Kar Yağışı
Arkadaşım kuş almış, onun oraya gittim. Kar soğuğu vardı. Ama güneş çıktı. Güvercinleri çıkardık kümesten; alıştılar gibi. Orada çok kısa kaldım ve evin yolunu tuttum. Yoldan başımı kaldırınca çok ötelerde dağın zirveleri göründü, karla kaplıydı. Orası şehrin en yüksek yeri. Televizyon İstasyonu var orada.
Günün birinde bizimkiler o dağa gitti. Satılık bir arazi varmış. Ben gidemedim; işim vardı. Arazi taş ocağının yanında balta girmemiş orman türünde bir yer. Anlatımlarından onu çıkardım. İnternette bir haber okudum geçen aylarda. Adam toprak olmayan kayalık bir araziyi satın almış, sonra oraya 200 kamyon toprak taşıttırmış. Orayı bir vahaya dönüştürmüş, bir sürü ağaç dikmiş, çeşitli türlerde hayvan yetiştirmeye başlamış orada.
Kar yağışı bir türlü gerçekleşmedi alçak kesimlerde. Bizim komşu kız resim öğretmeni oldu ve televizyon istasyonun orada bir köyde bir süre öğretmenlik yaptı. Onun kardeşi de öğretmen oldu ve şair. Çocukluk arkadaşım.
Dün dışarıda çok kısa kalabildim; çünkü soğukta eğlenceli hissedemiyor insan. İçim üşüyor. Bir eğlence varsa insanın kafası içindedir diye düşünüyorum. En zor zamanlarda oraya sığındım; orası beni korudu gerçek hayatın vahşi kapitalizminden, gaddarlığından.
Son zamanlarda bir şey geliştirdim, ekmek aldığım fırının önü kafe gibi, masalar var. Durup orada sigara içip çevreyi seyrediyorum, gelip geçen kızlar, üniversite öğrencileri, araçlar, yoğun trafik var. Dalıyorum düşüncelere meditasyon gibi.
Günün birinde bir adam gördüm burada, komşu adamdı bu, cip gibi bir aracı vardır. Baktım elinde bir ekmek. İçimden güldüm. Dayı bir ekmek için ta buraya geliyor. Güzel bir evde oturuyor, hali vakti iyi amcanın pinti olduğunu düşündüm. Ama aslında doğru bir şey yapıyor. Hem yürüyüş, hem de ekmeği ucuza alıyor, evinin yakınında ekmek pahalı satılıyor, aşağıda biraz ucuz. Bir de kimi fırıncılar odası ekmeği ucuza satan fırına dava açıyor, fırın sahibi de ekmeği ucuza satamıyor davayı kaybederse.
Bazı yerlerde dava kaybedildi. Ama bir dava oldu, fırının birine ekmeği ucuza satıyorsun diye dava açıldı, ikinci mahkeme o fırıncıyı haklı buldu ve bu emsal kara olarak diğer illere yayıldı. (bilginiz olsun, bir davayı kaybederseniz diğer mahkemeye başvurursunuz; onun adı “istinaf mahkemesi;” orada kazanma şansınız olur)
Normalde bu aylarda kar olması lazımdı; yok arkadaş. Bir siklon olayı var. Eskiden yoktu böyle bir şey. Siklon fırtına türü, bir yağmur sonra insanı ve her yeri tekme tokat dövüp tokatlayan bir deli rüzgar… Hemen sonra deli parlak bir güneş. Saçma sapan bir şey siklon. Konu hakkında bir şair kitap yazdı, oturup sürekli bulutları, hava olaylarını incelemiş. Kitabını çıkarmış. Eskiden yaz geldi mi yaz gelirdi, kış geldi mi tam gelirdi, şimdi her şey şaşmış vaziyette. Ama benim sığınağım içim. Dışarıda ne olursa olsun fark etmiyor, bir de sinir bozucu olan doğal gaz faturası. Tonla para ödüyoruz ve ısındığımız yok. Sobanın değerini anladık; birçokları anladı. Doğal gaz yakından geliyor; ama bizi sefil ediyor. Akıllı olanlar soba kullanıyor. Soba daha uca geliyor sanırım.
Geçen gün yolumu şaşırırdım ve tepelerde bir yerde… Kayboldum. Çok karanlık ve ıssız bir yola saptım…Adamın teki tek katlı köy evinin önüne çıktı, elinde balta gördüm, odun kırma sesi geldi. Yolu soracaktım. Ters biridir diye korktum; ama sormadan edemedim. Yolu tarif etti. Bu adam bende güzel şeyler canlandırdı, aslında onun evinde ve ‘o’ olmak güzel geldi gözüme. Baltayla kapı önünde odun kırmak, sonra onları eve kucakta taşımak… eski efsanemiz…biz sobalı evde büyüdük…soba üstünde kaynayan su ya da çay ya da ıhlamur…soba üstünde kavrulan fındık. Soba üstünde kızarak terayağlı ekmek…ufak çocukken bunları yapardık…
Bizim aşağıda bir adam var. Cadde kenarında kestane pişirip satıyor, o soğukta nasıl bekliyor, kafam basmıyor… Soğukta insan kelebek gibi kırılgan oluyor. Bir de çöp arabasındaki adamlar, o çöpleri nasıl boşaltırlar; kafam basmıyor…
Kar buraya gelmiyor olabilir; ama belgesellerde karlı yerler izliyorum, Vahşi Yeni Zelanda ya da Kuzey Kutbu ya da Güney Kutbu inanılmaz bir yer… Benim kafa dağıtma metodum belgesel izlemek…Yazacağım romanların alt yapılarını elde ediyorum. (Asgari ücret saçmalığını ilk çıkaran ülke yeni Zelanda’dır)
“Amok Koşucusu”adlı bir hikaye var; Stefan Zweig yazdı. Sevdiğim bir hikayesidir. Hikayelerin olduğu kitapta doğayı anlatma biçimi büyüleyicidir; o kadar zarif anlatır ki fırtınanın yaklaşmasını, otların sessizliğini, tozların ve oradaki canlıların fısıltılarını…yağmurun yağmaya başlamasını, unutmamışım; içimde kalmış. Otların cızırtısını…
Kalbiyle yazan adamlar böyledir; içinizde kalırlar. Transatlantik gemisi gibi.
Otların fısıltısına kulak kabartın.
Otların içinde yatın. Yaz gelince ve gelmeden… otlara sarılın…otlardan daha sıcak ve iyi sevgili yoktur çünkü…İçinizdeki yanlış sesleri eritmenin yoludur bu, ferahlamanızı, dingiliği bulmanızı sağlar.
Geyiklere sarılın, otlar ve geyikler… sis ve ay… yağmur sesi ve kuş seslerine sarılın…
İçinizdeki sığınağa…
Dışarıda her zaman işler yolunda gitmez.
İçinize ağırlık verin!
İçinizi dekore edin, içinizin tasarımına çok özen gösterin!
21 Ocak 2020 Pazartesi
İsa Kantarcı
Yorumlar
Yorum Gönder