KÖYLÜ KIZ KEZBAN
KÖYLÜ KIZ KEZBAN
Sabahın erken saatleriydi, bölgede 3 gündür kar fırtınası
vardı, yoğun rüzgarla kırbaç gibi yağan ince kar insana nefes aldırmıyor, her
şeyi zora, ister istemez kanlı bir mücadeleye sokuyordu. Dağın yamacında 3 kişi
kaplumbağa gibi ilerlemeye çalışıyordu, dizlerine kadar kara batmışlardı, bu üç
adam elektrik onarım arıza ekibiydi, adamlardan biri çok öndeydi, yumuşak ve
derin karda ilerlemekten nefes nefese kalmışlardı ve tamir çantası, ve
boyunlarına asılı halatlar vardı, elektrikleri kesik olan köye ulaşmaya
çalışıyorlardı. Ölüm tehlikesi altına çok zahmetli
bir yürüyüşten sonra yamacın bir noktasında elektrik direkleri göründü,
gri renkli dört ayaklı elektrik direkleri, Sibirya’daki evler gibi buz
tutmuştu, saçaklar oluşmuştu, antik çağlardan bir kesit gibiydi, ya da buzul
çağından.
Yakında bakımsız; ama sert
bir köpek, bir kadın ve bir adam göründü, ekibi bekleyen köylüler. Arıza olunca
bu ekip kar fırtınasında bile, çığ altında kalma riskini göze alıp mutlaka
onarıma giderlerdi, üstelik kurt tehlikesi de vardı, buz tutan elektrik
direklerine tırmanacaklar, arızayı bulup yok edecekler, onlarınki bambaşka bir
mücadele ve azim türüydü. Anadolu’nun birçok bölgesinde işlerin ruhunda bu
vardı; canla başla mücadele, ölümüne mücadele. Ve bu mücadele meşhur bir haber
ajansının sitesine yansıyacaktır.
Mezrada eski ahırın
girişinde, kirişte bir çift yabani güvercin vardı, posurmuşlardı, tüylerini
temizliyorlardı, ahırın sağında az ilerde tek katlı bir ev vardı, penceresinin
pervazları maviye boyalıydı, akrebin yaklaşmasını engellemek için
mavi boyarlarmış. Bazı zararlı böceklerin çiçeklenen meyve ağaçlarının
çiçeklerini yediği ve çiftçilerin onları tuzağa düşürmek için ağaçlarına
altlarına su dolu mavi leğenler koyduğu ve mavi rengin cazibesine kapılıp öldükleri
bir gazetede haber yapılmıştır.
Ahırın yakınlarında başka
bir kulübe vardı, içerde genç kız ve annesi vardı, kadın tandırda ekmek
pişirirken kızı ona yardım ediyordu, 17 yaşındaki Kezban kır çiçeklerini
andırıyordu, yüzünde her zaman tatlı bir sakinlik olurdu, anne sözü dinler ve
kendi düşüncesi başka olsa da annesine uymayı bilirdi, annesi Ayşe buna
bayılırdı, ateş çukuru yanında bağdaş kurmuştu, hamuru tandırın yan duvarına
yerleştiriyordu küçük yastıkla.
Kezban, kirli ufak
pencereden dışarı baktı: “Kar güzel yağıyor.”
Annesi geçen kış ayından,
sıkıntılı bir günden söz etmeye başladı. Lafı bitince sessizliğe gömüldü, işini
yapıyordu ritmik hareketlerle, zor’a alışındı, kaygısı kızı bunları
çekmemeliydi, bu konuda öğütlere başladı, arada başını çevirip kızının onu
ciddiyetle dinleyip dinlemediğine bakıyordu, ona bakmayı seviyordu. Mücadeleci
elleri iş yapmaktan kösele gibi sertti, oysa 15 yaşında su ve ışık kaynağı
gibiydi; yumuşak, tatlı, zarif. Oturduğu yerden kalkıp tandırın içine ekmeği
yerleştirmek, yan duvarına yerleştirmek kolay değildir. Elin yanar, ısıya
dayanamaz, bu işi sadece bilenler becerebilir, kızgın duvara hamur yapışır,
sakız gibi. 15 yaşında evlenmiştir, buralarda böyleydi eskiden. Ve buna ‘kader’
denir. Aslında bunun asıl adı ‘cahillik’di ve kızının bu mağara şartlarından
kurtulup kendi hayatını kurması en çok istediği şeydi.
Kezban, abisinin kitapları
okurdu, ve ona ikinci el kitaplar getirirdi abisi, ikinci el kitaplar çok
ucuzdur, yeni çıkan kitaplar kısa sonra sahaflara düşer. Kezban o kitaplardan
kafasında kalanlardan annesine söz ederdi, güya annesine yeni bir şey
öğretecekti, feleğin çemberinden geçmiş annesi ise onu güzelce dinler, ve
gerekirse yeteri kadar konuşurdu, hayat bilgisi ve tecrübelerle karşılık
verirdi, onu bambaşka yerlere sürüklerdi tertemiz ruhuyla. Kezban okulda
başarılıydı, çok çalışırdı, annesi ona iş buyurmazdı bu sıralar, kitap okumayı
çok severdi Kezban, sanki böyle düşsel bir anahtar edinecek, fantastik ya da
adım atılmamış dünyaların sırlarına erecekti, bazen zorlanırdı, ama bir kitabı
inatla zorla bitirince sınıf atlamış gibi sevinirdi, çağları aşmış gibi.
Dağdaki bu zor yaşantı insanın ya ermesine ya delirmesine ya da müthiş bir
motivasyona yol açardı. Bu düzen değişmeliydi, değişmiyorsa Kezban yer
değiştirmeliydi ve bu onu çok heyecanlandırıyordu: Annesine üniversiteyi
kazanınca olacaklardan söz ediyordu. Annesi bir şey dedi ve güldü, kadının ön
dişlerinden biri kırık ve simsiyah olmuştu, birçok dişinin de yaptırılması
gerekiyordu; ama yıllardır bunun üstüne düşmemişti, “para yok” diyordu, para
olsa da. Kendisini ailesi için, ailenin güvenliği ve iyiliği için parçalayan bu
kadının rahat bir yaşam sürmesi gerektiğini düşünüyordu, bunun için bir şeyler
yapmalıydı! “Param olunca” der, başlardı anlatmaya, annesi gülerdi.
“Dişini yaptıralım anne.”
“Yaptırırız; kafanı takma…o kolay iş…”
Buralarda, işsizliğin olduğu bölgelerde kırsal kızları
okumazsa gurbete çıkıp tarlalarda işçi olarak çalışırdı köle gibi.
Evlenirlerdi, evlenirlerse yine çalışırlardı, kölelikten bir türlü
kurtulamazlardı, evlendiklerinde esaslı kölelikleri başlardı ve beş altı
çocukları olur, çocuklar büyür, ailecek köle olurlardı tarlalarda, domates
tarlası, patates tarlası, soğan tarlası, akşama kadar patates topla, çuvallara
doldur, tepende kızgın güneş varken belin kırılır, ayakların mahvolur. Bu
zorluk, bu mücadele biçimi İstanbul’da yaşayan genç kızların asla
kavrayamayacağı bir zorluktur. Gramını bilemezler. Kırsal kızları evlenirseler
bu işin içinde ‘sevmek’ (sevdalık çekmek) denen şey
yoktur, genç kızı namusuyla vermek, meselesi vardır,
bir kaza çıkmadan. Ailelerin temel gayreti bunun içindir. Bu yamaç, mezra
bölgede fazla kimse yoktu, birkaç yavan ve hayat neşesiz ev var, aradaki mesafe
büyük, gençler yoktu buralarda, birkaç nene, dede, yaşlı çiftler…
Kezban’ın içini dökebileceği, şakalaşabileceği dengi
yoktu, acı ve sonu gelmez bir yalnızlık hissederdi. Geçen yıl en yakınlarındaki
bir aile mezrayı terk etmişti. Üniversiteyi bir kazansa…Gençliğini alev alev
hisseden genç kız elbette mezraya sığmaz, bu kayalık, taşlık bölgede, verimsiz
arazilerin olduğu… Kendini, zihnini ve yüreğini üniversiteye, büyük ve gelişmiş
şehre, o coşkulu ve renkli koridorlara atardı, şamatanın tadını çıkaran gençlik…
Kişisel gelişimi için en iyisi olacaktı, orada kendini
gerçekleştirebilecekti. Geceleri buraları kapkara olurdu, insanın iyice canı
sıkılırdı, burası bir tutsaklıktı, buradan alacağı dersleri almıştı.
Akşam olmuştu, bu başka
türlü siyahıyla insanın iyice ezen, insanın ruhuna saldıran bir karanlıktır,
evin salonu gaz lambasıyla aydınlatılıyordu burada elektrik hiç olmamıştı, evin
abisi güneş enerjisiyle bir sistem yapmış, sık sık arıza vermişti. Bir yanı
yamuk kuzine tipi sobanın yanındaki divanda evin reisi Mustafa uzanıyordu, bir
haftadır hastaydı, öksürüyordu, karısı sofrayı hazırlıyordu, Kezban annesine
yardım ediyordu: Bulgur pilavı, yoğurt, tarhana çorbası, haşlanmış patates
vardı yer sofrasında. Mustafa, divandan zor doğruldu, sofradaki malum yerini
aldı, sofra kalabalıktı, aç ve ufak vampirler gibiydi çocuklar, 7,9,12,14
yalarındaydı. Dokuz yaşındaki erkekler ikizdi, diğerleri kızdı.
İkizler tahta oyuncak at konusunda paylaşım kavgasına girmişlerdi. Anne onları
avutup susturdu. Bir tür istila gibidir sıkıntıydı ufak çocuklarla yaşamak,
biri rahat dursa öteki durmaz. Doydular ve sofradan uzaklaştılar, biri birinin
saçını çekti, öteki onun kulağını ısırdı, yeni bir kıyamet koptu, anne bu kez
yumuşak davranmadı, ikisine de birer şamar indirdi. Her sabah güzel bir şey
yemek isterler, patates kızartması mesela, her gün yenmez ki! Bulduğunu
yiyeceksin! Sonra çocuklar uykuya daldı, herkese bir yorgunluk, küskünlük çöktü.
Sonra evin en büyüğü, abi Habib geldi eve, siyah eski
parkası karla kaplıydı, turuncu beresini çıkardı, çok üşümüştü, sobanın başına
tünedi. Isınınca babasına baktı, ona göz kırptı, neşesi yoktu; ama böyle
hareketleri severdi, babası ona gülümsedi, babasıyla birkaç laf etti, baba
sorular sormuştu, ikizlere aldığı simitleri kapının arkasındaki askıya astı.
Kasabada tüpçüde çalışıyordu, iş arkadaşlarından ve kazandığı para miktarından
memnun değildi, onca emeğine rağmen sömürüldüğünü hissediyor ve insan yerine
konmadığını açık seçik görüyordu, hayvanlara bile böyle davranılmazdı, para
için katlanıyordu, patronun kardeşi iş arkadaşıyla tekme yumruk kavgaya
tutuşmuş, ikisini kamyonetin şoförü zor ayırmıştı. Hafta içi eve
gelmezdi, hafta sonu sadece Pazar günü gelirdi motosikletiyle, normalde tüpçü
dükkanının arkasındaki depoda kalırdı, bugün ise mezraya güç bela gelmişti,
moral bozukluğundan, böyle iş olmaz olsundu, ev yok bark yok, aile yok, it gibi
2 metre kare bir yerde yatmak! Kuduz köpek gibi saldıran iş arkadaşları! En
ufak yanlışta, hatada. Bu bölgeyi, şehri terk etmek düşüncesi nicedir
kafasındaydı. Babasına bu düşüncelerini açtı. Mustafa, yaz ayından beri doğru
düzgün çalışamıyordu, belinde bir sıkıntı vardı, köyde bir ahırın tamirini
yaparken düşmüştü, bir kere doktora gitmişti, fizik tedavi dediler, Mustafa
uğraşmadı, “para olsun bakarım icabına, dinlenirim, yatarım iyi olurum” diye
düşünüp savsakladı işi. İyi hissettiğinde bahçeye çıkardı. Mustafa Habib’le
inşaat ve tamir işleri yapardı gurbette, olmadı, ekin biçerlerdi, çiftliklerde
çalışırlardı, babası belinden sıkıntı yaşayınca tüpçüye girmişti. Sohbete Ayşe
de dahil oldu, karı koca burayı terk etmeyi hiç istemese de proje çocukların
geleceğine ışık tutacağından dut yemiş bülbül gibi oğullarının azimli sözlerini
dinliyorlar, ses etmiyorlar, edemiyorlardı, oğul çektiği sıkıntıları, acılar
karşısında yapayalnız kaldığını öfkeyle anlatıyordu: “Orada her şey çok güzel
olacak anne! Herkes gitti buradan, bir biz kaldık.”Beş sığır, altı koyun üç
keçi, bir at, bir eşek, yirmi tavuk… bunlarla nereye kadar gidebilirsin? Ot
bulmak sorun, samanın fiyatı her yıl artıyor. Bunlar çekilecek dert değil!”
Ayşe, sabah ezanı okunurken
trink uyanırdı, cami uzaktaydı; ama ezan sesi silik de olsa buraya ulaşırdı,
yaz günleri pencereyi açar, kollarını pervaza dayar, evin önünü, kuru manzarayı
seyreder, ezanı dinlerdi, bu onun en iyi hissettiği, en huzurlu saatleriydi, namaz
kıldıktan sonra karanlıkta ahıra gider, hayvanların bakımını yapardı; bunların
sütünü, yoğurdunu, çökeleğini, peynirini, tereyağını satardı kasabada. Yine
öyle, erkek bir sabahtı, oğlunun isyankar sözlerini düşünüyordu, huzur
hissetmiyordu bu kez, kafasında köyde kalmak için sebepler yaratmaya
çabalarken, çocukların okula gidip gelmesi cehennem kadar eziyetti, çamur batak
ve ölümcül çığ tehlikesi vardı, kurt tehlikesi, burada doktor da yoktu.
Çocuklar eve ayakları buz kesmiş ıslak.. dayak yemiş köpekler gibi gelirdi…Bu
elektriksiz ev…buzdolapsız… susuz…sıcak susuz…şuursuz…Oğlu şunu demişti: “Ev
denilen yerde evde sıcak su olması lazım, hangi çağda yaşıyoruz, mağarada mı?”
Büyük şehirde insanlar sıcak sulu banyolarında pahalı
kedi ve köpeklerini lüks şampuanla yıkarken küvette, minik sarı ördek suda
yüzmekte kedi şakalaşsın diye…Bizim sistemimiz ilkel insanların sistemi, bu
düzenin değişmesi lazım bence. Benim hırsım değil; biz.. bizim için…hepimiz
için iyi olanı diyorum, buradan gitmeliyiz medeniyete! Başka çare yok! Düşünün
taşının karar verin.”
27 yaşındaki Habib hiçbir zaman ailesini yarı yolda
bırakmamış, zaman zaman babasının önüne geçer, evin reisi olurdu, ona çok
güvenir ve severlerdi, Habib yanlış iş yapmazdı, yanlış düşüncelere sapmazdı,
iyisini bilirdi, uyanıktı, her yerde tutunur ve barınırdı, kendini sevdirirdi,
kedi gibi dört ayağının üstüne düşerdi. Habib, günlerce onları göç projesi
konusunda telkinlerde bulunak motive etti ve istediği oldu sonunda.
Yaz ayıydı, Kezban
üniversite sınavlarında başarılı olmuştu. Ve aile göç etme vaktinin geldiğine
karar vermişti. Hayvanları sattılar, kap kaçağı, yatak yorganı kamyonete
yüklediler, önde çok yer yoktu, aile üyeleri eşyaların arasına, üstüne oturdu,
sarılıp vedalaştıkları birkaç kimse oldu.
Sarı eski kamyonet bir
Güney Doğu ilinden İstanbul’a doğru hareket etti.
Metropolün köprüsünü
uzaktan gördüklerinde, içlerini yeni ve rahat bir yaşama başlamanın heyecanı
sardı. Sarı kamyonet ilerledi, ilerledi, ilerledi, yanlarına getirdikleri
yiyecekleri yediler. Bazı benzinliklerde ihtiyaç molası verdiler. Yorucu
saatlerden sonra kamyonet zifiri karanlıkta ilerlemeye başladı, aniden yola
çıkan bir canlıya çarpı kamyonet. Neyse ki ciddi bir şey yoktu, yuvarlanan
canlı on metre kadar ilerde yerde can çekişir gibi kımıldadı ve aniden ayağa
kalkıp karanlıkta eriyip kayboldu. “O da neydi?” dedi şoför, olay hakkında
yorum yapıyorlardı, arkada duran taksi şoförü fırlayıp gelmişti yanlarına,
sigara yakmıştı: “Mandaya çarpıtınız. Kimse önlem almıyor, alamıyor, mandaların
küpesi olmalı, bunun yüzde yüz yoktur, küpesi olsa kime ait olduğu ortaya
çıkar, yetkililer de malın sahibini bulup ceza keser; ama mal sahipleri
kulaklardaki küpeleri söküyor ki tespit yapılamasın. Bu bölgede böyle kazalar
sık olur, ölümlü kazalar oldu, siz ucuz atlattınız kardeşim” deyip şoförün
sırtını sıvazladı.
Millet araca geçerken; “medeniyete geldiğimizi
sanıyordum!” diye düşündü Kezban, tam bunu dile getirecekti, “sussam iyi
ederim” diye düşündü.
Şoför ve Habib kamyonetin önüne geldi, aracın sağ kısmında,
ucunda bir ezik vardı.
Şoför, kasabadan Habib’in çocukluk arkadaşıydı.
“Hasarın ücretini öderim.”
“Yok aslanım” dedi Fatih, “biraz ezik olmuş,
çocukluktan kalma izler var kafamda, babam tabak fırlatmıştı. Yarıldı; ama
düzeldi, dikişsiz…bu da onun gibi bir şey. Yüzünde yara izi olan mert görünür.”
Gülüşme koptu bir anda.
Kamyonet yola koyuldu,
yokuş çıktı, döne döne orman içine giden yolda ilerliyordu, Habib, yorgun
şoförden direksiyona devraldı. Sonunda açık mavi boyalı tek katlı bir evin
önüne geldi kamyonet. Sevinç kısa sürdü. Habib, bir dostunun ayarladığı ev
burası değildi, buralarda bir yerde olmalıydı, civarda tek tük evler vardı, iki
tarafı ağaçlı yolda ilerliyordu araç, yolda bir adam göründü, genç adamın bağrı
açıktı, saçı sakalı birbirine karışmıştı, koltuk değnekleri vardı. Bir elinde
içki şişesi, diğer elinde sigara.
“Şuna evi soralım?” dedi Fatih, “klas birine benziyor,
filozofun birini aklıma getirdi. Dilimin ucuna geldi; ama çıkaramadım.”
Habib, ona ters ters baktı: “Yok ya, ucubenin teki bu.”
“Hah, Soktates bu ya,” dedi gülerek.”
Sokrates, yolun ortasındaydı, hakkında edilen sözleri
duymuştu,
Habib, “bu delinin işi ne burada?” diye söylendi.
Sokrates, gülümsedi.
Habib, kornaya bastı, “aman dikkat seni ezmeyeyim
birader.”
Bir ucube olarak kesinlikle ölmeyi hak ederim.”
“Ya kusura bakma dayı, esprisine dedim, ” dedi, “şey
soracağım sana?”
“Dengim birisin, dayı deme bana.”
“Arkadaş” dedi Habib, aradığı evi tarif etti, yerini
sordu.
Sokrates, şoför mahalline iyice yanaştı. Düşündü. Bu
sırada sigara dumanını onun yüzüne üfledi. Sırttı, sigaradan yine çekti, yine
Habib’in yüzüne püfledi.
“Ben sigara kullanmam, şunu bir daha yapmasan
arkadaşım.”
“Hah, hatırladım!” dedi, Sokrates, evin yerini tarif
etti.
“İleri gitseydiniz iyi olmazdı.”
“Neden?
“Ölürdünüz filan ne bileyim. Yol yok, vatandaş
arazisinden devlet yol geçirdi ve parasını vermedi diye yolu eştirdi. Bir yanı
uçurum bir yanı çukur.”
Araç geri döndü, arada bir
toprak yola girdi, ağaçların arasına gömülü duran tek katlı evi buldular.
Hazine bulmuş gibi hissediyorlardı, pembeye boyalı ahşap evin girişinde, saksı
altından aldı anahtarı Habib, kapıyı açtı. Herkesin bir telaşı vardı, Ayşe,
abdest alıp namaz kılmak derdindeydi mesela. Aile içeri doluşmuştu. Açtılar,
yanlarına 10 tavuk almışlardı, ikisi kesilip yenecekti.
Ayşe, ertesi sabah
karanlıkta uyandı, kulakları mıknatıs gibi bir şeyi içine, en derinlerine
çekmek istiyordu, pencereyi açtı, karşısında yaz ayının yumuşak karanlığı,
yoğun ağaçlar vardı, onlardan birine tüneyen bir baykuş öttü. Ezan? Okundu mu,
okunacak mı? Ses mes yoktu bir köpeğin havlamasından başka.
Evin eski kiracısı yaşlı
adam büyük ve ağır bir masa bırakmıştı, sandalyeler, aile kahvaltıyı bu masaya
yaptı.
“Ne güzelmiş masa, oturmaktan dizlerimiz kırılmıyor”
dedi evin reisi Mustafa. Karısı çaktırmadan ona ters bir bakış attı.
Kahvaltıdan sonra civarı keşfe çıktı aile, mağaralarından av için keşfe çıkan
ilk insanlar gibi. Herkes bir ayrı bir tarafa yöneldi, anne ve en büyük kız yan
yanaydı. Çevrede sığır bakanlar vardı, şu uzaktaki tavuk çiftliği olmalı,
yapının biçiminden belli, her yer ağaç ve yeşillik. Derede ördekler yüzüyordu.
Burası İstanbul’un kırsalıydı.
“Anne, bir köyden başka bir köye geldik; ama olsun,
birkaç level atladık.”
“Level ne be! Anlayacağım şekilde konuş.”
Kezban güldü ve açıklama yaptı.
Dönüp dolaşıp evin önüne geldiler.
Asfalt yoldan yaşlı karı koca geçiyordu, önlerinde beş
sığır vardı, sığırlardan biri tuvaletini yapıyordu, karı koca selam verdi,
Trabzonlu’ydular ve şiveli konuşmalarından belliydi. Ama her zaman şive
kullanmıyorlardı.
“Burada yaşayan yaşlı kopeğin gitmesine çok üzüldüm;
ama sizi görünce sevindim. Boş ahşap evler hüzün verir bana.” dedi yaşlı adam.
Tanışma, sohbet başladı. “O kot kafa… çayınız varsa içeriz…”
Akşam oluyordu, ikiz
çocuklar evin arkasındaki çimenli arsada plastik topla oynuyordu, kızlar kendi
aralarında.
Köyün çok aşağısında,
krayolunun kenarında market vardı, Kezban oraya ekmek ve başka şeyler almaya
inerdi, bazı abah ve öğle vakitleri. Yakın evin bahçesinin önünden geçerdi,
bahçede oturan, vakit geçiren Sokrates’i görürdü, hırpani görünen bu genç adam
çay kahve, sigara içer, kitap okurdu, hep bir şeyler yapardı, ya yemek yerdi,
ya bir şeyi tamir ederdi. Kezban, ondan korkardı, onunla göz göze gelmemeye
özen gösterir, bakışlarını hemen önüne çevirirdi, sonra onun zararsız olduğuna
kanaat getirdi, Sokrates onu başıyla, eliyle selamlamaya başladı, çok ciddi ama
çok deli görünüyordu, bazen el ederdi, günün birinde; “iyi günler” dedi ona
Kezban,
“İyi günler sana da çocuk” yanıtını aldı.
Kezban, çocuk yerine koyulmaya çok içerledi ve epey bir
süre, kızgınlığı geçene kadar ona bakmadı, selam vermedi. Sonra yumuşadı Kezban
onu bahçe masasında yufka açarken görünce, güldü içinden, böyle bir tip hiç
görmemişti. Arada annesini de görüyordu, teyze hal hatır soruyordu, teyzeden
hoşlanmıştı.
Sokrates, filozof sakalını
kesmişti, kumral saçlarını at kuyruğu bağlamıştı, iki kulağında de küpe ortaya
çıkmıştı,
temiz ve entelektüel görünüyordu, ikizler bu değişik
adama fitil oluyordu, hiç böyle birini tanımadıklarından, genç adama sataşmak
için bahçeye yanaştılar, zayıf olan plastik topu tutuyordu koltuk altında.
Oyuna mola vermişlerdi.
Kilolu olan: “Senin adın Feyyaz mı?”
“He, nerden biliyorsun?”
“Annen sana seslenirken duydum.”
“Senin adın ne?”
“Hasan.”
“Memnun oldum. Ya senin adın?”
“Hüseyin.”
“Feyyaz abi, sana bir soru sorabilir miyim?”
“Sor bakalım.”
“Karı gibi neden küpe takıyorsun?”
İkizler gülmeye başladı.
“Kafama öyle esti, ayrıca ilk Türklerin saçları uzundu
karı gibi.”
“Bırak ya, yeme bizi.”
“Gel, sana şeker vereyim.”
“Geleyim de kulağımı kopar diye mi?”
“Akıllsınnnn, akıllı kal. Canımı ye. Kalbimi kırma.
Kilon var, bak koşarsam yakalarım seni.”
Kezban market için evden
çıktığında, Feyyaz ile selamlaşmak daha samimi olmaya başlamıştı. Bu ahbaplık
öyle ileri gitti ki, onu göremeyince meraklanmaya,
üzülmeye başladı, bir ışık, bir şey vardı çapulcu gibi görünen bu adamda.
“Delinin teki işte” diye düşünürdü; “deli yok, nerde acaba? “aha deli işte
orada!”
Ayşe kızıyla bahçede,
çimene serilmiş kilim üstünde çay içiyordu. “Neyin var anne, ruh gibisin, boş
boş bakıyorsun, yoksa kendini otların arasında ot gibi mi hissediyorsun?” diye
sordu.
Ayşe, başını yavaşça çevirip pis pis baktı ona.
“Ya tamam, şaka yapayım dedim, kızma.”
“Benim Üniversitelerim.”
“Ney?”
“Benim Üniversitelerim’ diyorum, sağır mısın?
Hani bana anlatmıştın ya bir yazarı.:”
Ayşe günün bu saatinde
kıçının üstüne oturup çay içmezdi ki. Köle gibi çalışırdı, inekleri sağ, yağ
yap peynir çökelek, kasabada bunları sat, ata eşeğe bak, tavukları yemle,
çocuklara bak, arsızlaşırlarsa birer tokat çak. Dereden eve eşekle su taşı,
sabana koşulan atla tarlayı sür. Derede çamaşırları yıka. Evin avlusunda
kararmış kazanı kaynat, konserve yap, domates doğra saatlerce, biber. Ve namaz
kıl, namaz kıl, namaz kıl. Buz gibi soğuk suyla abdest al. Komşuya yardıma
tarlasına git. Hamur yap, ekmek pişir tandırda. Hayvanlara yal ver. Hayvanları
doyur çocukları doyur, kocanın beline ısıttığın tuğlayı koy, sar bağla.
Çocukları doyur; yine acıkmış çöl boğazlılar, siz doymak bilmez misiniz?
Patates kızartması yok, zıbarın yatın, gece 12 olmuş!
Burada, pembe boyalı ahşap evde hiçbir zorluk yok.
Alışık olduğu düzen yok. Canını dişine takmış mücadele edemediğinden,
etmediğinden kendini faydasız hissediyordu, boşluktaydı. Onun için imanı
gevreyene kadar, mahvolana kadar çalışmak vardı, o fiziğine ve içine işleyen
düzenden ayrılınca…
Kapının kenarında keser ilişti gözüne.
“Getir keseri” dedi, gözüyle işaret etti.
Kezban fırladı, keseri alıp geldi.
“Ne yapacaksın onu?”
“Kafanı kıracağım!”
Kezban, kıkırdadı.
Ayşe, keseri toprağa vurdu. Çimenin altındaki nemli
toprak köklerle ortaya çıktı.
“Anne, bu humus! Bu toprak çok bereketli söyleyeyim.”
“Ben kuşum tabi, hiç bilmiyorum.” dedi ağzını eğerek.
Ses peltek, garip çıkmıştı.
Kezban, kıkırdadı yine.
Kezban, topraklı köklerin yoğun olduğu kısmı işaret
etti, “bu kısma humus denir. Çok verimlidir humuslu toprak.”
“Domates mi, hıyar mı ekeceksin, yoksa çarliston biber
mi? Patlıcanı unutmalım, unlu kızartmayı süper yaparsın.”
“Çılgın bilim adamının aptal yardımcısı gibisin.”
Kezban gülerek dedi ki: “Ne ekeceksin anacığım?”
“Canım sıkıldı eşeledim. Kalk gezelim oturmaktan
sıkıldım.”
“Ama bir şeyler eksek iyi olacak, oyalanırım. Fide
almak lazım.”
Çam ağaçları ve uzun otlarla kaplı bahçede ilerlediler
ve ta arkada, dikenliğin arkasında bir ahır keşfettiler. Vahşi bitkiler
yutmuştu ahırı, sarmaşıklar. Ayşe, mutlulukla geziyordu ahırın içinde.
“Yoksa aklımdan geçeni mi düşünüyorsun anne?” Örümcek
ağlarıyla kaplıyı içerisi, güvercin gübreleri vardı etrafta, kanatlar. Birkaç
güvercin korkup ufak pencereden gökyüzüne kaydı gitti.
“Hayvana bayılırım. Ama önce siz. 20 sığır alır burası.
Biraz tamirat gerek.”
O akşam Ayşe, Feyyaz’ın
annesi Sultan’ı konuk ediyordu bahçede, asmalı, ışıklı bahçede. Yaşları
birbirine yakındı ve ikisi de dindardı, yaşam çileleri de birbirini
andırıyordu, ikisi de hayatta karabatak gibi çata çıka ilerliyordu,
birbirlerinden çok hoşlanmış ve ilham alıyorlardı, çay içerek kafa kafaya
vermişlerdi, sonsuza dek komşu ya da kardeş kalacaklardı sanki. Sultan eli boş
gelmek istememiş, sıcak biber dolması, salata, erişte ve tavuk getirmişti.
Onlar şen şamata takılırken vakit su gibi akıp geçiyordu. Bu sırada annesini
merak eden Feyyaz, bahçe kapısı önünden bağırdı sinirle:
“Anne nerde kaldın? Gel artık!”
“Az sonra gelirim, sen git.”
Feyyaz gitmedi, sigara yaktı.
Sultan semaver çayından bir bardak daha içiyordu, anlat
anlat laf bir türlü bitmiyor, iki kadının da yaşadığı
zorluklar, insanın enerjisinden… en parlak yıllarından Köroğlu atlar
çalan zorluklar… meğer ne çok dert biriktirmişler içlerinde… kimselere
demedikleri, diyemedikleri…
Ayşe Feyyaz’ı çay içmeye davet etti, Feyyaz kibarca
reddetti.
Habib, kadın ve kızlara uzak bir köşede, keyif veren
yalnızlığını ve mutlu aile tablosunu hissederek sigarasını tüttürüp çayını
içerken ne zamandır tanımak isteyip fırsat bulamadığı dengine sokulabileceğini
hissetti, ayaklandı, masadan bir tabak pasta çörek bir şeyler aldı, bir bardak
çay, Feyyaz’ın yanında aldı soluğu. Böylece muhabbet başladı.
Kezban, yakındaki ağaçta salıncağa oturmuştu, ikisinin
sohbetine kulak misafiriydi.
Feyyaz, hayatını
anlatıyordu, öyle kolayına hiç kimseye içini açmazdı; ama hayret, Kezban’ın
abisine içini açmıştı, tıp okuyormuş, trafik kazası geçirince ayağından
yaralanmış, okula ara vermek zorunda kalmış, sağ ayağı bilekten kopma
noktasındaymış, birkaç kez ameliyat olmuş, ayağı düzelmemiş, başka doktora
gitmişler, yeniden ameliyat olmuş, ayağına cihaz takılmış, şiirlerini ve
öykülerini edebiyat dergilerinde yayınlanıyormuş.
Sakin, ılık bir yaz
akşamıydı, siyah renkli siyah cip tek katlı evin önüne yanaştı, araçtan Habib
indi, şoför mahalline ilerledi, ellerini dayadı ve şoförle sohbet etmeye
başladı.
“Gel bir çay
iç, öyle gidersin” diye tutturdu Habib, “yemek yersin, annem çok güzel yemekler
yapar, aklını kaybedersin.”
Habib’in dengi genç adam güldü, bahçeye baktı, evin
annesi bahçede kocasıyla oturuyordu.
“Seni kırmayayım” dedi genç adam, araçtan indi.
Habib, dostunun koluna girdi nişanlıymışlar gibi:
“Yemek buldun ye, dayak buldun, kaç. Annemin meşhur lafıdır, ha, bir de aç
köpek değirmen yıkar derdi. Biz ufakken, kızardık ona, bu söz çok kaba gelirdi
bize; ama büyüyünce anladık bazı şeyleri. Evet, biz gerçekten aç köpek
yavruları gibiydik ve kalabalık ev olunca… doymak da bilmezdik… ne desin
kadıncağız…”
“Anne, bu benim patronum, Kazım” dedi, masaya
kuruldular,
o ara Kazım Kezban’ı fark etti, Kezban ona şeker kabını
uzatınca. Kazım’ın içinde bir şey oynadı, çatırdadı, tatlı bir şeyler
canlanmıştı kalbinde, birdenbire. Bu yanık tenli, iki yana dalgalı saçları olan
zarif kız onu sersemletmişti, genç kızın mahzun bakışlarında sanki ömrü boyunca
aradığı o şey, ruhaniliğe çok benzeyen sıcak şey vardı. Gözlerini ondan
alamamıştı. O çekim sarmalında korku duydu, saçmalarım diye, yanlış bir şey
yaparım diye; çünkü içkiliydi, normal görünmeye çalışıyordu, çakırkeyif olmanın
tesiriyle kızdan bir alev sıcaklığı geldiğini mi sanıyordu, neydi bu?.. Ayşe,
eski köy hayatından, hayvan sevgisinden söz ediyordu, mümkün olsa burada da
hayvan bakardı, gördüğü eski ahırdan söz etti, burada manda bakmanın makbul
olduğundan.
Kazım müteahhitlik
yapıyordu, Habib’i inşaatlarının birinde kalfa olarak işe almıştı, Habib, eski
bir arkadaşına göç durumunu anlatınca. Bu eski ahşap ev de Kazım’lara aitti.
Babasının İstanbul’a ilk geldiği zamanlarda yaptırdığı bağ evi, sonra
inşaatlarında bekçilik yapan yaşlı adam oturmuştu boş duran evde, adamın karısı
ölünce köyüne gitmişti… Bir inşaatta kalfalık görevi mühim bir görevdir, kaba
inşaatın her aşamasını bilmek gerek, işçileri yönetmesini. İşçiler koyun gibi
ayakta uyurlar ve ne yaptığını bilemezler, sürünün çobanıdır kalfa, sık sık
bağırıp çağırmak, işin düzgün ve zamanında bitmesini sağlamak gerek. Hayatı
inşaatlarda geçen Habib bu işlerin kurduydu ve kendini sevdirmişti patrona ve
işçilere. Kalfanın aldığı ücret de çok güzeldir. Kazım, Habib’in çok uyanık,
zeki ve iş bitiren biri olduğunu görünce onunla yakınlık kurmuş, onu yemeğe ve
içmeye götürmek istemişti, iki kez başarabilmişti bunu, kardeş gibiydiler, çoğu
zaman Habib onu reddediyordu, “yarın erken kalkmam lazım” deyip.
“Geç kalkarsın, sorun yok, patron benim.”
Kazım, Habib’e hayrandı, onun çalışkanlığına,
mücadeleci yapısına, şerefli bakışına, içmeye gittiklerinde Habib içkiden
birkaç yudum almış, içkiyi kaçıran Kazım’ı korumakla uğraşmıştı, masraf
çıkmasın diye sadece kuru ekmek yemişti masada. Kazım, tilki gibi uyanık
biriydi, İstanbul adama bunu öğretir, her detayı beynine anında geçirmiş, akıl
ve düşünce süzgecinden geçirmişti, böyle namuslu, gözü gönlü tok biriyle hiç
tanışmadığı, dost olmadığı açıktı. Böyle namuslu insanlar yoktu hayatta. Çoğu
dostu onu yemeye çalışmıştı, içerken, yemek yerken, her zaman, güveni suistimal
etmişlerdi, kızlar ve erkekler. Dost gibi görünmüşlerdi.
Ertesi günün akşamı
kamyonla dört manda getirildi evin önüne. Hayvanlar bahçede
otluyordu, sonra kamyonetle tahtalarla, iki usta geldi, ahırda tamirata
başladılar.
Akşam Habib’le geldi Kazım,
ellerinde yiyecek içecek bir şeyler, Kazım bir sürü erzak almıştı, bahçede
yemekten sonra çay içiyor, sohbet ediyorlardı. Ayşe, çok sevinçliydi, evlat
sahibi olmuş gibiydi. Hayvan sevgisi böyledir… Habib’in, karşılıksız bir şey
almak kitabına uygun değildi; ama karşısındaki patronuydu. Habib, sık sık şöyle
düşünürdü, “bu adam beni deniyor mu, kimse bu kadar cömert olamaz, neden beni
seviyor ki?” Ve annesini böylesine coşkulu ve mutlu görmek ona çok iyi
hissettirmişti. Habib, çok şey yapmış; ama annesini bu kadar çok
sevindirememişti. Bu durum Kazım’la aralarında olan bağı perçinlemiş ve
sarsılmaz hale getirmişti.
Ailenin, özellikle annelerinin
hayatı eski günlerdeki gibi mücadeleci ve hareketli hale gelmiş, bu canına
başka bir can katmıştı. Küçük kızlar komşu kızlarla evcilik oynuyor, ikizler
komşu çocuklarla maç ya da başka oyunlar oynuyor, Kezban ise abla olarak
ağırbaşlı ve sorumluluk sahibi olarak takılırken annenin baş yardımcılığını
üstleniyor, işleri idare etmekten anasına yardımcı oluyor, anasının eksik
kaldığı yerde babasıyla ilgileniyor, onun sırtına krem sürüyor, ocakta ısıtılan
tuğlayı sırtına koyuyor kuşakla. Çocukları yediriyor, ekmek ya da başka şeyler
almaya markete iniyordu, her gün büyük bir hareketlilik ve coşku doluydu, o
uzun yolda tek başına yürürken düşlere dalıp düşünüp taşınma fırsatı buluyordu,
hayatına dışarıdan bakabilmeyi. Hep aşağı komşu evde oturan Feyyaz’ı arardı
gözleri. Karman çorman uzun saçlar, patlak lastik gibi gözler, karga
gagası gibi iri burun, yüzündeki oranlar sıra dışıydı. Böyle çirkin bir yüz hiç
görmemişti.
Bir gece Kezban bahçede
ağaçların arasında binlerce yıldızı ve ayı seyrediyordu sırt üstü çimene
uzanmış. Şükran hisleriyle doluydu, kendinden geçiyordu yaşamın ona
verdiklerini düşünüyordu, çok huzurluydu, Habib onun başına yaklaşmış, diz
çökmüş, bir elinde sigara ve diğer eliyle yanağını ve saçlarını okşamış, şöyle
demişti: “Sana ne kadar değer verdiğimi biliyorsun, seni incitmelerine asla
izin vermem, Feyyaz denen kopuktan uzak dur.”
“Neden?”
Habib, izah etmek istemedi; ama Kezban ısrar ediyordu,
uzandığı yerde toparlanmış, bağdaş kurmuş, ağlar gibi ısrar ediyordu.
“Zaferist o, böyle biri sana zarar verir.”
Abisine karşı çıkacaktı; ama ses etmedi. Tartışmaya
girmek olmazdı. Başını önüne eğdi.
“O sakıncalı herif okuldan atılmış. Bana ‘ara verdim’
demişti, yalancı biri o.”
Sıcak yaz günlerinden
biriydi ve incir ağaçlarındaki incirler ballı hale gelmiş, toplanmayan
incirleri ya kuşlar yiyor ya da güneşte iyice sulanıp çürüyüp yere düşüyordu.
Kezban eve ekmek dolu poşetle dönerken bahçenin kenarında sigara içen Feyyaz’la
sohbete dalmıştı, bahçedeki masada bir kitap vardı.
“Kitabı merak ettim?” diye sordu Kezban, bu kitabı
nicedir Feyyaz’ın bahçedeki masasında görürdü, arada Feyyaz kitabı açıp okurdu.
Bu kitap masada demirbaş gibi dururdu. Neden hep masada dururdu, konusu neydi?
“Kaya gibi bir kitaptır ‘Pansiyon Manzumeleri.’
Tekrar tekrar okuyorum, kitabın ruhunu yeniden hissetmek için, şiir yazmama
yardımcı oluyor, vereyim oku; istersen.”
Kitabı masadan alıp dikenli tel çitin kenarına geldi,
“sana bir şey diyeceğim; yüzüne kırmızı güller akın etmiş sanki.”
Kezban, abisinin kulak arkası ettiği sözlerini
hatırladı, korku duyuyordu: “Ne diyorsun sen be!” diye parladı,
“düzgün konuş benimle! Yüz verdik astar isteme!”
Feyyaz, durgun ve şaşkın biçimde bakakaldı ona.
“Şey, yanlış anladın beni, çocuk” dedi.
Kezban pişmandı, sözleri yeniden düşündü, sözleri
anlayamadı: “ne demek istedin?” dedi, “Yanlış bir şeyler geveledim.”
“Boş ver” dedi üzülen, çok bozulan Feyyaz.
“Söyle!”
“Kitabı alacak mısın?”
“Ver.”
Kezban, eve gitti ve ağladı. “Çok güzel bir
şey kast etmiş olmalı, nasıl anlayamadım ya! Neden bana asıldığını düşündüm ki!”
Sabahın erken saatleriydi,
hava tam aydınlanmamıştı, Kezban, balkonda puslu ışık altında kapanmış kitap
okurken abisi çıktı balkona, bir elinde çay bardağı, sigara yakmıştı, az sonra
işe gidecekti, “annem ahırda, sen burada kitap okuyorsun, oldu mu şimdi?”
“Az sonra kalkacağım, annem ben hallederim demişti.”
Habib, kitabın adına baktı: “Pansiyon Manzumeleri.”
“Onunla konuşma demiştim!”
“Sadece bir kitap aldım ondan.”
“Okuma bu kitabı!”
“Kitaplardan zarar gelmez derdin? Sen demez miydin:
Okumak iyidir, ‘mürekkebin akmadığı yerde kan akar.”
Abisi gülümsedi ve başını salladı: “Aferin,
unutmamışsın. Bak güzel kardeşim, bu kitap deli bir alkoliğin yazdığı kitap,
bir Zaferis’tin yazdığı kitap. Bunlar seni zehirler, hayattan koparır, böyle
uyumsuzlar seni hayallerinden de uzaklaştırır, mahvolursun. Bütün değerlerimize
isyan eden biri olup çıkarsın, küfre saparsın. Şeytana uyarsın.”
Bir çığlık geldi. Kadın
çığlığı. Fırladılar. Asabi mandanın biri ahırdan çıkarken boynuzla vurmuş
Ayşe’ye, mandayı satan da onun darbelerini yemiş, ondan bıkmış yaşlı bir
kadıncağızdı, onu büyüten… Kasaba göndermeye gönlü razı olmamıştı, bazı
zamanlar öfke patlaması yaşardı manda… Puflayan manda ahırın direklerinden
birine vurmaya çalışıyordu, Ayşe, ahırın zeminine düşüp bayılmıştı, baştan
sızan kanı görünce çığlık attı Kezban. Ayşe, hastaneye yetiştirildi, yoğun
bakıma alındı, ertesi gün sabaha karşı ölüm haberini verdi doktor. Bu acı şok
dalgası dinamit gibi bütün aileyi yıktı geçti.
Günler acı bir sessizlik ve
kıvranış içinde geçiyordu evde. Annesiz yaşamaya alışmaya çalışıyordu herkes ve
hayatta katlanılmayacak acı yoktur, aç çocukların doyması, tencerenin kaynaması
gereklidir. Aile, kalan hayatına kaldığı yerden devam ediyordu. Evin yumuşak
karakterli ve sevgi dolu reisi Mustafa da belinden rahatsızlanmış, hastanede
yatıyordu, Kezban, arada hastanede kalıyordu refakatçi olarak. Üniversiteye
kaydını yaptırmıştı; ama durumlar iyi değildi, evde çocuklara birinin yemek
yapması lazımdı, evdeki işlerin yapılması lazımdı, abi bu işlere el atıyordu,
birlikte iş yapıyorlardı, ve; “Kezban bu böyle gitmez, daha fazla sorumluluk
alman lazım” dedi bir gece, ‘üniversite okumayı boş versen iyi olur’ demek istiyordu
aslında, üniversiteyi nasıl bıraktığının hikayesini anlatıyordu: Habib’in
mimarlık fakültesinde ikinci yılıydı, bir telefon aldı, telefonun diğer
ucundaki babası; “sana para yollayamıyorum, alacağım vardı, onu alamadım, bu
akşam yine deneyeceğim, parayı alırsan sana yollarım” diyordu, bir saat sonra
telefon yine çaldı: “Babanı fena benzettiler.” diyordu amcası, hastanedeyiz.
Genç adam eşyalarını toparladı ve okuduğu şehri terk etti, babasıyla ilgilendi
hastanede, babasının kırıkları vardı bir kolunda, kaburgalarında, babasını bu
hale getiren adam ve iki oğlunu nerdeyse öldürecekti, hastane masrafları ve
borcun ödenmesi karşılığında şikayetten vazgeçildi. Alacağı paradan fazlası
geçmişti ellerine, sevindi Mustafa: “Sen okula dön, sorun çözüldü.”
“Olmaz.”
Böylece genç adamın üniversite hayatı bitmişti,
ailesini zora sokmak istemiyordu, bir daha babasını asla yalnız bırakmayacaktı,
yemiş etmişti. Uysal ve sakin bu adamı gücü yeten ezmeye çalışıyordu çünkü. Ve
adamcağız ona para yetiştiremiyordu.
Evin annesi rolünü üstlenen
Kezban kapana yakalanmış serçe gibi sıkıntılıydı, her günü üzülerek geçiyordu,
annesiz yaşamak acısı hiçbir şeye benzemez, içini Feyyaz’a döküyordu, “konuştum
abimle, gelecek sene üniversiteye başlayacağım, bir sene sabret” dedi, “Okumam
lazım, okumam lazım, hayatta hiçbir şeyi bu kadar istemedim, annemi bile bu
kadar sevmedim, okumam lazım” deyip neler yapacağını, hayallerini anlatıyordu
Feyyaz’a, bahçenin oradan geçerken ayaküstü sohbet değil; bahçede çay kahve
içerken, bisküvi yerken, abisi Kezban’ı eskisi gibi kontrol altında tutmaktan
vazgeçmişti; çünkü kardeşine ağır bir sorumluluk vermiş ve karşılığında ona bir
özgürlük tanımıştı.
“Bana dua et de başarayım, Feyyaz abi.”
“Tabi” diyordu Feyyaz ama; içinden geçen şuydu:
“Bu kız okumasa çok iyi eder, umarım okuyamaz,
bir şeyler olur da. Okusa yoldan çıkacak, yanlış bir şey bulaşacak, orada
uyuşturucuya, çok yanlış bir şeylere alıştıracaklar bunu. Bu kız iyi biriyle
evlense çok iyi eder, anca kendini kurtarır.”
Abisi sonra; “sana bir iş bulalım” dedi, “evde
bunaldın.”
“Çok iyi düşündün abi!”
Habib’in iş durumları iyi gitmiyordu, parasını
alamıyordu. Eve para yettiremiyordu, sırtındaki yükü azaltmanın yolunu böylece
buldu, kız kardeşinin çalışması! Ablalığı, ev işlerini diğer kızlar
halledebilirdi.
Böylece Kezban çalışmaya başladı.
Feyyaz, buna çok sevindi. Sohbet ettikleri geç bir
saatti. Etrafta yakında bir yerde kafa ütülüyordu bir cırcır böceği.
O Karanlık iyi hissettiriyordu, huzur ve umut,
kararlılık.
Feyyaz dedi ki: “Moralini bozma, çocuk, çalışmaya
devam. Üniversite okumak zor bu zamanda, okul
bitirince iş bulmak mesele, ben gittim de ne oldu, hiç,
belki bir gün başlarım yeniden; ama umurumda değil, sen de istersen ilerde.
Hayatta ne olacağı bilinmez, 2 üniversite bitiriyor adam, sonra bambaşka bir
alanda çalışmaya başlıyor. Okumak şart değil hayatta bir yere gelmek için.”
Kezban, ağlamaklı bakıyordu ona. Bu konu içini acıyan
yerlere gitmişti.
“Ben yazarlık yapacağım, sen de bir yol bulursun;
üzülmeye değmez.”
“Haklısın. Bulaşıkçılıktan garsonluğa terfi
ettim!” bugün” dedi gülerek.
“Bir haftada büyük ilerleme!”
“Sen orada daha güzel iş yaparsın” dedi patron, mutfak
yaşlı kadınlara göre.”
“Ama canını sıkanlar olacaktır. Kafanda büyütme onları.
Su gibi ak git, ben de bıraktım üniversiteyi, sorun
yok, belki bir gün başlarım, yazarlık daha güzel. Bağımsız olmayı seviyorum.”
Kezban’ın gözleri bulutlandı, içinde, çok derinlerde
bir yerinde anıt bir ağaç oynamıştı kökten. “Param olunca anne” diye başladığı
cümleler…kurulamayacaktı.
Komşulardan biri onların yanından geçiyordu:
“Feyyaz abi selam, nasılsın?”
“İyidir” dedi.
Genç adam Kezban’a gömülür gibi bakmıştı, Kezban başını
öteki tarafa çevirip onu görmezden gelmişti.
Feyyaz dedi ki: “Bu çocuk uzman çavuş, 23 yaşında, sana
aşık olmuş, seninle evlenmek istiyor, bence bir konuşsan iyi edersin, belki
seversin.”
“Ya saçmalama Feyyaz abi!”
“Çok değerli bir çocuk; kaçırma. Tanı bence.”
“Umurumda değil! Ben de diyordum bu neden bana pis pis
bakıyor diye.”
“Bana çok dil döktü, aramızı yap diye, yalvardı, çok
sevdiğim bir çocuktur. O karışık kalabalık evden en kısa sürede kaçıp
kurtulmalısın, o evde kaldıkça işin bitik benden söylemesi.”
“Bu sözleri duymamış olayım!.”
Kezban, geç
ve boğucu sıcak bir saatte işten eve dönmüştü, morali bozuktu, çalışmaktan beli
sızlıyordu, ayakları, canından bezmişti, yaşama hevesi kalmamıştı, gençliğinin
kıpır kıpır eden heyecanları ölmüştü, ona göre bir sürü mal insanla uğraşıp
durmuştu. Dertleşmeye ihtiyacı vardı, çok üzgündü, ağlayacak gibiydi ve bomboş
bir hayatı olduğunu düşünüyordu. Feyyaz’a bakındı, Feyyaz, çay içiyordu bahçede.
Yıllar… Sonra…. Yıllar… Yani…
Karaman’ın koyunu; sonradan çıkar oyunu…
Karaman’ın koyunu; sonradan çıkar oyunu…
İsa Kantarcı
Yorumlar
Yorum Gönder