kafan. Yanlış anlama. Keşke benim de kafam senin ki kadar büyük olsa. Siyah kurt buna çok gülmüştü.

“Günlerdir dolaşıyoruz; ama tıka basa et yiyemedik. Dün yediğimiz şu köpek leşi ne iğrenç bir şeydi öyle.”

“Onu bulduğuna dua et sen.”

“Nereye gitti bu hayvanlar, ne dersin?”

“Bilemem; ama sakın geçen seferki gibi bir ayıya saldırayım deme. Bu kez olduğum yerden gebermeni seyrederim. Yardıma mardıma gelmem. Sayemde kurtuldun bunu bilesin.”

“Ama bize kafa tuttu, burası benim dedi, onu biraz sinir etmek istemiştim sadece.

Aslında Zifin’in o koca erkek ayıya saldırmasını pek tutmuştu, ayı önce bu bir pençelik canı olan kurtu hiç umursamamıştı; ama zifin oradan buradan bezdirici ataklar yapmış, ayıyı yormuş ve sonra arkadan sessizce ısırmaya çabalamış ve başarılı olmuştu, ayı hemen arkasına dönecek gücü bulamamıştı, nefes nefes kalmıştı ve böylece Zifin onu ısırabilmişti bir anlık da olsa. Ayı onurunu kaybetmenin öfkesiyle ve panikle kükremiş,

çevrede başka kurtların da olabileceğini düşünüp iyice

paniğe kapışıp çevresini taramıştı, kurtların yalnız takılmadığı iyi bilirdi, Zifin onu tahrik edip duruyor, hırlayıp ısırmaya çalışıp kaçıyordu, siyah kurt da manzarayı zevkle izliyordu, koca ayı bir kurdun karşısında nasıl de perişan oluyordu. Çok kızgındı ve Zifin’i ele geçirse 10 santimlik pençesiyle biçecekti tırpan gibi. Çok çabalıyordu. Arada iki ayak üstüne kalkıyordu. Zifin ısırmaya çabalıyor, arada başarılı oluyor, ayının çevresinde dört dönüyordu, sağdan gelir gibi soldan geliyor, soldan gelir gibi yapıp sağdan, son derece çevik ve hızlı, ayı Zifin’in peşinden koşuyor, Zifin kaçıp ağaçların arkasına saklanıyor, devrilmiş ağacın üstünde sıçrıyor, saklanıyor ve az sonra başka yerden mermi gibi çıkıp ayının bir yerinden ısırıp gözden kayboluyordu hayalet gibi. Ayı öfkeden çılgına dönmüştü, Zifin’in arkasında gözden kaybolup gittiği ağaçları pençeleriyle yırtıyor, toprağa pençesini daldırıp hırsını almaya çalışıyor, toprağı çimenleri eşeliyordu. Zifin bir hız ve çeviklik ritmi, bir vur kaç düzeni yakalamış, ayının dikkatsiz ve savruk olmasını sağlamıştı. Ayı bilinçli savunma ve saldırı taktiğini yitirmiş kuduruyordu öfkeden. Ayı yorulmaya başlamıştı, ve öfkesi artmıştı, zifin ise onunla dalga geçebildiği için mutluydu ve farkında olmadan hızını yavaşlattı, işe o an ayı onu nerdeyse dişleri arasına alıyordu, ciyakladı, kaçtı tökezledi ve ayı ona yetişti. Öfkeyle kükreyerek açtığı çenesinden salyalar akıyordu, upuzun beyaz köpek dişleriyle yıldırım gibiydi, Zifin’i karnından ısıracaktı. İki pençesiyle onu yakalamıştı serçe gibi. Karından dişleriyle sımsıkı tutup yakalayıp çekip kafasını sağa sola oynatıp bütün gücüyleyaracaktı karnıikiye bölecekti onukaç zamandır et yemiyordu zaten. Çenesini onun kokusunu çok net ve taze biçimde alacak kadar yaklaştırmıştı.

Ve siyah kurt yardıma fırlamıştı birkaç salise önce. Arkadan rüzgar gibi fırlayıp ayının sırtına atladı. Ayı huylandı, en hassas, dokunulmaz yeri sırtıydı. Sırtındaki his çok rahatsız ediciydi, ensesinde hissettiği dişler canını çok yakmıştı. Çok keskin, sivri bir acıydı, jilet gibi. Böyle bir şeyi hiç beklemeyen ayı can havliyle başını çevirdi, sırtındaki siyah kurdu atmaya çabaladı. O kadar güçlü savurdu ki kendini, siyah kurt bir tarafa uçtu top gibi ve ağacın gövdesine çarpıp yere yuvarlandı,  o kadar büyük acı duydu ki, omurgası kırılmış gibiydi. Ama anından toparlandı, zıplar gibi yerden kalkıp dört ayak üstüne bastı, yay misali. Kurtlar, kediler ve köpekler böyledir, yay gibi ayağa dikilirler yere düştüklerinde, uçarcasına. Çünkü yapıları esnektir, insanlarınki gibi karmaşık değildir. Yere yakındırlar, hafiftirler. Bu yüzden uçarcasına hızlı, çevik ve esnek hareket edebiliyorlar.

Kedinin biri beni görünce korkup 3 kattan aşağı atladı, ölmedi, dört ayağının üstüne düştü, kaçtı.

Siyah kurt oradan uzaklaştı Zifin’le.

 

Siyah kurt çok kızgındı: “Bunu bir daha yaparsan birlikte takılmayız. Bu hayatının sonu olabilirdi.

Özür dilerim dostum. Ama ne yaptığımı biliyordum. Son hata hariç.

Evet, Zifin ne yaptığını iyi biliyordu, onu yormuştu, tabi bu arada ayının pençeleri arasına düşme riski de vardı ve sonunda nerdeyse bu gerçek oluyordu, ama savaşma taktiği siyah kurdun çok hoşuna gitmişti. Delice hareket ediyor gibi görünse de çok iyi bir taktikle hareket ediyordu zifin, ondan iyi bir zeka olduğunu o gün anlamıştı. Üç gün önce gece yarısı.

Oysa siyah kurt ilk kez bir ayı gördüğünde onun yanından çok uzak bile geçmek istememiş, yolunu değiştirmişti. Ayı iriliğiyle ve ürkütücü öfkeli sisiyle korkutulur bütün canlıları. Ama zifinin o kuruluya aldırdığı yoktu, bu cesaret başı okşanacak cinstendi ve genç kurdun yüreği. Ondan iyi bir sürü elemanı olurdu. Ama disipline etmesi gerekirdi kendini. Ederseyetiştirirse..sürüde en zor görevleri gerçekleştirebilirdi. Koca ayını perişan etmesinden dolayı ona deli bir kurt olarak değil; savaşı bir kurt olarak bakıyordu, evet, Zifin savaşmayı bilen bir kurttu, iyi taktikler kurabiliyordu kafasının içinde.

Saatlerdir yürüyorlardı, ama av kokusu yoktu. Bir dere fark ettiler ve susuzluklarını giderken için sevinçle suya yaklaştıklar. Su içtikten sonra karşıya geçerken Zifin bir koku aldı, peşinden siyah kurt gitti. Zifin bir geyik leşi bulmuştu.

“Yine bir leş.” dedi.

“Köpek leşi kurtluydu, bu yine iyi.”

“Çok kötü kokuyor dostum.”

“Boş ver. Ya da bunu bulduğuna dua et. Kurt gibi açım” dedi. Başladı yemeye.

Zifin acırcasına seyrediyordu onu.

Siyah kurt durdu ve ona baktı, ağzındaki eti bitirip yuttu: “Çabuk yersen iyi edersin. Yoksa güçten düşersin ve ölürsün.”

“Bir daha leş yememeye yemin ettim.”

“Basar giderim yetişemezsin. Bir tehlike olur. Güçsüz olduğun için koşamazsın.”

“Bir av yakalarız.”

“Gün doğuyor.”

Zifin kurda yumuldu. Az sonra mutluydu: “Süper bu dostum, kötü kokuyor ama olsun. Karnım doymasa bile teskin oldu.”

Siyah kurdun da karnı tıka basa doydu.

Ses duydular ve başlarını kaldırıp baktılar.

Ötede beş geyik vardı.

“Baksana şunlara, ortak, ne kadar güzeller! Bu leşi boşa yedik. Mis gibi taze geyikler orada.

Siyah kurt güldü: “Olması gerekeni yaptık. İşin aslını biliyorsun.”

“Biliyorum. Yememiz gereken yiyecek oradaydı ve bize leşi yedirdin. Sen bir ahmaksın dostum. Kusura bakma.”

Güldü: “Ahmak ha?”

“Aynen böyle. Şu tadı zevkten öldüren geyikleri yemeliydik şerefsizim. Şimdi aç olsaydık şunların peşine takılır birini yere indirir yerdik. Ama karnım etle dolup şişti, bir adım atacak halim yok.”

“Öyle diyorsun demek bay kahraman.”

“Bay kahraman demek de ne oluyor?”

“Bilmem.”

“Ha, sen onlardan birini indiremeyeceğimizi düşünüyorsun herhalde.

“Kesinlikle.

“Neden?”

“Sen bir amatörsün.

“Bak dostum sana çok değer veriyorum. Kızgınlıkla boş bulundum ve sana ahmaksın dedim.

“Sorun değil.

“Şimdi buraya da keyif yapalım. Yarın gece o geyiklerin peşine düşelim?”

“Onlar yakalanmaz.”

“Nerden biliyorsun?”

“Denedim.”

“Birlikte deneriz.”

“Yakalayacağımızı sanmam. Onlar heba eder kurdu, yarın deneyince neyin ne olduğunu anlarsın.”

“Benle gelmeyecek misin?”

“Gelirim elbette.”

“Yarını boş ver de, bak dostum gökte binlerce yıldız var, şurada ay, böyle serin bir yaz gecesinde karnı tok olmak muhteşem bir şey, günlerce aç kaldım, aç kalmak kadar zor bir şey yok. Leş bile olsa çok mutlu oldum, tabi bir ara şeş deyip yiyeceği hor gördüm, anlıktı, eldekinin kıymetinin bilmeyen gerçek bir kurt olamaz. Çok rezil ve kurdu hurda haşat eden aç günler geçirdiğim için bunun böyle olduğunu öğrendim. Kimse o öğüdü vermedi bana.”

“Amam bence öğreneceğin çok şey var.”

“Elbette dostum. Ukalalık yaptıysam özür dilerim. O nefis geyikler o kadar baştan çıkarıcıydı ki. Bir an kendimi kaybettim heyecanla.”

“Takma kafana. Gerçekten. Ama ağzından çıkanlara dikkat etmelisin. Çünkü başına iş açarlar.”

“Haklısın dostum.”

“Önemli olan karnını doyurmak. İkincisi ise bunu yaparken bir dostla yapmak. “Dostluk kadar değerli bir şey yok bence.”

“Durumlar değişir, belki yarın ölürüm, o yüzden kendini kaptırma.”

“Yarın o geyiklerden birinin icabına bakarız.”

Siyah kurt çenesini öne uzattığı ayakları üstüne koydu, gözlerini kapadı.

“Uyu” dedi, “yarın için güçlü olman lazım.”

 

Zifin gün doğunca ortada yoktu. Siyah kurt onu bekledi saatlerce, başına kötü bir şey geldiğini düşündü. Tam umut kesmişten zifin göründü.

“Nerdeydin?”

“Çevreyi dolaştım.”

“Saatlerdir yoktun, neden bana haber vermeden çekip gittin ki?”

“Sakin ol dostum, neden bağırdığını anlayamadım.”

“Bak kafana göre hareket etmen hiç hoşuma gitmedi. Hem kendi canını hem de benimkini tehlikeye attın.”

“Yok dostum.”

“Seni takip etmiş olabilirler.”

“Kim?”

“Burası bilmediğimiz bir bölge ve illaki bir kurt sürüsünün bölgesidir. Öyle serseri gibi gezmen, özellikle bana haber vermeden gitmen çok ters geldi bana.”

“Özür dilerim dostum, bu biçimde hiç düşünmemiştim.”

“Çok kısa bir süre daha seni bekleyip buradan çekip gidecektim.”

“Büyük aptallık yaptım. Tekrar özür dilerim. Sabah uyanınca dün gördüğüm geyikler geldi gözümün önene. Çevreyi dolaştım, izlerini buldum, saatlerce gittim, ama bir noktada izleri kaybettim. Koklarını da kaybettim. Büyük bir dere vardı, sanırım karşıya geçtiler. Yorgunluktan ölüyorum.”

“Burayı terk etsek iyi olacak.”

“Biraz uyumam lazım. Tek adım atacak gücüm yok.”

“Peki sen uyu, ben çevreyi bir tarayayım, bizi izleyen yabancı kurtlar olmasından endişeliyim. Buraya gelirken bir koku aldım; ama sana söylemedim. Burası başka kurtlara ait bir bölge. Burayı bu akşam terk edeceğiz.”

Zifin, çalıların arasına girdi.

Siyah kurt dedi ki: “Bir sıkıntı çıkarsa aniden. Birbirimizi kaybetmeyelim.”

“Yoldaş” dedi, “bir sıkıntı gelirse ulu üç kere, kuzeye doğru git, ilerde bir eski baraka var. Orada bul. Oraya gelirim. Tabi gelmeyi başarırsam.”

 

Siyah kurt civarda tur attı ve geri döndü. Akşamın gelmesini beklemek can sıkıcıydı.

Ve nihayet akşam gelmişti.

Zifin, uyuşmuş gibi uyuyordu.

“Az sonra kalkacağım” diyor ama kalmıyordu.

Siyah kurt tekrar; kalk dedi.

“Bütün kemiklerim sızlıyor, on dakika sonra kalkarım” dedi zifin.

“Senin işin bitik dedi, ben gidiyorum.”

“Sen git. Ben nasılsa seni yakalarım.”

“Aptal! Tembel! Pis uyuşuk!”dedi siyah kurt ve havayı koklayıp analiz etti, esintiyi hissetti, gökyüzündeki aya ve yıldızlara baktı, uyuyan dostuna baktı, zifin gözlerini açıp ona baktı bir an ve siyah kurt bastı. Heyecanlı adımlarla ilerliyordu. Çok kısa bir süre geçmişti ki arkadan gelen hırlama ve kapışma seslerini işitip durdu, bu hırlayan zifindi ama diğeri kesinlikle bir yabancı kurttu. Sesler aniden kesildi. Kurtlardan biri koruyla cıyaklayarak kaçtı. Bir uluma duyuldu ve beş altı kurtun uluması. Öfkeli hırlama sesleri. Zavallı zifin dedi, dostluk kısa sürdü ama değerli bir kurttun sen. Hayatta kalmayı başaramaman çok üzücü. Yıkıcı! Ne yapalım. Geyiklere kendini çok kaptırdın, olan sana oldu. Bir süre acı duydu ve arkasından onu takip eden bir sürünün olduğunu çok iyi biliyordu ve fırlamıştı. Seni aptal. Seni yetiştirebilirdim. Yetiştirseydim ve şansın yaver gitse ne güzel olacaktı. Bazı kurt yetiştirmeye çok müsaittir, içindeki cevher hayatta buluşurdu. İlham verici bu kurtun ölmesi acı bir kayıptı ama şimdi aynı iş kendi başına gelecekti, onu ayağı tuzağa bağlı biçimden gördüğü anı hatırladı. Çok duygulanmıştı. Dünkü sohbetleri geldi gözünün önüne, gece ettikleri sohbet, uyumadan önceki sohbet. Gözlerinden yaşlar düştü. Her serinde böyle oluyordu, ,bir şekilde bir dost buluyor, onu çok seviyor, ister istemez bağlanıyor; ama hiç çaktırmıyor, bu da ötekiler gibi çok dayanmaz, yolarımız ayrılır diye düşünüyor, ona bağlanma diye kendine telkinler veriyor, güvenme, ama düşündüğü şey olunca da şoke oluyor, sevdiği bir dostu kaybetmenin acısı hiçbir şeye benzemiyordu, açlığa da benzemiyordu, ondan çok güçlüydü, ruhu, yüreği sarsılmıştı, o genç, dinamik ve pırıl pırıl genç kurudun yazık olmasını hazmedemiyordu. Onu yalnız bırakmamalıydım diye kendin suçladı.

Bir gün sonraydı. Bir dere kenarında durmuştu, su içecketi. O eski koyu yalnızlığını hissediyordu. Zifinle ilgili iste istemez birçok hayal kurmuştu, kafasında sürüyle geçmişlerdi, onunla çok iş yapacaktı, bir yanı inanıyordu bütün yüreğiyle, öteki yanı ise bu yoldaşlığın sürmeyeceğini söylüyordu, o hayal ve planlarne güzeldio kurdu yetiştirebilirdihayat izin vermemişti. O leşi yedikten sonra, geyiklerini peşine gitmekten, onları avlamaktan söz edişi zifinin. Kararlı ve deli bakışı. Cesur hali. Dik duruşu. O an siyah kurt kuracağı sürümde kesinlikle olmalı bu. Bundan iyisini bulamam diye düşünmüştü. O sıcak duyguyu kaybetmişti, o sımsıkı ve sımsıkı inanç, onunla zor gülere kafa tutabilme umudu. Onu ilk gördüğünde içine yerleşen his. O parlak hishepsi paylaşılan her şey karanlıkta kaybolup gitmişti. Zifin ölüydü. Onu hırpalayan yalnızlıkla, acı yalnızlıkla baş başaydı. Sürü kuracaktı ve zifin sürüde önemli bir görev alacaktı, zifin yoktu. En güçlü hayali ekip kurmak.. kendi sürüsücan sıkıcı düşüncelerden

ve o acı hissen yorulmuştu, kafasını dağıtmak istedi. Çevresine bakındı. Kokuları araştırıp analiz etmeye başladı.

Karnı açtı ve gecenin karanlığı hüküm sürüyordu ormanın kıyısında. Karnı çok açtı ama avlanacak güç ve psikolojide değildi. Arkadan yaklaşan ayak seslerini duydu ve kulak kesildi. Bu da neydi. Bekledi, tedirgin ve öfkeli. Ağaçların aracından zifin göründü. Göz göze geldiler. O an yıldırım hızıyla ona doğru koştu siyah kurt. Aynısını zifin de yaptı, sevinçle. Birilerini koklayıp yalamaya başladılar. Çok geçmeden sarmaş dolan olan kalpleri yatıştı. Zifin dereden su içti ve onun yanına geçip yattı.

“Seni öldü sanıyordum?”

“Ben de” dedi, güldü, “kıl payı kurtuldum.”

“Ne oldu?”

“Arkamdan yaklaşan şeyi duydum. Sonra görünür oldu. Çok iri bir kurttu. Hiç böyle iri bir kurt görmedim. Hırlayarak koşuyordu üstüme doğru. Ya kaçarsın ya da ölümüne savaşırsın. Kaçarsam işimi bitirirdi. Ölümüne savaş dedi içimdeki ses. En azından elden geleni yapmış ve ölmüş olurdum. Yüzde bir olsa bile bir şansım vardı. Tam kaçacağım sırada durdum, kaldım yerimde. O kaçmadığımı görünce yavaşladı. Salyalar saçıyordu ağzından, öfkeli kırmızı iğren bakışları vardı. İçimdeki ses üstüne koş dedi. Korkar. Bütün gücümle üstüne koştum. Uygun mesafeye gelince üstüne atladım. Aynı şeyi o yapacaktı ama ayağı kaydı. Üstüne çıkmıştım. Kapışıyorduk, nasıl oldu bilmiyordum, ciyakladı. Sonra ağzımda bir et parçası fark ettim. Bir kulağını ısırıp koparmıştım. O pis şeyi attım ve fırlayıp kaçtım oradan. Diğer kurtların sesini duydum, arkadaşlarının sesi.

O kurt belli ki senden yaşlı ve tecrübeliydi. Ben olsam kaçmayı tercih ederdim. Ancak iyi bir savaşçıysan kaçmazsın. Sen rist almışsın. Eğer şansın yardım etmeseydi çoktan öldürmüştü seni.

Sanırım yavaştı, tecrübesine çok güveniyordu, beni ufak ve ağza layık bir lokma olarak gördü. Oysa ben ölüm korkusuyla canımı dişime takmıştım. Bence o gevşek davrandı. Pes edeceğimi sandı. Korktum ama belli etmedim. Onca aç ve sefil gün geçirdim. O zaman savaştın yine savaş dedim kendime. Korkum söndü ve sana kavuşmayı bütün ruhumla istedim. Öleceksen eğer burada değil dedim kendime. Siyah kurtla avlanırken öl en azındano zaman koymazdı ölmek banaseni çok sevdimseni düşünmek beni dehşet cesaretlendirdi ve pis lanet kurdu yenebileceğimi hissettim o an.

sen olmazsançoktan ölüydüm. Bu dostluğun sihirli kıvılcımı hissettim kalbimin derinliklerinde. İnanılmazdı. Onun kulağını sayenden kopardımsenden bana muhteşem bir enerji geçti yoldaşo adi sefil kurdun dişleri arasında acı çeke çeke geberip gidecektim nerdeyse. Psikolojik üstünlük kurdum onun üstünde ve sonra fiziksel üstünlüğe dönüştü olay. Anlatabildim mi. dostum her şey psikoloji. Aldığın enerjiye bağlı. Sonsuza kadar senle dost kalmak tek hayalim artık.

Ben bir hiçim zifin. Beni bu kadar büyütme gözünde. Beni boş ver de. hayatta kalman beni inanılmaz mutlu etti. Ölüp gittiğini düşündüm ve kahroldum. Sen ilerde çok iyi bir kurt olacaksın. Seni etkileyici bir tarzın var. Pek fazla düşünmüyor, kafa yormuyorsun. Bu başına iş açabilir. Hayatını bu yüzden kaybedebilirsin. Sadece daha akıllı olmayı öğrenmen lazım. Belli derslerden sonra çok daha becerikli olacaksın. Zaman lazım. Tecrübe. Açım. Yorgunum, iyi bir uyku çekmem lazım.

“Evet. Benim de.  Geberiyorum yorgunluktan. O kurtla kapışınca her yerim çatırdadı. Ağrılarım var. Üstüme ağaç devrilmiş gibi hissediyorum.”

“Yarın toz olalım buradan.”

“Olalım, şu geyiklerden birini yakalayalım.”

“Unut geyikleri. Toz olup gidelim buradan. Senin açgözlülüğün neden oldu bunlara. Unut o geyikleri.”

“Unutmam imkansız.”

“Neden?”

Sırttı: “Çok güzellerdi ve yolun sonu ölüm bile olma bir kez kafaya koydum, birini yakalamam lazım. “

“O zaman tek başına gidersin. Aptal çaylak!”

“Kızma dostum. Ne dersen uyarım.”

Zifin uykuya dalmıştı. Siyah kurt huzursuzdu. Bir takım sesler duydu, yoksa o kurt sürüsü mü gelmişti. Korku duydu. Kalkıp çevreyi kolaçan etti. Yarın tezden buradan toz olsalar içi ancak rahat ederdi. O kulağı kopan kurdu düşündü. Zavallı diye düşündü. Kendini kulağı kopan kurdun yerine koydu, ne yapardı, o kapan kulağın acısını çıkarırdı, bunun yapanın yüreğini sökerdi yerinden. Evet, aynen böyle yapardı, sürüsüyle o kurdun izini sürer, gece gündüz demezdi, yorulurdu ama sonunda bulurdu o kurdu ve intikamını alırdı. Sezi ona şöyle diyordu: burayı hemen terk et, bu aptal zifin peşine mutlaka bir kurt takmıştır, mutlaka bir kurt, o sürüden bir kurt takipte kalmıştır. Çünkü her kurt ardında bir iz bırakır, her cinayet ardında eşsiz izler bırakır, her kurt ardında izlerden oluşan bir albüm bir koleksiyon bırakır. Çevreyi kolaçan etti. Sesleri dinledi. Farklı bir ses bulamadı. İçinden ses ona şöyle dedi: “Zifin’in geldiği yöne doğru bir git. Uzun bir süre gitti ve ormanın açık alanında bir karaltı, bir silüet gördü. Kurt sürüsünün bir elamanın uyanmış, çevreyi kokluyordu, çişini yaptı. Bir ayağını yere sürttü. Siyah kurt sessizce süratle orayı terk etti.

Zifin’in başındaydı. Onu uyandırdı.

“Ne oluyor dostum, neyin var?”

“Hemen gidiyoruz. Peşimizdeler.  Geride kamp kurmuşlar.”

“Kahretsin.”

“Fırla.”

Yola koyulduklarında arkasına baktı siyah kurt.

Orada bir kurt gördü.

“Fırla. Bizi takip ediyor teki. Beni fark etmiş olmalı kamptan kaçarken.”

Süratlendiler.

Arkada sürünün diğer elemanları da uyanmış takip başlamıştı.

 

 

3 saat önce

 

“Baba, kulağımı kopardı. (ağlamaya başladı) Kulağım gitti. Güzelim kulağım gitti, tek kulaklıyım, tek. Nasıl ya nasıl ya!”

“Kes zırvalamayı! Ben sana demiştim. Henüz hazır değilsin. Kafana göre hareket etme diye. Beceriksiz seni, kulağını kaptırırsan tabi koparır. Aptal!”

“Baba bunun hesabını ondan sormayacak mıyız?”

“Git kendin sor. O çapulcu kurdun işini nasıl olur da bitiremezsin! Koca kurtsun hesapta, yemekte benden fazla yersin! O sıska kurta yenildin! Senden utanıyorum.”

“Çetin bir kurttu o baba. Başta hiç anlayamadım. Belli etmiyordu çünkü. Aniden saldırdı. Onu hafife almışım. Çok seriydi. Anlayamadım ne olduğunu, bir de bakmışım kulağım yok, kopmuş, düşmüş.”

 

Sürü lideri Zifin ve siyah kurdu fark etmiş, onlara saldırmak için uygun bir zamana kolluyorlardı. Ama sürü liderinin oğlu tek başına gidip bir kahramanlık yapmak istemişti, babasının gözüne girmek için ve sürüde itibar sağlayabilmek için.

“O aç ve pireli kurda nasıl yenilirsin?!”

“Ama baba o kurtta bir yetenek vardı.”

“Çapulcu sefilin tekiydi. Çok zayıflı. Sana yedirdiğim onca et var. Hakkını veremedin. Kabiliyetsiz!”

“Baba, gidip onları öldürelim!”

“Defol git buradan. Gözüm görmesin seni! Git kendine başka sürü bul.”

“Ama baba.”

“Kemikleri sayılan aç bir kurda yenildin. Sen bizden olamazsın. Seni artık sürüde istemiyorum! Kendi yolunu çizme zamanın geldi.”

“Ama baba! Tek başına ne yaparım ormandan? Biraz daha kalayım sizle.”

“Bak evlat, yetişkin oldun. Zaten sürüyü tek etmen gerekiyor ve başının çaresine bakacak yaşa geldin. Nasıl avlanırız, ne yapman gerek, biz sana her şeyi öğrettik. O aciz ve alt tabaka kurdun işin bitirseydin bile

bizle sayılı günün vardı. Cesur ol ve bas git. Git kendi hayatını kur, git kendi sürünü kur. Git erkek ol. Git gerçek bir kurt ol. Git kendine bir eş bul. Git tek başına avlanmayı öğren, hayatta kalma savaşı ver, her kurt bunu yaşar ve senin de sıran geldi.”

“Bir hafta daha kalayım sizle.”

“Git dedim, kaybol gözümün önünden!

“Üç gün.”

“Git bak fena olacak!”

“Bir gün daha kalayım sizle. Annem ve kız kardeşlerimle bir gün daha geçireyim, sizi çok özlerim sonra çünkü.”

Baba kurt ona atak yapıp ısıracak gibi yapıp hırladı. Kulağı kesik kurt babasından çok korkardı ve ciyaklayarak kuyruğunu kıstırıp oradan son sürat uzaklaştı.

Bir süre ağladı. Sonra gözyaşları kurudu.

Karanlıkta ilerlemek korkutucuydu, tek başına ilerlemek fena bir korku veriyordu, ilk kez sürü güvenliği olmadan ilerliyordu ormanda, başına bir bela gelse yardıma kimse gelmezdi, ailesi yoktu, bu ne kadar kötü bir histi, benzersiz bir acıydı. Her şeyini kaybetmiş gibi hissediyordu, onurunu kaybetmiş gibi hissediyordu. Öfkeli, bitik, çaresiz ve yapayalnızdı. Onu iyice dibe çeken bir histi. Ölse bundan iyiydi.

Canı gibi sevdiği sürüsü, ona yapılan muamele onur kırıcıydı, o bunu hak etmemişti. Babasının son sözlerini düşündükçe nefreti artıyordu.

Sürüsünden ayrılma vaktinin çok yaklaştığını biliyordu.

Bir kahramanlık yapıp bunu erteleyebileceğini ya da sonsuza dek sürüyle kalabileceğini sanmıştı.

Yorulmuştu, bir ağacın altında durdu, kıvrılıp yattı. Karnı da acıkmıştı.

Şimdi tek başına yiyecek bir av nasıl bulacaktı, bunu biliyordu; ama bu işin tek başına yapılmadığını çok iyi biliyordu. Babasının sözleri kulağında çınladı: “Git tek başına avlanmayı öğren, hayatta kalma savaşı ver, her kurt bunu yaşar ve senin de sıran geldi.” Belki de ısrar ederse

sürüye yeniden girebilirdi. Öfkeliydi. İntikam duygusu vardı. Susamıştı, çok susamıştı, su aramaya çıktı, epey dolaştıktan sonra dere buldu ve su içti, çamurdan çıkarken yolu üstündeki iki kurbağa kaçıştı. Onları yakalamak istedi, suya dalan kurbağalar fırıldak gibi kaçıp gözden kayboldu. Otların arasına geçti ve uzandı. Sürüsünü düşünüyordu, sürüyle geçen günler, çocukluğuAğlamaya başladı, gökyüzündeki aya baktı, acı acı uludu,  müthiş derin bir üzüntü duyuyordu ve bu üzüntü onu yiyip bitirmeye başladı. Yemek aramayacaktı, burada açlıktan ölecekti.

Uykuya daldı, burnu kaşınıyordu, uyandı, beyaz bir kelebek burnuna konmuştu, tam ucuna, ne kadar güzeldi öyle, parlıyordu ve parlaklığı nabız gibi atıyordu, parlaklığı çevresinde beyaz toz bulutu vardı, o parlaklık içinde minik yıldızlar vardı. Üzgün ve tükenmiş kurdun yüreğinde bir alev belirdi, bir coşku, bir mutluluk, onu izliyordu. Sonra kelebek gözden kaybolup gitti bir tarafa. Kurt düşüncelere dalmıştı, babasının dedikleri: “Cesur ol ve bas git. Git kendi hayatını kur, git kendi sürünü kur. Git erkek ol. Git gerçek bir kurt ol. Git kendine bir eş bul. Git tek başına avlanmayı öğren.” Hayatta en çok istediği bir sevgiliydi, evet, onu bulmalıydı, yaşarsa onu bulurdu, yemek bulmalıydı, aklına kestirme bir çözüm geldi aniden, sürüsünü takip edecekti, onlar her nasılsa av yakalar, beslenir ve çekip giderlerdi başka bir tarafa, tıka basa yerlerdi ama geride çok parça bırakırlardı, biraz koktu diye ya da avın sevmedikleri, lezzetli bulmadıkları bölümlerini yemezlerdi. İri ve genç kur sürüsünü takip ederse yiyeceği de bulacağına inanıyordu, yattığı yerden kalktı, gerindi, kaslarını iyice gerdi ve bastı usul adımlarla.

 

 

 

SABAHA YAKLAŞTIĞINDA

 

Zifin ve siyah kurt büyük bir nehirle karşılaştı. Karanlık yarım saate erimeye başlayacaktı. Bir rüzgar başladı aniden, hemen sonra şimşekler çaktı ormanın belli noktalarına, gök çatırdadı ve yağmur çiçeklenmeye başladı, çok ufak çiçek taneleri gibi yağıyordu, incecik ve yumuşak.

İki kurt araştırmalarına rağmen karşıya geçecek bir nokta bulamadılar, nehrin sığ bir noktası yoktu.

İki büyük taşın üstünde duruyorlardı. Çaresizce nehre bakıyorlardı. Siyah kurt çare arıyordu.

“Bir yere sığınmamız lazım” dedi Zifin panikle, burada boş boş durmayalım, bir şey söyle.”

“Karşıya geçmemiz lazım” dedi Siyah kurt, “tek şansımız bu. Tek ve en iyi şansımız.”

“Ama yağmur başlayacak. Sel olur. Boğuluruz. Sel olmasa bile bu nehir yutar ikimizi de, suya hiç girmedim.“

“Karşıya geçmemiz lazım. Acele et. Tek çare bu. Kurtuluşumuz bu, çok düşündüm.”

“Yorgunluktan ölüyorum. Bütün gece koştuk. Nehri geçemeyiz.”

“Başka bir yol yok. Peşimizdeler. Onlar bunu göze alamaz. Ama biz alırız. Biz iki kişiyiz.”

Bu sırada sesler duydular ve beklediler kulak kesilip. Ayak sesleri.

Ağaçların arasından  20, 25 beş geyikten oluşan bir geyik sürüsü panikle nehre doğru kaçıştı. Bir şeyden kaçtıkları belliydi. Soluk soluğaydılar. Bir kısmı dereye fırladı korkuyla ve ister istemez o süratle nehre döküldüler, bazıları geri çekilmek istese de nehre düşmüştü, geri çıkamadılar ve deli sularla sürüklenmeye başladılar aşağı. Sürünün arkada kalan kısmı ise tam zamanında durmayı başardı, dizlerine kadar suya girdiler, yukarı gittiler ve oradan karşıya geçmek için nehre atladılar. Aralarından biri bunu yapınca bütün geyikler cesarete gelip nehre atladı.

“Bu peşinde olduğum geyik sürüsü, vay canına!” dedi Zifin.

“Karşıya geçelim. Onlar yüzüyorsa biz de yüzeriz.”

“Çok yorgunum. Bu su çok şiddetli akıyor.”

“Atla, cesur ol ve atla” dedi siyah kurt, “sudan korkma, nasıl göründüğüne aldırma, görüntü seni yıldıracak düşündükçe, düşünme ve hemen atla. Ben gidiyorum, peşimden atla.”

Siyah kurt, dereye atladı.

Zifin, şaşkınlıkla onu seyrediyordu. Onun bunu yaptığına inanamıyordu.

Siyah kurt, geniş ve görkemli derede akıntıyla sürüklenirken karşıya geçmek için debeleniyordu. Bir batıyor, bir çıkıyordu. Pençelerini bütün gücüyle kullanıyor, azgın suları onu ittiği yöne değil, gitmesi gereken yöne ilerlemeye çalışıyordu.

Siyah kurt iyice aşağıya sürüklenmişti ve Zifin cesaretini topladı ve sıçradı nehre. Suya atlar atlamaz batmıştı, çırpınıp su yüzeyine çıktı.

Soğuk su bir şok yaşamasına sebep oldu, irkildi. Can havliyle hareket ediyordu. Boğulmamak için bütün gücüyle çabalıyordu. Coşkulu akan nehir; “sana tek şans vermeyeceğim, az sonra geberip gideceksin” der gibiydi. Dağlardan akıp geldiği için çok soğuktu. Zifini ölüm korkusu sarmıştı, su yutuyordu battıkça. Siyah kurdu gördü, bir taşa tutunduğunu ve onu bırakıp kıyıya yaklaştığını ve kıyıya çıktığını görünce gerçekten mücadele etmeye başladı, harikulade bir azimle çabalıyordu.

Siyah kurt bağırdı: “Kıyaya çık, çabuk kıyaya çık. Yoksa işin bitik.”

“Paniğe gerek yok. Er ya da geç kıyaya çıkarım” diye düşündü Zifin.

Siyah kurt inanılmaz zor olsa da zekasını kullanıp kıyıya çıkmayı başarmıştı, nehir içinde önüne denk gelen iri taşlara tutunmuş, nefeslenmiş, böyle böyle kıyıya yüzme gücü bulmuştu kendinde. Taşa doğru çarparcasına ilerlerken taşan tutunmaya çalışmak da kolay değildi.

Siyah kurt nehirde dal parçası gibi süratle akıp giden Zifin’i takip ediyordu kenardan. Savruluyordu zifin, hiçbir şey yapamıyordu, sert sulara karşı bir taktik geliştirmemişti.

“Bana doğru yüz! Haydi! Bana doğru yüz!” diye mızıldıyordu siyah kurt.

Zifin, iri ve kaygan dalgalar arasında bata çıkar savruluyor, bütün çabaları boşa çıkıyordu.

Siyah kurt, derenin aşağı tarafından gelen sesi algıladı. “Eyvah!” dedi içinden, “Umarım yanılıyorum” diye düşündü.

Az sonra yanılmadığını anladı. Bağırdı: “Aşağıda şelale var, bana doğru yüz.”

Zifin onu duymadı.

“Aşağıda şelale var. Bana doğru yüz!”

Zifin, onu duymuştu, gayretini arttırdı. Şelalenin ne olduğunu biliyordu ve tam şimdi ölüm kalım savaşı vermeye başladı.

 

NEHRİN YUKARISINDA TAM BU SIRADA

 

 

Kurt sürüsü ikilinin bıraktığı kokuları takip ederek bir noktaya gelmişlerdi.

Lider kurt öfkeyle çevresine bakındı: “Buradan sonra koku ve iz yok, kuş gibi kanatlanıp uçmadılar ya! Nerde bu sefiller?”

Yaveri çevreyi araştırdı, iyice koklayıp geldi: “Patron, nehre atlamışlar. Hayret. Atmamışlar.”

“Emin misin?”

“Evet.”

“Hata payın olabilir mi?”

“Asla, kaç yıllık tecrübem var, beni bilirsin.

“Demek öyle. Peki buraya koku bırakabilirler ve şurada bir yerde saklanıyorlarsa?”

“Mümkün değil. Nehre atladıklarından zerre şüphem yok. Kesinlikle ölmüşlerdir ya da karşıya geçmeyi başarmışlardır, bir mucize olmuşsa.”

“Hım.”

“Patron, peki şimdi ne yapacağız? Bana sorarsanız en iyisi geri dönmek. Dinlenelim. Çocukların buna çok ihtiyacı var.”

“Biz de nehre atlayacağız.”

“Ama efendim, buraları avucumun içi gibi birim. Aşağıda şelale var. Yüz metre yüksekliğinde. Eğer nehre atlarsak ve kıyıya çıkmayı başaramazsak şelaleden düşüp sivri kayalılara çarpıp ölürüz.”

“Şelale mi? Of. Olabilir. Onlar atladığına göre.”

Klavuz dedi ki: Nehre atlamak yerine kestirme bir yol olmalı. İlerleyin dedi.

Bastı. Az sonra uçurum kenarına geldiler, burası şelalenin aktığı bölgeydi. Aşağı inmek için yol yoktu.

Lider kurt: “Onlara aşağıda bir yerde olmalı. Tek çare aşağı atlamak.”

“Biz de mi?” dedi klavuz kurt.

Lider kurt, onu ensesinden yakaladı aniden ve aşağı attı.

Seyrettiler.

“Neyse ki suya düştü.” dedi lider kurt, “Onlar nehre atlayacak kadar gözü kara ve yüreklilerseiki sefil kurt. Biz.. biz korkup geri mi duracağız? Oğluma yaptıklarının cezasını çekmeliler.

Diğer kurt şöyle dedi: “İkisi de geberip gitmiş olmalı. Canımızı, sürüyü tehlikeye atlamayalım derim.”

“Demek sen de korktun.”

“Hayır” dedi, “ne kadar cesur olduğumu gör, ilk atlayan ben olacağım, efsane, aşağı atladı, kayalara çarptı ve parçalandı.

“Yazık oldu.” dedi lider kurt, “İyi çocuktu.”

Diğer kurtlara baktı: “Ölen ölür, kalan kalır. Vahşi ormanda işler böyledir.

Onlar başarmışsa bizde başarırız. Onlar başaramamışsa biz de şerefimizle ölürüz. Ama geri adım atmak yok. bu sürüde geri adım atan korkaktır. Ben bu sürü için yıllardır gayret ediyorum. İki sefil ve amatör kurt için mi geri adım atacağım? Ölüm korkusuyla mı hareket edeceğim? Gelmek istemeyen defolsun gitsin. Gelmek istemeyen bizden değildir.

Sürüye baktı.

Hiçbir kurt ayrılmadı sürüden.

Lider kurt, uçurumdan aşağı bıraktı kendini ve suya düştü.

Peş peşe diğer kurtlar da uçurumdan aşağı bıraktı kendini.

 

Kulağı kesik kurt bırakılan kokuları takip edip siyah kurt ve zifinin nehre atladığı noktaya geldi. Sürüsünün kokularını takip etti ve ilerledi, onların uçurumdan aşağı atladığı noktaya geldi, aşağıda kayanın üstündeki klavuzun leşini gördü: “Sersem şey, zaten sana hiç güvenmezdim, aşağı inmek için çok saçma sapan bir yol buldun.”

Kulağı kesik kurt yukarı tarafa gitti, siyah kurt ve zifinin suya atladığı noktaya geldi, onların karşıya geçtiğinden emindi, karşıya geçmek için mutlaka bir yol olmalıydı. Nehre atlayıp yüzse, karşıya çıkmayı başarır mıydı, başaramazsa şelaleden düşüp ölürse?

“Atla” dedi kendine, “ilk kez gerçekten cesur ol. Atla.”

Ayaklarını yerden kesen keskin mi keskin bir korku duydu.

Ölüm korkusu hissetti cayır cayır. Ayakları ileri gitmeye çekmiyordu onu.

Soğuk sulara kendini bıraktığını hayal etti, nehrin içinde sürüklendiğini ve su yuttuğunu.

İşte o zaman nehre atlamanın çok yanlış ve ahmakla bir düşünce olduğunu hatırladı.

Durdu. “Aptallık yapma” dedi kendine, babasının sözü aklına geldi: “Bir çok kurt aptallıkla cesareti birbirine karıştırdığı için ölür. Gerçek kurt zekice hareket eder.”

Karşıya geçmenin bir yolu olmalıydı, nehri takip ederek yukarıya bastı, uzun bir süre ilerledi, tam umut kestiği sırada nehrin daraldığı bir nokta keşfetti, beş metre karar daralıyordu nehir orada, eğer son sürat koşarsa sıçrayıp karşı tarafa geçebilirdi. Geri gitti, birkaç kez koşup tam atlayacağı noktaya kadar geldi, iki kez daha aynı alıştırmayı yaptı. Geri gitti, atlayacağı noktaya bakarak düşüncelere daldı, mutlaka karşıya geçmeliydi, babasıyla olan son diyalog kafasında döndü, eş bulma hayalitoparlandı, pozisyonunu aldı ve aniden fırladı. Karşı tarafa atlayacağı kayanın üstüne gelince sıçradı, ok gibi, yay gibi fırladı.

Karşı taraftaydı ve hiç zor olmamıştı.

 

NEHRİN AŞAĞISINDA

 

Zifin, bütün gücünü ortaya koymuştu, artık bu onun ölüm kalım savaşıydı, hayat serüveni tam burada bu nehirde son bulacaktı ve siyah kurt ile dostluğu bitecek, onun ne tür serüvenlere daldığını asla bilemeyecekti. Onun için ölümden daha korkunç olan tek şey siyah kurt ile bağlarının kopmasıydı. Buna izin veremezdi,  patileriyle kendini kıyıya çekmeye çalışıyordu. Ama yorulmuştu. Şelaleye çok yaklaştığını hissetmişti. Gücünün tükendiğini hissediyordu.

Siyah kurt, kenardan onu takip ediyor ve bağırıyordu, uluyor ve çeşitli sesler çıkarıyordu, onunla konuşuyordu: “Şimdi olmaz. Sakın bırakma. Beni yalnız bırakma. Az kaldı. Gayret et.”

Zifin, uyuşuyordu, yorgunluktan kasları uyuşuyor, onları hareket ettirmekte zorlanıyordu. Son bir gayretle, bedeninde kalan son enerjiyi harekete geçirdi ve akıntının en sert ve acımasız olduğu tehlikeli bölgenin dışına çıkmayı başardı, az gitti ve işte o an ayakları iri taşlara değdi, işte bu an hayatla sihirli bir bağ kurduğu andı, kendinde yeni ve yenilmez bir enerji hissetti, fırladı, artık suyun alçak kesimine gelmişti, yürümeye başladı. Nefes nefese kıyıya çıktı ve taşların üzerine uzandı. Zifin çok rahatlamıştı ve siyah kurt da öyle, sevinçle onun başında dikiliyordu.

“Kalk; toz olalım buradan.”

Zifin kalktı, silkindi, üstündeki suları attı: “Şurada biraz dinleneyim, nefesim kesildi.”

“Sadece birkaç dakika” dedi siyah kurt.

Ormana girdiler, Zifin orada dinlenirken siyah kurt çevreyi kolaçan etti.

15 kurttan oluşan sürüyü fark etti.

Fırlayıp zifinin yanına geldi: “İzimizi buldular. Fırla.”

 

Bu sırada kulağı kesik kurt siyah kurt ve zifinin hemen arkasında, çok yakındaydı, onları fark edince çalıların arkasına saklanmıştı. Onun ilerlemek için herkesten çok ve sağlam sebepleri vardı.

Kulağını koparan kurdun ve ötekinin kokusun alması intikam ateşini devleştirdi içinde. Hırsla; ama zekice ilerliyordu. İkisiyle de kapışacaktı, ya bire bir ya da ikisiyle aynı anda.

 

 

KAPIŞMA

 

 

Kapışma sevişmek gibidir. Kadının ağzı erkeğin ağzıyla kenetlenir, aşamalar ilerler ve öyle bir aşamaya gelirler ki; fizikleri birbirine lehimlenir gibi olur, o anda kendilerinden geçerken dişler birbirine tıslar, eller birini sarmaşık gibi kavrar, vahşi bir bütün, bir bitki olur kadın ve erkek.

 

Kapışmak da böyleydi. Zifin’in çenesi kulağı kesik kurdun çenesiyle çarpışmış, dişler birine çarpmış, cayırtı tokurtu kopmuş, dudakları yırtılmış, boyunları hasar görmüş, yerde yuvarlanmışlar. Onun kanının ağzındaki tadı, tüylerinin kokusu, ağzını kokusu, o kurtu asla unutmazdı. Onun o zavallı bakışlarını

 

Nasıl oldu da ona kulağını kaptırdı. Bunu bir türlü kavrayamıyordu.

Ah eğer onu bir alt edebilseydi. Sürüye dönüp gözüne kestirdiği dişiye gururla sokulup onu sürüden uzak bir yere götürüp aşk yaşayabilirdi. İşler hiç ummadığı biçimde gelişmişti. O ezik ve kemikleri sayılan kurt onu yenmişti. Allak bullak olmuştu. Asıl hüsran sürüye dönünce olmuştu, ona ilgi gösteren fantastik bir prenses kadar güzel ve karakteri sağlam dişi kurt ona öyle bir bakış atmıştı ki: “Bir kulağın bile yok, zavallı, tipin kaymış.”

der gibi bakış atmıştı, onunla bütün irtibatı kesmişti.  Hesapta

o dişi kurdu ikna edip sürüden kaçıracaktı,  çok uzaklarda, yeni ve bolluğun olduğu topraklara gidecekler, oranın sahibi olacaklar, sürü oluşturacaklardı.

O sefil kurdu bulup rövanşı almaya yeminliydi. Ne kadar sürerse sürsün.

 

ZİFİN ve SİYAH KURT

 

Siyah kurt ve Zifin nehrin kenarından panikle uzaklaşmış, ormanın iç kısımlarına ilerliyordu panikle. Sık sık arkalarını kolluyorlardı. Eğer 15 kurtun pençelerine düşerlerse işlerdi bitikti, bu 15 kurt çok iyi organize olup onları çembere alırlarsa eğerkaçıp kurtulma diye bir şansları olmayacaktı,  bir leş gibi parçalanacaklardı. Ve 15 kurt intikam peşindeydi. Bu korkutucuydu. Belli etmiyorlardı; ama vıcık vıcık bir korku duyuyorlardı. Ara ara durup arkalarını ve çevreyi dinliyorlardı.

Yorulmuşlardı. Dilleri dışarıdaydı. Dikenlere sürtünmekten mahvolmuşlardı. Panikle ilerledikleri için geçecekleri yolu seçme şansları yoktu. Bazen düşe kalka ilerliyorlardı.

Gün aydınlanmıştı.

Soluklanmak için durdular.

“Onları ektik.” dedi zifin, “o ahmak sürüsü asla bulamaz bizi.”

“Hemen sevinme” dedi siyah kurt, mesafeyi daha da açmalıyız, belki de bunlar bizden daha becerikli kurtlardır.”

“Şurada bir yerde kamp kuralım, daha fazla gücüm kalmadı.”

“Ben de çok yoruldum. Bunlarla arayı ne kadar açarsak iyi olur.” “Ama ben de bittim, burada konaklayalım. Dinlenip şarz olalım.”

“O halde burada bir süre dinlenelim, ayrı duralım, baskın olursa diye. Gözünü dört aç, kulaklarını da.”

“Sen de.”

Birbirlerini görebildikleri ayrı iki uzak noktaya mevzilendiler ve uzandılar.

Aslında siyah kurt da dinlenmek istiyordu, zifinin dinlenme ısrarı çok hoşuna gitmişti. Kaçmanın da bir sınırı vardı, gerektiğinde durup dinlenmezseler kaçma güçleri olmazdı. Şöyle dedi: “Dinlenme fikri hayatım boyunca duyduğum en doğru şeydi.”

Orman güneş ışıklarının farklı yansımalarıyla bir ahenk içine girmişti. İki kafadar uyku uyanıklık arasında çevreye kulak kesilirken gözlerini kapatmıştı ve çok geçmeden uykuya daldılar bebek kurtlar gibi.

 

Kulağı kesik kurtun bir adım atacak hali yoktu, yorgunlukla uyuşmuş gibiydi bedeni. Bu sırada zifinin kokusunu çok güçlü biçimde aldı. Kendine geldi. Koku çok tazeydi, zifin ve yoldaşı burada bir yerde konaklıyor olmalıydı. Hesabına göre 50 ya da yüz metre ilerde olmalıydılar. Onlara bu kadar çok yaklaştığı için heyecanlandı. Ama bu yorgunlukla, bu sersem kafayla onlarla karşılaşmayı hiç istemezdi, takati kalmamıştı. Bir süre uyuyup üstünden bu dev yorgunluğu atınca onlarla karşılaşmayı göze alırdı. Karşılaşma demek kapışma demekti, ölümüne kapışma demekti ve bu kez sağlam kulağını da kaptırmaya niyeti yoktu, ama kavga esnasında olursa olur; ama ne olursa olsun bu kez o kurdun işini bitirecek, gırtlağını yakalayıp bütün gücüyle sıkacak, işini bitirecekti. Akıllı, planlı ve zekice hareket edecekti.

Önce iyice izleyecekti onu ve yardakçısını. Önceki gibi bir hataya yer yoktu. En ufak bir hataya yer yoktu. Babasını sözlerini hatırladı bir kez daha. Babasının diğer kurtlar içinde lafla ezip dövmesi korkunçtu, kendinden, beceriksizliğinden çok utanmıştı.

En uygun zamanda bastırıp o kurdun gırtlağına keskin ve genç dişleriyle çöküp öldürecekti. Bunu hayal edip duruyordu, sanki her an bunu gerçekleştirecek gibi. Çok heyecanlı, arzulu ve öfke kıvılcımları patlıyordu içinde. Babasının şu sözlerini hatırladı: “Zafer acımasızlığı sever.”

 

Öğle saatiydi, güneş yakıp kavuruyordu ormanı. Gölgelerde, ağaçlar altında saklanıyordu havyanlar. Gizli, kuytu yerlerde uyuyorlar, akşamın gelmesini bekliyordu, bunu yapan gececi hayvanlardı, gündüzcüler ise çıkmış dikkati elden bırakmamaya çalışarak geziyor ya da besleniyordu.

 

Kulağı kesik kurt uyandı, neler olduğunu hatırlamadı önce, çevresine boş gözlerle bakındı, kafası yerine gelmeye başlıyordu, sürüsünden atılmıştı, bunun acısını yeniden ilk zamanki gibi duydu sırtına saplanan bir mızrak gibi. Yıkılmıştı, o mutlu ve huzurlu günleri yaşayamayacaktı sürüsüyle, o çok soğuk, yağmurlu ya da  karlı kış gecelerinde et yiyemeyecekti zevkle. Geyik ya da domuz eti. O geceler her şey zevkli olurdu, yağan kar, edilen kavga, dostlarla edilen kavga, yağan kar, gökyüzünde birkaç kuru yıldız, ormanın çamuru, üşüme hissi, acıkma hissi. Ava çıkan sürüyle sabaha kadar bir av araması, o delice açlık hissiyle gözleri dört açıp ormanda suya çamura bata çıka ilerlemek. Sis içinde ilerlemek ve av (kurtların ördüğü) çemberi yarıp kaçtığında öfkeden kudurmak. Ormana çöken sise de bayılırdı, çocukluğundan beri ormanı kaplayan siste kardeşleriyle ya da akrabalarının çocuklarıyla oyun oynamaya doyamazdı, korkardı sisten, içinde kaybolmaktan; ama merak eder, içine dalıp ilerlemek isterdi, sonu ne olursa olsun, bu müthiş zevkli gelirdi ona. Ve sıcak yaz gecelerinde sürünün avcılarıyla ava katıldığı günler hayattan ve varlığından en çok zevk aldığı zamanlardı, av peşinde koşturmak, bazen günlerce koşturmak benzersiz tatta bir deneyimdi. Artık bunlardan sonsuza dek mahrumdu, bitmişti sürü içindeki konumu. “Şimdi asıl kariyerin başlıyor” dedi kendine, babasının ağır sözlerini hatırladı yine. Ama zayıflık hissediyordu, sürüdeki dostları, kardeşleri ve diğer kurtlarla iletişim kuramayacaktı, annesinden de ayrı düşecekti, annesini çok severdi, çok ufak zamanları, annesiyle olan anılarını hatırladı. Gece çöker, av etinde tıka basa yerlerdi, kardeşleriyle ufacık bir kurttu ve yeni yeni et yemeye başlamıştı, sürü uyurdu, o ve kardeşleri uyanır, dağın yamacındaki kayalığın içindeki yuvadan çıkar,  yıldızlı yaz gecelerinde kardeşleriyle oyunlar oynardı yuva çevresinde, kokular alır, ilerler, yeni yeni keşifler yapardı.

Kalktı, esnedi, gerindi, yavaş yavaş iyice kendine geliyordu, kendini güçlü, dinamik ve hiç yenilmemiş gibi taze hissediyordu.

Çevresine zevkle bakındı. Hava çok güzeldi. Düşmanının işini bitirmek için bundan güzel zaman olamazdı. Bu işi yapmak için en güzel zaman geceydi, sabaha karşı, onlar uyurken baskın yapmak. Şimdi gidip düşmanlarının kamp alanını uzaktan gözlemleyip bilgi toplayacaktı, orada ne yapıyorlar, neler oluyor?

İlerledi uzun ve yorgun yeşil otların arasından. Düşmanlarının kamp alanını görebileceği bir noktaya geldi. Oturup gözetlemeye başladı. Sonra aniden kalktı. Herhalde orayı terk etmişlerdi. Kam alanına geldi yavaş adımlarla, ikilinin yattığı yerleri kokladı, aniden gizlenen iki kurdu gördü, bunlar sürüsündendi, sürüde bu kurtlardan hiç hoşlanmaz, her yemekte onlarla yer kavgası yapardı.  Her fırsatta bu ikisi kulağı kesik kurda sebepli ya da sebepsiz çatardı. Çünkü babası böyle istiyordu. Eğitimi için, kendini savunmayı öğrenmesi için. Bu ikili avları pusuya düşürürdü, onları çember içinde gitmeleri için avı korkuturlar, önüne çıkarlardı, ikisi de yanan orman gibi, yangın yeri gibi güçlü ve hızlı dişi kurtlardı. Epey tecrübeliydiler her konuda. Kendilerini sürünün iyiliğine, güvenliğine adamışlardı. Sürünün et bulma ihtiyacını gidermekti işleri. Bu yüzden çok acı çekseler, çok yara alsalar ve ölümlerden defalarca dönseler de onlar böyle mutlu ve huzurluydu.

 

Kurtlar onu hırlayıp oradan uzaklaştırdı. Kulağı kesik kurt hırlamaya yanıt bile vermedi, verse iyice dayak yerdi, hemen bastı, bu iki gladyatör onları bulmadan kişisel hesabını kapatmalıydı. “Umarım onları benden önce bulmazlar. Nereye gitmiş olabilirler?  Kokuları araştırmaya başladı.

 

SİYAH KURT ve ZİFİN

 

Siyah kurt, uykuya daldığında dürtüleri bir tehlikeyi haber verdi, neydi bu dürtü, incelerken uykusu kaçmıştı. Hemen Zifin’i uyandırıp yola koyulmuşlardı.

 

Akşam olmuştu, siyah kurt ve zifin saatlerdir ilerliyordu ormanda. Ara ara mola vermişlerdi. Zifin sürekli konuşup duruyordu. Çünkü bu onu motive ediyordu.

“Çok konuşuyorsun, yiyecek bir şey bulsan iyi edersin!” dedi siyah kurt.

“Açsın ve sinirlisin, bana patlama!”

“Bütün bunlar senin yüzünden başımıza geldi. Yiyecek bulmalıyız yiyecek! Bir serseri gibi davranma. Bu bir serüven değil. Hayatta kalma mücadelesi veriyoruz burada.”

“Bana nutuk atma dostum!”

“Ne dedin sen?! Az bir daha tekrar et de kıçından bir ısırık alayım? Konuş!”

Zifin, onu taklit etti ses tonunu iğrenç bir hale getirerek dedi ki: “Bütün bunlar senin yüzünden başımıza geldi. Yiyecek bulmalıyız yiyecek! Bir serseri gibi davranma. Bu bir serüven değil. Hayatta kalma mücadelesi veriyoruz burada.”

 

Siyah kurt çok kızgındı ve nerdeyse ona dalacaktı; ama bir anda gülmeye başladı: “Bak kardeşim kokla. Çevreni tara. Dört gözle bak. Hiçbir şeyi kaçırma. Dikkatini yitirme. Geçtiğin bu yeri kafana yaz. Kokuyu yaz kafana. Gün gelir; dönmen gerekir buraya. Yıllar sonra. Ve hatırlarsın. Akıllı kurtlar böyle yapar.”

“Kafa ütülüyor; gıcık! Ama haklı. Ama ben de haklıyım, serüven bu ve ben bundan çok hoşlandım!” diye düşündü Zifin.

Ufak tefek leşler yardımlarına koştu. Bu güçten kesilmeleri önledi, ölüm frekansına girmemelerini sağladı sadece.

Bir ayı yavrusu leşiydi bu. Çok azını yiyebildiler. Ve berbat bir his ve ağız tadıyla oradan uzaklaştılar. Bir ağacın altına geçtiler. Buradan çevreyi gözetleyebiliyorlardı, bir sorun olursa kaçabilirlerdi. Siyah kurt burayı seçmişti, inceleme yapıp. Tabi Zifin böyle şeyleri düşünecek kadar ince fikirli değildi. O heyecanlıydı, toydu ve her şeye bir macera gözüyle bakıyordu. Ölümle yaşam arasındaki ince çizgiyi bilmiyordu, aslında biliyordu da bunu düşünmek istemiyordu. Geçmişinde vermişti ölüm kalım savaşı ve artık önüne ne çıkarsa çıksın korkmamaya yeminliydi sanki. Sarsılmıyordu, etkilenmiyordu siyah kurdu etkileyen şeylerden, umarsızdı, sürekli neşe saçıyordu. Ne olursa olsun dinamik kalabiliyordu.  Zorluk ve engellerle baş edebiliyordu. Bu özelliği siyah kurdun çok hoşuna gitmişti, onun eleştirerek yerden yere vursa da ondan iyi yol arkadaşı bulacağını sanmıyordu, evet, Zifin çok sık hata yapabilen bir kurttu, ama zamanla çok iyi bir kurt olacaktı, farklı tecrübelerle, acı çekerek ve aç kalarak.

 

Yan yana kıvrılıp yattılar. Serinlik çökmüştü ve tadını çıkarıyorlardı. Gökyüzünde harikulade parlak bir ay vardı, sanki yüzyıllardır ilk kez böyle aşkla parlıyordu, Zifin, aya mahzun gözlerle baktı.

“Ay ışığı ne kadar güzelsin, taze et gibisin!” diye düşündü.

Siyah kurt, gözlerini kapatmıştı, başını kıvırıp topladığı kuyruğu üstüne koymuştu. Huzur içinde ve meleksi görünüyordu. Bir süre hayran hayran yoldaşını seyretti.

“Neler düşünüyorsun?” diye sordu Zifin.

“Hiç.”

“Sen sormuyorsun; ama söyleyeyim: Harika hissediyorum.”

Gülümsedi: “Takma kafana.” (Onun ‘berbat’ demek istediğini anlamıştı.)

“Nasıl takmayayım?”

“Öğreticidir.”

“Boş versene dostum.”

“Gökyüzüne, şu sessiz güzelim yıldızlara baksana. Tadını çıkarmalısın.”

“Geç onları dostum; anlamı yok.”

“Eğlence işte tam şimdi, taktir etmeyi becerebilirsen, bana da eski bir kurt öğretmişti, zamanında anlamamıştım; ama çok uzun zaman sonra ne demek istediğini su gibi anladım.”

“Çok bilmiş!” dedi, Zifin kaktı. Az ilerledi. Dönüp geldi: “Canım hareketlenmek de istemiyor.”

“Otur” dedi, “enerjini israf etme.”

“Acıktım.  Av bulalım. Leş hiç iyi gelmedi, kusacak gibiyim.”

“Akşam yeni çöktü. Vakit ilerlesin. O zaman çıkarız.”

“Haydi be dostum. Kalk.”

“Şimdi dinlenmek istiyorum. Süründen söz etsene.  Gel uzan yanıma. Sürünü anlat. Çok merak ediyorum.”

“Çok geride kaldı onlar. Aklıma bir şey gelmiyor.”

Ona yaklaştı. Çöküp oturdu. Düşüncelere daldı. Sonra aniden ayağa kalktı.

 

 “Bak sana bir şey göstereceğim. Benim sürüde bir kurt vardı.”

Aksayarak ilerdi. Adı Aksak’tı Bunu tiyatro yapar gibi gösterdi.

“Diğer bir kurt vardı. Seni yiyecekmiş gibi bakardı.”dedi Zifin, gözlerini iyice açtı. Sert sert baktı. “Dalmaya yer arardı. Bebek ve çocuk kurtları hiç sevemezdi. Sinir hastası bir kurttu. Çok kızardı; ama yavrular ne kadar şımarıklık yapsa ses etmezdi.

“Tiyatro nedir bilir misin dostum?”

“Yok, o da nedir? Hiç duymadım.”

Zifin oturdu: “Yaşlı bir kurt vardı. Şöyle otururdu.  (gösterdi) Çevreyi izlerdi. Herkes yemeğe üşüşürken seyrederdi. Herkes yedikten sonra kalkardı, kalmışsa bir şeyler yerdi. Şöyle derdi: Yenilmek iyidir, kurda çok şey öğretir. Kurt büyük yenilgilerden geçmediği taktirde hiçbir şey öğrenemez ve o büyük sıkıntılar, yenilgiler mutlaka başına gelir.”

Bu tiyatro, bu kısa gösteri siyah kurdun çok hoşuna gitmiş, onu güldürmüştü, fiziksel olarak gülmese de içerden gülmüştü, sadece bir an zevkle gülümsemekten bütün düşleri görünmüştü.

Zifin’i başka kurtları taklit ederken görmek çok farklı gelmişti siyah kurda. Onun bir yeteneğini daha ortaya çıkarmıştı. Buna sevindi. Böyle bir dost edindiği için. Hiç çaktırmıyordu halinden memnunluğunu. Bu kurt için dünyadaki bütün kurtlarla kapışmaya değerdi. Üstelik bunu tek başına yapardı. Öylesine bir hissiyat vardı içinde.

 

Akşam karanlığı iyice yoğunlaşmış, katmerlenmişti. Zift gibi. Ay ışığı tatlı delikler açıyordu bu sert karanlıkta. Arkadan, epey arkalardan bir yerden kurt ulumaları duyuldu.

“Ayrılalım” dedi siyah kurt, ona panikle bakıyordu. “Ayrıldık mı şansımız yüksek olur. Sonra buluşuruz. “

“Hayatta kalırsam seni nasıl bulacağım?”

 “Kuzeye git. Nehri takip et. Beni seni bulurum. Arkanı iyi kolla. Bu bir ölüm kalım meselesi. Oyun değil. Umarım hayatta kalmayı başarırsın, sakın unutma; peşimizdekiler bizi öldürmek için ölümüne kararlı. Senin hayatta kalmak için daha fazla kararlı olman gerekli.”

Zifin, olanları oyun gibi algılıyordu; ama siyah kurdun konuşması onu iyice gerdi. Sinirlendi, dedi ki: “Kes şunu be! Bir halt beceremez onlar! Bu çene, bu dişler ve bu pençeler bende oldukça. Annem şöyle derdi avlanma konusunda: Acele etme, plan yap, dikkatli ol ve an geldiğinde, doğru an; şimşekten daha hızlı ilerle sadece Anneme çekmişim. Hızlıyımdır, o aptal kurt sürüsü yetişebilirse yetişsin bana; asıl sen dikkat et kendine, benim kadar hızlı olmadığını iyi biliyorsun.”

“Evet, senden akıllıyımdır mankafa, tecrübe! Vahşi ormanlar çok hızlı ve ölü acemi kurt ölüleriyle doludur. Bana bir şey olmaz mantığıyla ve boş cesaretle dikkatsizlik yaparlar ve ölürler. Onlardan çok daha güçlü varlıkların ve şeylerin olduğunu hiç düşünmezler. An akıllı kurt en korkak olandır.  O korku onu dikkatli yapar ve hayatta kalır.”

“Haklısın. Beni bir rüzgar kurt doğurmuş olabilir. Bütün rüzgarlardan daha hızlı bir kurt. Ama zamanla senin gibi bilgili kurtlarla takıla takıla bilmediğim şeyleri öğreneceğim, değil mi, sen tecrübelisin, pişmişsin değil mi?”

Bu sözler siyah kurdun yüreğini alev alev sıcaklaştırdı.

Yaklaştılar birbirlerine aynı anda, sarılır gibi birbirlerini kolladılar, yaladılar, belki de son iletişim olacaktı bu yalama, veda, biri ya da ikisi ölecekti.

Siyah kurt çok endişeliydi, dostuna bir şey olacak diye. Sözleri zifinde korku yaratmıştı ve zifin o korkuyu çok çabuk yerle bir etmişti. Siyah kurt onun hayatta kalmasını kendinin hayatta kalmasından daha çok istiyordu, onu öyle sevmişti. O kadar cevheri olan kurt ölmemeliydi, ayağını kapandan kurtardığı günü hatırladı. Gözleri doldu.

“O günü hatırladın değil mi?” dedi Zifin, onun da gözleri dolmuştu.

“Evet. Yaşamak istiyorum dostum, yaşamanı. Çok eski günlerde, yaz geceleri ya da kış geceleri, ailem avlanırdı, bizi avlandıkları yere götürürlerdi, geyik ya da domuz meselao et öyle lezzetli gelirdi ki aç kursaklarımıza; adeta iç organlarımızı ve ruhumuzu silip süpüren bir tat, o benzersiz büyülü tat! Yaşamalı ve avlanmalıyız ve bizim ufaklıklarımız olmalı ve aynen böyle harikulade hissetmeliler.”

Zifin, başını salladı. Bundan iyi tarif edemezdi çocukluğunu. Uludu hırsla ve acıyla. Aile özlemiyle. Kaybettiği ya da yaşamadığı günlerin acısıyla.

Ayrıldılar, fırlayıp ayrıldılar birbirlerinden, aynı yöne giden; ama yolları ayrı olan iki kurtu takip etmez zordur.

 

Gece gelmişti umut veren devasa tatlı gizemiyle. Ortalık daha da serinlemişti. Evet, saatlerce güneşin yakıp kavurduğu orman şiddetli serinlikle tokat yer gibi çarpılmış, ormanın kuytularına gizlenen irili ufaklı canlılar zamanlarının geldiğini anlamış, karanlıkla kendilerini güvende hissederek gizlendikleri deliklerden çıkmış, (kalplerinde nabız gibi kanat çırpan kelebek gibi bir tatlı hisle) yine de dikkatli elden bırakmadan gizli tehditlere yakalanmamaya özen göstererek karınlarını doyurmak için gezintiye çıkmışlardı.  Mutluluğun yaşandığı sıradan; ama parlak anlar. İşte hayatın gizliden gizliye canlandığı, hayatın gümbür gümbür yaşandığı o anlar

 

Gece her şeyi, ormanı güzelleştirmiş, yepyeni bir can vermiş, adeta soluk aldırmıştı.Gece kuşları gizlendikleri yerlerde ötüyor, ormanın farklı yerlerinden gelen bu ötüşler muazzam bir ahenkle birbirine sımsıkı sarılıp birbirlerini bırakıyor, sarılacak başka bir ses arıyorlardı, el değmemiş bir ses.

Siyah kurt, bu farklı sesler ve hareketler içindeki ormanın bir yerinden gelen ilginç sesler duymuştu, sesler ona çok yakındı, bir hesaplaşma yaşanıyordu belli ki. Sesler öyle konuşuyordu ki; siyah kurdun kafasında bir sahne şırak diye canlanmıştı, otomatik olarak.

 

İri yapılı sürüden iki kurt ve kulağı kesik kurt karşı karşıyaydı,  bu iki iri ve tecrübeli kurt sürüdeki en acımasız kurtlardı, onlar en iri avları yere yıkmakla görevliydi, avın iri boynuzları varsa mutlaka arkadan saldırı yaparlardı.  Tehlikeli biçimde boynuz yoksa önden da atılırlardı. (boynuzu olmasa bile arkadan saldırı yapılır, en güvenli yer arkası. Önden saldırı yaparsa tekme yemesi kolay, havyan ısırabilir. )Ama en sık yaptıkları arkadan saldırmak, iki ayaktan birine, ısırıp çekmek. Biri bunu yaparken diğeri arkadan koşarak gelir ve hayvanın sırtına sıçrardı, ısırıp asılırdı yere doğru, bütün ağırlığını boşluğa verirdi, hayvanın ayakları ne kadar yere sağlam bassa da onu aşağı çeken diş ve pençeleri bir süre sonra sırtından atamaz hale gelir, canı çok yanar ve çuval gibi yere yıkılır,  tabi en başta kurtları hurda haşat eder, sırtına yapışan kurdu böcek gibi atar, yorulana dek, nefes nefese kalana dek mücadele sürer, yorulur, bekler, kurtlar da yorulur, bekler; ama kurtlar 20 tane, sağlam ve iri bir geyik 20 kurda kaç dakika ya da saat direnir, kaçmak için çırpınır, kaçar da arayı açarsa, gözden kaybolursa kurtulur. Kurtlar da açtır, bu ölüm kalım savaşında geyik kaçar, ya yalnızdır, ya yanlış yerdedir, ya kaybolmuştur, ya da yalnızdır. Belki de hastadır. Onun kurtulması kaçma azmine, bu sırada uyguladığı taktiğe, şansına bağlıdır. Kaçma konusunda ne kadar taktiğe sahiptir?

Bu tecrübesi fazlaysa kurtarır kendini. Kurtlar da rakibi alt etmeye, yakalamaya yönelik taktiklerle ilerler. Ya kurtlar avı kaçırıp ölecek ya da av. Açlık çekerek ölmek her kurt için utanç vericidir ve onlar aç kalmanın eğitimini alırlar sürekli ve en dayanıklı oldukları şey açlık acısıdır.

Kulağı kesik kurt iki iri yarı kurttan dayak yiyor; ama pes etmiyor, kendini savunmaya çabalıyordu, bu ölümüne bir savaştı ve rakiplerinin canını yakıyordu fazlasıyla; onun azimli, cesur ve direnişçi çıkması ötekileri şaşırtmış ve korkutmuştu ve onun işini bitireceklerine inancı giderek azalıyordu, kulağı kesik ısrarla karşı koydukça. Süre ne kadar çok uzarsa onun işini bitirmeleri de o kadar zor olacaktı. Çünkü onlar da yorulmuştu.

İkiye karşı bir, kulağı kesik kurt ölüm korkusuyla daha fazla güç ve azim harcıyordu, diğerleri nasıl olsa bunu geberteceğiz rahatlığıyla davrandıkları için gerçek güçlerini kullanmaktan yoksundular.

 

Siyah kurt geriden manzaraya bakıyordu. Mağdur kim olursa olsun yardım etmek isterdi ve ikiye karşı bir kapışma hiç adil değildi ve çok şerefsizceydi; ama önce aralarında ne olup bitiyor öğrenmeliydi, oturup kapışmaya dikmişti gözlerini, zevkle.

İri yarı kurtlar durdu, onlardan biri dedi ki:  “Seni zavallı! Kızımı baştan çıkarmaya çalıştığını başından beri biliyordum. Liderin

oğlusun diye sana ses çıkaramadım. Ama şimdi teksin. Az sonra işini bitecek.  Senin gibi korkak bir kurt benim gibi bir kurtun kızıyla olabilir mi? Seni aptal! Ben o kızı kolay büyütmedim. Bir kız büyütmenin zorluklarını bilemezsin. Seni adi bir kurtsun. Bir dişi kurdu istiyorsan önce onu geçindirecek yeteneğe, keskin dişlere, yüreğe sahip olman lazım. Sen ise korkak, beceriksiz bir kurtsun. Sıska bir kurda yenildin. Şansın varken kaçıp gitmeliydin. Başından beri seni sevmezdim. Sürü kurallarına ihanet edip kızıma sulandın. Şansa bak ki onları ararken seni bulduk. Şimdi seni geberteceğiz!

 

Siyah kurt olaya karışmak istemedi, zaten başı beladaydı. Tam oradan gitmek üzereydi, duraksadı, ikiye karşı birdi, içi razı gelmiyordu, geri döndü, onlara baktı, iri kurtlar iyice baskıyı arttırmıştı.  Kafası şöyle diyordu: “Git yoluna, karışma, yesinler birbirini.” Yüreği ve ruhunun keskin parlaklığı karşı konulamaz bir arzu şöyle diyordu:  “Gir gir kavgaya, şu yalnız kurda yardım et. Tek; ama pes etmiyor, teslim olmamak için çok direniyor, başka bir kurt olsa acı çekmemek için çoktan direnişi bırakır ve ölürdü. Belli ki şerefli bir kurt.

Az sonra farkında olmadan kendini o sahneye doğru hücum ederken buldu ve şaşırdı, ayakları onu sürüklemişti yıldırım gibi, yüreği ve ruhu. Hırlayarak sahneye daldı. Kurtlardan birini yıktı yere. Bu sırada kulağı kesik kurt da öteki kurta saldırdı.

İri yapılı kurtlar yenileceklerini anlayıp basıp kaçtı, siyah kurt onların ardından baktı ve başını çevirip yanındaki onun gibi kaçanları izleyen kulağı kesik kurda baktı şöyle bir: “Kurtuldun, şansına dua et” der gibi ve aniden basıp oradan uzaklaştı.

Ardından kulağı kesik koşup geldi:  “Yardımın için sana minnettarım, efendim.”

“Kulağına ne oldu?”

“Kavgada oldu.”

O an anladı, bu kurt Zifin’in patakladığı ve kulağını kopardığı kurttu, bir şekilde onu ekmeyi kafaya koydu, oysa beriki kendini sevdirmeye çalışıyordu: “Sonsuza dek hizmetinizdeyim, yüce efendim!”

“Kes zırvalamayı da yoluna git!”

“Bir kurdun nesi var, iki kurdun çetesi var.”

“Sen bana ayak uyduramazsın.”

“Sana borçluyum. Senin hizmetindeyim.”

“Ne olursa olsun asla kimseye böyle bir şey deme. Çünkü öyle bir şey olur ki sözünü tutamazsın.”

“Tutarım. Sen kafanı yorma.”

“Ben yüce bir kurt değilim. Git başımdan!”

“Sen kesinlikle yüce bir kurtsun.”

Güldü: “Nerden anladın?”

“Anlarım. Sana borcumu ödemeden asla gitmem.”

Bir şekilde onu atlatmaya karar verdi, o uyurken mesela.

“Tersime giden bir şey yaparsan popundan kaparım ama.”

“Hakkın var; hiç affetme.”

Yan yana ilerlerken kulağı kesik sürekli bir şeyler anlatıyor, siyah kurt ise onu dinliyor, gözünü dört açarak çevresini tarıyordu. Kulağı kesik kurt umut dolu şeyler anlatıyordu heyecanlı biçimde, yaşamak istediği büyük ve güzel ormanı, avın bol olduğu ormanı, kurmak istediği güçlü sürüyü. Siyah kurt ise şöyle düşünüyordu: “Daha çok pişmen lazım, ben ki bir sürü kuramadım, sen nasıl yapacaksın, deneyimsiz bir kurt olduğun çok belli, daha alacak çok yolun var.”

 

Gecenin ilerleyen anlarıydı, en tatlı anlardı bu anlar. Ve ikili durmaksızın ilerliyorlardı. Nehirde su içip ağaçların altına geçtiler, kuytu yere.

“Burası güvenli” dedi siyah kurt.

“Bence de” dedi,

Siyah kurt ona dikti gözlerini, ters ters bakıyordu:

“Sen de kim oluyorsun birader, sen bir hiçsin, geldi kene gibi yapıştın bana, kovdum gitmedin,  senin onayına ihtiyacım yok” der gibi baktı.

“Çok acıktım, peki ya sen?” dedi neşeyle.

 “Haliyle, sorun olmasa seni bile yerdim.” Dedi, uzandı, esnedi. Çok yorgundu, perişan düzeyde yorgundu, belli etmiyordu.

Beriki güldü.

“Ben yemek bulayıp geleyim.”

“Emin misin?” dedi dalga geçer gibi.

“Evet. Zoruna mı gitti tek başıma becerecek olmam.”

Güldü: “Bu işi tek başına becerebileceğini sanmıyorum.”

“Nedenmiş?”

“Şey” dedi, “amatörsün” diyecekti. Caydı.

“Buralara yeni geldik ve tek başına imkansız denecek kadar zordur.”

“Sen bir amatörsün” demek istedin, “rahat ol, açık konuş usta.”

“Aynen öyle. Otur, başını belaya sokacaksın.”

“Yok. Öyle olursa bas git. Tanıma beni.”

“Yerler seni. Otur aşağı. Sen yemek memek bulamazsın. Bilmediğin bir habitata geldin?”

“O da nedir?”

Siyah kurt: “Tamam, ben karışmıyorum, bir kez başını belaya soktun. Yardım ettim, bir daha yardım etmem, edemem, uyuyacağım.”

“Ben onları zaten yeniyordum.”

“Bak bak! Uzak dur benden en iyisi.”

“Şaka yaptım usta. Ben kaçar, sonra avla dönerim. Güzelce karnımızı doyururuz.”

“Ben kalkar giderim.”

“Sen bilirsin. Ama gideceğini sanmam. Yat dinlen ve beni bekle.

 

Yarım saat kadar bir süre geçti. Siyah kurtun uykusu kaçmıştı. Kulağı kesik kurt ne yapıyor, başı belada mı diye düşünüyor, buna dair sahneler dönüyor beyinde, karnı aç, canı sıkkın, yemek yemeli. Umuyordu ki yemek bulsun. En karanlık şeyleri düşünüyordu, tam bu sırada kulağı kesik kurt kan revan içinde geldi.

“Yemek buldum usta; ama çok büyük, getiremedim, benle gel.”

Siyah kurt fırladı, onu takip etti heyecanla.

 

Çalıların arasında iri bir domuz yatıyordu, sıcak bir kan gölü olmuştu orası.  Siyah kurt domuzu kokladı ve parçalanan taraftan bir ısırık alıp yuttu:  “Bunu nasıl başardın?”

“Bu benim işim. Sen benim hayatımı kurtardın, ben de sana yemek buldum.”

Siyah kurt, domuz etine gömdü keskin dişlerini. Hararetle,  keyifle yiyordu lokmaları, aceleyle, her an yabancı kurtlar gelebilirdi ya da ayılar. Evet, ayılar kurtlardan yemek çalmak konusunda uzmandırlar ve kurtlar sürü olsalar bile ayılara yaklaşamazlardı. İri pençe ve dişlerden çok korkarlardı. Şayet küçük bir darbe alsalar bile bunun bir sakatlık doğurabileceği ve bunun da ölüm olabileceğini bilirlerdi, alt edebilecekleri bir ayı olsa bile ondan uzak dururlardı. Ayı gelip ete (avlanan hayvan artık neyse, at leşi de olabilir) el koyar, tıka basa yerken hiçbir kurdun leşe yaklaşmasına izin vermez, ayı karnını doyurup oradan gidene kadar kurtlar çöktükleri yerde beklerlerdi sabırla, arada sabırsız olanları ete yaklaşır, ayı hırlayıp hamle yapar ve onları uzaklaştırırdı. Bir ayıya karşılık 20 kurt da olsa beklerlerdi ayının karnını doyurup çekip gitmesini. Vahşi ormanda bu işin raconu buydu ve bütün kurtlar bunu bilirdi: Ayılar çok güçlüdür, kurtlardan daha güçlüdür!

Kulağı kesik kurt da yoldaş bellediği kurta uyup karnını doyurmaya girişti büyük bir zevk ve heyecanla.

 

Kulağı kesik kurdun bu başarısı siyah kurdu çok etkilemişti. “Bunda parlak bir yetenek, ilgiye değer bir kumaş var” diye düşündü.  Ona yardım etmekle ne kadar çok haklı olduğunu anladı, kendiyle gurur duydu, bu güzel kurt bir cevher taşıdığını ikinci kez ispat etmişti.

Siyah kurt, ilk kez ona karşı dostça bir sıcak ilgi, sağlam bir duygu hissetmişti.  Ama bu dostluk fazla uzun sürmeyecekti. An gelecek, Zifin’le dostluğunu öğrenecek ve bu işe çok bozulacak, onlara düşman kesilecekti, belki de onu öldürmek isteyecekti. “Ona yüz verme, ona bağlanma” dedi kendine.

İleriki zamanlarda bir gece nasıl olsa onu eker, ondan tamamen kurtulur ve yoluna giderdi, ayrıca siyah kurt onunla dostluk kuranların fazla dayanamayacağını biliyordu, hep bir şeyler ve terslikler olur, o dost bildikleriyle yolları ayrılırdı.  Keşke bu kurtla dost olabilseydi ve Zifin de onunla dost olsaydı, ne güzel olurdu! Üç yoldaş, üç sağlam kurt olurlardı, sürü için güzel bir başlangıç olurdu. “Koca domuzu tek başına avladı, vay be, keşke bu kurtla yoldaş olabilseydim. Benim yapamadığımı nasıl becerdi, ondan çok şey öğrenebilirdim, beni yüce efendisi olarak gördüğüne göre ona bunu soramam da. Sorsam aptal olduğumu düşünecek. Ki öyle olduğum kesin, bu kurt o beceriyi nasıl elde etmiş?; hayret!” diye düşündü.

 

Domuzdan yediler tıka basa ve oradan uzaklaştılar.  Önceki kamp yerine geldiler. Siyah kurt burayı güvenli bulmadı, daha içeri, daha kuytu ve ayak değmemiş yerine ilerlediler ormanın, burada rahat edebilirlerdi, uzandılar. Ağaçlar, çalılar ve otlar çok sıktı burada, ağaçlara dolanan sarmamışlar burayı örümcek ağı gibi örmüştü. Derya gibi uzun uzun otların altından ilerlediler, burası böyle bir mağaraydı. Baskına uğrarlarsa diye iki kaçış noktası belirledi siyah kurt.

 

Gündüzün  kavurup mahveden sıcağı vardı, akşama dek orada, serinde pineklediler, uyudular, sakin sakin beklediler, acıkmışlardı, domuzun yanına gidip karınların doyurdular ve geri döndüler, kamp alanına. Kıvrılıp uyudular. Uyandılar, çevreyi seyrettiler ve yine yattılar.

Mayışık, bıkkın beklerken arada uykuya daldılar, arada bir ses duyup ürkip gözlerini açtılar,  çevreyi kontrol ettiler, güvenlik sorunu olmadığını anlayınca kıvrılıp yattılar. Güvenlik endişesi, baskına uğrama korkusu bitip tükenmiyordu, uyur gibiydiler ama kulaklar hep açıktı, hep dikkatli, sonra uykuya dalıyorlar,  biraz uyuyorlar, yine bir garip ses, sanki çevreleri diğer kurtlar tarafından sarımlı, usul usul yaklaşıyorlar, çalılara basıyorlar ve çıtırtılar geliyor, evet, vücutları çalılara sürtüyor, hışıl hışıl bir ses.  Sıçrayıp kalkıyorlar. Biri diğerini uyandırıyor derin uykudaysa ya da her ikisi aynı anda uyanıyorlar. Araştırma başlıyor. Ama her zaman değil bu panik. Dikkate değer bir şey ise, ses ise kalkıp bakınıyor ve yatıyorlar.

Akıllı bütün kurtlar gündüz ormanda saklanır, akşamın ya da gecenin gümbür gümbür gelmesini bekler. Çünkü onlar işlerini gece halleder.

Akşam olurken yüreklerine bir sevinç hücum etti, akşam demek onların zamanı demekti, güvenlikli zaman demekti, özgürlük! Bütün güçleriyle avın peşinde koşmak, ona yetişip yere indirmek için mücadele etmek, başarılı olurlarsa tıka basa yemek.

Evet, akşam karanlığı zihinlerine parlak bir pırıltı ekleye ekleye yoğunlaşırken onlar yaşama sevinci hissediyordu.

 

Avdan kalan son kalıntıları yediler ve oradan güçlü adımlarla ayrıldılar.

 

Gece gelmişti. Gece bir başka güzeldi, bir başkaydı gecenin görkemi. Karanlığın inmesinden bambaşkaydı, karanlık kat kat ve sis gibi her yeri kaplamıştı, onları görünmez yapıyordu, onları birer hayalete çeviren en büyük hizmetçileriydi gece.

Her kurt gece gelince hayalet gibi avantajlı olacağını bilir ve gecenin gelmesini sabırsızlıkla bekler, küçük çocukların tatillerde oyun arkadaşlarıyla buluşmak istemesi gibi.

Gece iyi hisseder kurtlar ve en mutlu oldukları zamandır,  algılarının en iyi işlediği zamandır, karanlık çökünce ayar olurlar, avlanmaya, gezmeye, keşfe. Azim ve hararetle parlar gözleri. Tehlikeli şeylere yönelmek isterler, içgüdüsel olarak. Dişleri kamaşır dolunayda, bir şeyleri ısırmak isterler, bütün güçleriyle, kemik kırmak isterler. Kalın kemikleri çok kolay kırarlar; çeneleri çok güçlüdür. Hiç aç olmasalar bile bir şeyleri öldürmek isterler: Bu onların temel içgüdüsüdür. Avladıkları hayvanların şah damarından akan kanın sıcaklığına bağımlı olmuşlardır.

 

Bizim ikili gece karanlığında ormanda saatlerce ilerlediler ve dinlenmek için mola verdiler.

Kulağı kesik kurt leş gibi çöktü, çok yorulmuştu. Siyah kurt sanki hiç yorgun değilmiş gibi onun yanına kuruldu. Ona kalsa daha saatlerce ilerlerdi; ama yanındaki yorulduğu için bir yerde mola verip kamp kurmanın iyi olacağına karar vermişti.

Aklı fikri zifin’deydi, nerdeydi acaba? Onu bulabilecek miydi? Heyecanlıydı, canı gibi sevdiği yoldaşını mutlaka bulmalıydı.Buluşabilecekler miydi? Yanında kulağı kesik vardı ve ikisinin karşılaşması hiç iyi olmayacaktı. “Zifin buralarda bir yerde olabilir” diye düşünerek ayaklandı.

“Çevreyi kolaçan edeceğim, gözünü dört aç. Bir sorun olursa ulu ya da kaç. Başının çaresine bak; ama sakın kavgaya girişme.  Anlaştık mı?”

“Olur. Ama sen de buraya bir bela getirme.”

“Baş üstüne efendim. Çok çabuk unuttun hani ben yüce efendindim?”

Güldü: “Tabi ki öyle, şaka yaptım. Senin için ölürüm, biliyorsun sana borçluyum.”

“İyi. Her neyse, sağ kalmaya bak, kahramanlık yapmaya kalkma, onlar fazla yaşamaz.”

“Haklısın.”

 

Siyah kurt, hızlı ve çevik adımlarla uzaklaştı oradan. Yere ayakları sanki hiç değmiyordu, bir ışık gibi, yağ gibi gidiyordu, ağaçların arasından kayıyor, kelebek ya da güvercin gibi, taşların üstünden, kayaların üstünden hopluyor, çürümüş kütüklerin üstünden zevkle atlıyor, sonra yine yaylanıyor, bir engeli daha acısız ve zahmetsiz aşıyor ve kendini ormanın hakimi gibi hissediyordu. Kurt olmak ne güzel bir histi. Keskin dişlerinin güvenceciyle, güçlü ve yenilmez çene. Keskin gözler, karanlıkta gündüz gibi görebilmesi inanılmaz bir iyilikti.  Dört ayağı, pençeleri. Birden bütünü gücünü hissetmek istedi, son sürat koşuyordu, zorluyordu kendini, rüzgarı hissediyordu, gözleri kenarlarından esiyordu rüzen rüzgar, aşağı sızıyordu. Siyah kurt yön değiştiriyor, fiziğinin bütün kıvraklığını hissediyordu, başka hareketlere, başka taraflara uçuyordu, koşmuyordu, sanki uçuyordu, simsiyahtı ve bu onu pelerin giyinmiş gibi iyice görünmez yapıyordu ve ürkütücüydü. Siyah renkli olması çok büyük bir avantajdı,  siyah diğer renkler gibi değildir, vahşidir ve saldırgandır ve o rengi taşıyan kurtlar azametli olmasa bile öyle görünür, bir zifiri karanlık yaratığı gibi. Siyah kurt renk avantajını çok sonra fark etmişti, onu ilk gören ondan çok çekiniyordu, bunu siyah renginden olduğunu geç fark etmişti. Onu görenler tehlikeli bir şey hissediyordu, eziliyorlardı karşısında. Ondan acayip çekiniyorlardı, dövüşçü ve yenilmez olduğunu düşünüyorlardı. Çünkü siyahtı rengi, siyah acımasız bir renktir, kindardır, saldırgandır, bencildir.

Gece karanlık yolda beyaz bir köpek görseniz, korkmazsınız; çünkü beyaz cana yakın, yoğun sempatik bir renktir, dışa dönüktür, oysa siyah tam tersi; canidir siyah, bir numara olduğunu söyler. Karanlık yolda aniden karşınıza köşeden simsiyah ve iri bir köpek görseniz irkilirsiniz korkuyla.

Siyah kurt yavaşladı, yorulmuştu, siyah renkli dünyaya gelmesi en baştan şans getirmişti ona. Beyaz size sarılır, siyah ise sizi yere yıkmaya çalışır.

Siyah kurt dinlenmişti ve tekrar hızlandı.

Gökyüzünde ay vardı muazzam biçimde, çocukça koşup hoplayıp zıplama ve engelleri aşma, yani bu heyecanlı oyunla tatmin olmuştu, şimdi aklını başına alma zamanı gelmişti.

Heyecanını atmıştı ve rahatlamıştı. O delice hareket etmek isteyen kaslar ısınıp tatlı kıvama gelmiş, huzura kavuşup alev atmıştı. Şimdi sakin olup araştırmalarını yapmalıydı, çevre dikkatli bak, ormanı hisset, ormanı sez, karanlığı sez, ormanın nefes alıp vermesine eklemlen, adımlarına dikkat et, çok sessiz ol, kokla, kokuları kokla. Her şeyi kokla. Araştırma yap, buradan kimler gelmiş, kimler geçmiş. Sadece koklayarak her şeyi çözümlersin, burada nasıl bir film oynanmış, hı, burada iki sincap varmış, kapışmışlar, yenilen kaçmış, diğeri onun arkasından gitmiş, kaçanda bir hastalık var. Kovalayan güçlü bir erkekmiş, neşeli karakteri var, hepsini kokulardan çözdü.

Kaçan yaşlı bir sincap, hırsız ve kaypak karakterli. Genç sincabın kış için sakladığı yiyecekleri çalmış. Genç sincap ona “namussuz!” diye bağırdı, evet, kokular orada olup biten her şeyi anlatır, tarafların birbirine söylediklerini de, sezersen eğer. Her kokunun özel bir frekansı vardır ve işin içine sezgilerini, tecrübelerin katarsan orada oynanan filmi çok net görürsün kafanın içinde, bütün diyalog ve monologlarıyla.

 

Siyah kurt, çevrede zifine dair bir koku, iz yakalayamadı, canı çok sıkılarak ve umutsuzca kamp yerine yaklaşıyordu. “Belki de onu kaybettim sonsuza dek” diye düşündü, “ve bu yoldaşlık bitti, bittiyse ne büyük acı, artık bununla yaşamak zorundayım.”

Sakin ve dikkatli adımlarla ve bu gece bu ormanca yaşadığından haz duyarak kamp yerine yaklaştığında iki hırlama sesi duydu, dehşete kapıldı, sesler canavarcaydı

ve bastı.

Sanki kamp yerine ışınlanmış gibi bir çırpıda gelmişti.

Manzara çok can sıkıcıydı. Kulağı kesik kurt ve Zifin kapışma hazırlığı içindeydi ve birbirini göz hapsine almış, hırlayıp tartıyor, birbirine atak yapacak gibi duruyorlardı.

Çok yavaş hareket ediyorlardı. Ağızlarından salyalar akıyordu. Keskin beyaz dişleri parlıyordu ıslaklıkla, içinde ay ışığı. Baloncuklar vardı salyalar içinde. Küçük adımlar atıyorlardı, önce biri, öteki geri çekilir gibi yapıp öne atılıyor, bu kez öteki geri çekiliyordu, yaylanıyorlardı,.

Gerginlik hat safhadaydı, bir şey olacak (biri kesin kararla hücum edecek) ve aniden birbirine atılıp boğuşmaya başlayacaklardı, her ikisi de o anı bekliyor, psikolojik baskıyı, hırlayıp birbirlerine diş göstererek devam ettiriyorlardı. Biri sağa gidiyorsa, öteki sola gidiyor, birbirlerine atak yapacak gibi usulca ve kararlı biçimde hareket ediyorlardı. Ağızlarından öfkeli salyalar akıyor, yere düşüyordu parça parça. Biri yanlışlıkla gardını biraz düşürse, biraz dikkatsiz davransa öteki atılıp onu altına alacak ve onun boğazını yakalayacaktı, ve bu saliseler içinde olurdu, şimşek gibi hızlı biçimde. Hedef mutlaka gırtlaktır, çünkü düşmanı oradan öldürebilirsin. Gözler birbirine kilitlenmişti ve orası yansa umurlarında olmazdı.

 

Birkaç dakika önce.

 

Kulağı kesik kurt siyah kurtun bir an önce gelmesini diliyordu, onunla çok güzel bir bağ kurduğunu düşünüyor ve ölene dek, sonsuza dek onunla yoldaş kalmak istiyordu, elinden ne gelirse yapacaktı bunun için. Siyah kurt yanındayken kendini güvende hissediyordu,  sürüsünde bile bir yoldaşı yoktu, onunla vakit geçirmek, bir şeyleri paylaşmak, ay ışığı altında saatlerce ilerlemek ormanda, çok güzeldi, onunla her şey güzeldi, tartışmak bile. Sıkı, sağlam bir dostu olması, böyle dostları oldu mu kurtun hayatta kalma şansı çok yüksektir,  tamam, bu dostluğu ne pahasına olursan olsun sürdürmeliydi, sonsuza dek sürmesi için ona kendini kanıtlayacaktı,  ona yine yemek bulacaktı. Onun kalbini tamamen kazanacaktı. Siyah kurt yokken korkak takılıyordu ormanda,  içinden korkular eksik olmuyordu,  ve gerçek gücünün farkında değildi, siyah kurt ona kendine güveni getirmişti, onu çok becerikli hale getirmişti, adeta kendini bulmuştu, sürüde böyle bir varlık göstermemişti asla, hep babasının ve birilerinin gücü ardına saklanmıştı. O ahmak sürüden atıldığı için muazzam bir sevinç hissetti. Babasının sözlerini hatırladı: “Git gerçek bir kurt ol.”

Babasına zamanında çok kızmıştı; ama babası onu sürüden atmakla hayatının en güzel işini yapmıştı, babasına karşı ilk kez derin ve büyük bir saygı oluştu içinde.

Artık siyah kurt vardı, uyuyacaktı onunla, uyanacaktı ve onu görecekti, onunla yürüyecek, av arayacak, onunla sohbet edecekti.

Eski sürüsünden kurtlar ya da başkaları ona zarar veremezdi, siyah kurt buna asla izin vermezdi. Mertti, cesurdu, gözünü budaktan sakınmazdı.

Sürüsünün o iri aptalları saldırırsa onlara dersini verecekti. Onların ikisini de alt edebileceğine inanıyordu, siyah kurtun nasıl saldırdığını hayal etti, evet, aynen onun gibi atılacaktı, yenilmeyi hiç düşünmeyecekti, siyah kurt gibi cesur olacaktı, o iki iri ayıyı devirecek ve onlar da kuyruklarını arkalarına kıstırıp kaçacaklardı, artık kaybedecek hiçbir şeyi yoktu, ölümse gelsin, artık ne olacaksa olsun; ama bundan sonra asla bir korkak olarak yaşamayacaktı,  o ayılarla karşılaşmadan önce dövüşmesini iyice öğrenmeliydi.  Dövüşmesini iyice öğrenince gidip onlarla hesaplaşabilirdi,  şimdi onlara

tek yakalanmak hiç iyi olmazdı. Sonra. Nasılsa bir gün yolları kesişirdi. Onlardan yediği dayağın acısı büyüktü ve mutlaka günün birinde onlardan öcünü alacaktı. Siyah kurtla dövüş pratikleri yapıp bu işin sırlarını ondan öğrenmeliydi. Bir ara bu konuyu ona açmaya karar verdi.

Kendini düşsel hissediyordu, kendini küçük bir kurt olduğu zamanlardaki gibi huzurlu hissediyordu. Tuvaleti gelmişti, arka tarafa doğru ilerledi.

 

Tam bu sırada Zifin kamp yerine sevinçle yaklaşıyordu, o çok iyi bildiği siyah kurdun o güzelim ve pis kokusunu daha yoğun aldığında içinde sımsıcak bir duygu, dostluk duygusu dalgalanmaya başladı.

Bu dostluk onlarca yıl sürmeliydi, bütün ruhuyla ona kavuşmak, onunla koklaşmak, onunla şakalaşmak istiyordu, şöyle bir yerde saklansa ve sonra o gelirken aniden onun üstüne atlasa, onun ödünü cidden patlatsa, içinden güldü.

Nihayet kamp yerine geldi, dikkatli gözlerle çevreyi araştırdı, siyah kurdu göremedi, şaşırdı, canı çok sıkıldı, burada olması gerekliydi. Kokusu tam burada yattığını söylüyordu. Başka bir kurdun kokusunu aldı. Bu kokuyu çok iyi tanıyordu,  bu iğrenç mi iğrenç koku çok tanıdık geldi burnuna, çıkaramıyordu, düşünmeye başladı, yoğunlaştı ve aniden kulağını kopardığı kurdun kokusu olduğunu anladı. Deli bir öfke sardı içini. Yoksa o pislik siyah kurdu öldürmüş müydü ya da onu yaralamış mıydı?

Ama o aptal ve hantal kurt çok geride kalmıştı, “bize yetişemez ki, peki bu koku ne? Yoksa yetişti mi? O kokunun başka bir kurda ait olabileceğini düşündü, yok, bu koku o kurdun kokusuydu. “Baş belası! Öteki kulağını da koparmamı istiyor demek ki.” Sinirinden güldü.

Arkasında bir çıtırtı duydu, o tarafa yanaştı, buradasın demek, siyah olmalıydı bu,

“Çık dostum ortaya, oyun yapma. Aynısını ben yapacaktım, caydım.” Güldü.

Uzun otların arasından kulağı kesik kurt keskin ve kızgın bir kılıç gibi, öfkeden kor gözlerle çıktı.

Göz göze gelmişlerdi.

Zifin şaşkındı, ne yapacağını bilemedi, panikledi, kaçmayı düştü, titredi korkuyla.

“İlk sefer nasıl oldu da bu taş kafalıyı alt ettim, bu kez de yapmam gerek; ama bir fikrim yok” diye düşündü, “sakın korktuğunu belli etme.”

“Ne güzel bir karşılaşma, seni o kadar çok özledim ki” dedi.

“Sakın yanlış bir hamle yapma, arkada, beni takip eden 2 kurt var.”

Her nasıl olduysa yalan atmak aklına gelmişti.

“Seni arıyorlar, sohbet ederlerken duydum, tabi benim de işimi bitirmek istiyorlar. Şu an arkanda iki tanesi var. Ayak seslerini duymadın mı? Yaklaşıyorlar.”

O arkasına bakarken zifin hayalet gibi yok oldu bir anda, saklandı. Ve ona arkadan yanaşıp poposundan çok güçlü biçimde ısırıp kaçtı ve saklandı,

“Ah”dedi kulağı kesik kurt, “popom! Namussuz!”

“Ayı! dedi fısıldayarak, saklandığı yeri değiştirdi, “Taş kafa. Bağırma, yerimizi belli edeceksin!”

Kulağı kesik kurt kıçında derin bir acı duymuştu, kıçı çok fena sızlıyordu, bu ne vakit arkasına geçti, ne kadar hızlıydı öyle, arkasına dönene kadar çoktan yok olmuştu bir anda, ağaçlardan birinin ardına saklandı, “eyvah!” dedi, “yoldaş nerdesin. Çabuk gel!”

Zifin ağaca yaklaşıyordu. Sırtını kabarttı, kendini daha büyük gösterdi, hırlıyordu ona.

“Senle sonra hesaplaşacağım, şunların icabına bakayım da!”

“Ben kaçar tek kulak.” dedi Zifin, ortadan kayboldu. Yer değiştirdi. Orada sesler çıkardı. Ayaklarıyla. İçinden gülüyordu bu arada.

Yoldaş sen misin dedi kulağı kesik kurt.

Kulağı kesik zifinin ayak seslerini duymuş, onu siyah kurt sanmış, yeniden doğar gibi rahatlayıp sevinmişti. Sonra onun sesini duymuştu. Düşmanı bellediği kurtu karşısında görmek, onunla kafasının içinde kapışmakla apayrı şeydi, korkmuştu; ama korkusunu saklamıştı.

Zifine hırlaması da ölümüne kavga edeceğinden değil; onu korkutup kaçırmaktı, yani o dehşetli canlı kanlı hırlamanın hepsi düzmeceydi, aslı astarı yoktu, bir oyundu, güzel bir numaraydı, hepsi buydu.

 

“Nerden çıktın be sen!” demişti içinden, “hiç havamda değilim, kavga edecek, büyük bir kapışma yapacak kadar zinde ve güçlü hissetmiyordu kendimi.” Geri de adım atamazdı. Oyuna devam ediyordu, büyüklenme, güç gösterme oyunu.

 

Zifin ortaya çıktı, ona hırlamaya başladı, onu korkutup kaçırmaktı amacı.

 

Siyah kurt hırlayarak geldi girdi ikisinin arasına. O an birbirine kilitlenen ve alev almaya hazır iki kurt duraksadı, dikkatleri dağıldı, öfkelerinde bir gedik açıldı. Zaten ikisi de kapışmak istemiyordu.

“Sakin olun çocuklar, sakin. İkiniz de iyi çocuklarsınız.”

 

Zifin: “Dost ha, bu çapulcuyla dost mu oldun?!”

“Sakin ol. Yaşatmaya çalış. Öldürmeye değil. Önce dostluk köprüsünü uzat.”

Kulağı kesik: “Bu kurtla eski bir hesabım var, onu kapatmanın zamanı geldi.”

Zifin dedi ki: “O sana yetmedi anlaşılan. Demek ki senin diğer kulağının yarısını da koparmanın zamanı geldi, arkadaşım!”

“Ben senin arkadaşın değilim, ağzından çıkanlara dikkat etsen iyi edersin!”

Siyah kurt ikisine de hırladı. İki kurt geri çekildi, sinirli biçimde bir o yana gittiler bir bu yana, oldukları yerde.

İkisi de erkekçe cesaretten ödün vermek istemiyor, korkmuş ve sinik algılanmak istemedikleri için kapışma hevesli pozlar veriyor, kükremelerle birbirine göz dağı veriyorlardı araya siyah kurt girmiş olsa da.

İkisi de aslında dövüşmek istemiyordu, bütün mesele şuydu: Zifin, zamanında şans eseri hurda haşat ettiği kurdun ondan korktuğunu düşünmesini istemiyordu, kulağı kesik de zamanında hafife aldığı kurttan rövanşı almak istiyordu; ama şimdi değil.

İkisi de siyah kurdun aradan çıkmasını istemiyordu. Ama çık diye rol kesiyorlardı.

Siyah kurt dil dökmekten yorulmuştu. Aralarından çıktı.

Bu sırada çok öteden kurt ulumaları duyuldu.

Siyah kurt Zifin’e, sonra kulağı kesik kurda baktı: “Canını seven kaçsın. Siz isterseniz kapışın, benim buradan toz olmam lazım” dedi.

Kulağı kesik kurt: “Gel öteki kulağımı kopar.”

“Tek sağlam kulağına saygılarımı sunarım, almayayım.”

“Neden?”

“O ayı gibi iri kurtlar gelip benim iki kulağımı koparır.”

“Aferin, başına geleceği ne güzel dedin.”

“İntikam almayacak mısın?”

“Kesik kulağım bağışla onu diyor.”

“Sevdim. Öce peşinde olmadığına sevindim.”

“Yok, öcümü alacağım, hadi bir kulağımı kavgada kopardın, kavga olur, gözü çıkan kurtlar vardı sürümde, olur, başardın bilmeden. Benim hazmedemediğim şu, kulak gitti, sorun yok, duyuyor yine, saklandın ve hayalet gibi yanaşıp popomu ısırdın, bunun hesabını vereceksin? Benimle dalga geçmenin hesabını vereceksin!”

“Kusura bakma. Dost olamaz mıyız? Bir şans veremez misin?”

“Muhabbetiniz sabaha kadar sürsün. Yiyin birbirinizi! Ben kaçar” dedi siyah kurt, fırladı, diğerleri yeteri kadar yumuşamış ve soğumuştu olumsuz hislerden, bir an boş ve kaypak ve barışçıl gözlerle birbirine baktılar, aynı anda aynı yöne fırladılar, siyah kurdun peşinden mermi gibi koşuyorlardı. Bu sırada aralarında bir rekabet başladı, hangimiz siyah kurda yetişecek diye.

 

 

Bu rekabetli eğlenceli oyun tamamen kendiliğinden doğmuştu, birbirlerine bakıyorlardı arada. O hırlaşma, köpük köpük kapışma sanki hiç olmamış gibi unutulmuş, ya da üstünden sanki asırlar geçmişti ve şimdi bu iki kurt çocukça bir tutumla, olağanüstü bir sevinç ve heyecanla birbirini geçmeye çabalıyordu, sanki kapışma dişe diş değil de; bu yarış biçiminde sürecek ve galip olan savaşı kazanacaktı; kan dökmeden. Karanlık ve gölgelerle, duvar gibi kalın zifiri gölgelerle ormanda ikisi de canı çıkar gibi koşuyordu,  kulağı kesik kurtla zifin arasındaki yarışta bir zifin, bir kulağı kesik öne geçiyordu, ikisi de çok asılıyordu bu yarışa, önce siyah kurdun yanına varmak gurur meselesine dönüşmüştü ikisi için de, siyah kurdun övgü ve sempatisini kazanmak, daha çok sevilmek şansı, siyah kurt böyle şeyler, rekabeti, mücadeleyi çok sever, ikisi de bunu hatırlayarak büyük güç sarf ediyordu. Zifin ufak hafif bir kurttu, asıldı dişini sıkarak, kulağı kesik kurtun ayağına bir şey battı, yavaşladı ve zifin çarçabuk arayı açtı. Mesafe çok açılınca zigfinin bütün heyecanı ve coşkusu birden yok oldu ve durdu. Kulağı kesik kurdun gölgesi bile onu heyecanlandırırdı, o olmayınca koşmanın anlamı yoktu ki. Kulağı kesik ona yetişince zifin mutlulukla dört köşe oldu, “nerde kaldın kardeşim, çok merak ettim seni” der gibi dostça başını çevirip ona baktı, aslan gibi koşarken, tam yanındaki rakibine, eze eze, parçalaya parçalaya yenmek istediği rakibine. Zifin yine arayı açmaya başladı, yavaşladı, tek başına bu oyun hiç zevkli değildi. Aynı hizaya gelmişlerdi, Zifin arada onun öne geçmesine izin veriyordu, onun yüreklenmesine ve yarıştan kopmamasını sağlıyordu. Ona arada bakıyor ve içinden gülüyordu. Ve kulağı kesik kurt yere yuvarlandı birdenbire. “Seni ahmak” diyordu içinden Zifin, önündeki yere eğilmiş dalı göremedi ve tepe taklak oldu, zifin durdu ve onun yanına gitti hemen. Kulağı kesik kurdun başının

çevresinde garip garip yıldızlar dönüyordu, beyin travması geçiriyordu. Yerde acı içinde kıvranıyordu.

“İyi misin?” diye sordu zifin, acıyarak.

“Sana ne!”

“Çabuk olsan iyi edersin. Yoksa o kurtlar seni paramparça eder.”

“Sen işine baksan iyi edersin. Teşekkür ederim.”

“Bir şey değil, kardeş.”

“Demek kardeş, ha? Öyle mi?”

“Sağır mısın, o iri güzel kulaklarına taş mı kaçtı, kütük kafa!”

“Kütük ha?”

“Aynen öyle.”

“Neden?”

“Başlarımız kavgada çarpışında kütüğe çarpmış gibi acı çektim, kardeş.”

“Bana ikide bir kardeş kardeş deyip durmasan iyi edersin. Seninle hesabım bitmedi. Seni yalnız yakalayacağım bir zaman gelecek ve o zaman işini bitireceğim. Yani kulaklarının ikisini de koparacağım.”

“Sen öyle san, kardeş.”

“Bana kardeş deme!”

“Neden?”

“Çünkü bir kulağım gitti. Kulağımı kopar ve sonra kardeş de bana, bu öyle kolay değil.”

“Kusura bakma.”

“Nedenmiş?”

“Kalın kafalısın arkadaşım kalın.”

Hırlaştılar.

Koşarak geldiler siyah kurdun yanına. Siyah kurt onları bekliyordu.

Zifin ve kulağı kesik kurt birbirine hırlıyordu.

Siyah kurt onlara yaklaşmıştı, az geride durdu, çevreyi kolaçan etti, sesleri dinledi, sonra huzurla başını çevirip onlara baktı: “Rahat durun, rahat, ahmaklar! İyice gürültü yapın da yerimizi belli edin, olur mu?”

İki kurt birden kılıç gibi bir sessizliğe gömüldü.

“Koklaşın bakalım da bitirin şu kavgayı. Dön arkanı Zifin, koklasın seni!”

“Neden önce ben?!”

“Zoruna mı gitti!? Önce sen! Çünkü bu yakışıklının güzelim kulağını kopardın.”

Siyah kurt ötekine bakınca Zifin ona dil çıkardı.

Siyah kurt şöyle dedi: Sonra kulağı kesik sen dön arkanı, koklasın seni, acilen uzlaşmazsanız ben yokum, kendinize başka dost bulun. Başka ekip başı!”

 

Kurtlar arasında bu seramoni olmazsa olmazdır. Bir kurt düşmanı bildiği kurta asla arkasını dönmez; ama dost kurtlar bunu sevgi ve yoldaşlık mesajı olarak yaparlar birbirine. Böylece iletişim kanalını, aralarındaki sevgiyi yüceltip güncelleyip korumuş olurlar. Bu;            “seni çok seviyorum, biz bir ekibiz, biz sonsuza dek dostuz, biriz” deme biçimidir. Birbirini kabullenme ve hazmetme.  Ondan önce ne olursa olsun, ölümüne kavga olsa bile. Koklaşarak çözerler en büyük sorunlarını, uyuşmazlıklarını.

Bu toplumsal uzlaşı, mutabakattır. Kurtlar sık sık bu koklaşma töreni yaparlar birbirine. Ve birbirlerini yalarlar.

Birbirlerini kokladılar ve yaladılar.

 

Saatlerdir ilerliyorlardı, sabahın ışıkları yaklaşmıştı.

Nehrin kıyısından ilerliyorlardı, içeri bölgeye, ormana girdiler. Kamp kurmak için.

Kulağı kesik kurt geride kaldı. İçinden böyle gelmişti, takip edilip edilmediklerinden emin olmak istiyordu.

“Siz gidin, ben az sonra gelirim, etrafı güzelce kontrol edeyim” demişti onlara.”

 

Kulağı kesik kurt tek başına ilerledi, etrafı araştırıp kontrol etti, çevrenin güvenli olduğuna tam kanaat getirince içine bir ferahlık doldu ve keyifli adımlarla ormanda keşifler yapmaya, yiyecek aranmaya başlarken

düşüncelere dalmıştı ve farkında olmadan diğerleriyle arayı çok açmıştı. Sürüsünden atılmıştı ve yeni dostlar edinmişti, vahşi ormanda hayatta kalmayı başarmıştı, eşi olacaktı, istediği her şeye sahip olacaktı, bir kurt için gelişimde önemli faktörler neyse hepsine sahipti, siyah kurt ve zifin. Çelimsiz bu iki kurttan alacağı binlerce ders, öğreneceği çok şey vardı, bu ikisinde süründe hiç görmediği özellikler, düşünceler ve yaşam ve hayatta kalma sitili vardı ve onların hepsinden de çok hoşlanmıştı.

Zifin’e karşı lafın gelişi olarak olsa bile kapatılacağı bir hesabın olduğunu söylemesi erkekçe tutumdan ileri geliyordu, erkekçe sağlamlığı böyle emrediyordu ve ona bok sürülmemeliydi. Ve zifin çok nitelikli bir düşmandı ve nitelikli dünşan çok şey öğretir, ve ondan iyi dost da olabilirdi. Sürüsünde geçirdiği güzel ve mutlu günleri hatırladı, içi acıdı, sürüde sevdiği kurtu hatırlayınca içini bir karanlık sardı üzüntüden, beyni uyuştu acı ve hasretle.

Gökyüzündeki aya baktı, acıyla uludu, bunun ne kadar tehlikeli olduğunu hesap edecek halde değildi, içinden ulumak gelmişti ve ulumuştu, ilerlemeye devam etti, çok geçmedi. Aniden karşısında sürüsünden bir kurtu gördü, kaçmayı düşünmüştü hemen ama durdu. Karşısındaki dostça bakmıyordu, kulağı kesik kurt kavgaya hazırlandı, hırladı.

“Seni pis hain. Düşmanlarla ye iç, yat, ha?”

Kulağı kesik kurt korkuya kapıldı, onun cüsseli olduğunu fark etti. Kaçmayı düşündü. Tam bu sırada arkasındaki kurtu fark etti. Arkadaki ona hırladı.

Kulağı kesik kurt ellerinden kurtulmanın bir yolunu düşünüyordu.

“İstediğim kurtla dost olurum, bu sizi ilgilendirmez, çekilin gidin yolunuza, aksi halde ikinizi de yere sererim.”

Sürüde birlikte büyüdüğü iki dişi kurttu bunlar. Onun ablaları sayılırlardı. Aralarında bir sene fark vardı.

Onları her oyunda yenerdi, ağızlarından et çalar, saklandığı yerde eti yiyip sürüye dönerdi. Ablalar onun et çalmasına müsaade ederlerdi, müsaade sonucu onları yendiğini bilmiyordu.

“Zamanında sizi çok yendim.”

“Sen öyle san!” dedi öndeki kurt, “Şimdi canını çıkaracağız.”

Öteki kurt söze girdi: “Eski günlerin hatırına sana kaçman için fırsat veriyoruz. Kaç git uzaklara, kurtar kendini. Baban ve adamları seni bulursa öldürecek.”

“İki kızdan kaçacak kadar korkak değilim. İstediğim yerde dolanırım. Ben size müsaade veriyorum, gidin yolunuza yoksa iyice pataklarım sizi, eski günlerin hatırı var, sizin canınızı yakmak istemem.”

Dişi kurtlar güldü ve birden saldırıya geçti.

Kulağı kesik önce ikisini de savuşturdu; ama ikili toparlanıp bastırdı, biri arkadan biri önden saldırıyordu, ikisiyle uğraşmak gittikçe güçleşiyordu. Kulağı kesik kurt onlardan birini can alıcı yerden yakalayıp ısırması ve böylece işini bitirmesi gerektiğini anladı,  ve ikincisine geçecekti, onu da ısırdı mı kaçma fırsatı bulacaktı. Eğer onları iyi bir noktadan ısırıp canlarını yakamazsa tek başına onlara uzun süre direnemezdi, bu iş uzarsa

çok yorulacak, kazanan onlar olacaktı,  bir kavganın ilk saniyeleri çok önemlidir, ilk saniyelerde atak yapıp üstünlük kuran psikolojik savaşı kazanır ve kavgayı kazanmak için büyük bir avantaj elde eder. Ama kulağı kesik kurt kavgalarda sonradan açılırdı, ne kadar hırpalanırsa hırpalansın, direnç gösterirdi. Kurtların gövdesini, ayaklarını ya da gırtlağını yakalayıp ısırmak istiyordu. Ama her seferinde kaçırıyordu ve ısırılan kendisi oluyordu, kapışma giderek daha alevli hale geliyordu, iş uzuyordu, bir kulağı kesik bastırıyor, bir ötekiler, yorulmuştu kulağı kesik kurt, arkasını ağaca verdi ve dinlenme şansı elde etti .

 

Zifin ve siyah kurt sesleri duymuştu, geri baktılar.

“Bir şey oldu ona, gidip bakayım” dedi siyah kurt.

“Sen dur” dedi zifin, “ben hallederim.”

“Neden gitmek istiyorsun, fırsatını bulsa seni gebertir?”

“Aramızdaki sorunu böylece çözebiliriz. Bir fırsat bu.”

“Haklısın.”

“Başı belada. Gidip yardım edeyim. Sen burada beni bekle.” dedi Zifin.

 “Gitme” dedi siyah kurt.

“Neden?”

“Seni öldürür, sana tuzak kuruyor olabilir.”

“Sanmam tuzak kuracağını, kalın kafalıdır o.”

“Nasıl anladın?”

“Sonra anlatırım.”

“Ben de geleyim.”

“Olmaz, tuzak olabilir dediğin gibi. Tek başına hallederim, halledemezsem seni çağıracağım, koş gel.”

 

Zifin, ciddi bir terslik olduğunu hissediyordu, olay yerine yaklaştığında sesler belirginleşti, kulağı kesik kurtun can havliyle kapışma sesi kulaklarındaydı ve o an koparak, adeta yaydan çıkan ok gibi olay yerine geldi ve hiç düşünmeden, hesap kitap yapmadan bütün öfkesiyle kurtun birinin üstüne çullandı. Kulağı kesik kurt onu fark edince gözlerine inanamadı, hayal gördüğünü sandı, şoke olmuştu ve rakibine büyük bir cesaretle yöneldi ve bastırdı.

Bu kulağı kesiğin hiç ummadığı bir şeydi, zifin ona yardıma gelmişti, çok sevindi ve bütün gücüyle rakibine atak yapmış, büyük bir üstünlük kurmuştu. Mucize gibi.

Evet, artık bire karşı iki değildi, bire bir savaş veriliyordu ve adil olan da buydu.

Kulağı kesik; kısa, yoğun ve çok etkili ataklar sonunda onun gırtlağına erişti ve sıktı, bir acı çığlık duyuldu, eski dostunu öldürmekten korktu ve dişlerini gevşetti.

Bu sırada zifin diğer kurdu etkisiz halde getirmişti, iki kurt da yaralıydı, arkalarına bakmadan ciyaklayarak kaçıp karanlığın içinde yitip gittiler.

“İstesen onu öldürürdün” dedi zifin.

“Çocukluk arkadaşımama bu dayağı 25 sene unutmaz artık. Sen de onu mahvettin. Onu öldürebilirdin?”

“Yok be; nerdeyse o beni öldürecekti. Sadece direndim. O vakit o korktu, yenileceğini sandı. Böylece kazandım.”

“Pek cesurmuşsun. Beni haklamayı düşünüyor musun?”

“Canımı sıkarsan neden olmasın. Destek için teşekkür ederim.”

“Ters konuşma benimle, kardeşim. Hayatını kurtardım. Bana borçlusun.”

“Haklısın, kardeşim.”

Zifin onun kardeşim lafını duyunca çok mutlu oldu. Nihayet ondan olumlu ışık alması

 

Siyah kurt da gelmişti yanlarına,  az öteden onlara bakıyordu, mızıldadı: “Haydin millet, burayı hemen terk etmemiz lazım. Olay yerini çabuk terk et. Akıllı kurtların en önemli hayatta kalma kurallarından biridir.”

Siyah kurt fırlayıp gözden kayboldu, uçarcasına. Ölümsüz güzel ruhlar vadisindeki kurtlar ya da atlar misali.

“Olay yerini çabuk terk et” diye içlerinden mırıldandılar dua gibi.

Zifin ve kulağı kesik kurt fırlamıştı.

Kulağı kesik şöyle dedi: “Teşekkür ederim! Benim için canını tehlikeye attın, az kalsın kestaneyi çizdiriyordun, bir ara o kurt seni yere sermişti.”

Güldü: “Kardeş kelimesini unuttun” dedi öteki, “Teşekkür ederim kardeş demeliydin.”

“Teşekkür ederim, yoldaş” dedi.

“Rahat olacağım. Artık düşmanlık yok. Anlaştık mı?”

“Sana bir can borcum var. Onu ödedikten sonra kaldığı yerden devam.”

“Sen mankafa mısın?”

“Kesinlikle.”

Güldü: “Bana borçlusun.”

“Öyle.”

Muziplik yapmasından hoşlanmıştı. Ona takılmak istedi: “Bu iyi oldu koca baş. Birlikte o iki iri kurdu dövdük güzelce.”

“Koca baş da ne be?!” diye bağırdı, “iğrenç bir ad!”

“Başın çok büyük dostum.”

“Saçmalama, bak beni çok kızdırdın!”

“Senin adın koca baş olsun, ha?”

“Olmaz.”

“Neden?

“Başım küçük çünkü. Ama sen koca başsın.”

“Küçültücü. Lütfen dalga geçme benimle. Kendimi bok gibi hissettim.”

Siyah kurt öteden güldü: “Koca baş çok güzel bir ad. Sevdim.”

Zifin sordu: “Sürüde adın neydi?”

“Çok yediğim için şişko derlerdi bana.”

“Kocabaş çok asil durdu. Zamanla alışırsın. Ama düşündüm de senin adın Çelik Baş olsa iyi olur, o koca kulak koptu; ama hastalanmadın, bunalıma girmedin. Sana Çelik Baş desek çok uygun olacak.”

Siyah kurt: “Pek tuttum bu adı” dedi, “evet, Çelik Baş olsun adı, ama canımızı sıkarsa da Koca baş deriz buna.”

Zifin güldü, siyah kurt da.

Zifin ona yanaştı: “Dostum orası acımıyor mu?”

“Acıyor.”

“Kan akıyor.”

“Kavgada yuvarlanınca kabuk bağlayan yara azdı.”

“Acıya dayanıklısın.”

“Koptuğunda çok fena acımadı, o an hissetmedim, sonradan çok acıdı.”

Zifin, onun kulağını yaladı: “İyi geldi mi?”

“Evet. Teşekkür ederim, kardeşim. Zahmet oldu.”

“Ne zahmeti canım. Bugün senin kulağın koptu; öteki gün benimki kopar.”

“Ağzından yel alsın dostum.”

“Şakasına dedim.”

Kulağı kesik dedi ki: “Tabi ben koparmazsam.”

Zifin güldü.

Çelik Baş dedi ki: “Babam şöyle derdi: Bir kurtun bedeninde, yüzünde ne kadar çizik yara bere varsa onun profilini özetler, geçmiş hikayelerini anlatır, kuvvetli karakterini, azmini, mücadele gücünü. O kurt saygı duyulacak kurttur mutlaka. Çok zorlu günler ve kavgalardan sağ kurtulmayı başarmıştır çünkü.”

“İyi demiş. Onun iki kulağı sağlam mı?” dedi Zifin.

“Sağlam ve tertemiz.”

“İyi kurt analizi güzel; ama kendisi boş.”

“Neden?”

“Sen kalın kafalısın.”

“Neden?”

İki kulağı sağlamsa adam akıllı kavga vermemiş demektir.”

“Neden, neden, neden?” dedi peş peşe, yanaşıp onun yüzünü yaladı.

“Iy yapma şunu be dostum. Ağzın leş gibi kokuyor.”

Önde siyah kurt gülüyordu.

“Toplumsal hiyerarşi ve sevgi için gerekli değil mi?”

“Saçmalama!”

“Sen kapa çeneni! Gerekli değil mi siyah kurt?”

“Gerekli. Sana bir saat yalama müsadesi verdim.”

“Kamp kuralım yapacağım.”

“Asla. Konuşmam bak!”

Diğerleri güldü.

 

Saatlerce ilerlemişlerdi, yorgunluktan ayaklarına çok ağır bir çapa bağlanmış gibiydi.

Ormanda iyi bir yer buldular ve orada sabahlamaya karar verdiler. Ormanın kıyısıydı burası.

Yokuşun aşağısında tek katlı bir köy evi vardı. Evin köpeği zincirle bağlıydı, kurtlar farkında olmadan oraya çok yakın geçmişler, köpeği fark edince uzaklaşmışlardı. Köpek kurtları görmemişti, sadece kokularını almıştı ve öfkeyle havlamaya başlamıştı.

Siyah kurt dedi ki: “Çocuklar burası uygun değil. Köpek susmak bilmiyor. Başımıza bir bela gelmeden uzak bir yere gidelim.”

Ormanın iç bölgelerine, ağaçların sık olduğu, zifiri karanlık yerine girdiler. Dinleniyorlardı.

“Çok pis bir savaş verdik, Çelik Baş’ı bir görseydin.” dedi Zifin.

“Yok be dostum, asıl iyi olan sendin.”

“Çocuklar, onları alt etmenize çok sevindim, sizle takıldığım için gurur duydum kendimle. Çelik Baş, babanın o sözleri harikaydı. Ben de buna inanıyorum, bir kurdun yüzü ne kadar izle doluysa o kadar deneyimlidir. Benim babam da şöyle derdi, büyük abilerime: Zaman çabuk geçecek, yetişkin bireyler olacaksınız, sürüden atılacaksınız, yıllar geçecek ve yaşlanacaksınız, şansınız varsa, hayatta kalma becerilerini uygular ve geliştirirseniz kendi sürünüzü kurabileceksiniz. Akşam çökerken üzüleceksiniz, eskisi kadar güçlü olmadığınızı fark edeceksiniz, daha yavaşsınızdır ve bilge. Şöyle düşünürsünüz cırcır böcekleri öterken, en güzel dönemlerimiz ne zamandı diye soracaksınız kendinize ya da yanınızdaki akranlarıza. Sohbet başlayacak. Birbirinize eski serüvenleri anlatacaksınız. Yeniden yaşar gibi. İçinize can gelecek.  Sevineceksiniz. Heyecanlanacaksınız hikayeleri dinlerken ya da anlatırken. Bir gün dönüp geriye baktığınızda, mücadelelerle geçen yılların en güzel dönemler olduğunu fark edersiniz…”

Sessizlik oldu.

Hepsini de can sıkıcı  ve yakıp kavuran hisler sardı, bir şekilde kaybettikleri aileleriyle ilgili görüntüler döndü zihinlerinde. Sonsuza dek onlarla yaşayacaklarını düşünürken en acı biçimde onları kaybetmişlerdi. Berbat hissediyorlar; ama belli etmiyorlardı.  Berbat bir karanlığın içinde koşuyordu kalpleri.

Siyah kurdun ettiği söyler alev alev bir etki göstermişti onlarda, siyah kurdun da ciğeri parçalanmıştı: Birçok ortak özellikleri vardı, en önemlisi hepsinin de yalnız olmaları ve bir şekilde ailelerini kaybetmiş olmalarıydı ve birbirlerine tutunarak güç ve teselli buluyorlardı.

Hepsi de kaybettiği ailelerini, hiç hatırlamadıkları anılarını hatırlayıp o anları detaylarıyla düşünüyordu, Çelik baş’ın acısı tazeydi, ailesini kaybedeli çok uzun bir süre olmamıştı. Diğerleri o acıya dayanıklı hale gelmişti, alışmışlardı.  Oysa Çelik Baş iri ve kendine güvenli görünümü altında bir çocuk kurt ruhu taşıyordu.

Sürüsüyle, ailesiyle olan bağı çok tazeydi, nasır tutmamıştı ve

o içsel ve ruhani bağı yitirmemişti. Onlardan, onu sürüden atan babasından nefret ediyor olabilirdi; ama bu onları sevmesine engel değildi. Ama derinlemesine düşününce babasının iyi bir şey yaptığını düşünüyor, öfkesi yerle bir olup gidiyordu.

Zifin sordu: “Şu sürü bizi takip ediyor mu, yoldaş, arayı çok açtın, herhalde izimizi kaybetmişlerdir?”

“Bilemem” dedi Siyah kurt,“Onlara bizi takip etmeleri için çok sebep verdik. Bize çok kızgınlar. Onlardan birini aramıza aldık, dost olduk, onları güzelce dövdük.”

Diğerleri güldü.

Çelik baş dedi ki: “Babam delidir, deli yüreklidir, sizi ele geçirene kadar durmaz. Sizi gebertir.”

Zifin güldü: “E seni de o zaman.”

“Evet. Onun icabına bakmalıyız.”

“Ne yapıp edip pes ettireceğiz.” dedi siyah kurt.

“Nasıl?”

“İzimizi kaybettireceğiz. Şimdi uyuyup dinlenelim. Güç toplayalım.”

“Ben çevreyi kolaçan edeyim, belki bir av yakalarım. Siz uyuyun.” dedi Çelik Baş, “açlıktan ölüyorum.”

“Av yakalayacakmış. Kolay mı sandın?” dedi Zifin.

Siyah kurt dedi ki: “Belki yakalar. Ama bence dinlen önce.”

“Hemen gitmem şart. Aksi halde uyur kalırım.”

Zifin şöyle dedi: “En son uzaklaştığında o kurtlar seni buldu ve nerdeyse gebertiyordu, bence otur oturduğun yerde.”

“Haklısın. Ama açlıktan da ölemeyiz ya. Aç olmasam gitmezdim. Bir sorun olursa sakın gelmeyin, kaçın kurtarın canınızı, belki de o zaman bizimkiler peşinizi bırakır, bela oldum başınıza.”

“Ne belası canım, yok öyle şey” dedi Siyah kurt ve öteki.

Onlar kıvrılıp yattı ve Çelik Baş uzaklaştı.

Zifin: “Tek başına bir halt beceremez. Ben de onunla giderdim; ama gücüm yok”

Siyah kurt ince biçimde gülümsedi: “Becerir.”

“Başımıza bela getirecek. İzin vermemeliydin.”

“Yok;  o işini bilir. Bir keresinde bir iri domuz yakaladı.”

Siyah kurt o hikayeyi anlatmaya başladı.

 

Çelik Baş çevreyi dolanırken oradan iyice uzaklaştı, köy evinin o taraftan o köpeğin deli gibi havladığını duydu, ses birden kesildi ve Çelik Baş köy evinin oraya gitmeyi canı çok istedi. Bu tehlikeli olabilirdi; ama açtı ve kolaydan yiyecek bulabilirdi. Sürüsünün köy evlerine asla yaklaşmama kararı vardı, bu bir ilkeydi, şimdi herkes mışıl mışıl uyurken o köy evine yaklaştığını kim bilebilirdi ki. Köpek sesi yoktu.  Hem aptal köpek bağlıydı. Risk alacaktı; ama olsun. Korkuyordu, ama açtı ve açlığını giderecek olması düşüncesi büyülüydü, büyülü çekime uymuştu. Gidip orayı araştıracak, alabileceği bir yiyecek varsa alıp sıvışacaktı.

Karanlığa yumulu eve arka taraftan yaklaştı. Eli tüfekli bir adam elinde el feneriyle orada dolanıyordu, aniden fark etti onu, birkaç metre ötedeydi. Siyah kurt hemen saklandı iri salatalık bitkisi altına, sindi. Adam birkaç saniye kaldı orada, uzaklaşınca Çelik Baş fırsat buldu ve oradan sıvıştı, bahçenin diğer bölümüne, domates ekili alana girdi, iri bitkilerin altından geçerken o da nedir, bir keçi ölüsü vardı, keçiyi kaptı ve fırladı.

Kamp alanına vardı. Keçiyi yere bıraktı, nefes nefese, mutlu ve heyecanla.

Siyah kurt dehşete kapıldı: “Bu da nedir böyle!?”

“Köy evinin orada buldum. Ben öldürmedim dostum, böyle buldum.”

Zifin de uyanmıştı: “Ben sana demiştim. İşimiz bitik.”

“Burayı hemen terk ediyoruz!” dedi Siyah kurt.

“Keçi ne olacak” dedi Çelik Baş, “Mis gibi keçiyi yemeden mi gideceğiz?”

“Bela o. Hemen toz oluyoruz buradan!”

Tabanları yağlamışlardı,  mide bulandıran bir korku sarmıştı içlerini. Çok can sıkıcı bir şey hissediyorlardı: Çuvallamak! Çuvallamak yani Başarsız olmak hayatta en kötü histir, iğrençtir.

Öldürülmek! Siyah kurt bunun ne olduğunu iyi biliyordu ve eski travmasını hatırladı.

Hayatlarını kurtarma içgüdüleri deli çelik kelebekler uçuşuyordu tabanlarında, çalıların arasında uçarcasına çok yumuşak biçimde ve hayalet gibi ilerlerken sanki ayakları yere değmiyordu, çalıların ve dikenlerin üstünden atla, iri yaprakları ittir, hopla kayanın üstünden; ama dikkat et ilerde ağaç var, bas oğlum, belleri inanılmaz esnek şimdi, pençeleri yaylı sanki, tehlike büyük olunca, hayati risk kuvvetli olunca böyleydi işler, bütün gücünce sıvışmak şart oradan. Kalpleri başka türlü atıyordu, zihinleri tek şeyle ilgileniyordu, kaç kurtul, kaç kurtul, kıpkızıl ya da kıpkırmızı bir alarm  ötüyordu kan akışlarında.

Son sürat koşuyorlardı ağaçlardan boşluğu, yolu kolay bulduklarında. Bir ara yavaşladılar, ormanın burası engellerle doluydu. Yürüyorlardı. İşte o an karşıdan yüzü gözü kan içinde bir kurt ağaçların arasında şıp diye karşılarına çıktı, birdenbire.

Hepsi de donup kaldı, bakışıyorlardı.

Çelik Baş’ın babasıydı bu. Gözlerini oğluna dikince ve temiz yüzünden onun baba olduğunu anladılar.

Çelik Baş şaşkındı, ne yapacağını bilemedi. Kendini küçüklüğündeki gibi hissetti. Endişeyle, acıyarak; “baba bu halin ne?” diye sordu.

“Beni geç, sen düşmanlarımızla ne yapıyorsun?!”

Babasına hırladı. Babası topallıyordu.

“Oğlum, ne yapıyorsun düşmanlarımızla?”

Çelik Baş çocukça hislerden hemen çıkıvermiş, kendine gelmişti: “Bu söylemleri geç baba, beni sürüden attın sen.

Bir düşman varsa o da sensin!”

“Babaya isyan edilmez. Bakıyorum da çatır çatır konuşuyorsun. Kalın kafalı seni! Hep sana hayatı, ormanı öğretmeye çalıştım. Seni büyütmek için ne büyük emekler harcadım. Bakıyorum da zihnin açılmış. Taş kafalı seni!”

“Artık yetişkinim ve onlar da gerçek dostlarım. Korkuyla, baskıyla, işkenceyle öğretmeye çalıştın.” Ona hırladı.

“Evlat, bunlar senin beynini yıkamış. Benle bir ol da onların işini bitirelim.”

Siyah kurt: “Bu acıklı muhabbeti bölmek istemezdim; ama biz kaçıyoruz,  Çelik Baş. İstediğin kararı vermekte özgürsün. İstersen onunla kal.”

“Evlat” dedi, keçiye bakıyordu: “Bu benim öldürdüğüm keçi. Dostların hırsız oğlum. Orada on keçi geberttim. Bağlı köpeğin de işini bitirdim. Diğeri peşimden geldi. Onunla fena kapıştık. Ayağımdan yaraladı beni. Çok iriydi. Canımı zor kurtardım.”

 

Siyah kurt fırladı. Aynı anda Zifin de fırlamıştı. Ama zifin durmuştu aniden. Çelik Başı, yeni dost olduğu ve kardeşinden öte sevdiği kurdu bırakmak istemiyordu. Onun kararı neyse saygı gösterecekti. Bunu öğrenmek istiyordu.

Siyah kurt da ötede durdu ve geri baktı: “Zifin devam et. Ben gidiyorum.”

Çelik Baş şöyle dedi ki: “Zifin koş, hemen uzaklaş, babamla baş başa konuşup geleceğim.”

Zifin basacaktı. Duraksadı. Çelik baş babasına son sözleri söyleyecek ve ona güzelce veda edecekti; ama o an at gibi iri köpek çıkıp geldi.

Çelik Baş bu kudurmuş gibi öfekli köpeğin babasını parçalamasını seyretmeyecekti, köpeğin üstüne atıldı. Köpek onu yere serdi tüyü sırtından atar gibi, baba kurt oradan kaçıp gitti ve Zifin de kavgaya girdi. Zifin köpeği çok sağlam ısırıp canını yakmıştı.

Öteden sahneyi izleyen siyah kurt kavgaya dalmasa olmazdı, mecburdu, dostlarını bırakamazdı, ölümüne fırladı.

Zorda kalan zifin bir tarafa kaçınca köpek peşinden gitmişti, Çelik Baş da onların peşinden.

Siyah kurt onları aradı; ama bulamadı. Her şey saliseler içinde olmuştu.

 

Siyah kurt o gece iki yoldaşını kaybetti. Onlara ne olduğunu düşünüp durdu, ormanlarda hep onlara rast geleceğinin hayalini kurdu; sonunda o hayaline ulaştı. 3 ay sonra. Ne olup bittiğini öğrendi.

 

İsa Kantarcı

 





Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

ATLAR ve İNSANLAR (aşıklar için)

İLK AŞKLAR, "İYİ KIZLAR AŞIK OLUR" ROMANINDAN BİR ÖYKÜDÜR